İbni Arabi Risâleleri: KİTABU’L MESAİL
KİTABU’L MESAİL
Şeyhu’l
Ekber
MUHYİDDİN
İBN. ARABÎ K.S.
MESELELER
KİTABI
Bismillahirrahmanirrahim
Allah'ın salat ve Selamı
Hz. Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine olsun. Mücahede ve
zikir görevlerini yerine
getiren müşahede ve göz sahiplerine
sırları bahşeden, akıl ve
fikir perdelerinin gerisinden
bakıp gören kimselerin
üzerine nurları doğuran
Allah'a hamdolsun. Bu
taksim esasına göre
ilimler hakkında, ilimler
bir açıdan Vehbi, bir
açıdan da kesbidir,
denilmiştir. Vehbi ilim,
kesbin hiçbir şekilde
karışmadığı ilimdir. Değeri yüksek
bir ilimdir bu.
Aslı temiz, gelişimi
arı bir ortamda
gerçekleşen cibilliyet, öz yaratılış, halden hale intikal etme aleminde
gidip gelirken, tekvinin en bahtiyar devirlerinden birinde, gece
veya gündüz doğan en uğurlu
doğuşta, beslenme aleminden
takdis ve arınma alemine taşınırken bu düzeye ulaşır.
Böylece doğal
yaratılış, seciyeler içinde
tabiatlara şekil verenin
bahşettiği saflık ve itidalin
son noktasına erişti.
Tıpkı.... Güzide kılınmış
(Mustafa), seçilmiş (muhtar) peygamber efendimiz gibi. Allah seni
de Adem'den seçti. Bu yüzden durmadan yukarıdan aşağıya yuvarlanmaktasın O'nun
karanlıklar ve yabancılar aleminde
yukarıdan aşağıya yuvarlanışı bir
arınma, bir ayıklanma
ve bir temizlenmeydi. Bu
yüzden bu yukarıdan aşağıya inişiyle bereketlendi.
Dolayısıyla aynı zamanda bu iniş, en mukaddes makama, en göz alıcı niteliğe yükselişti. Ne kadar çaba
sarf edilse de, ne kadar gözlem yapılsa da bunu kavramak son
derece zordur. Hz.
Rasulullah (s.a.v.), mutedil
yaratılışlı, güzel biçimli, memnun edici
hasletlere sahip, övgüye
değer davranışlar ve
tavırlar sergileyen biriydi.
Allah'ın salat
ve selamı Onun,
ehlibeytinin ve muttaki
ve hayırlı sahabelerinin
üzerine olsun, çiçeklerin sultanı
çiçekler üzerinde hakimiyetini
sürdürdükçe ve mukarrebinin kötülükleri ebrarın iyilikleri
olarak sayıldıkça.
Fasıl:
İmdi... Hiç
kuşkusuz aklın bir
sınırı vardır; düşünen
bir meleke olarak
bu sınırda durur, algılayan,
kabul eden bir
meleke olarak değil.
Böyle iken akıl,
neden sınırında durmaz ki?!
Ölçüsünü bilen bir insan helak olmaz.
Mesele:
1- Bizzat varlığı
zorunlu (vacibu'l vücut)
Hak ile varlığı
mümkün şeyler
arasındaki münasebet
işareti, bunun zat
için gerekli olduğunu
savunanların dediği gibi
onunla vacip
olsa veya olacağına
dair ön ilmin bunu
gerektirdiğini savunanlar açısından
gerekli olsa
da bunun fikri
sınırı ancak varoluşsal
burhanlarla kaim olup
sahih olabilir.
Şöyle ki: delil ile medlul
ve burhan ile kanıtlanan arasında bir şekilde bir bağlantı olmak
durumundadır. Yani
delille bağlantı ve
medlul ile bağlantı.
Eğer bu olmazsa
delilin
medlulüne hiçbir zaman
ulaşamaz. Dolayısıyla Hak ile halkın zat açısından hiçbir şekilde
bir araya gelmeleri sahih
olmaz. Ancak bu zatın ilahlık vasfına sahip oluşu itibariyle böyle
bir şey
söz konusu olabilir.
Aslında bu başka
tür bir ilimdir.
Akıl kendi başına
bunu
kavrayabilir; bunun için
gözlemsel keşfe ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla bize göre her akledilen
şey mevcuttur ve delil
itibariyle ona dair bilgi şühuduna takaddüm edebilir. Ama yüce Allah
hariç. Çünkü....
Zat itibariyle O(na
ilişkin bilgiye takaddüm
eder, ilahlık açısından
değil.
Çünkü.... bu
hüküm bağlamında, bilmenin
taalluk etmesi hükmüne
göre zat ile
çelişmektedir. İlahlık
akledilebilir; ama keşfedilemez.
Zat ise keşfedilebilir; ama
akledilemez. Bu konu,
sahili olmayan bir denizdir. Bu denize düşen yüzemez de. Çünkü
bizzat basiretlerin helak
olduğu bir denizdir bu. Bu denize dalmanın imkanı yoktur. Kadim
ulemadan sağlam
bir akla sahip
olduğunu iddia eden
nice hayalci vardı
ki, bu denizde yüzebileceğini sanıyordu.
Nitekim Fas şehrinde bu
yolu izleyen Eşarilerden bir toplulukla karşılaşmıştık. Bunlar
kendi varlık
denizlerinde yüzüyorlardı. Düşünce
itibariyle de selb
ve ispat arasında
mütereddittiler. İspat
ona dönüktür kuşkusuz. Çünkü
bu kimse kendi içinde benimsediği, tasavvur ettiği
şeyden başkasını ispat edecek değildir. O kendi içinde konuşmakta, kendi özünde
delil ve burhan ortaya koymaktadır. Hak ise bütün bunların ötesindedir. Selb
ise yokluğa dönüktür. Yokluk ispatın zıddıdır. Dolayısıyla selb ve izafeler
arasında gidip gelen bu mütereddit fikir, Allah'ı bilme hususunda herhangi bir
sonuç elde etmiş değildir. Heyhat!Biz kurtulduk, batıl ehli olanlar ise hüsrana
uğradılar. Mukayyet, sınırlı bir varlık, mutlak bir varlığı nasıl bilebilir,
üstelik mutlak varlığın zatı da bunu gerektirmemektedir. Bu hususta
herhangi bir koku
dahi alamaz. Mümkün
bir varlığın, bizzat
zorunlu olan bir
varlığa ulaşması mümkün olabilir
mi? Çünkü mümkün
varlığın hiçbir yönü
yoktur ki, yokluk
ve çürüme musallat olmasın.
Eğer bir yönden
zat olarak vacip
olan Hak ile
alem arasında birleşme caiz olsa,
bu takdirde söz konusu yönden aleme musallat olan çürüme Hakka da musallat
olur. Bu ise imkansızdır. Dolayısıyla Hak ile halkı bir araya getiren bir yönü
ispat etmek imkansızdır.
