İbni Arabi Risâleleri: KİTABU’L MESAİL


KİTABU’L MESAİL 

 


Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.
MESELELER KİTABI


Bismillahirrahmanirrahim 
Allah'ın salat ve Selamı Hz. Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine olsun. Mücahede  ve  zikir  görevlerini  yerine  getiren  müşahede  ve  göz  sahiplerine  sırları bahşeden,  akıl  ve  fikir  perdelerinin  gerisinden  bakıp  gören  kimselerin  üzerine  nurları  doğuran  Allah'a  hamdolsun.  Bu  taksim  esasına  göre  ilimler  hakkında,  ilimler  bir  açıdan Vehbi,  bir  açıdan  da  kesbidir,  denilmiştir.  Vehbi  ilim,  kesbin  hiçbir  şekilde  karışmadığı ilimdir.  Değeri  yüksek  bir  ilimdir  bu.  Aslı  temiz,  gelişimi  arı  bir  ortamda  gerçekleşen cibilliyet, öz yaratılış, halden hale intikal etme aleminde gidip gelirken, tekvinin en bahtiyar devirlerinden  birinde, gece  veya  gündüz doğan  en uğurlu  doğuşta, beslenme  aleminden takdis ve arınma alemine taşınırken bu düzeye ulaşır.


Böylece  doğal  yaratılış,  seciyeler  içinde  tabiatlara  şekil  verenin  bahşettiği  saflık  ve itidalin  son  noktasına  erişti.  Tıpkı....  Güzide  kılınmış  (Mustafa),  seçilmiş  (muhtar) peygamber efendimiz gibi. Allah seni de Adem'den seçti. Bu yüzden durmadan yukarıdan aşağıya yuvarlanmaktasın O'nun karanlıklar ve yabancılar  aleminde yukarıdan  aşağıya yuvarlanışı  bir  arınma,  bir  ayıklanma  ve  bir  temizlenmeydi.  Bu  yüzden  bu  yukarıdan aşağıya inişiyle bereketlendi. Dolayısıyla aynı zamanda bu iniş, en mukaddes makama, en  göz alıcı niteliğe yükselişti. Ne kadar çaba sarf edilse de, ne kadar gözlem yapılsa da bunu kavramak  son  derece  zordur.  Hz.  Rasulullah  (s.a.v.),  mutedil  yaratılışlı,  güzel  biçimli, memnun  edici  hasletlere  sahip,  övgüye  değer  davranışlar  ve  tavırlar  sergileyen  biriydi.
Allah'ın  salat  ve  selamı  Onun,  ehlibeytinin  ve  muttaki  ve  hayırlı  sahabelerinin  üzerine olsun,  çiçeklerin  sultanı  çiçekler  üzerinde  hakimiyetini  sürdürdükçe  ve  mukarrebinin kötülükleri ebrarın iyilikleri olarak sayıldıkça.

Fasıl:
İmdi...  Hiç  kuşkusuz  aklın  bir  sınırı  vardır;  düşünen  bir  meleke  olarak  bu  sınırda durur,  algılayan,  kabul  eden  bir  meleke  olarak  değil.  Böyle  iken  akıl,  neden  sınırında durmaz ki?! Ölçüsünü bilen bir insan helak olmaz.

Mesele:  1-  Bizzat  varlığı  zorunlu  (vacibu'l  vücut)  Hak  ile  varlığı  mümkün  şeyler
arasındaki  münasebet  işareti,  bunun  zat  için  gerekli  olduğunu  savunanların  dediği  gibi
onunla  vacip  olsa  veya  olacağına  dair  ön ilmin  bunu  gerektirdiğini  savunanlar  açısından
gerekli  olsa  da  bunun  fikri  sınırı  ancak  varoluşsal  burhanlarla  kaim  olup  sahih  olabilir.
Şöyle ki: delil ile medlul ve burhan ile kanıtlanan arasında bir şekilde bir bağlantı olmak
durumundadır.  Yani  delille  bağlantı  ve  medlul  ile  bağlantı.  Eğer  bu  olmazsa  delilin
medlulüne hiçbir zaman ulaşamaz. Dolayısıyla Hak ile halkın zat açısından hiçbir şekilde
bir araya gelmeleri sahih olmaz. Ancak bu zatın ilahlık vasfına sahip oluşu itibariyle böyle
bir  şey  söz  konusu  olabilir.  Aslında  bu  başka  tür  bir  ilimdir.  Akıl  kendi  başına  bunu
kavrayabilir; bunun için gözlemsel keşfe ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla bize göre her akledilen
şey mevcuttur ve delil itibariyle ona dair bilgi şühuduna takaddüm edebilir. Ama yüce Allah
hariç.  Çünkü....  Zat  itibariyle  O(na  ilişkin  bilgiye  takaddüm  eder,  ilahlık  açısından  değil.
Çünkü....  bu  hüküm  bağlamında,  bilmenin  taalluk  etmesi  hükmüne  göre  zat  ile
çelişmektedir.  İlahlık  akledilebilir;  ama  keşfedilemez.  Zat  ise  keşfedilebilir;  ama
akledilemez. Bu konu, sahili olmayan bir denizdir. Bu denize düşen yüzemez de. Çünkü
bizzat basiretlerin helak olduğu bir denizdir bu. Bu denize dalmanın imkanı yoktur. Kadim
ulemadan  sağlam  bir  akla  sahip  olduğunu  iddia  eden  nice  hayalci  vardı  ki,  bu  denizde yüzebileceğini sanıyordu.


Nitekim Fas şehrinde bu yolu izleyen Eşarilerden bir toplulukla karşılaşmıştık. Bunlar
kendi  varlık  denizlerinde  yüzüyorlardı.  Düşünce  itibariyle  de  selb  ve  ispat  arasında
mütereddittiler.  İspat  ona dönüktür  kuşkusuz.  Çünkü  bu  kimse  kendi içinde benimsediği, tasavvur ettiği şeyden başkasını ispat edecek değildir. O kendi içinde konuşmakta, kendi özünde delil ve burhan ortaya koymaktadır. Hak ise bütün bunların ötesindedir. Selb ise yokluğa dönüktür. Yokluk ispatın zıddıdır. Dolayısıyla selb ve izafeler arasında gidip gelen bu mütereddit fikir, Allah'ı bilme hususunda herhangi bir sonuç elde etmiş değildir. Heyhat!Biz kurtulduk, batıl ehli olanlar ise hüsrana uğradılar. Mukayyet, sınırlı bir varlık, mutlak bir varlığı nasıl bilebilir, üstelik mutlak varlığın zatı da bunu gerektirmemektedir. Bu hususta herhangi  bir  koku  dahi  alamaz.    Mümkün  bir  varlığın,    bizzat  zorunlu  olan  bir  varlığa ulaşması  mümkün  olabilir  mi?  Çünkü  mümkün  varlığın  hiçbir  yönü  yoktur  ki,  yokluk  ve çürüme  musallat  olmasın.  Eğer  bir  yönden  zat  olarak  vacip  olan  Hak  ile  alem  arasında birleşme caiz olsa, bu takdirde söz konusu yönden aleme musallat olan çürüme Hakka da musallat olur. Bu ise imkansızdır. Dolayısıyla Hak ile halkı bir araya getiren bir yönü ispat etmek imkansızdır.

Mesele: 2 - Ne var ki, ben, ilahlık bir hüküm de olsa, kendisiyle ilgili bazı hükümler
vardır, diyorum. İşte bu hükümlerin suretinde, ahiret yurdunda olduğu şekliyle tecelli eder.
ben  iradi  hükümden  söz  ediyorum,  ihtiyardan  değil.  Çünkü  ihtiyari  hitap  örfte  yerleşmiş şeylere  ulaşmaya  yöneliktir  ve  amacı  da  imanın  sabit  olmasını  sağlamaktır.  Teşbih hadisleri  gibi.  Gerçi  bunların  da  daha  önce  vurguladığımız  gibi  sahih  bir  alanları  vardır. Fakat bu, şu anda üzerinde durduğumuz hususu gerektirici mahiyette değildir.

Mesele:  3-  Ben,  koruyucu  keşiften  anlaşıldığı  üzere  diyorum  ki,  yüce  Allah  vardı
beraberinde  bir  şey  yoktu.  Şu  anda  O,  hüküm  itibariyle  olduğu  gibidir.  Emir...  bize
yöneliktir.  Çünkü  bizimle  ve  benzerleriyle  zuhur  etmiştir.  Bir  hükmün  zuhur  etmesiyle
münasebet ortadan kalkmıştır....  İki farklı açıdan.

Ey aklı bahşeden! Basiretleri kör ettin
Keşfin idrak ettiklerine karşı. Bu yüzden gerisin geri döndü.
Eğer insaf etse, fikirlerini terk etse ve gelse
Muhtaç olarak. Edeble ilim yardımını talep etse
Bu fani olan söyleyen için bir feyizdir, tabiatı
Şek ve şüphe türlerinden beri biri için.
Kalkmış heybet ayaklarının üzerine, tutmuştur
Hakka dair altından ilim cevherlerine
Aslında bunları gözüyle almıştır. Çünkü basireti
Alevden bir evde zatın zindanındadır.
Hakkın varlığıyla ilgili tek dayanağı
İlletler ve selb ile nedenler icat etmektir.


Ancak temsili bir hükmü var ki, desteklemektedir onu His alemleri, yardım ve şefkatle. "Allah vardı, beraberinde hiçbir şey yoktu" şeklinde ifade edilen husus ilahlıkla ilgilidir, zat  ile  ilgili  değildir.  Yani  sadece  varlığıyla  ilgilidir  ve  tahakkuk  etmiştir.  İlahi  ilim kapsamında zat ile ilgili olarak ispat edilen her hüküm ilahlık açısından geçerlidir. Bu gibi hükümler  de  çoktur.  Nispetler,  izafeler  ve  selbet-meler.  Bütün  bunlar  bir  aynı  anlama gelirler,  birdirler;  benlik  ve  hüviyet  bakımından  çokluk  kabul  etmezler.  Çokluk  yalnızca imkanlık  ve  fehvanilik  hakikatleri  açısından  geçerlidir.  Çokluk  alemde  bir  hüküm  ve  bir ayndir. Bir de ayn olmayan bir hüküm ve nispet olmayan bir hakikat vardır. İşte bu noktada İslami ilimlerle uğraşan bir grubun ayakları kaymıştır. Çünkü bunlar, teşbihi kabul edenlere karşı kabul etmeyenlerin lehine hüküm verdiler. Bu hususta de-lil-medlul, hakikat-tahakkuk eden,  illet  ve  şart  gibi  kapsayıcı  ve  raptedici  olarak  gerçekleştirdikleri,  gerçekliklerini ispatladıkları  olgulara  dayandılar.  Ama  bu  değerlendirme  zata  yakışmaz.  Buna  karşılık ilahlık  bir  açıdan  kabul ederken,  bir  başka  açıdan  reddeder.  Bunun  neticesinde  bir  grup kabul  yönüne  sarıldı,  bir  grup  da  ret  yönüne  sarıldı  ve  iki  grup  arasında  ihtilaf  da  bu noktada başladı.