Mesele: 2 - Ne var ki, ben, ilahlık bir hüküm
de olsa, kendisiyle ilgili bazı hükümler
vardır, diyorum. İşte bu
hükümlerin suretinde, ahiret yurdunda olduğu şekliyle tecelli eder.
ben iradi
hükümden söz ediyorum,
ihtiyardan değil. Çünkü ihtiyari hitap
örfte yerleşmiş şeylere ulaşmaya
yöneliktir ve amacı
da imanın sabit
olmasını sağlamaktır. Teşbih hadisleri gibi.
Gerçi bunların da
daha önce vurguladığımız gibi
sahih bir alanları
vardır. Fakat bu, şu anda üzerinde durduğumuz hususu gerektirici
mahiyette değildir.
Mesele:
3- Ben, koruyucu
keşiften anlaşıldığı üzere
diyorum ki, yüce
Allah vardı
beraberinde bir
şey yoktu. Şu
anda O, hüküm
itibariyle olduğu gibidir.
Emir... bize
yöneliktir. Çünkü
bizimle ve benzerleriyle
zuhur etmiştir. Bir
hükmün zuhur etmesiyle
münasebet ortadan
kalkmıştır.... İki farklı açıdan.
Ey aklı bahşeden!
Basiretleri kör ettin
Keşfin idrak ettiklerine
karşı. Bu yüzden gerisin geri döndü.
Eğer insaf etse, fikirlerini
terk etse ve gelse
Muhtaç olarak. Edeble ilim
yardımını talep etse
Bu fani olan söyleyen için
bir feyizdir, tabiatı
Şek ve şüphe türlerinden
beri biri için.
Kalkmış heybet ayaklarının
üzerine, tutmuştur
Hakka dair altından ilim
cevherlerine
Aslında bunları gözüyle
almıştır. Çünkü basireti
Alevden bir evde zatın
zindanındadır.
Hakkın varlığıyla ilgili
tek dayanağı
İlletler ve selb ile
nedenler icat etmektir.
Ancak temsili bir hükmü var
ki, desteklemektedir onu His alemleri, yardım ve şefkatle. "Allah vardı,
beraberinde hiçbir şey yoktu" şeklinde ifade edilen husus ilahlıkla
ilgilidir, zat ile ilgili
değildir. Yani sadece
varlığıyla ilgilidir ve
tahakkuk etmiştir. İlahi
ilim kapsamında zat ile ilgili olarak ispat edilen her hüküm ilahlık
açısından geçerlidir. Bu gibi hükümler
de çoktur. Nispetler,
izafeler ve selbet-meler.
Bütün bunlar bir
aynı anlama gelirler, birdirler;
benlik ve hüviyet
bakımından çokluk kabul
etmezler. Çokluk yalnızca imkanlık ve
fehvanilik hakikatleri açısından
geçerlidir. Çokluk alemde
bir hüküm ve bir
ayndir. Bir de ayn olmayan bir hüküm ve nispet olmayan bir hakikat vardır. İşte
bu noktada İslami ilimlerle uğraşan bir grubun ayakları kaymıştır. Çünkü
bunlar, teşbihi kabul edenlere karşı kabul etmeyenlerin lehine hüküm verdiler.
Bu hususta de-lil-medlul, hakikat-tahakkuk eden, illet
ve şart gibi
kapsayıcı ve raptedici
olarak gerçekleştirdikleri, gerçekliklerini ispatladıkları olgulara
dayandılar. Ama bu
değerlendirme zata yakışmaz.
Buna karşılık ilahlık bir
açıdan kabul ederken, bir
başka açıdan reddeder.
Bunun neticesinde bir
grup kabul yönüne sarıldı,
bir grup da
ret yönüne sarıldı
ve iki grup
arasında ihtilaf da bu
noktada başladı.
Grupların her biri ötekisinin mezhebinin batıl olduğunu
söylerken uluhiyet her ikisinin
de isabetli
olduğuna hükmetmektedir. Bu
grupların ihtilaf etmelerinin
sebebi, düşünce
çerçevesine hapsolmuş
olmaları, aklın sınırlarının
dışındaki makamlara, yani
Velayet ve
Nübuvet alanlarına
taşınamamalarıdır. Eğer akıl, kendi haddini bilip ölçülü davranırsa, bu
iki alandan
gelenlere teslim olmak
ona yeter. Eğer
akıl düşüncenin hakkını
vermezse,
ayrıca kusurlu
davranıp körleşirse, Nebevi
haberleri ve keşifleri
reddeder. Artık fasit
tahayüller onun
yakasını bırakmaz. Bunun
da nedeni, iddia
edilen mevzu çerçevesinde
tartışma esnasında sunulan
kanıtlarla çelişkiye düşmesidir.
Bu bağlamda akıl,
kanıt
olmayan bir
şeye kanıt diye
inanmakla yanılgı içinde
olmaktan kurtulamaz. Çünkü
bu
olgular kesinlikle akli
kanıtlarla çelişmezler. Ne var ki, aklın kanıt diye ileri sürdüğü her şey
delil değildir; çünkü aklın
yanılmaları çoktur. Bu yüzden aklın delil diye ortaya koyduğu her
şeye uymak
da zorunlu değildir.
Sözünü ettiğimiz bu
yanılma hususunda bütün
akıl
sahipleri aynı
konumdadır. Kuşkusuz Resulullah
efendimiz (s.a.v.) de
akıl erbabı
arasındadır. Daha doğrusu
akıl erbabının en ulusu, akıl bakımından en mükemmelidir. Ki
bunu caiz görmemiştir ve
delilini de getirmiştir. Daha doğrusu akıl, bunun mümkün oluşuna
delalet etmiştir.
Şu halde keşfin
idrak ettiklerinin tadını
alamayan, keşif kapsamında
kendisine bir delil zuhur
etmeyen için teslim olmak en iyisidir. Eğer onlar kendilerine karşı
dürüst davranıp insaf
etselerdi, hallerini bu iki sınıfa (Nübüvvet ve Velayet) teslim etselerdi,
hiç kuşkusuz her iki
cihanda mutlu olacaklardı ve yararlanacaklardı. Ancak liderlik onları
bundan alıkoydu. Sadıkların
kalplerinden en son liderlik sevgisi çıkar.