Grupların her biri  ötekisinin mezhebinin batıl olduğunu söylerken uluhiyet her ikisinin
de  isabetli  olduğuna  hükmetmektedir.  Bu  grupların  ihtilaf  etmelerinin  sebebi,  düşünce
çerçevesine  hapsolmuş  olmaları,  aklın  sınırlarının  dışındaki  makamlara,  yani  Velayet  ve
Nübuvet alanlarına taşınamamalarıdır. Eğer akıl, kendi haddini bilip ölçülü davranırsa, bu
iki  alandan  gelenlere  teslim  olmak  ona  yeter.    Eğer  akıl  düşüncenin  hakkını  vermezse,
ayrıca  kusurlu  davranıp  körleşirse,  Nebevi  haberleri  ve  keşifleri  reddeder.  Artık  fasit
tahayüller  onun  yakasını  bırakmaz.  Bunun  da  nedeni,  iddia  edilen  mevzu  çerçevesinde
tartışma  esnasında  sunulan  kanıtlarla  çelişkiye  düşmesidir.  Bu  bağlamda  akıl,  kanıt
olmayan  bir  şeye  kanıt  diye  inanmakla  yanılgı  içinde  olmaktan  kurtulamaz.  Çünkü  bu
olgular kesinlikle akli kanıtlarla çelişmezler. Ne var ki, aklın kanıt diye ileri sürdüğü her şey
delil değildir; çünkü aklın yanılmaları çoktur. Bu yüzden aklın delil diye ortaya koyduğu her
şeye  uymak  da  zorunlu  değildir.  Sözünü  ettiğimiz  bu  yanılma  hususunda  bütün  akıl
sahipleri  aynı  konumdadır.    Kuşkusuz  Resulullah  efendimiz  (s.a.v.)  de  akıl  erbabı
arasındadır. Daha doğrusu akıl erbabının en ulusu, akıl bakımından en mükemmelidir.  Ki
bunu caiz görmemiştir ve delilini de getirmiştir. Daha doğrusu akıl, bunun mümkün oluşuna
delalet  etmiştir.  Şu  halde  keşfin  idrak  ettiklerinin  tadını  alamayan,  keşif  kapsamında
kendisine bir delil zuhur etmeyen için teslim olmak en iyisidir. Eğer onlar kendilerine karşı
dürüst davranıp insaf etselerdi, hallerini bu iki sınıfa (Nübüvvet ve Velayet) teslim etselerdi,
hiç kuşkusuz her iki cihanda mutlu olacaklardı ve yararlanacaklardı. Ancak liderlik onları
bundan alıkoydu. Sadıkların kalplerinden en son liderlik sevgisi çıkar.

Mesele:  4-  Bu  söylediklerimiz  sabitleşip  yerleştikten  sonra,  düşünce  erbabının
anlayışları bunları idrak etme noktasında yetersiz kalıyorsa, o zaman biz de dostlarımıza
ve bizim yolumuzu izleyen arkadaşlarımıza şöyle hitap ederiz: Bizim ilimlerimiz lafızlardan,
insanların ağızlarından, defterlerin içlerinden ve sayfalarından devşirilmiş değildir. Aksine
bizim  ilimlerimiz,  vecdin  hakimiyetinin  ve  varlıkla  fena  bulma  halinin  galip  gelmesi
esnasında  kalbe  yansıyan  tecellilerden  kaynaklanmaktadır.  Bu  esnada  anlamlar  misalle
veya misalsiz, inişlerin meydana geldiği huzura göre belirginleşir. Bunların bazısı sohbet
babında,  bazısı  yarenlik  etme  babında,  bazısı  karşılıklı  konuşma  babında,  bazısı  da
karşılıklı konuşma babından olmadan gerçekleşir.

Mesele:5-  İlahî  bağışın  tümü  sürekli  bir  akış  halindedir;  ibare  onu  tutar  ve  yayar.
Ancak bir vakit ifşa etme olgusu bir vakit de gizleme olgusu ona eşlik eder. Biz, bizimle
ilgili bir sınav olarak her iki olgu ile ilgili konuşmaktan da kendimizi alıkoyarız. Ki edebin
gereğini yerine getirmiş olalım, emaneti muhafaza edelim ve ifşa ve gizleme zeminlerinde
dair bilgi gücüne sahip olalım. Böyle bir durumda tahakkuk açısından ifşa etmeye ya da gizlemeye dair bir emrin varit olmasına gerek yoktur. Uluhiyetin nakledilir olmasının illeti,
uluhiyete boyun eğen kainat menşeli delille bozulan bir hüküm olmasıdır. Bu yüzden delille
medlulü birbirine bağlayan kapsamlı bir yönün bulunması zorunludur. İlahi tecellinin naklo-
lunmasına  karşılık  zati  tecellinin  naklolunmaması  bu  yüzden  sahih  oluyor.  Zati  tecelli
naklolunmaz fakat müşahede edilir. Müşahede edilince kontrol edilemez,   dolayısıyla   çok 
özel   konumdaki   kişilerden başkası onu müşahede edemez. Kainatta O'na götüren ve
O'nun  idrak  edilmesini  sağlayan  bir  yol  yoktur.  Çünkü  zikrettiğimiz  irtibattan  dolayı,  O, çalışmayla  idrak  edilmekten  yücedir.  Nitekim  bu  soyut  bir  ihtisastır,  bir  ödül,  bir  karşılık değildir. İyiliğe ek olarak verilen bir bağıştır.

Mesele:  6-  Bu  anlattıklarımız  sabit  olduğuna  göre,  bizim  kitaplarımızda  ve arkadaşlarımızın kitaplarında bu yönde bir açıklamayla karşılaşırsan, bu, bizim anlattığımız
hususla  ilgilidir,  bundan  ötesiyle  ilgili  değildir.  Dolayısıyla  bir  sonuç  çıkmayacak  şeylerin peşine düşme. Çünkü izzet hicabı yaklaşılması yasaklanmış bir korudur. Göz gözü görmez karanlık bir denizdir o. Kudret, kahretme, şefkat ve rahmet gibi rububiyet sıfatlarıyla ve de edinilen  diğer  tüm  isimlerle  sıfatlanmamızın  kaynağı  bu  denizdir.  Ki  bu  sıfat  ve  isimler uluhiyetin hakkıdır. Nitekim uluhiyet de bu denizden kaynaklanmak suretiyle bizim hakkımız olan taaccüp, güler yüz gösterme, gülme, sevinme, beraberlik, neredelik gibi sıfatlarla ve  de  diğer  tüm  kevni  niteliklerle  sıfatlanmıştır.  Eğer  kendi  zatını  hicabının  elinden kurtarmaya,  kevnin  boyunduruğundan  azat  etmeye  çalışırsan,  ilahi  hikmete  muttali olursun,  ki  kendini  kitaplarında  ve  elçilerinin,  resullerinin  -selam  üzerlerine  olsun- lisanlarında  nitelediği  bu  sıfatlardan  önce  bu  hikmete  sahiptir.  Bu  hikmet  ki,  onun aracılığıyla  nitelendiğimiz  ve  kendi  zatlarımızda  bulduğumuz  rabbani  vasıflara  sahip  olmuşuz.  Acaba  sözünü  ettiğimiz  bu  hususları  kabul  ediş  gerçek  midir,  mecazi  midir,  zati midir, arazi midir? Hükmi midir, hikemi midir?

Mesele:  7-  Bak-Allah  seni  muvaffak  kılsın-  istediğin  şeye,  ancak  Onun  aracılığıyla
ulaşabilirsin. Seni isteyen de ancak seninle sana ulaşabilir. Senin kendisine ve kendisinin
sana  inişini  iddia  eden  kişiye  bak.  O  mutlaka  hikmet  madenidir  ve  bu  da  seninle  onun
arasında  bir  münasebetin  olmasını  zorunlu  kılmaktadır.  Bak;  zati  huzurda  bu  sahih
olabiliyor mu. O zaman bunun imkansız olduğunu göreceksin.


Mesele: 8- Muhtaç olmak, kuskusuz nüzulü gerektirir. Zat açısından muhtaç olmak
imkansızdır, dolayısıyla nüzul da imkansızdır. O halde dizginleri tutup bu konuyu ayrıntılı
bir şekilde açıklamaktan vazgeçelim. Çünkü burası öldürücü bir denizdir; sahilleri yakınmış
gibi  görünüyor  olsa  bile.  Ancak  dalgaları  büyük,  içindeki  canlılar  eziyet  edici,  üstelik
üzerinde  yüzen  gemi  de  dalgalarına  direnecek  sağlamlıkta  değil.  Rüzgarı  sarsıcıdır,
dinmesi  söz  konusu  değildir.  Yardım  istemenin,  fazlalıkları  atıp  yükü  hafifletmenin  bir
faydası  yok.  Ne  var  ki,  bu  denizde  boğulan  kurtulmuştur,  mutludur.  Ama  bu  denizin
dehşetinden çekindiği için ona sahilinden bakan da kurtulur, ama mahrum kalır ve bu gibi
kimselerin sayısı da çoktur. Nitekim müminler çoktur, ama salih amel isleyenler azdır. Allah
sizi  muvaffak  kilsin,  zata  ve  ilahi  hükme  yarasan  bazi  yolları  açıkladık  ve  bu  ikisini,  her birinin huzurunun gerektirdiği açılardan birbirinden ayırdık.


Mesele:  9-  Allah'tan  başka  her  şeyi  var  etmeye  yönelen  sıfat  uluhiyettir,  onun
hükümleri,  nispetleri  ve  isim  ve  sıfatlarla  ifade  edilen  izafeleridir.  Eserleri,  kendisinden
başka her şeyin varlığını gerektiren O'dur. Çünkü kahredilensiz kahreden, güç yetirilensiz
güç  yetiren,  merhamet  edilensiz  merhamet  eden,  yaratılansız  yaratan  olmaz.  Bu  durum  izafe  edilen diğer tüm isimler için geçerlidir. Daha doğrusu, imkan açısından bu selahiyeti ondan  aldığı  için,  kahredilen  olmuştur.  Dolayısıyla  kahreden  de  selahiyetle  kahredicidir.


Bu,  selahiyet  itibariyle  uluhiyetin  hükmüdür,  fiil  itibariyle  değil.  Gerçi  Hak  ile  ilk  mevcut arasıda  bir  tembih  tasavvur  edilemez.  Aksine  cisimlerin  varlığında  ve  taşıdıkları anlamlarda  tasavvur  edilebilir.  Bunun  gerekçelerini  de  başkaları  etraflıca  açıklamıştır.
Bunları bir kez daha anlatma gereğini duymuyoruz. Bu meseleyle ilgilenen insanlar arasın-
da sıkça tekrarlanan bir konudur bu. Bütün mevcudatın güç yetiren olmasını sağlayan özel
ve genel nitelikler bu işin uzmanları tarafından bilinmektedir. Güç yetirenin hükmünün güç
yetirilene taalluk etmesi ise kesinlikle bilinmez, ne keşif yoluyla ne de delil yoluyla. Çünkü
sonradan  olma  (hadis)  kudret,  sağlıklı  bir  ispat  nazarıyla  onu  ispat  edenler  açısından
etkisizdir, dolayısıyla taalluk etmesi de söz konusu değildir. Böyle iken taallukunu bilmek
nasıl mümkün olacaktır? Aynı durum keşif için ve bu özel vasfın dışındaki olgular için de
geçerlidir. Ki bizim görüşümüzü paylaşan muhakkikler, Hak ile halk ayrılığını bununla tespit
ederler. Dolayısıyla delil ve keşifle idrak edilmektedir.


Mesele: 10- İlk ortaya çıkan varlık kayıtlı ve muhtaçtır. Bu varlığa ilk akıl, küllî ruh,
kalem, adi, arş, yaratıcı hak, Muhammedi hakikat, ruhların ruhu, apaçık imam, her şey gibi
isimler  verilir.  İçerdiği  yönlere  göre  bir  çok  ismi  vardır  bu  varlığın.  Bu  varlık  bizim
tarafımızdan  işitme  ve  keşif  yoluyla  bilinen  suretin  yarısı  üzeredir  bir  açıdan.  Bir  başka açıdan  da  vaki  olan  tecellisine  göre  belirginleşir.  Alemin  tümü  suret  üzeredir.  İnsan  da alemin  bir  parçası  olarak  alemin  sureti  üzeredir.  Yani  insan  da  suret  üzeredir.  Ruhanî varlıklar  mükemmel  istidatları  nedeniyle  cisimler  alemine  göre  kemale  erme  noktasında daha güçlü ve daha yatkındırlar. Bu yüzden beşer, doğal bir dürtü neticesinde ruhanî bir güç elde etme arzusunu taşır.


Bazı insanlar bu arzularına ulaşırlar, kemale ererler. Bazıları ise bu dünyadaki arızi
ve kimisi de asli olan engellerden dolayı bu amaca ulaşamaz. Ahiret yurdunda ise herkes
buna erişir. Ama aralarında bir takım olgular nedeniyle farklılıklar belirginleşir. Bu olgular
da içine girdikleri suretle ilintilidir.