Mesele:
4- Bu söylediklerimiz sabitleşip
yerleştikten sonra, düşünce
erbabının
anlayışları bunları idrak
etme noktasında yetersiz kalıyorsa, o zaman biz de dostlarımıza
ve bizim yolumuzu izleyen
arkadaşlarımıza şöyle hitap ederiz: Bizim ilimlerimiz lafızlardan,
insanların ağızlarından,
defterlerin içlerinden ve sayfalarından devşirilmiş değildir. Aksine
bizim ilimlerimiz,
vecdin hakimiyetinin ve
varlıkla fena bulma
halinin galip gelmesi
esnasında kalbe
yansıyan tecellilerden kaynaklanmaktadır. Bu
esnada anlamlar misalle
veya misalsiz, inişlerin
meydana geldiği huzura göre belirginleşir. Bunların bazısı sohbet
babında, bazısı
yarenlik etme babında,
bazısı karşılıklı konuşma
babında, bazısı da
karşılıklı konuşma babından
olmadan gerçekleşir.
Mesele:5-
İlahî bağışın tümü
sürekli bir akış
halindedir; ibare onu
tutar ve yayar.
Ancak bir vakit ifşa etme
olgusu bir vakit de gizleme olgusu ona eşlik eder. Biz, bizimle
ilgili bir sınav olarak her
iki olgu ile ilgili konuşmaktan da kendimizi alıkoyarız. Ki edebin
gereğini yerine getirmiş
olalım, emaneti muhafaza edelim ve ifşa ve gizleme zeminlerinde
dair bilgi gücüne sahip
olalım. Böyle bir durumda tahakkuk açısından ifşa etmeye ya da gizlemeye dair
bir emrin varit olmasına gerek yoktur. Uluhiyetin nakledilir olmasının illeti,
uluhiyete boyun eğen kainat
menşeli delille bozulan bir hüküm olmasıdır. Bu yüzden delille
medlulü birbirine bağlayan
kapsamlı bir yönün bulunması zorunludur. İlahi tecellinin naklo-
lunmasına karşılık
zati tecellinin naklolunmaması bu
yüzden sahih oluyor.
Zati tecelli
naklolunmaz fakat müşahede
edilir. Müşahede edilince kontrol edilemez,
dolayısıyla çok
özel konumdaki
kişilerden başkası onu müşahede edemez. Kainatta O'na götüren ve
O'nun idrak
edilmesini sağlayan bir
yol yoktur. Çünkü
zikrettiğimiz irtibattan dolayı,
O, çalışmayla idrak edilmekten
yücedir. Nitekim bu
soyut bir ihtisastır,
bir ödül, bir
karşılık değildir. İyiliğe ek olarak verilen bir bağıştır.
Mesele:
6- Bu anlattıklarımız sabit
olduğuna göre, bizim
kitaplarımızda ve
arkadaşlarımızın kitaplarında bu yönde bir açıklamayla karşılaşırsan, bu, bizim
anlattığımız
hususla ilgilidir,
bundan ötesiyle ilgili
değildir. Dolayısıyla bir
sonuç çıkmayacak şeylerin peşine düşme. Çünkü izzet hicabı
yaklaşılması yasaklanmış bir korudur. Göz gözü görmez karanlık bir denizdir o.
Kudret, kahretme, şefkat ve rahmet gibi rububiyet sıfatlarıyla ve de edinilen diğer
tüm isimlerle sıfatlanmamızın kaynağı
bu denizdir. Ki
bu sıfat ve
isimler uluhiyetin hakkıdır. Nitekim uluhiyet de bu denizden kaynaklanmak
suretiyle bizim hakkımız olan taaccüp, güler yüz gösterme, gülme, sevinme,
beraberlik, neredelik gibi sıfatlarla ve
de diğer tüm
kevni niteliklerle sıfatlanmıştır. Eğer
kendi zatını hicabının
elinden kurtarmaya, kevnin boyunduruğundan azat
etmeye çalışırsan, ilahi
hikmete muttali olursun, ki
kendini kitaplarında ve
elçilerinin, resullerinin -selam
üzerlerine olsun- lisanlarında nitelediği
bu sıfatlardan önce
bu hikmete sahiptir.
Bu hikmet ki,
onun aracılığıyla
nitelendiğimiz ve kendi
zatlarımızda bulduğumuz rabbani
vasıflara sahip olmuşuz.
Acaba sözünü ettiğimiz
bu hususları kabul
ediş gerçek midir,
mecazi midir, zati midir, arazi midir? Hükmi midir, hikemi
midir?
Mesele:
7- Bak-Allah seni
muvaffak kılsın- istediğin
şeye, ancak Onun
aracılığıyla
ulaşabilirsin. Seni isteyen
de ancak seninle sana ulaşabilir. Senin kendisine ve kendisinin
sana inişini
iddia eden kişiye
bak. O mutlaka
hikmet madenidir ve
bu da seninle
onun
arasında bir
münasebetin olmasını zorunlu
kılmaktadır. Bak; zati
huzurda bu sahih
olabiliyor mu. O zaman
bunun imkansız olduğunu göreceksin.
Mesele: 8- Muhtaç olmak, kuskusuz nüzulü
gerektirir. Zat açısından muhtaç olmak
imkansızdır, dolayısıyla
nüzul da imkansızdır. O halde dizginleri tutup bu konuyu ayrıntılı
bir şekilde açıklamaktan
vazgeçelim. Çünkü burası öldürücü bir denizdir; sahilleri yakınmış
gibi görünüyor
olsa bile. Ancak
dalgaları büyük, içindeki
canlılar eziyet edici,
üstelik
üzerinde yüzen
gemi de dalgalarına
direnecek sağlamlıkta değil.
Rüzgarı sarsıcıdır,
dinmesi söz
konusu değildir. Yardım
istemenin, fazlalıkları atıp
yükü hafifletmenin bir
faydası yok.
Ne var ki,
bu denizde boğulan
kurtulmuştur, mutludur. Ama
bu denizin
dehşetinden çekindiği için
ona sahilinden bakan da kurtulur, ama mahrum kalır ve bu gibi
kimselerin sayısı da
çoktur. Nitekim müminler çoktur, ama salih amel isleyenler azdır. Allah
sizi muvaffak
kilsin, zata ve
ilahi hükme yarasan
bazi yolları açıkladık
ve bu ikisini,
her birinin huzurunun gerektirdiği açılardan birbirinden ayırdık.
Mesele:
9- Allah'tan başka
her şeyi var
etmeye yönelen sıfat
uluhiyettir, onun
hükümleri, nispetleri
ve isim ve
sıfatlarla ifade edilen
izafeleridir. Eserleri, kendisinden
başka her şeyin varlığını
gerektiren O'dur. Çünkü kahredilensiz kahreden, güç yetirilensiz
güç yetiren,
merhamet edilensiz merhamet
eden, yaratılansız yaratan
olmaz. Bu durum
izafe edilen diğer tüm isimler
için geçerlidir. Daha doğrusu, imkan açısından bu selahiyeti ondan aldığı
için, kahredilen olmuştur.
Dolayısıyla kahreden de
selahiyetle kahredicidir.
Bu, selahiyet
itibariyle uluhiyetin hükmüdür,
fiil itibariyle değil.
Gerçi Hak ile
ilk mevcut arasıda bir
tembih tasavvur edilemez.
Aksine cisimlerin varlığında
ve taşıdıkları anlamlarda tasavvur
edilebilir. Bunun gerekçelerini
de başkaları etraflıca
açıklamıştır.
Bunları bir kez daha
anlatma gereğini duymuyoruz. Bu meseleyle ilgilenen insanlar arasın-
da sıkça tekrarlanan bir
konudur bu. Bütün mevcudatın güç yetiren olmasını sağlayan özel
ve genel nitelikler bu işin
uzmanları tarafından bilinmektedir. Güç yetirenin hükmünün güç
yetirilene taalluk etmesi
ise kesinlikle bilinmez, ne keşif yoluyla ne de delil yoluyla. Çünkü
sonradan olma
(hadis) kudret, sağlıklı
bir ispat nazarıyla
onu ispat edenler
açısından
etkisizdir, dolayısıyla
taalluk etmesi de söz konusu değildir. Böyle iken taallukunu bilmek
nasıl mümkün olacaktır?
Aynı durum keşif için ve bu özel vasfın dışındaki olgular için de
geçerlidir. Ki bizim
görüşümüzü paylaşan muhakkikler, Hak ile halk ayrılığını bununla tespit
ederler. Dolayısıyla delil
ve keşifle idrak edilmektedir.
Mesele: 10- İlk ortaya çıkan varlık kayıtlı ve
muhtaçtır. Bu varlığa ilk akıl, küllî ruh,
kalem, adi, arş, yaratıcı
hak, Muhammedi hakikat, ruhların ruhu, apaçık imam, her şey gibi
isimler verilir.
İçerdiği yönlere göre
bir çok ismi
vardır bu varlığın.
Bu varlık bizim
tarafımızdan işitme
ve keşif yoluyla
bilinen suretin yarısı
üzeredir bir açıdan.
Bir başka açıdan da
vaki olan tecellisine
göre belirginleşir. Alemin
tümü suret üzeredir.
İnsan da alemin bir
parçası olarak alemin
sureti üzeredir. Yani
insan da suret
üzeredir. Ruhanî varlıklar mükemmel
istidatları nedeniyle cisimler
alemine göre kemale
erme noktasında daha güçlü ve
daha yatkındırlar. Bu yüzden beşer, doğal bir dürtü neticesinde ruhanî bir güç
elde etme arzusunu taşır.
Bazı insanlar bu arzularına
ulaşırlar, kemale ererler. Bazıları ise bu dünyadaki arızi
ve kimisi de asli olan
engellerden dolayı bu amaca ulaşamaz. Ahiret yurdunda ise herkes
buna erişir. Ama aralarında
bir takım olgular nedeniyle farklılıklar belirginleşir. Bu olgular
da içine girdikleri suretle
ilintilidir.
Bu ilk
mevcudu var edince ilahi
huzura yönelik üç yüz altmış
veçhi zuhur etti.
Hak
taala da
onda halk ettiği
kabul istidadı miktarmca
ilminden bahşetti. Kabulleri,
kırk altı milyon türdü.
Bin altı yüz
tür ve elli
altı bin türdü.
Bu akıl için çokluğunun hükümleri de zuhur etti. Onun bir kısmı her aleme
yayıldı. Bu bahşetme niteliğindeki bir yaymaydı, ihtiyari yayma
değil. Çünkü veçheleri
var edicisine döndürülmüştür. Alem
de gücünü zatı itibariyle ondan alır. Tıpkı güneşin bu
yönde bir iradesi olmaksızın varlıklar aleminin ışığını güneşte alması
gibi. işte zati
feyizle iradi feyiz
arasındaki fark budur.
Aslında bu feyzin kendisiyle ilintili
bir husustur. Alemin
feyzini görmüyor musunuz?!
Dolayısıyla onun kulaklara yönelttiği
kelamı da iradidir.
Çünkü onu durdurabilir.
Ancak kelamın objesi varlıkta zuhur edince, onu kulaklara
bahşetmesi artık zatidir, iradi değildir. Bunu tahkik et, çünkü burada bu
şekilde gerçekleşir.
Şu halde
iki feyzi bu
şekilde birleştirmek mümkündür.
Bir grup bahşedilen
feyze
bakıp, zati feyzi
savundular. Bir grup da bahşedici feyze bakıp iradi feyzi savundular. Bu
grupların her
biri diğerinin yanlışta
olduğunu da savunmaktadır. Oysa
uluhiyet her iki
grubun da sözünü
doğrulamaktadır. Göklerin ve yerin yaratıcısı olan bu hak zuhur edince,
ki gökler ve yer onun
uluhiyet levhidir, yüce kalemi de kutsal sağındadır ve rabbani emir
aleminin başında
varlıkları icra etmektedir.
Ve bu da
bahşedici onurlandırmaya izafe
edilmeye özgüdür. Çünkü
ihtiyar ve araz hakikatini kabul etmez, ama dönüşümleri kabul
eder. Ancak
o madde olmayan
arazları kabul etmez.
İşte bu hak
zuhur edince, ondan
şerefli ve
latif nurlar doğdu.
Onları bir tür
yöneltme ile letafet
ve şeref bakımından
kendilerine uygun ruhlara
yerleştirdi. Yüceler alemi, emir ve boyun eğdirme alemiydi. An-
cak nefsin
var edilmesinden ve bir
tür ilahi kaynaştırma ve
rabbani yönlendirme ile
Ona yönelmesinden sonra.
Mesele: 11- Bu adi, sonsuz ilimleri zati olarak
kabul edince, zenginlik suretinde zuhur
etti. Ki bunu gerektiren
zat ve gayret hükmüyle ona girmemektedir. Derken nefisle meşgul
oldu. Bu melek nitelikli
bir aşk ilgisiydi. Büyük bir saltanat ve ulu bir kırallıktı. Bu aklın zati
bir feyzi
ve iradi bir
feyzi vardır. Tıpkı
zati bir kabulü
ve iradi bir kabulünün
olması gibi, böylece tümü de
mevcuttur. Bir sebepten dolayı var olan hiçbir mevcut yoktur ki iki veçhesi
olmasın. Bir veçhesiyle sebebine bakar, ondan alır, bu veçhiyle ona muhtaç
olmasından dolayı nefsi için izzet izhar eder, öbür veçhesiyle yüce
yaratıcısına bakar. Böylece bazen ilahi hükümler sebebi yoluyla ve onun elinden
kendisine varit olurken, bazen de kendine has
veçhesiyle Onu çağırır,
dua eder. Onu
kendine has veçhesiyle
çağırdığında artık sebebin onun
üzerinde bir hakimiyeti
kalmaz. Nereye gittiğini
de bilmez. Böylece
onun hakkında zelillik ve
yüce Allah'a muhtaçlık
hükmü verilir. Artık
onun için bir
tecelli ve Allah'ın kendisinin
feyzi söz konudur. Onun özel veçhesiyle çağırması, iradi feyiz açısından aklı
yitirmesi anlamına gelir. İradi feyzi de iradi sözden başkası kabul etmez.