Bu  ilk  mevcudu  var  edince ilahi  huzura  yönelik  üç  yüz  altmış  veçhi  zuhur  etti.  Hak
taala  da  onda  halk  ettiği  kabul  istidadı  miktarmca  ilminden  bahşetti.  Kabulleri,  kırk  altı milyon  türdü.  Bin  altı  yüz  tür  ve  elli  altı  bin  türdü.  Bu  akıl için  çokluğunun hükümleri  de zuhur etti. Onun bir kısmı her aleme yayıldı. Bu bahşetme niteliğindeki bir yaymaydı, ihtiyari  yayma  değil.  Çünkü  veçheleri  var  edicisine  döndürülmüştür.  Alem  de  gücünü  zatı itibariyle ondan alır. Tıpkı güneşin bu yönde bir iradesi olmaksızın varlıklar aleminin ışığını güneşte  alması  gibi.  işte  zati  feyizle  iradi  feyiz  arasındaki  fark  budur.  Aslında  bu  feyzin kendisiyle  ilintili  bir  husustur.  Alemin  feyzini  görmüyor  musunuz?!  Dolayısıyla  onun kulaklara  yönelttiği  kelamı  da  iradidir.  Çünkü  onu  durdurabilir.  Ancak  kelamın  objesi varlıkta zuhur edince, onu kulaklara bahşetmesi artık zatidir, iradi değildir. Bunu tahkik et, çünkü burada bu şekilde gerçekleşir.


Şu  halde  iki  feyzi  bu  şekilde  birleştirmek  mümkündür.  Bir  grup  bahşedilen  feyze
bakıp, zati feyzi savundular. Bir grup da bahşedici feyze bakıp iradi feyzi savundular. Bu
grupların  her  biri  diğerinin  yanlışta  olduğunu  da  savunmaktadır.  Oysa  uluhiyet  her  iki
grubun da sözünü doğrulamaktadır. Göklerin ve yerin yaratıcısı olan bu hak zuhur edince,
ki gökler ve yer onun uluhiyet levhidir, yüce kalemi de kutsal sağındadır ve rabbani emir
aleminin  başında  varlıkları  icra  etmektedir.  Ve  bu  da  bahşedici  onurlandırmaya  izafe
edilmeye özgüdür. Çünkü ihtiyar ve araz hakikatini kabul etmez, ama dönüşümleri kabul
eder.  Ancak  o  madde  olmayan  arazları  kabul  etmez.  İşte  bu  hak  zuhur  edince,  ondan
şerefli  ve  latif  nurlar  doğdu.  Onları  bir  tür  yöneltme  ile  letafet  ve  şeref  bakımından
kendilerine uygun ruhlara yerleştirdi. Yüceler alemi, emir ve boyun eğdirme alemiydi. An-
cak  nefsin  var edilmesinden  ve  bir  tür ilahi  kaynaştırma  ve  rabbani  yönlendirme  ile  Ona yönelmesinden sonra.


Mesele: 11- Bu adi, sonsuz ilimleri zati olarak kabul edince, zenginlik suretinde zuhur
etti. Ki bunu gerektiren zat ve gayret hükmüyle ona girmemektedir. Derken nefisle meşgul
oldu. Bu melek nitelikli bir aşk ilgisiydi. Büyük bir saltanat ve ulu bir kırallıktı. Bu aklın zati
bir  feyzi  ve  iradi  bir  feyzi  vardır.  Tıpkı  zati  bir  kabulü  ve iradi  bir  kabulünün  olması  gibi, böylece tümü de mevcuttur. Bir sebepten dolayı var olan hiçbir mevcut yoktur ki iki veçhesi olmasın. Bir veçhesiyle sebebine bakar, ondan alır, bu veçhiyle ona muhtaç olmasından dolayı nefsi için izzet izhar eder, öbür veçhesiyle yüce yaratıcısına bakar. Böylece bazen ilahi hükümler sebebi yoluyla ve onun elinden kendisine varit olurken, bazen de kendine has  veçhesiyle  Onu  çağırır,  dua  eder.  Onu  kendine  has  veçhesiyle  çağırdığında  artık sebebin  onun  üzerinde  bir  hakimiyeti  kalmaz.  Nereye  gittiğini  de  bilmez.  Böylece  onun hakkında  zelillik  ve  yüce  Allah'a  muhtaçlık  hükmü  verilir.  Artık  onun  için  bir  tecelli  ve Allah'ın kendisinin feyzi söz konudur. Onun özel veçhesiyle çağırması, iradi feyiz açısından aklı yitirmesi anlamına gelir. İradi feyzi de iradi sözden başkası kabul etmez. Böylece akıl var  edicisine  muhtaç  olarak  geri  döner  ve  kendine  has  ismi  itibariyle  kapının  yüzüne kapatıldığını görür. Derken Hakk'ın Kuddus ismine hükmettiğini fark eder. etkisi kendisinde zuhur edinceye kadar onun hakimiyetine girer. Bu noktada onu yalnız bırakınca içeri girer, huzur  sergisinde  hizmet  edip  muhtaç  olur.  İstenen  de budur.  Hak  taaladan  başka  bütün mevcutların O'na yönelik bir veçhesi olduğu için, bunlar veçhelerini O'na çevirdikleri zaman bunların muhtaçlık ve zenginlikle vasıflanmaları sahihtir. Zenginlik (Gani) veçhesini varlık alemine  çevirdiğinde  kendisindeki  hak  veçhesiyle  tahakkuk  eder.  Ama  bu  veçhe  ile tahakkuk  etmekten  ve  bu  göz  müşahede  etmekten  gafil  olursa  zenginlik  vasfına  sahip olmasına imkan yoktur, sırf muhtaç olarak kalır.


Mesele:  12-  Bu gizli  veçhenin  etkisiyle  yüce  ve  aşağı,  basit  ve  mürekkep,  hayvan,
bitki  ve  maden  top  yekun  bütün  mevcudattan  eserler  zuhur  etti.  Sonra  etkilerin  türleri çeşitlilik arz etti. Bu etkilerin bazısına bir irade, bir azim ve bir niyet eşlik eder. etki edenin zatının verdiği bazı etkilere ise her hangi bir irade eşlik etmez. İshale yol açan ya da kabız yapan ilaçların etkisi gibi. Sebebi de budur.
Bunlardan  bazısı  hissi  ve  nefsi  etki  niteliğindedir.  Bunlardan  bazısı  da  nefiste meydana  gelir,  ancak  nefiste  mevcut  olan  bir  başka  etkinin  var  olmasından  kaynaklanır.


Örneğin bir adam bir dinar gördüğünde bil ki o dinarın onun nefsinde bir etkisi olmuştur.
Eğer  bu  etki  nefis  içinde  güçlenirse  nefis  o  dinarı  almak  için  bedeni  harekete  geçirir.  O halde asıl hareket dinarındır. Bu etkiyi meydana getiren sebepler çeşitlilik arzeder. İnsan
tabiatından  kaynaklanan  sebep,  dinarın  özünün  güzelliği  ve  altın  madeninin  çekici
özelliğidir. Genel sebep ise, dinarın cevherini düşünmeksizin ona duyulan ihtiyaçtır. Takva
sahibi  zahit  sadıkların  ona  ilgi  duymalarının  sebebi  ise  üzerinde  Allah  isminin  yazılı
olmasıdır.  Muhakkiklerin  sebepleri ise  bunların  tümünün  yanında  başka  şeylerdir  de.  Bu sebeplerin tümünün mahalli nefis olduğu için bu olguların zatları üzerindeki etken nefistir.
Ancak bu tür etkilerin zuhur etmesi dış objelerin varlığıyla mümkündür.


Mesele:  13-  Açıklamamıza  esas  aldığımız  bu  veçhe  ancak  uluhiyete  ait  bir  etki
olabilir. Çünkü bu veçhe ile varlıklar alemindeki tüm varlıklardan bu etkilerin zuhur etmesi
söz  konusu  olabilmiştir.  "Ve  kada  rabbuke  ella  ta'budu  illa  iyyahu  /  rabbin,  sadece
kendisine kulluk etmenizi kesin bir şekilde emretti." (İsra,23) Bu sahih bir hükümdür. " Ve
ilahukum ilahun vahid / Sizin ilahınız bir tek ilahtır." (Bakara, 163) Eğer bu ince sızma, bu
akıl  almaz  ve  şeffaf  perde,  bu  gizli  örtü  olmasaydı,  meleklerin,  yıldızların,  feleklerin,
rükünlerin,  hayvanların,  bitkilerin,  taşların  ve  insanların  içindeki  uluhiyete  tapılmazdı.
Çünkü bu varlıklarda kulluk sunulan şey uluhiyettir. Ancak bir açıdan uluhiyetin izafe edile-
ceği zatta hata edilmiştir, başka değil. Ama bu bir açıdan söz konusu olan hata da ebedi
bedbahtlığa  sebep  olmuştur.  İşte  muhakkik  bu  yönü  gerçekleştirdi,  akıl  açısından  hatayı ortadan  kaldırdı,  ama  hüküm  açısından  değil.  Çünkü  ilahi  nazarın  bu  mabudlara
yerleşmesi başka şeylere göre daha büyüktür. Böylece etkileri onlara bağlamış, bu etkileri
onların  yanında  zuhur  etmiştir  ki,  bununla  dilediğini  saptırsın,  dilediğini  de  doğru  yola
iletsin.  Bazen  kimi  gruplar  uluhiyeti  mutlak  olarak  onlara  nispet  etme  anlayışından
sıyrılarak  gizli  yönü  düşünmeye  başlamış  ve  bunlara,  sırf bizi  Allah'a  yaklaştırsınlar  diye kulluk ediyoruz, demişlerdir. Böylece onları perdeler ve vezirler gibi görmüşlerdir. Allah'a sığınırız bu tür anlayışlardan. Ama bu birincisine göre daha yakındır. Eğer bu gruplar, bu yönü  onların  nefsinde  görebilmiş  olsalardı,  uluhiyete  bir  dış  varlığın  şahsında  kulluk
sunmazlardı.  Bilakis  uluhiyetin  kendisine  kulluk  ederlerdi.  Ne  var  ki,  uluhiyet  bunlar
aracılığıyla  tahakkuk  ettiği,  bunlar da  aciz,  kusurlu  ve  tükenme  özelliğine  sahip oldukları
için  bunu  kavrama  imkanına  sahip  olamamışlardır.  Eğer  bu  anlattıklarımızı  görebilmiş
olsalardı,  uluhiyeti  belli  bir  varlığa  özgü  kılmazlardı.  Bizim  dediğimizin  özü  şudur:  Kulluk sunulan mutlak olarak uluhiyettir, varlıklar değildir. Bu yüzden "Ve ilahukum ilahtın vahid / Ve sizin ilahınız bir tek ilahtır." (Bakara, 163) denilmiştir. "Ve kada rabbuke ella Ta'budu illa iyyahu  /  Rabbin,  sadece  kendisine  kulluk  etmenizi  kesin  bir  şekilde  emretti."  (İsra,23)


Allah'ın  hükmü  geri  çevrilemez.  Varlıklar-daki  bu  ilahlık  veçhelerine  vakıf  olan  biri  için
kesinlikle herhangi bir varlığa kulluk etmek sahih değildir. Bunu bilmeyen ve buna şahit de
olmayan  ise,  varlığın içindeki  Hakkın  veçhesine  kulluk  eder,  varlığın  kendisine  değil.  Ne
var ki bu kadarı bile cezayı gerektirir ve ona müşrik ismini vermek için yeterlidir.


Mesele: 14- Bil ki, her mabud, kendisine ibadet edenden, bu dünyada teberri eder, bu ibadetinden beri olduğunu söyler; ancak ibadet eden kimse bunu ancak olağan üstü bir
yolla  işitebilir.  Ahirette  ise  keşif  yoluyla  bunu  görür,  işitir.  Nitekim  yüce  Allah  şöyle
buyurmuştur:  "İz  teberreellezinettubiu  /  kendilerine  uyulup  arkalarından  gidilenler...
uzaklaştıkları zaman." (Bakara, 166) Onların teberri edişleri, bu ibadetten uzak olduklarını
söylemeleri,  onlar  bize  yönelirlerken  senden  başkasına  ibadet  etmediler.  Biz  onların
mabudları  değildik.  Bunu  cezadan  korktukları  için  söylerler.  Sadece  izafe  ettiler,  derler.
Onlara denilir ki: doğru söylüyorsunuz: fakat onlar bize sizin şahsınızda ibadet ettiler, sahih
bir basiret olmaksızın. Hakikatler gerektirdiği halde bu gerçeği fark etmediler. Biz de onları
körlükle cezalandırırız. "Ve men kane fi haza a'ma fe huve fi'I ahireti a'ma ve adallu sebila /
Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu  şaşırmıştır." (İsra,72))
Buna  göre  onlar  hem  dünyada  hem  ahirette  bu  kadar  bir  bilgiden  alı  konmuş,  jroksun
bırakılmışlardır.  Ayrıca  yüce  Allah'ın  onları  cezalandırmasının  bir  gerekçesi  de  kullara
zulmetmiş  olmalarıdır.  Çünkü  uluhiyet  vasfını  kullara  nispet  etmekle  onlara  iftira
etmişlerdir. Hakkın bu yüzden onları cezalandırması adalettir, başkasının hakkını almaktır,
basiretsizlik  gösterdiği  ve  nevasına  tabi  olduğu  için  cahili  cezalandırmaktır.  Çünkü  yüce
Allah,  bizim  kendimizle  ilgili  haklarda  affedici  olmamızı;  ama  kendisinin  haklarıyla  ilgili
olarak kimseyi affetmememizi teşvik etmiştir. Allah bu hakkı ikame etmeye daha layıktır.
Bu  yüzden  şirk,  kullara  yönelik  bir  zulümdür,  O'na  yönelik  bir  hak  değildir. 


Başkalarının taptığı  mabudlarm  bazısı  mutludur,    bazısı ise  bedbahttır.  Mutlu  olan  kurtulmuştur.  Ama onun  suretinde  yaptıkları  heykel  ve  put  tapanlarla  birlikte  ateşe  girer.  Eğer  "La  yus'elu amma yefalu ve hum yus'elun / Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir."  (Enbiya,23)  ayeti  olmasaydı,  onun  hakkında,  kulluk  sunulan  kimseden ahiret  günü  ilahlık  etkilerinin  giderileceği  ile  ilgili  olarak  anlatılanlar  söylenebilirdi.  Çünkü onlar  müessir  failden  başkasına  kulluk  etmiş  değillerdir.  Burada  nice  belirsiz  denizler vardır.


Mesele: 15- Hiç kuşkusuz uluhiyet, alemde musibete duçar olanın ve afiyette olanın
bulunmasını gerektirir, aksi takdirde varlık içinde azaba uğratılanın zeval bulması aksinden
daha evla olmazdı. Eğer isimlerden herhangi bir isim hükmü ve etkisi olmaksızın kalsaydı,
o  takdirde  gerektirdiği  hüküm  muattal  olurdu.  Bu  ise  imkansızdır.  Mümkün  varlıkların
tamamı, ilahi müessir isimlerin dengesine göre belirginleşirler. Zatın isimlerinden olup bu
etkin  isimlerin  dışında  kalanlara  gelince,  elimizde  onlara  dair  herhangi  bir  şey  yoktur.
Sadece olumsuzlama ve nitelemeye dönük yaklaşımlar ve basar ve semi gibi bazı kemal
sıfatları vardır. Bunların da etki bağlamında mümkün nitelikli varlıklarla bir taalluku yoktur.
Bu gerçeği anla.


Mesele:  16-  Kendi  kapasitesini  aşan,  sınırının  ötesine  geçen  bir  gruba  hayret
ediyorum. Bunlar, Allah'ı Allah'ın kendisinden daha iyi bildiklerini iddia ederler ve diyorlar
ki:  teşbihten  (Allah'ı  başka  varlıklara  benzetmekten)  Allah'a  sığınırız.  Bir  grup  da  şöyle
diyor: Tatile, etkisizliğe götüren tenzihten Allah'a sığınırım. Sığman grup, böylece teşbihten geri durmuştur. Ancak bu grup ilmin hakkını verseydi, teşbihten sakınıp sığındığı gibi kulun
kendi nefsini tenzih etmesinden de sakınıp sığınırdı. Şunu söyleyenin sözü beridir:
Yokluğunun uzaklığına attığın kimseye zuhur ettin
O da oluşsuz oldu, çünkü sen o oldun.

Aynı  şekilde  "beni  tenzih  ederim"  ve  "şüphesiz  ben  Allah'ım"  ve  benzeri  sözleri
söyleyenlerin sözleri de beridir. Gerçi bir grup, bu sözleri söyleyenleri tekfir etmişlerdir. Bir
grup  da  teşbihe  dair rivayetleri  tevil  ettikleri gibi  bu  sözleri  de  tevil  etmişlerdir.  Şu  halde bizim  sözlerimiz  teşbihe  dair  rivayetlerin  teviline  ve  bu  tür  lafızların  teviline  dair
açıklamalarla  ilintilidir.  Çünkü  bu  grup,  teşbihten  sakınmış,  sonra  tenzih  etmiş  ve
rivayetlerin  zahiri  anlamlarından  başka  şekilde  yorumlamıştır.  Ancak  halk  hakkında
tenzihten  sakınmamıştır.  Bu  durumda  onlar  hadise  yaraşanı  ispat  ediyorlar.  Yani
kendilerine  göre  hakka  yaraşır  olduğunu  söyledikleri  şeyi,  kevne  uygun  olana  doğru
yorumluyorlar. Çünkü lafızlar anlamların suretlerini almaya elverişlidirler. Bir lafız, bir, iki ve
daha  yukarı  anlam  kabul  edebilir.  Bu  lafızlar  da  müşterektir.  Dolayısıyla  bu  Meselede
tenzih  teşbihten  daha  evla  değildir.  Gözler  kapalı  sırları  ve  ilahlığın  bahşettiği  anlamları
idrak etme hususunda kördürler.


Bu  gruba  hayret  etmemek  mümkün  değildir.  Teşbihten  kaçarken  teşbihe
yakalanmışlar. Bunu da tenzih olarak ileri sürmüşler. Akıl sahipleri ise, ileri sürdükleri şeyin
mahiyetini  bilmemelerinden  dolayı  onlara  gülüyorlar.  Çünkü  onlar  teşbihten  uzaklaşırken yalnızca kendi nefislerine, dolayısıyla sonradan oluşturulmuş anlamlara yönelmişler. Yani lafızların  zahirlerinden  kaçarak  kendileriyle  kaim  olan  ve  sonradan  oluşturulmuş anlamlarına sarılmışlar. Yani Allah'ı kendilerine benzetmekten kaçarken O'nu kendilerine benzetmişler.  Yani  eğer  ilahi  anlamlara  ham-letmişlerse  kendi  nefislerini  tenzih  etmişler.


Yok  eğer  nefsani  anlamlara  hamletmişlerse  bu  sefer  hakka  benzetmişlerdir  nefislerini.
Bunun  ötesine  attıkları  bir  adımları  yoktur.  Eğer  tahkik  mahalline  dönseler-di-  çünkü
keşiften  mahrumdurlar-  ve:  "Hak  taala,  kitaplarında  ve resullerinin  dilinde  kendisi ile ilgili olarak bu hükümleri ispat etmiştir. Hak, bütün halk açısından meçhuldür, yani bilinmez. Bu hükümler de bize göre zat ile ilgilidir. Zatı bilmemektense hükmü bilmemek daha evladır.
Çünkü  hakkında  bu  hükümler  verilen  zat  ile  bu  hükümler  arasındaki  nispetin  hakikati
bilinmez.  Dolayısıyla  zatın  kendisi  de  bilinmez.  Ne  O  bilinir,  ne  de  hükümlerin  Onunla
nispeti." deselerdi, teşbihe sapmış olurlardı ne de tenzih hükmünün kendisini ayıplarlardı.
Bilakis kendisi bunlara nispet edenin, yani yüce Allah'ın ancak bunları bilebileceğini teslim
ederlerdi.


Selef  ulemasından  birine  "Allah'ın  arşa  istiva  etmesi"  sorulduğu,  onun  da  "istiva
bilinmektedir; fakat keyfiyeti meçhuldür. Buna inanmak vaciptir. Bununla ilgili soru sormak
ise bidattir." cevabını verdiği rivayet edilir. Biz ve bizim tarikatimizi izleyen şühudi ve zevki
ilim ehli olanlar ise bu yolu kesinlikle izlemiyoruz. Çünkü zat müşahede edilir; ancak aktarılamaz. Hüviyet de onunla beraberdir. Bu yüzden bir arif "la huve illa huve" (O'ndan başka O yoktur) demiştir. Böylece hüviyeti O'nun kendisiyle ispat etmiştir. Ancak biz, uluhiyetin ifade  ettiği  başka  bir  yolu  izliyoruz,  zatın  değil.  Ki  uluhiyet  bu  hükmün  hakikatini sunmaktadır. Dolayısıyla bu hükümlerin tümü O'na aittir ve bunlar kendileri itibariyle sahihtirler.  Zaten  müşahede  eden  için  şühud  da  bu  şekilde  gerçekleşir.  Yakında  bu  noktaya ulaşacak ve göreceksin.


Müslim'in sahihinde rivayet ettiği sahih bir hadis var. Bu hadis, uluhiyetin itikatlar ve
bilgiler  suretinde  dönüşmesini  ve  değişmesini  ifade  etmektedir.  Bunlar  arasında  teşbihçi
itakatlar ve başka inanışlar da vardır. Her grubun bu dirayeti ikrar etmesi kaçınılmazdır. Bu
dirayetin onların inançları suretlerinde tecelli etmesi de kaçınılmazdır. Ama bu idrak edenle
ilintilidir, idrak edilenle değil. Çünkü hakikatler değişmezler. Bu yüzden bizim tarikatimizden çıkan kimse için hangi huzurda gerçekleşirse gerçekleşsin, uluhiyet müşahedesi eksiktir.
Ve  bu  yüzden  temessül  ve  değişim  alemine  berzah  adı  verilmiştir.  Çünkü  berzah  alemi
cismani hakikatler ile cismani olmayan hakikatler arasında yer alan bir ara sahadır. İşte bu
ara alan huzurunun zatı bu tecellileri gerçekleştirir ki, bununla anlamlar suretlere gerçek ve
ayrılmaz bir şekilde irtibatlanır.


Ariflerden  biri  bu  makama  hatırladığım  bir  hikayede  işaret  etmiştir.  Bu  hikaye
kesintisiz bir rivayet zinciriyle Sırrı'ya ulaşır. Cüneyd, Sırrı'nm şöyle dediğini aktarır: Siyah
bir  kölenin  şöyle  dediğini  duydum:  Eşyaya  yönelip  onları  gören  kimseden  eşya  kaçar,
uzaklaşır.  Onları  terk  edene  de  eşya  yönelir.  Dedim  ki  :  Bu  nasıl  olur,  ey  Sırrı!  Dedi ki:
Anlatılırdı;  çalışıyor,  çabalıyor,  ama  geçinmesine  yetecek  miktarı  kazanamıyor.  Bunun
üzerine şu ayeti okudum: "Kul eraeytum in ahazellahu sem'aküm ve ebsarekum ve hateme
ala  kulubikum  /  De  ki:  Ne  dersiniz;  eğer  Allah  kulaklarınızı  sağır,  gözlerinizi  kör  eder,
kalplerinizi  de  mühürlerse..."  (Enam,46)  Böylece  çalışmayı  bıraktım  ve  geçimimin  temini hususunda Allah'a tevekkül ettim. Şimdi elimi şu sütuna sürsem altın olur. Gerçekten elini sütuna sürdü. Birden sütun altın gibi parlamaya başladı.