Böylece akıl var edicisine muhtaç
olarak geri döner
ve kendine has
ismi itibariyle kapının
yüzüne kapatıldığını görür. Derken Hakk'ın Kuddus ismine hükmettiğini
fark eder. etkisi kendisinde zuhur edinceye kadar onun hakimiyetine girer. Bu
noktada onu yalnız bırakınca içeri girer, huzur
sergisinde hizmet edip
muhtaç olur. İstenen
de budur. Hak taaladan
başka bütün mevcutların O'na
yönelik bir veçhesi olduğu için, bunlar veçhelerini O'na çevirdikleri zaman
bunların muhtaçlık ve zenginlikle vasıflanmaları sahihtir. Zenginlik (Gani)
veçhesini varlık alemine çevirdiğinde kendisindeki
hak veçhesiyle tahakkuk
eder. Ama bu
veçhe ile tahakkuk etmekten
ve bu göz
müşahede etmekten gafil
olursa zenginlik vasfına
sahip olmasına imkan yoktur, sırf muhtaç olarak kalır.
Mesele:
12- Bu gizli veçhenin
etkisiyle yüce ve
aşağı, basit ve
mürekkep, hayvan,
bitki ve maden
top yekun bütün
mevcudattan eserler zuhur
etti. Sonra etkilerin
türleri çeşitlilik arz etti. Bu etkilerin bazısına bir irade, bir azim
ve bir niyet eşlik eder. etki edenin zatının verdiği bazı etkilere ise her
hangi bir irade eşlik etmez. İshale yol açan ya da kabız yapan ilaçların etkisi
gibi. Sebebi de budur.
Bunlardan bazısı
hissi ve nefsi
etki niteliğindedir. Bunlardan
bazısı da nefiste meydana gelir,
ancak nefiste mevcut
olan bir başka
etkinin var olmasından
kaynaklanır.
Örneğin bir adam bir dinar
gördüğünde bil ki o dinarın onun nefsinde bir etkisi olmuştur.
Eğer bu
etki nefis içinde
güçlenirse nefis o
dinarı almak için
bedeni harekete geçirir.
O halde asıl hareket dinarındır. Bu etkiyi meydana getiren sebepler
çeşitlilik arzeder. İnsan
tabiatından kaynaklanan
sebep, dinarın özünün
güzelliği ve altın
madeninin çekici
özelliğidir. Genel sebep
ise, dinarın cevherini düşünmeksizin ona duyulan ihtiyaçtır. Takva
sahibi zahit
sadıkların ona ilgi
duymalarının sebebi ise
üzerinde Allah isminin
yazılı
olmasıdır. Muhakkiklerin
sebepleri ise bunların tümünün
yanında başka şeylerdir
de. Bu sebeplerin tümünün mahalli
nefis olduğu için bu olguların zatları üzerindeki etken nefistir.
Ancak bu tür etkilerin
zuhur etmesi dış objelerin varlığıyla mümkündür.
Mesele:
13- Açıklamamıza esas
aldığımız bu veçhe
ancak uluhiyete ait
bir etki
olabilir. Çünkü bu veçhe
ile varlıklar alemindeki tüm varlıklardan bu etkilerin zuhur etmesi
söz konusu
olabilmiştir. "Ve kada
rabbuke ella ta'budu
illa iyyahu /
rabbin, sadece
kendisine kulluk etmenizi
kesin bir şekilde emretti." (İsra,23) Bu sahih bir hükümdür. " Ve
ilahukum ilahun vahid /
Sizin ilahınız bir tek ilahtır." (Bakara, 163) Eğer bu ince sızma, bu
akıl almaz
ve şeffaf perde,
bu gizli örtü
olmasaydı, meleklerin, yıldızların,
feleklerin,
rükünlerin, hayvanların,
bitkilerin, taşların ve
insanların içindeki uluhiyete
tapılmazdı.
Çünkü bu varlıklarda kulluk
sunulan şey uluhiyettir. Ancak bir açıdan uluhiyetin izafe edile-
ceği zatta hata edilmiştir,
başka değil. Ama bu bir açıdan söz konusu olan hata da ebedi
bedbahtlığa sebep
olmuştur. İşte muhakkik
bu yönü gerçekleştirdi, akıl
açısından hatayı ortadan kaldırdı,
ama hüküm açısından
değil. Çünkü ilahi
nazarın bu mabudlara
yerleşmesi başka şeylere
göre daha büyüktür. Böylece etkileri onlara bağlamış, bu etkileri
onların yanında
zuhur etmiştir ki,
bununla dilediğini saptırsın,
dilediğini de doğru
yola
iletsin. Bazen
kimi gruplar uluhiyeti
mutlak olarak onlara
nispet etme anlayışından
sıyrılarak gizli
yönü düşünmeye başlamış
ve bunlara, sırf bizi
Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, demişlerdir. Böylece
onları perdeler ve vezirler gibi görmüşlerdir. Allah'a sığınırız bu tür
anlayışlardan. Ama bu birincisine göre daha yakındır. Eğer bu gruplar, bu
yönü onların nefsinde
görebilmiş olsalardı, uluhiyete
bir dış varlığın
şahsında kulluk
sunmazlardı. Bilakis
uluhiyetin kendisine kulluk
ederlerdi. Ne var
ki, uluhiyet bunlar
aracılığıyla tahakkuk
ettiği, bunlar da aciz,
kusurlu ve tükenme
özelliğine sahip oldukları
için bunu
kavrama imkanına sahip
olamamışlardır. Eğer bu
anlattıklarımızı görebilmiş
olsalardı, uluhiyeti
belli bir varlığa
özgü kılmazlardı. Bizim
dediğimizin özü şudur:
Kulluk sunulan mutlak olarak uluhiyettir, varlıklar değildir. Bu yüzden
"Ve ilahukum ilahtın vahid / Ve sizin ilahınız bir tek ilahtır."
(Bakara, 163) denilmiştir. "Ve kada rabbuke ella Ta'budu illa iyyahu /
Rabbin, sadece kendisine
kulluk etmenizi kesin
bir şekilde emretti." (İsra,23)
Allah'ın hükmü
geri çevrilemez. Varlıklar-daki bu
ilahlık veçhelerine vakıf
olan biri için
kesinlikle herhangi bir
varlığa kulluk etmek sahih değildir. Bunu bilmeyen ve buna şahit de
olmayan ise,
varlığın içindeki Hakkın veçhesine
kulluk eder, varlığın
kendisine değil. Ne
var ki bu kadarı bile
cezayı gerektirir ve ona müşrik ismini vermek için yeterlidir.