Sonra dedi ki: Ey Sırrı! Bu eşyalar aslında dönüşüp değişmezler. Fakat sen onları bu şekilde  görüyorsun.  Rabbinden  kaynaklanan  hakikatinden  dolayı.  O'nun  sözünü  bak,  bu
şekilde  görürsün,  yani  hakkı.  Ve  bu  şekilde  görürsün,  yani  görüleni.  Diğer  bir  ifadeyle
görme,  görenle  ilgilidir.  Yani  suret,  gören  açısından  belirginleşir.  Nitekim  bir  grubun
ayakları  bu  noktada  hakikat  mecrasından  kaymıştır.  Demişlerdir  ki:  Gördüğünden  başka bir  şey  yoktur.  Böylece  alemi  Allah,  Allah'ı  da  alemin  kendisi  görmüşler,  başka  değil. Bunun sebebi de gözlemledikleri bu sahnedir. Çünkü sahneyi ehli olan kimseler gibi tahkik edemediler. Eğer bu sahneyi ehli olanlar gibi tahakkuk ettirebilselerdi bu sözü söylemez ve her  hakkı  bilgi  ve  keşif  olarak  yerinde  ispat  ederlerdi.  O  halde  teşbihe  ait  rivayetlerin tevilini,  kendisini  bu  şekilde  vasfedene  bırak.  Çünkü  sen  bu  keşfin  ve  tahakkukun  ehli değilsin. Hiçbir zaman bu yükün altına girme. Çünkü teşbihin olumsuzlanmasına inanırken kendi  aslını  iptal  edersin,  ki  teşbihten  de  kurtulamazsın.  Ne  var  ki  mürekkep  mahluka benzemeyi  terk  ederken  düşünsel  soyut  mahluka  benzemeyi  ispat  ediyorsun.  Mümkün nitelikli  bir  varlığın  zatı  itibariyle  vacip  olan  bir  varlıkla  birleşmesi  kesinlikle  mümkün değildir.


Mesele: 17- Hem idrak eden hem idrak edilen iki kısma ayrılır: Bilgi ile idrak eden,
aynı zamanda tahayyül gücü  olan.  Bu,  görülen  şeylerin  suretlerine sarılır. Sadece bilgi
ile  idrak  eden,  tahayyül  gücü  olmayan.  Çünkü  ne  cisimdir  ne  de  cismin  içindedir.  İdrak edilen de iki kısma ayrılır: suretle kayıtlı olarak idrak edilen. Tahayyül gücü olan idrak eden bunu tahayyül eder, tahayyül gücü olmayan da bilir. Onunla ondan bir suret kaim olmaz, çünkü hakikati buna elverişli değildir. Bir de sureti olmadığı için tahayyül edilmesi mümkün olmayan  idrak  edilen.  Bu  da  sadece  bilinir.  Her  biri,  bilme  yeteneğine  sahip  olarak yaratılmıştır  ve  her  birinin  hakikatini  ilim  kazanma  ameliyesi  sağlar.  Bunlar  iki  kısma ayrılırlar: 

Bir  kısmının  hayatı  adete  uygun  olarak  duyulara  zahirdir,  bu  yüzden  tahayyül edilir;  ama  düşünce  yoluyla  bilgi  olarak  elde  edilemez.  Bir  kısmının  hayatı  ise  adet açısından duyulara gizlidir, kesinlikle tahayyül edilemez. Varlık aleminde bu anlattıklarımızdan başka bir şey yoktur. Dolayısıyla varlığın tümü canlıdır ve Hak tealinin büyüklüğünü ifade etmektedir. Ancak hakikatlerinin farklılığına bağlı olarak ifade ediş biçimleri farklılık arzetmektedir.  Yüce  Allah  şöyle  buyurmuştur:  "Tusebbihu  lehu's  selmava-tu's  seb'u  ue'l ardu  ve  men  fihinne  /  Yedi  gök,  yer  ve  bunlarda  bulunan  herkes  O'nu  teşbih  eder." (İsra,44)  "ve  bunlarda  bulunan  herkes"  ifadesi,  ayeti  gramer  açısından  tahlil  ederken muzafı  hazfedip  onun  yerine  muzafun  ileyhi  ikame  edenlere  bir  cevap  niteliğindedir.  Bu tahlili yapanlar sanki "yedi göğün ve yerin ehli..." demek istiyorlar, "ve bunlarda bulunan herkes..."  ifadesiyle  bu  ihtimal  geçersiz  kılmıyor.  Çünkü  bu  husus  şu  ayette  de  varit olmuştur:  "ve's'eli'l  karyete'lleti  kunnafiha  ue'l  ayri  /  İçinde  bulunduğumuz  şehre  ve kafileye...sor." (Yusuf,82) Ama bu böyle değildir. Öte yandan Rasulullah efendimiz (s.a.v.) Uhut  dağı  hakkında  şöyle  demiştir:  "Bu  dağ  bizi  sever,  biz  de  onu  severiz."  Yine  bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Sesinin ulaştığı yerlerdeki yaş kuru her şey müzezzin lehine şahitlik eder." Bir diğer hadisinde de şöyle buyurmuştur: "Hiçbir canlı yoktur ki Cuma günü kıyametin kopmasından korktuğu için çığlık atmasın." Bu olguların tümü bilmeyi gerektirir ve  bu  da  hayat  şartına  bağlıdır,  fakat  yukarıda  söylediğimiz  gibi  bu  hayatın  bir  kısmı duyulara  zahir  olurken  bir  kısmı  duyulara  gizli  olur.  Normalde  zahir  olmayan  hayat  türü, olağanüstü şekilde Nebiye ve veliye zahir olur. O halde her  şey canlıdır ve Allah'ı teşbih edip  O'na  hamdetmektedir.  Ama  bunun  bilincinde  değildirler.  Yani  teşbih  edişlerini bilmezler. Kuşkusuz Allah Halimdir, bu sözü tevil edip başka tarafa çekenlere mühlet verir, hemen  cezalandırmaz.  Bağışlayandır,  bu  varlık  türlerinin  konuşmalarının  işitme  yoluyla algılanmaması için gizler.


Mesele:  18-  İlim,  malumun  tasavvurundan  ibaret  değildir.  Malumu  tasavvur  eden
anlam da değildir. Çünkü her malum tasavvur edilmediği gibi her bilen de tasavvur eden
değildir. Çünkü hakikatleri itibariyle tasavvur edilen şeyleri tasavvur eden bir alim, sadece
alim olduğu için bunları tasavvur ediyor değildir, bilakis tahayyül eden olduğu için de. Tahayyül ise tasavvur gücüdür. Bu gücü olmayan biri, tasavvur edilebilen bir  şeyi tasavvur
edemez; ama idrak eder. ayrıca her bilinen de tasavvur edilmez. Çünkü suret kabul etmesi
onun hakikatinin bir parçası değildir, bu yüzden tasavvur edilemez. Fakat bilinir. Buna göre
bilme tasavvur etme değildir, şeklindeki değerlendirme sahihtir.


Mesele: 19- Bize ve bizden olan muhakkiklere göre; mahlukun hiçbir kudreti yoktur.
Çünkü  Allah'tan  başka  fail  yoktur.  Allah, objeler  dünyasında  kulların  ve  başka  varlıkların elinde  gerçekleşen  zahiri  fiillerin  de  yaratıcısıdır.  Çünkü  yaratıcının  kadir  oluşunun  delili olarak bu hükümden yola çıkarak eserin varlığını gösterdik. Dolayısıyla aklen mahluka ait herhangi  bir  eser  bulamadık.  Gerçek  bir  eser  olmadığı  zaman  sonradan  olma  (hadis) kudretin varlığı nasıl ispatlanır!


Mesele:  20-  Bizim  Allah'ın  birliğini  (vahdaniyet)  ispatlamaya  ihtiyacımız  yoktur.
Çünkü müşahede, Allah ve Allah'ın birliği hakkında tartışmayı engelleyen bir olgudur. Ama
Allah'a ortak koşan bir müşrike şöyle denir: Biz ve sen, birin varlığında birleşiyoruz. Sen buna  eklemede  bulunuyorsun.  Bu  fazlalığın  varlığının  delili  nedir?  Çünkü  delil  getirmek
zorunda olan odur, biz değiliz.


Mesele:  21-  Yüce  yaratıcının  daima  diri  olmak,  alim  ve  kadir  olmak  gibi  kemal
sıfatlarına sahip olması bize göre zata eklemlenen hükümler ve sahih olumsuzlamalardır.
Zat bunlarla vasfedilir; ama bunların, zata zait olarak kabul edilen objelerle bir ilgisi yoktur.
Çünkü Allah'ın zatı kamildir. Dolayısıyla zait bir şeyle kemal bulması imkansızdır. Çünkü
bunun  anlamı  zait  nitelik  olmadığı  zaman  zatın  eksik  olmasıdır.  Eksiklik ise imkansızdır.
Dolayısıyla zait bir nitelikle kemal bulması da imkansızdır.


Mesele:  22-  Ayn,  tek  zata  sahip  olsa  da  değişik  ilintilere  sahiptir.  Dolayısıyla  zat,
hükmen ilintilerin çeşitliliğine   paralel  olarak  çeşitlenir.   Zat,   sununla alimdir. Sununla
artmıştır. Aynı durum zata nispet edilen bütün sıfatların hükümleri için geçerlidir.


Mesele: 23- Mevsufların sahip oldukları zati sıfatlar mevsufların aynısıdır. Dolayısıyla
güç  yetirilendir.  Bunlar,  mevsufa  tabi,  onun aynısı  da gayrisi  da  olmayan,  mevcut  ya  da
madum  olmayan  hükümler  olsalar  da  malumdurlar.  Dolayısıyla  güç  yetirilen  değildirler.
Cevheri içermek, arazları kabul etmek, cisimle kaynaşmak, uzunluk, genişlik ve derinlik gibi özellikleri bulunmak gibi.


Mesele: 24- Objeler cevherlik bakımından, bir kere var olduktan sonra ebediyen yok olmazlar.  Suretler,  şekiller,  ölçüler,  oluşlar,  renkler  ise  cevherin  ayn'ında  bulunan
arazlardır. Bunlar bir devamlılık halinde cevhere giydirilirler. Bir varlık cevher itibariyle yok
olmaz, değişmez. Ama suret bakımından söylediğimiz gibi sürekli değişkenlik arzeder.


Mesele:  25-  Alem  varlığı itibariyle  yaratıcıyla  beraber  değildir;  aralarında  ölçülebilir bir aralık da yoktur. Bilakis burada mümkün  nitelikli varlığın zorunlu varlıkla, yaratılmışın
yaratanla  irtibatı  söz  konusudur.  Alem,  varlık  olarak  ikinci  derecede,  yaratıcı  ise  birinci
derecededir; ama aralarında bir mertebe de yoktur. Örneğin yüce Allah şöyle buyurmuştur:
' Ve lillahi'l meseli'l a'la / En yüce sıfatlar Allah'a aittir." (Nahl,60) Yani iki cevhere ait komşu
iki bağlam söz konusudur. Hiç biri diğerinin derecesinde değildir. Aralarında bir mekan da
olmadığından, zihinlerin daha kolay anlaması için bu bağlamda bir nispetten söz etmek de
imkan  dahilinde  değildir.  Çünkü  bu  Mesele  ile  ilgili  olarak  ibarenin  kapasitesi  bundan
ötesini  ifade  etmeye  yetmez.  Bu,  ilk  kuşak  bilginlerle  eşariler  arasında  belirginleşen  bir
üçüncü mezheptir. Bu mezhepte alemin öncesizliği (kadimli-ği) olumsuzlanıyor, ki ilk kuşak
bilginler bunu savunmamışlardır. Ayrıca eşarilerin Hak ile mahluk arasında var saydıkları
vehmi miktar da olumsuzlanıyor. Bunun yerine alem için hudus (sonradan olma) ve sürekli
muhtaçlık  olgusu ispatlanıyor.  Yanışı-ra  yaratıcının  varlığında  mahlukatm  yokluğu  ortaya konuyor.


Mesele:  26-  Araz,  varoluş  zamanından  sonraki  zamanda  kendini  yok  eder.
Dolayısıyla  Hak,  devamlı  olarak  yaratandır.  Cevherin  devamlı  olarak  muhtaç  oluşu  da
doğrudur. Eğer araz baki olsaydı, bu iki hüküm de ortadan kalkardı. Ama bu iki hükmün
ortadan  kalkması  imkansızdır.  Bu  nedenle  bir  arazın  iki  ayrı  zamanda  var  olması  da
imkansızdır.  Bu,  keşfi  hakikat  ve  nazari  akış  konusuna  giriyor.  Şöyle  ki:  Fail  yokluğu
yapmaz, zıt da onu yok etmez; çünkü fiil ve zıddı faille beraber aynı anda olamazlar. Çünkü zıt yoktur. Bu yüzden  şartın yok edilmesi onu yok etmez. Nitekim bundan söz etmek yok  olan  arazdan  söz  etmek  gibidir.  Bu  yüzden  araz  kendini  yok  eder  ve  baki  olması
imkansızdır, dedik.


Mesele: 27- Hak teala her yönden müşahede edilir ve görülür, fiil yönü hariç. Çünkü
münasebet  ortadan  kalkmıştır.  Fiil  zata  özgüdür  ve  bizde  buna  dair  bir  şey  yoktur.  İlim, irade  gibi isimler içinse  farklı  bir  durum  söz  konusudur.  Çünkü  müşahede  hakikati  bizim açımızdan geçerlidir, O'nun açısından değil.


Mesele:  28-  Bir  zatı  bilmeden,  bu  zata  hükmün  nasıl  intisap  ettiğini  öğrenmeden
onun  gerektirdiği  herhangi  bir  hali  bilmemizin  imkanı  yoktur.  Hak  taalanın  zatı  bizim
tarafımızdan  bilinemez.  Dolayısıyla  ona  nispet  edilen  hükümler  ve  bu  hükümlerin  O'na
nispet  ediliş  yönü  de  bilinmez.  Bir  şeyle  beraber  olmak,  istiva,  gülmek,  güler  yüz
göstermek, el, göz gibi kendi nefsiyle ilgili olarak hükmettiği olgular gibi. İnsan hakikati ve
O'na  nispet  edilen  olgular  da  bu  minval  üzeredir.  Bu  yüzden  Hz.  Resulullah  (s.a.v.):
"Kendini  bilen  rabbini  bilir."  buyurmuştur,  nefis  sahili  olmayan  bir  denizdir.  Burada  Hz. Resulullah  (s.a.v.),  bilme  hususunda  bizi  kendimize  havale  ediyor.  Kendimizi  bilme
denizine  girdiğimiz  zaman  oraya  gark  oluruz  ve  bu  denizin  ortasından  gelen  yoğun
dalgaları  düşünce  keşif  yoluyla  mukayese  ettiğimiz  zaman  anlarız  ki,  bizim  kendimizi
bilmemiz,  çıkılacak  bir  sahili  olmayan  bir  denizdir.  Oradan  rabbimizi  bilmeye  intikal
ettiğimiz  zaman  ümitsizliğe  düşeriz.  Şu  halde  biz  kendimiz  hakkında  konuşalım,  kendi
üzerimize yoğunlaşalım, bizden başkalarına yansıyan özelliklerimizi irdeleyelim. Çünkü biz
Rabbin  koruyucu izzet  perdesiyiz.  Mahlukatm  kendi  nefsinin  künhünü idrak  ettiği  oranda rabbi idrak etmesi mümkün değildir. Rabb bundan münezzehtir. Daha doğrusu mahlukat kendini,  nefsini idrak  etmekte  yetersizdir.  Böyle iken  kendini  var  edeni  var  edicisi  olarak idrak  etmesi  nasıl  mümkün  olabilir!  O  halde  O'na  yaraşan,  O'nun  zatını  hiç  kimsenin bilememesi ve hiç kimsenin vasfedememesidir.


Mesele: 29- Apaçık delil tek bir ilahın varlığını ortaya koymuş, iki ilahın var olmasını
ise  kesinlikle  olumsuzlamıştır.  Buna  karşılık  hiçbir  delil,  iki  ve  daha  yukarı  kadimin
(öncesizin)  varlığını  olumsuzlamadığı  gibi  olumlamamıştır  da.  Aksine  bu  hususta  cevaz
söz  konusudur.  Ama  naklin  bunu  ispatlaması  veya  nefyetmesi  başka.  O  halde  Tek  ve
münezzeh olan Allah'tan başka ilah yoktur ve O müşriklerin koştukları ortaklardan beridir.


Mesele:  30-  Yaratıcıya  nispet  edilen  kadimlik  açısından,  yokluktan  sonraki  öncelik olumsuzlanır, yüce Allah'ın "O ilktir" derken kendisine ait isim olarak kullandığı varoluşsal
öncelik olumsuzlanmaz.


Mesele: 31- Beka varlığın devamı demektir, başka değil. Beka objenin sıfatı değildir
ki  baki  kalırken  bekaya  muhtaç  olsun.  Bekanın  baki  olmasını  sağla-şan  şey,  beka  ile
nitelenen  bakiyi  de  baki  kılar.  Bizim  anlattığımız  da  budur.  Eğer  baki  olan  şey,  zamanla kayıtlı bir varlıksa, onun varlığının devamı üzerinden zamanların geçmesi şeklindedir. Eğer baki  dediğiniz  şey,  kayıtlanan  bir  varlık  değilse,  bakilikle  kast  edilen,  onun  varlığının devamlılığıdır, başka değil.


Mesele:  32-  Kelam,  nispet  edildiği  kimseye  göre  mahiyet  kazanır.  Ortada  onu
cemeden bir sınır yoktur. Dolayısıyla kelamın yüce yaratıcıya nispetini bilmek, daha önce
söylediğimiz gibi O'nun zatını bilmeye bağlıdır. Aynı durum yüce yaratıcının tüm nitelikleri
ve isimleri için de geçerlidir.


Mesele: 33- Kelamın birliği bir hakikattir. Müte-kellim olarak tecelli edişse birdir. Ama
tecelli  edilenler,  değişik,  çeşitli  ve  vakit  ve  zamanla  mukayettirler.  Aletle  de  kayıtlı
olabilirler.  Bu  durumda  emirler,  yasaklar  ve  haber  vermeler  gibi  kalıp  ve  ibarelere  göre belirginleşen lafzi kelama ait kısımlara bölünebilirler.


Mesele:  34-  İsimler  zata  dair hükümlerdir.  Bunlara  dönük  bir  takım  sonradan  olma
(hadis) olgular vardır ki, bunların bir kısmı, bilmesi mümkün olanlar tarafından bilinmezken,
bir kısmı bilinir. Zatın aynına delalet eden bir isim vardır. Ki dinleyen kimse ibare içinde zatı
ayırt edebilsin. Buna da hazır söylenmiş ya da camid söz adı verilir. Eğer biz olmasaydık
ona  bu  isim  konulmazdı.  Bir  isim  de  var  ki,  zatın  aynına  eklemlenmiş  bir  zait  anlamı nakleder.  Acaba  bu  isim  zata  delalet  eder  mi  etmez  mi?  Akıl  açısından  burada  bir
belirsizlik söz konusudur. Şayet zatın aynına delalet ediyorsa, acaba bu ismin müsemması
olan zatın aynısı mıdır, yoksa zait bir zat midir? Bir grup bunun zatın aynısı olduğu görü-
şündedir.  Kadim  filozofların  görüşü  budur.  Bir  grup  da  zait  bir  zat  olduğu  görüşünü
savunmuşlardır. Bunlar da Eşarilerdir. Tıpkı alim, kadir, irade eden, daima diri, işeten ve
gören dememiz gibi.
Bir isim de var ki, ondan izafe anlaşılır, evvel, ahir, zahir ve batın gibi. Bir isim de var
ki,  ondan  müsemmaya  yaraşmayan  anlamların  olumsuzlanması  anlaşılır,  kadim  ve kuddüs  gibi.  Bütün  bunlara  rağmen  bu  isimlerin  ilintilendirilmesi  bizden  kaynaklanıyor,
O'ndan değil. Dolayısıyla bunlar hamletme anlamında isimlerdir, tahakkuki isimler değildir-
ler.


Mesele:  35-  Bazen  bir  isim  kullanılır  ve  bununla  müsemma  kast  edilir.  Bazen  de
kullanıldığında  onunla  müsemmaya  delalet  eden  lafız  kast  edilir.  Dolayısıyla  bu
Meseledeki ihtilaf lafzidir, başka değil. Elimizde Hak taalanın hakikatine dair isimlerinden
başka  bir  şey  yoktur.  Onunla  ilgili  olarak  da  sadece  bu  isimleri  anlayabiliriz.  Bu  nispet
itibariyle  O'nu  maruf  ve  malum  olarak  isimlendiriyor,  kendimizi  de  bilen  ve  arif  olarak
nitelendiriyoruz. Bu yüzden teşbih ve tenzih ancak isim ile ilgili olabilir. Nitekim yüce Allah
şöyle  buyurmuştur:  "Sebbihisme  rabbike'l  a'la  I  Yüce  Rabbinin  ismini  teşbih  et."  (  A'la.l) "Te-barekesmu rabbike / Rabbinin adı yücelerden yücedir." (Rahman,78) Ey gözlemleyen kişi! Bu bölümü iyice tahkik et.


Mesele:  36-  Hamd,  Allah'ı  layık  olduğu  şeyle  övmektir.  Şükür  ise,  O'ndan kaynaklanan nimetle O'nu övmek demektir. Allah'a yönelik övgü mutlaka bir  şeyle kayıtlı
olur.  Bu  da  ya  söz  ile  ya  da  övmeye  iten  anlamla  gerçekleşir.  Övgü  konuşmada  bazen
mutlak bazen de kayıtlı olarak geçer. Lafzi mutlaklığa şu ayeti örnek gösterebiliriz: Kul "el-
Hamdu Ullahi" De ki: Hamd Allah'a özgüdür." (Nemi,59) Mukayyet övgüye gelince, bazen
bir  tenzih  sıfatıyla  kayıtlandırılır:  "elhamdu  lillahi'llezi  lem  yettehiz  veleden  /  Çocuk
edinmeyen Allah'a hamdolsun." (İsra, 111) ayetinde olduğu gibi. Bazen de bir fiil sıfatıyla
kayıtlandırılır:  "Ellezi  enzele  ala  abdihi'l  kitab  /  Kuluna  kitabı  indiren..."  (Kehf,  1)  ve "elhamdulülahi'llezi halake ssemevati ve'l ard / Gökleri ve yeri yaratan Allah'a hamdolsun."
(En'am.l) ayetlerinde olduğu gibi. İndirilmiş kitaplarda Allah'a yönelik hamd ile ilgili olarak
yer alan tüm ifadeler bu taksim dahilindedir.


Mesele: 37- Allah mahlukatı, varlık mertebeleri kemale ersin ve varlık içinde marifet
tamamlansın diye yaratmıştır. Yani marifetle ilgili taksimatın varlığı tekamül etsin diye. Şu
halde kulları, kendisini bilip tanısınlar diye yaratmıştır. Çünkü bazı meşhur rivayetlerde de
vurgulandığı  gibi  O  bilinmeyen  bir  hazineydi.  Yoksa  kendisi  zatında  tekamül  etsin  diye
değil.  Allah,  bundan  münezzehtir,  yücedir.  O,  kendini  kendisiyle  biliyordu.  Marifet
mertebelerinden  olmak  üzere  kainatın  da  O'nu  bilmesi  kalmıştı.  Böylece  marifet  kemal
bulacaktı.  Bu  yüzden  mahlukatı  yarattı  ve  onlara  kendisini  bilmelerini  emretti.  Ve  bu
yüzden  varlık  kadim(öncesiz)  ve  hadis  (sonradan  olma)  şeklinde  bölünmektedir.  Eğer
kainatı yaratmasaydı, varlık mertebeleri tamamlanmayacaktı. Bu gerçeği iyi anla.