Mesele: 14- Bil ki, her mabud, kendisine ibadet
edenden, bu dünyada teberri eder, bu ibadetinden beri olduğunu söyler; ancak
ibadet eden kimse bunu ancak olağan üstü bir
yolla işitebilir.
Ahirette ise keşif
yoluyla bunu görür,
işitir. Nitekim yüce
Allah şöyle
buyurmuştur: "İz
teberreellezinettubiu / kendilerine
uyulup arkalarından gidilenler...
uzaklaştıkları zaman."
(Bakara, 166) Onların teberri edişleri, bu ibadetten uzak olduklarını
söylemeleri, onlar
bize yönelirlerken senden
başkasına ibadet etmediler.
Biz onların
mabudları değildik.
Bunu cezadan korktukları
için söylerler. Sadece
izafe ettiler, derler.
Onlara denilir ki: doğru söylüyorsunuz:
fakat onlar bize sizin şahsınızda ibadet ettiler, sahih
bir basiret olmaksızın.
Hakikatler gerektirdiği halde bu gerçeği fark etmediler. Biz de onları
körlükle cezalandırırız.
"Ve men kane fi haza a'ma fe huve fi'I ahireti a'ma ve adallu sebila /
Bu dünyada kör olan kimse
ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu
şaşırmıştır." (İsra,72))
Buna göre
onlar hem dünyada
hem ahirette bu
kadar bir bilgiden
alı konmuş, jroksun
bırakılmışlardır. Ayrıca
yüce Allah'ın onları
cezalandırmasının bir gerekçesi
de kullara
zulmetmiş olmalarıdır.
Çünkü uluhiyet vasfını
kullara nispet etmekle
onlara iftira
etmişlerdir. Hakkın bu
yüzden onları cezalandırması adalettir, başkasının hakkını almaktır,
basiretsizlik gösterdiği
ve nevasına tabi
olduğu için cahili
cezalandırmaktır. Çünkü yüce
Allah, bizim
kendimizle ilgili haklarda
affedici olmamızı; ama
kendisinin haklarıyla ilgili
olarak kimseyi
affetmememizi teşvik etmiştir. Allah bu hakkı ikame etmeye daha layıktır.
Bu yüzden
şirk, kullara yönelik
bir zulümdür, O'na
yönelik bir hak
değildir.
Başkalarının taptığı mabudlarm
bazısı mutludur, bazısı ise
bedbahttır. Mutlu olan
kurtulmuştur. Ama onun suretinde
yaptıkları heykel ve
put tapanlarla birlikte
ateşe girer. Eğer
"La yus'elu amma yefalu ve
hum yus'elun / Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya
çekileceklerdir." (Enbiya,23) ayeti
olmasaydı, onun hakkında,
kulluk sunulan kimseden ahiret günü
ilahlık etkilerinin giderileceği
ile ilgili olarak
anlatılanlar söylenebilirdi. Çünkü onlar
müessir failden başkasına
kulluk etmiş değillerdir.
Burada nice belirsiz
denizler vardır.
Mesele: 15- Hiç kuşkusuz uluhiyet, alemde
musibete duçar olanın ve afiyette olanın
bulunmasını gerektirir,
aksi takdirde varlık içinde azaba uğratılanın zeval bulması aksinden
daha evla olmazdı. Eğer
isimlerden herhangi bir isim hükmü ve etkisi olmaksızın kalsaydı,
o takdirde
gerektirdiği hüküm muattal
olurdu. Bu ise
imkansızdır. Mümkün varlıkların
tamamı, ilahi müessir
isimlerin dengesine göre belirginleşirler. Zatın isimlerinden olup bu
etkin isimlerin
dışında kalanlara gelince,
elimizde onlara dair
herhangi bir şey
yoktur.
Sadece olumsuzlama ve
nitelemeye dönük yaklaşımlar ve basar ve semi gibi bazı kemal
sıfatları vardır. Bunların
da etki bağlamında mümkün nitelikli varlıklarla bir taalluku yoktur.
Bu gerçeği anla.
Mesele:
16- Kendi kapasitesini
aşan, sınırının ötesine
geçen bir gruba
hayret
ediyorum. Bunlar, Allah'ı
Allah'ın kendisinden daha iyi bildiklerini iddia ederler ve diyorlar
ki: teşbihten
(Allah'ı başka varlıklara
benzetmekten) Allah'a sığınırız.
Bir grup da şöyle
diyor: Tatile, etkisizliğe
götüren tenzihten Allah'a sığınırım. Sığman grup, böylece teşbihten geri
durmuştur. Ancak bu grup ilmin hakkını verseydi, teşbihten sakınıp sığındığı
gibi kulun
kendi nefsini tenzih
etmesinden de sakınıp sığınırdı. Şunu söyleyenin sözü beridir:
Yokluğunun uzaklığına
attığın kimseye zuhur ettin
O da oluşsuz oldu, çünkü
sen o oldun.
Aynı şekilde
"beni tenzih ederim"
ve "şüphesiz ben
Allah'ım" ve benzeri
sözleri
söyleyenlerin sözleri de
beridir. Gerçi bir grup, bu sözleri söyleyenleri tekfir etmişlerdir. Bir
grup da
teşbihe dair rivayetleri tevil
ettikleri gibi bu sözleri
de tevil etmişlerdir.
Şu halde bizim sözlerimiz
teşbihe dair rivayetlerin
teviline ve bu tür lafızların
teviline dair
açıklamalarla ilintilidir.
Çünkü bu grup,
teşbihten sakınmış, sonra
tenzih etmiş ve
rivayetlerin zahiri
anlamlarından başka şekilde
yorumlamıştır. Ancak halk
hakkında
tenzihten sakınmamıştır. Bu
durumda onlar hadise
yaraşanı ispat ediyorlar.
Yani
kendilerine göre
hakka yaraşır olduğunu
söyledikleri şeyi, kevne
uygun olana doğru
yorumluyorlar. Çünkü
lafızlar anlamların suretlerini almaya elverişlidirler. Bir lafız, bir, iki ve
daha yukarı
anlam kabul edebilir.
Bu lafızlar da
müşterektir. Dolayısıyla bu Meselede
tenzih teşbihten
daha evla değildir.
Gözler kapalı sırları
ve ilahlığın bahşettiği
anlamları
idrak etme hususunda
kördürler.