Mesele:  38-  Cimrilik  ismi  Allah  için  muhaldir.  Şayet  yüce  Allah,  mümkün  nitelikli
varlıklardan bir şeyi katında bekletir, biriktirirse, verdiklerinden dolayı O'nun için cömertlik
isminin  kullanılması,  vermediklerinden  dolayı  O'nun için  cimrilik  isminin kullanılmasından daha  evla  olmaz.  Çünkü  varlık  cinslerinin  sınırlandırılması  açısından  bu  alemden  daha görkemli,  daha  göz  kamaştırıcı  bir  şeyin  olması  imkan  dahilinde  değildir.  Dolayısıyla evrende bir varlık cinsinin fazla olması da mümkün değildir. Çünkü Allah evreni ilmin delili olarak ortaya koymuştur. Dolayısıyla delilin dayanaklarının tamam ol ması gerekir. Geride misallerden başka da bir şey kalmıyor. Zaten misal de hakikati itibariyle misalinin aynısıdır.


Mesele: 39- Keşiften daha yukarı, perdeden de daha aşağı bir derece yoktur. Keşif
arz-ularm  hedefidir,  yani  görmektir  (rüyet).  Perde  ise  yoksunluğun  en  büyüğüdür,  yani görmenin  (rüyet)  olmayışıdır.  Her  iki  hüküm  de  alemde  zuhur  etmiştir.  Şu  halde  tecelli etme ile perdelenme arasında sınırlandırdığı bu alemden daha göz alıcı, daha görkemli bir varlığın olması imkan dahilinde değildir.


Mesele:  40-  Bu  ümmetten  fertler  kutup  dairesinin  dışmdadırlar.  Onlar  rablerinden
apaçık bir belgeye dayanırlar. Kendilerinden bir şahit de onları takip eder. Onlar, bu ümmet
de geçmiş ümmetlerdeki Nebiler düzeyindedirler. Geçmiş ümmetlerdeki bu Nebiler kendi
içlerinde rablerinden gelen bir şeriata tabi olurlardı, ne resuldüler ne de tabi olanları vardı.
Sadece Hak taala onlara vahiy indirirdi. Onlara "Ferd" ismiyle bakardı. İsimlerden kutuptan
ayrı  bir  tek  olması  hasebiyle  diğer  fertlerden  ayrı  olarak  alemde  önde  olmak  gibi  bir
ayrıcalığı vardı. Bağdat'ta Abdulkadir Geylani'den haber verilir ki, o, Şeyh Abdurrahman et-
Tasunci (tasunc,  Dicle  nehrinin  kıyısında  yer  alan  ve doğu  tarafından  Numaniye'nin  tam
hizasına düşen bir köydür) hakkında, o velilerin ayanları olan fertlerden biridir, demiştir.


Mesele:  41-  Muhtar  (seçme  hakkına  sahip),  bir  işi  istediği  zaman  yapan,  istediği
zaman yapmayan kimseye denir. Bir işi yapmaya ya da yapmamaya dair ön bilgi, hakkında
ön  bilgi  olmayan  işin  vaki  oluşunun  tahayyülünden  ibarettir.  Bu  yüzden  ihtiyar  (seçme
hakkına sahiplik) imkansızdır. Zorunlu ol-maksa bir işe zorlanmak demektir. Ama zorlama
da yoktur. Yani ne zorlanma vardır, ne de serbestlik. Ey gözlemci bu Meseleyi iyi tahkik et;
inşallah faydasını görürsün.


Mesele:  42-  Bir  şeyin  icat  edilmesi,  önce  icat  edilen  şeyin  nefiste  hasıl  olması, ardından fiilde gerçekleşmesi ile mümkündür. Nefiste bir şey hasıl olmadığında içinde bir şey yok demektir. Dolayısıyla icat diye bir şey yoktur. Ancak başlangıçta misalin göze zahir olmamasından  dolayı,  sonradan  zuhuruna  icat  etmek  adı  verilmiştir.  Aslında  gerçek
anlamda bir icat söz konusu değildir.


Mesele: 43- Birleşme, iki zatı bir zata dönüştü-rüyorsa bu mümkün değildir. Çünkü ya
her  iki  zatın  aynı  birleşme  halinde  mevcut  olacaktır,  bu  durumda  ise  iki  zattırlar,  ya  da zatlardan  birinin  aynı  yok  olacak  ve  öbürü  kalacaktır,  o  zaman  da  öncekinin  bir  sınırı olmayacaktır. Şayet birleşme birin sayı mertebelerinde zuhur etmesi, yani sayıların zuhur etmesi şeklinde olursa bu açıdan birleşme sahihtir. Yani delil, hisse muhalif olur. Diğer bir ifadeyle bir veçhe olarak belirginleşir. Tıpkı yazan kimsenin elinin hareketinden ve delilden kinaye  olarak,  "Allah  onu  yarattı,  bu  kadim  kudretin  eseridir,  sonradan  olma  (hadis) kudretin  eseri  değildir",  demek  gibi.  Marifetin  bu  miktarına  vakıf  olmanın  yolu  kesp  ve şuhudur, birleşme diye adlandırılan düşünce yolu değil.


Bize göre birleşme, kulun hakkın himmetinden ve iradesini yöneltmesinden etkilenme
makamında hasıl olmasını ifade eder bazen. Bu da doğrudan ve direkt olmaz, dolayısıyla
kulun gerçekte Hak taalaya ait olan bir sıfatla zuhur etmesi birleşme olarak isimlendirilir;
çünkü Hak kulun suretinde kul da hakkın suretinde zuhur etmiştir.
Bizim tarikatımızda bazen hakkın vasıflara ve halka karışmasına da birleşme denir.
Bunun  neticesinde  biz  hayat,  ilim,  kudret,  irade  ve  O'na  ait  olan  tüm  kemal  isimleriyle
vasıflanırız. O da suret, göz, el, ayak, zira, gülme, unutma, taaccüp etme, gülümseme gibi
bize ait olan vasıflarla kendini vasfeder. Bizimle O'nun arasındaki bu vasıf karışımı zuhur
edince,  bizim  O'nunla,  O'nun  da  bizimle  zuhur  etmesinden  dolayı  buna  birleşme  adını
verdik. Bu bakımdan aşağıdaki söz sahihtir:
Sen arzu edenim ve arzu eden benim.


Mesele: 44- "Leyse kemislihi şey'un ve huve's semiu'l basir / O'nun benzeri gibi bir şey  yoktur.  O  işitendir,  görendir."  (Şura,  11)  Benzerlik  düşünsel  olur,  dilsel  olur.  Zeyd,
insanlıkta Amr'ın benzeridir; çünkü nefsin sıfatları bakımından ortaktırlar. Bu, düşünsel bir
benzerliktir. "O'nun benzeri gibi bir şey yoktur." ifadesi bu kapsama girmez. Ancak ifadenin
orijinalindeki  "kaf" harfinin  zait  kabul  edilmesi  veya  misalin  O'nun  en  yüce  varlığıyla ilgili olduğu  varsayımına  dayalı  uzak  bir  çıkarsama  yapılması  başka.  O  halde  ayette  sözü edilen benzerlikten maksat dilsel bir benzerliktir. Ve bu da sahihtir. Zeyd aslan gibidir. Amr deniz gibidir. Yani Zeyd aslan gibi cesurdur. Amr da deniz gibi cömert, temiz ve geniştir.
"Meselu nurihi ke mişkatin / O'nun nurunun temsili bir kandil gibidir." (Nur,35) Bu örneklere dikkat et.


Mesele:  45-  Çalışılarak  elde  edilen  kesbi  bilgiler  nefiy  yada  ispat  şeklinde  hükme
bağlanmış hükmün nispetinden başka bir şey değildir. Müfretlerden hiçbir şey de  kesp  ile
elde  edilmiş  değildir.  Kesbetme derken nazar ve gözlemle elde etmeyi kast ediyorum. Bir
yerde  kesbetme,  müfredi  bilme  olan  tasavvura  nispet  edilirse,  bu  ancak  lafız  açısından
olabilir, anlam açısından değil. Sen sadece bir anlama delalet eden bir lafız işitiyorsun. Bu anlam ise onun yanında ya maddi olarak ya da bedihi olarak malumdur. Fakat bu lafzın
bunun için  konulduğu  bilinmez.  Bu  yüzden ona  sorulur  ve  şu  sonuç  elde  edilir:  Bu lafız, onun yanında malum olan bu anlam için konulmuştur, aksi olamaz.


Mesele: 46- Malumlar zahiri his, batın veya bedihi olarak sınırlandırılmışlardır. Aklen
bunların  birleşiminden  ibaret  olanlar  ise  ya  anlam  ve  hayal  ya  da  suret  şeklinde  olurlar.


Batın  nefsi  idrak  olarak  isimlendirilir.  Bu  acıları  ve  benzeri  şeyleri  bilmektir.  Hayal  ise,  ancak özel bir surette terkip edilebilir. Akıl hayalin terkip ettiğini anlar, düşünür. Ama aklın terkip  ettiğinin  bir  kısmını  tasavvur  etmek,  hayalin  gücü  dahilinde  değildir.    Suretler anlamlara vaki olsalardı, bu sadece, eğer suretler olsaydı ancak bu suret şeklinde olurdu, gibi bir takdire göre belirginleşirdi. Süt suretinde ilim, bağlama ipi suretinde borç, Bakara   suresinin   dili  ve   iki   gözü   olmak   suretiyle okuyucusuna  tanıklık  etmesi,   salih  olan  amellerin  güzel  bir  delikanlı  suretinde  olması  gibi.  Bu  mertebede  zekat  payı alınmamış mala yer yoktur. O kel ve kaşlarının üzerinde iki siyah nokta bulunan bir yılan suretinde görünür.  Eğer  engellemenin  aynısı  olursa,  lütufsuz  olarak  bu  kapıya  bağlanır.  Çünkü engelleme  olması  hasebiyle  yokluktur.  Oysa  malın  aynısıdır;  yılanla  cevher  açısından ortaklığı  söz  konusudur.  Yani  cevherin  taşıdığı  bir  sureti  çıkarıp  yılan  suretini  üzerine geçirmiştir.


Mesele: 47- Kemaline, eksikliğine, doğasının uygunluğuna, uyumsuzluğuna, arazına veya konumuna bakmaksızın eşyaya cevherleri itibariyle bakmak ne güzeldir, ne çirkindir, ne  övgüye  değerdir,  ne  de  yergiye.  Çünkü  güzellik,  çirkinlik,  övgü  ve  yergi  konulmuş
niteliklerdir. Bu nitelikleri şeriat veya tabiat, uygunluğu veya uyumsuzluğu hükmüne bağlı
olarak koymuştur. Ve bunlar da kemal ya da noksanlığa dönüktürler, başka değil. Sonra
eşya,  failleri  bağlamında,  ona  dayanmaları itibariyle  tümüyle  ve ilahi edebe  sahip  olarak
güzeldirler. Şimdi bu Meseleye nasıl baktığına dikkat et; o zaman bu konuyla ilgili meşhur
ihtilaftan tümüyle sıyrıldığını görürsün. Bize göre  şerefli ve alçak olmak da bu bağlamda belirginleşir.


Mesele:  48-  Kaza  ve  kadere  razı  olan  kimsenin  küfre,  günaha  ve  şeriata  aykırı
hareket  etmeye  razı  olması  gerekmez.  Çünkü  bunların  tümü  masiyettir,  kaza  ve  kaderin aynısı değildir. Yüce kanun koyucu (sari) bize kaza ve kadere razı olmamızı emretmiştir, takdir edilene, hükme bağlanana değil. Bu ise Hak taalayı seçmektir, seçtiğini değil. Şunu diyemezsin:  Allah'ın  benim  için  takdir  ettiği  günahlara  razı  oldum.  Çünkü  ifadenin orijinalindeki "ma" takdir edilenin aynısıdır. Ancak bu "ma"yı ifadede zait olarak kullanman başka. O zaman bunu söyleyebilirsin.


Mesele:  49-  Taalluk  eden  sıfatların  varlığı  taallukun  varlığını  gerektirmez.  Örneğin
Kudret ezeli olarak vardır ve taalluk etmesi var etmek demektir. Ama icadın, var etmenin
ezeli  olması  gerekmez.  Aynı  şekilde  ilim;  onun  varlığı,  malumların  hakikatlerine  taalluk
etmesini  gerektirmez.  Aksine  taalluk  yeteneği,  selahiyeti  vardır.  Bize  göre  ilim,  hadistir
(sonradan olmadır) ve birdir. Har malumun bir ilmi vardır, demiyorum. Çünkü ben ilim için
her  maluma  taalluk  etmesini  şart  görmüyorum.  Bu  sadece  malumlardan  sonsuz  bir
anlamdır ve bilinmesi sahih olan şeyle ilintili cehaletin oluşmasından kaçınmayı ifade eder.
Bu ise Allah için muhaldir ve biz de Allah'ın birliğini savunuyoruz. Eğer her malumun bir
ilmi olsaydı, malumların da sonu olmadığı için, o da onları bilen olacaktı. Ve de bununla
kaim  olan  da  sonsuz  olacaktı.  Diğer  bir  ifadeyle  sonsuz  olanın  varlığa  dahil  olması
gerekecekti. Oysa sonsuz ilimlerin varlığı muhaldir. Bu anlattıklarımızdan dolayı İmam Ebu Amr  es-Selaliki  el-Eş'ari  (r.a)  sonradan  olma  ilmin  sonsuz  olana  taalluk  etmesini  caiz
görmüştür.  O'nun  yanında  ders  gören  bazı  arkadaşları  ondan  aktararak  Hz. Peygamberden (s.a.v.) bir hadis rivayet ettiler. Bu bizim açımızdan sahih bir sözdür ve biz
buna razıyız, kaynaklarımız farklı da olsa. Değil mi ki delalet ettiği şey birdir. Bu bağlamda
birileri çıkıp uykuyu, gaflet halini ve unutmayı ileri sürerek bize itiraz edemez. Çünkü bunlar
aletlerin  geçişiyle  belirginleşen  bedensel  doğal  olgulardır.  Bunların  mahalli  insaniyet letafeti  değildir.  İnsaniyet  letafeti,  beden  uyuşa  da  uyanık  olsa  da,  bilir.  Tek  bir  alemle sınırlandırılamaz.  Bütün  alemler  onundur;  maddi  alem  de,  hayali  alem  de,  akli  alem de.


Melekler  ve  melekut  da.  Hak  onu  nereye  sirayet  ettirirse,  oraya  sirayet  eder,  nerede
durdurursa,  orada  durur.  Bilen  olmadığı  sürece,  nerede  olursa  ve  nerede  bilirse  bilsin,
mutlaka bir maluma taalluk eder. Bu, içinde ilmin yenilenmesine dönük bir husus değildir.
Sadece  maluma  yönelik  taalluk  yenilenir.  Bunun  nedeni  de  malumun  maddi  veya başka
türlü  zuhur etmesidir.    Bu  malumun  zuhur  etmesinden  önce  nitelendiği ilim  ile  onu idrak eder. İrade de böyledir. Bütün bunlarla ilgili sözlerimiz sonradan olma, yaratılmış sıfatlar hakkındadır. Allah'ın ilmi ve taalluk eden sıfatlarına gelince, akıl erbabı bu hususta bizimle aynı  kanaattedir.  Küçük  bir  zümreyi  oluşturan  mutezililer  hariç.  Bizim  açımızdan  onların itibara alınacak bir tarafları yoktur.


Mesele: 50- Aklın bir nuru, imanın da bir nuru vardır. Aklın nuru Allah'ın varlığının,  güç yetiren, işiten, bilen ve irade eden oluşu gibi uluhiyet için gerekli olan veya caiz olan ya da  imkansız  olan  hususların  marifetine  ulaşır.  İman  nuruyla  da  Hakkın  zatı,  teşbihi  ve tenzihi  gerektirici  mahiyette  kendisini  vas-fettiği  şeyler  bilinir.  İman  nuru  bu  bilgiyi
müşahede ile alır. Bu Nebilerin ve Velilerin derecesidir. Aklın bir sınırı olduğu gibi imanın
da  bir  sınırı  vardır.  Aklın  sınırı,  onu  normal  gözleminin  gerektirdiği  biçimde  sebepleri  ve varlığının  maslahatları  üzerinde  düşünmeye  ulaştırır.  İmanın  sınırı  ise,  onun  yanında
adetin  aşılmasıdır,  ta  ki  adet  onun için  aşılmış  olsun.  Öyle  ki  azap  ve  acıdan,  nimet  ve benzerlerinden lezzet  alacak  hale  gelir.  Mahlukat içinde  akıl  erbabına  özgü  olaylar  aklın
sınırı  doğrultusunda  gelişir.  Allah'a  bağlı  kimselere  özgü  olaylar  da  imanın  sınırı
doğrultusunda  cereyan  eder.  bunlar  hal,  ilahi  emirler,  rabbani  dosdoğru  düşüncelerin
sahipleridir.


Mesele:  51-  Zatın  bütün  mümkün  nitelikli  varlıklara  yönelmesine  ilah  ismi  verilir.
Bunun nedeni uluhiyet olarak isimlendirilen olgunun ifade ettiği anlamdır. Zatın kendisiyle
ve  tahakkuk  etmiş  tüm  hakikatlerle,  tahakkuk  etmişin  varlık  olarak  veya  yokluk  olarak tahakkuk ettiği şeye yönelmesine ilim; mümkün nitelikli varlıklara, mümkün nitelikli varlıklar  olarak üzerinde bulundukları durum itibariyle yönelmesine ihtiyar; mümkün nitelikli varlığa, olanın  olmasından  önce  bilmenin  varlığı  itibariyle  taalluk  etmesine  meşiyet;  mümkün nitelikli varlık için caiz olan iki şeyden birini tayin etmek suretiyle tahsis etmek üzere taalluk etmesine irade; kevni icat etmek şeklinde taalluk etmesine kudret; oluşturulana kendisinin oluşunu  duyurması  şeklinde  taalluk  etmesine  emir  adı  verilir.  Bu  duyurma  da  aracılı  ve aracısız  olmak  üzere  iki  türlüdür.  Aracıların  kalkmasıyla  örnek  alma  kaçınılmaz  olur.  Bu durumda  varlık  olur.  Dolayısıyla  zorunlu  olarak  varlığın  aracılı  olması  diye  bir  şey  söz konusu değildir. Aslında bu hakikatin kendisi olarak bir emir değildir; çünkü hiçbir şey ilahi emrin  karşısında  duramaz.  Zatın,  olan bir  şeyi,  kendi  oluşundan  veya  kendisinden  sadır olan bir oluştan çevirmek  maksadıyla duyurma şeklinde taalluk etmesine hazırlanma adı verilir.  Bunun  sureti  aracı  edinme  veya  aracıyı  terk  etme  şeklindeki  taksimle  ilgili  emir şeklindedir. Zatın kendisinin ve başka varlıkların üzerinde bulunduğu ya da oluşturulmuş nefsin içine yerleştirilmiş hususiyetlerin tahsiline taalluk etmesine haber verme adı verilir.


Eğer  varlığa  sende  bulunan  herhangi  bir  şey  aracılığıyla  taalluk  ederse  buna  istifham
denir. Şayet emrin taallukunun ona nüzul etmesi cihetiyle taalluk ederse buna da dua adı
verilir.  Emrin  bu  duruma  taalluk  etmesinden  dolayı  da  kelam  olarak  isimlendirilir. 

Bunu bilme  şartı  koşmaksızın  kelama  taalluk  etmesine  işitme  adı  verilir.  Buna  bir  ilim  taalluk ederse  bu  sefer  anlama  adını  alır.  Nurun  keyfiyetine  ve  taşıdığı  görünmelere  basiret  ve görme (rüyet) adı verilir. Bu taallukların tümünün sahih olması için varlığı kaçınılmaz olan idrak aracılığıyla her idrak edilene taalluk etmesine de hayat adı verilir. Aslında bunların tümünde ayn birdir, sadece taallukların sayısınca, taalluk edilenlerin hakikatleri miktarınca çeşitlenir ve müsemmalara yönelik isimler mahiyetinde belirginleşir. Bu hakikati iyice anla.


Mesele:  52-  İlmu'l  yakin  (yakinen  bilme),  Allah'ın  seninle  bilinmesidir.  Çünkü  sen
O'na yönelik delilin aynısısm. Bu, hakkında delile ve şüphe kaldırmayan bir delile (hüccete)
dayalı  olarak  uluhiyet  hükmü  verilen  bir  mahiyetin  şekli  olmayan  ve  bilinmeyen  zatının ispatıdır. Ayne'l yakin, bu zatın kendi gözüyle müşahede edilmesidir, senin gözünle değil.


Senin  özünle  müşahede  edilmesi  bütünüyle  yok  olmaktır;  böyle  bir  durumda  uluhiyet
nispeti  ne  olumlama  ne  de  olumsuzlama  olarak  düşünülemez.  Ancak  kendi  gözünle hükümlerin ve çizgilerin yok oluşunu ve izlerin silinişini müşahede edebilirsin. Hakka'l yakin, bu müşahededen önce değil, sonra uluhiyetin bu zata nispet edilmesi demektir.  İşte
ilimle  hak  arasındaki  fark  budur,  başka  değil.  Muhakkikler  bu  noktada  herhangi  bir  şey söylememişler.  Bundan  sonra  yakinin  hakikati  gelir.  O  da  onun  içinde  onunla  bütünüyle kaybolup  gerçekten  fena  bulmasıyla  birlikte  külli  uzaklığın  etkilerinin  zuhur  etmesidir.


Mertebelerin  gayesi  budur.  Dolayısıyla  bunların  üçü,  yani  ilim,  ayn  ve  hak  kitaptan
kaynaklanıyor,  dördüncüsü  de  sünnetten  kaynaklanıyor.  Peygamber  efendimiz  (s.a.v.)
şöyle  buyurmuştur:  "Senin  imanının  hakikati  nedir?  Her  hakkın  bir  hakikati  vardır."
Muhakkik  kul,  hakkal  yakin  iddiasında  bulunurken  kendini  bu  hakikatle  dener.  Bu  nokta üzerinde düşün.


Mesele: 53-  Hakkı müşahede etmek, O'nun zatını ihata etme sonucunu doğurmaz.
Bu yüzden "la tudrikuhu'l ebsar / Gözler O'nu göremez." (En'am,103) buyrulmuştur. Eğer
müşanede  uluhiye-tin  zat  ile  münasebetini  bilmeyi  doğursaydı,  bu  taktirde  Hz.
Resulullah'ın  (s.a.v.)  ahiret  yurdunda  ilahi  tecelli  ile  ilgili  sözlerinin  ve  Allah'ın  insanlara
"ena  rabbukum  /  Ben  sizin  rabbinizim"  (Enbiya,92)  demesinin,  buna  karşılık  insanların "senden Allah'a sığınırız." demelerinin bir anlamı olmaz. Çünkü insanlar müşahede ettikleri
halde onun Hak taala olduğunu bilmeyeceklerdir. Şu halde uluhiyeti bilmek, zorunlu olarak zatı  bilmeyi  gerektirmez.  Dolayısıyla  hakikate  dair  marifetin  eksenini  üç  ilim oluşturuyor:
Uluhiyeti bilme. Zatı bilme ve bu uluhiyetin bu zatla münasebetini bilme. Bütün bunlardan
sonra da ne ihata etmek ne de idrak etmek söz konusudur:

"Vellahu yekulu'l hakke ve huve yehdi'ssebil: Allah gerçeği  söyler  ve doğru  yola  O eriştirir."   (Ahzab,4)
Salat ve Selam efendimiz Hz. Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine olsun.


Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.