Bu gruba
hayret etmemek mümkün
değildir. Teşbihten kaçarken
teşbihe
yakalanmışlar. Bunu da
tenzih olarak ileri sürmüşler. Akıl sahipleri ise, ileri sürdükleri şeyin
mahiyetini bilmemelerinden dolayı
onlara gülüyorlar. Çünkü
onlar teşbihten uzaklaşırken yalnızca kendi nefislerine,
dolayısıyla sonradan oluşturulmuş anlamlara yönelmişler. Yani lafızların zahirlerinden
kaçarak kendileriyle kaim
olan ve sonradan
oluşturulmuş anlamlarına sarılmışlar. Yani Allah'ı kendilerine
benzetmekten kaçarken O'nu kendilerine benzetmişler. Yani
eğer ilahi anlamlara
ham-letmişlerse kendi nefislerini
tenzih etmişler.
Yok eğer
nefsani anlamlara hamletmişlerse bu
sefer hakka benzetmişlerdir nefislerini.
Bunun ötesine
attıkları bir adımları
yoktur. Eğer tahkik
mahalline dönseler-di- çünkü
keşiften mahrumdurlar-
ve: "Hak taala,
kitaplarında ve resullerinin dilinde
kendisi ile ilgili olarak bu hükümleri ispat etmiştir. Hak, bütün halk
açısından meçhuldür, yani bilinmez. Bu hükümler de bize göre zat ile ilgilidir.
Zatı bilmemektense hükmü bilmemek daha evladır.
Çünkü hakkında
bu hükümler verilen
zat ile bu
hükümler arasındaki nispetin
hakikati
bilinmez. Dolayısıyla
zatın kendisi de
bilinmez. Ne O
bilinir, ne de
hükümlerin Onunla
nispeti." deselerdi,
teşbihe sapmış olurlardı ne de tenzih hükmünün kendisini ayıplarlardı.
Bilakis kendisi bunlara
nispet edenin, yani yüce Allah'ın ancak bunları bilebileceğini teslim
ederlerdi.
Selef ulemasından
birine "Allah'ın arşa
istiva etmesi" sorulduğu,
onun da "istiva
bilinmektedir; fakat
keyfiyeti meçhuldür. Buna inanmak vaciptir. Bununla ilgili soru sormak
ise bidattir."
cevabını verdiği rivayet edilir. Biz ve bizim tarikatimizi izleyen şühudi ve
zevki
ilim ehli olanlar ise bu
yolu kesinlikle izlemiyoruz. Çünkü zat müşahede edilir; ancak aktarılamaz.
Hüviyet de onunla beraberdir. Bu yüzden bir arif "la huve illa huve"
(O'ndan başka O yoktur) demiştir. Böylece hüviyeti O'nun kendisiyle ispat etmiştir.
Ancak biz, uluhiyetin ifade ettiği başka
bir yolu izliyoruz,
zatın değil. Ki
uluhiyet bu hükmün
hakikatini sunmaktadır. Dolayısıyla bu hükümlerin tümü O'na aittir ve
bunlar kendileri itibariyle sahihtirler.
Zaten müşahede eden
için şühud da bu şekilde
gerçekleşir. Yakında bu
noktaya ulaşacak ve göreceksin.
Müslim'in sahihinde rivayet
ettiği sahih bir hadis var. Bu hadis, uluhiyetin itikatlar ve
bilgiler suretinde
dönüşmesini ve değişmesini
ifade etmektedir. Bunlar
arasında teşbihçi
itakatlar ve başka
inanışlar da vardır. Her grubun bu dirayeti ikrar etmesi kaçınılmazdır. Bu
dirayetin onların inançları
suretlerinde tecelli etmesi de kaçınılmazdır. Ama bu idrak edenle
ilintilidir, idrak edilenle
değil. Çünkü hakikatler değişmezler. Bu yüzden bizim tarikatimizden çıkan kimse
için hangi huzurda gerçekleşirse gerçekleşsin, uluhiyet müşahedesi eksiktir.
Ve bu
yüzden temessül ve
değişim alemine berzah
adı verilmiştir. Çünkü
berzah alemi
cismani hakikatler ile
cismani olmayan hakikatler arasında yer alan bir ara sahadır. İşte bu
ara alan huzurunun zatı bu
tecellileri gerçekleştirir ki, bununla anlamlar suretlere gerçek ve
ayrılmaz bir şekilde
irtibatlanır.
Ariflerden biri
bu makama hatırladığım
bir hikayede işaret
etmiştir. Bu hikaye
kesintisiz bir rivayet
zinciriyle Sırrı'ya ulaşır. Cüneyd, Sırrı'nm şöyle dediğini aktarır: Siyah
bir kölenin
şöyle dediğini duydum:
Eşyaya yönelip onları
gören kimseden eşya
kaçar,
uzaklaşır. Onları
terk edene de
eşya yönelir. Dedim
ki : Bu
nasıl olur, ey
Sırrı! Dedi ki:
Anlatılırdı; çalışıyor,
çabalıyor, ama geçinmesine
yetecek miktarı kazanamıyor.
Bunun
üzerine şu ayeti okudum:
"Kul eraeytum in ahazellahu sem'aküm ve ebsarekum ve hateme
ala kulubikum
/ De ki:
Ne dersiniz; eğer
Allah kulaklarınızı sağır,
gözlerinizi kör eder,
kalplerinizi de
mühürlerse..."
(Enam,46) Böylece çalışmayı
bıraktım ve geçimimin
temini hususunda Allah'a tevekkül ettim. Şimdi elimi şu sütuna sürsem
altın olur. Gerçekten elini sütuna sürdü. Birden sütun altın gibi parlamaya
başladı.
Sonra dedi ki: Ey Sırrı! Bu
eşyalar aslında dönüşüp değişmezler. Fakat sen onları bu şekilde görüyorsun. Rabbinden
kaynaklanan hakikatinden dolayı.
O'nun sözünü bak,
bu
şekilde görürsün,
yani hakkı. Ve bu şekilde
görürsün, yani görüleni.
Diğer bir ifadeyle
görme, görenle
ilgilidir. Yani suret,
gören açısından belirginleşir. Nitekim
bir grubun
ayakları bu
noktada hakikat mecrasından
kaymıştır. Demişlerdir ki:
Gördüğünden başka bir şey
yoktur. Böylece alemi
Allah, Allah'ı da
alemin kendisi görmüşler,
başka değil. Bunun sebebi de
gözlemledikleri bu sahnedir. Çünkü sahneyi ehli olan kimseler gibi tahkik
edemediler. Eğer bu sahneyi ehli olanlar gibi tahakkuk ettirebilselerdi bu sözü
söylemez ve her hakkı bilgi
ve keşif olarak
yerinde ispat ederlerdi.
O halde teşbihe
ait rivayetlerin tevilini, kendisini
bu şekilde vasfedene
bırak. Çünkü sen
bu keşfin ve
tahakkukun ehli değilsin. Hiçbir
zaman bu yükün altına girme. Çünkü teşbihin olumsuzlanmasına inanırken
kendi aslını iptal
edersin, ki teşbihten
de kurtulamazsın. Ne
var ki mürekkep mahluka benzemeyi terk
ederken düşünsel soyut
mahluka benzemeyi ispat
ediyorsun. Mümkün nitelikli bir
varlığın zatı itibariyle
vacip olan bir
varlıkla birleşmesi kesinlikle
mümkün değildir.
Mesele: 17- Hem idrak eden hem idrak edilen iki
kısma ayrılır: Bilgi ile idrak eden,
aynı zamanda tahayyül
gücü olan. Bu,
görülen şeylerin suretlerine sarılır. Sadece bilgi
ile idrak
eden, tahayyül gücü
olmayan. Çünkü ne
cisimdir ne de
cismin içindedir. İdrak edilen de iki kısma ayrılır: suretle
kayıtlı olarak idrak edilen. Tahayyül gücü olan idrak eden bunu tahayyül eder,
tahayyül gücü olmayan da bilir. Onunla ondan bir suret kaim olmaz, çünkü
hakikati buna elverişli değildir. Bir de sureti olmadığı için tahayyül edilmesi
mümkün olmayan idrak edilen.
Bu da sadece
bilinir. Her biri,
bilme yeteneğine sahip
olarak yaratılmıştır ve her
birinin hakikatini ilim
kazanma ameliyesi sağlar.
Bunlar iki kısma ayrılırlar:
Bir kısmının
hayatı adete uygun
olarak duyulara zahirdir,
bu yüzden tahayyül edilir; ama
düşünce yoluyla bilgi
olarak elde edilemez.
Bir kısmının hayatı
ise adet açısından duyulara
gizlidir, kesinlikle tahayyül edilemez. Varlık aleminde bu anlattıklarımızdan
başka bir şey yoktur. Dolayısıyla varlığın tümü canlıdır ve Hak tealinin
büyüklüğünü ifade etmektedir. Ancak hakikatlerinin farklılığına bağlı olarak
ifade ediş biçimleri farklılık arzetmektedir.
Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Tusebbihu lehu's
selmava-tu's seb'u ue'l ardu
ve men fihinne
/ Yedi gök,
yer ve bunlarda
bulunan herkes O'nu
teşbih eder." (İsra,44) "ve
bunlarda bulunan herkes"
ifadesi, ayeti gramer
açısından tahlil ederken muzafı hazfedip
onun yerine muzafun
ileyhi ikame edenlere
bir cevap niteliğindedir. Bu tahlili yapanlar sanki "yedi göğün ve
yerin ehli..." demek istiyorlar, "ve bunlarda bulunan
herkes..." ifadesiyle bu
ihtimal geçersiz kılmıyor.
Çünkü bu husus
şu ayette de
varit olmuştur:
"ve's'eli'l karyete'lleti kunnafiha
ue'l ayri /
İçinde bulunduğumuz şehre
ve kafileye...sor." (Yusuf,82) Ama bu böyle değildir. Öte yandan
Rasulullah efendimiz (s.a.v.) Uhut
dağı hakkında şöyle
demiştir: "Bu dağ
bizi sever, biz
de onu severiz." Yine
bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Sesinin ulaştığı yerlerdeki yaş
kuru her şey müzezzin lehine şahitlik eder." Bir diğer hadisinde de şöyle
buyurmuştur: "Hiçbir canlı yoktur ki Cuma günü kıyametin kopmasından
korktuğu için çığlık atmasın." Bu olguların tümü bilmeyi gerektirir
ve bu
da hayat şartına
bağlıdır, fakat yukarıda
söylediğimiz gibi bu
hayatın bir kısmı duyulara zahir
olurken bir kısmı
duyulara gizli olur.
Normalde zahir olmayan
hayat türü, olağanüstü şekilde
Nebiye ve veliye zahir olur. O halde her
şey canlıdır ve Allah'ı teşbih edip
O'na hamdetmektedir. Ama
bunun bilincinde değildirler.
Yani teşbih edişlerini bilmezler. Kuşkusuz Allah
Halimdir, bu sözü tevil edip başka tarafa çekenlere mühlet verir, hemen cezalandırmaz. Bağışlayandır, bu
varlık türlerinin konuşmalarının işitme
yoluyla algılanmaması için gizler.
Mesele:
18- İlim, malumun
tasavvurundan ibaret değildir.
Malumu tasavvur eden
anlam da değildir. Çünkü
her malum tasavvur edilmediği gibi her bilen de tasavvur eden
değildir. Çünkü hakikatleri
itibariyle tasavvur edilen şeyleri tasavvur eden bir alim, sadece
alim olduğu için bunları
tasavvur ediyor değildir, bilakis tahayyül eden olduğu için de. Tahayyül ise
tasavvur gücüdür. Bu gücü olmayan biri, tasavvur edilebilen bir şeyi tasavvur
edemez; ama idrak eder.
ayrıca her bilinen de tasavvur edilmez. Çünkü suret kabul etmesi
onun hakikatinin bir
parçası değildir, bu yüzden tasavvur edilemez. Fakat bilinir. Buna göre
bilme tasavvur etme
değildir, şeklindeki değerlendirme sahihtir.
Mesele: 19- Bize ve bizden olan muhakkiklere
göre; mahlukun hiçbir kudreti yoktur.
Çünkü Allah'tan
başka fail yoktur.
Allah, objeler dünyasında kulların
ve başka varlıkların elinde gerçekleşen
zahiri fiillerin de
yaratıcısıdır. Çünkü yaratıcının
kadir oluşunun delili olarak bu hükümden yola çıkarak eserin
varlığını gösterdik. Dolayısıyla aklen mahluka ait herhangi bir
eser bulamadık. Gerçek
bir eser olmadığı
zaman sonradan olma
(hadis) kudretin varlığı nasıl ispatlanır!
Mesele:
20- Bizim Allah'ın
birliğini (vahdaniyet) ispatlamaya
ihtiyacımız yoktur.
Çünkü müşahede, Allah ve
Allah'ın birliği hakkında tartışmayı engelleyen bir olgudur. Ama
Allah'a ortak koşan bir
müşrike şöyle denir: Biz ve sen, birin varlığında birleşiyoruz. Sen buna eklemede
bulunuyorsun. Bu fazlalığın
varlığının delili nedir?
Çünkü delil getirmek
zorunda olan odur, biz
değiliz.
Mesele:
21- Yüce yaratıcının
daima diri olmak,
alim ve kadir
olmak gibi kemal
sıfatlarına sahip olması
bize göre zata eklemlenen hükümler ve sahih olumsuzlamalardır.
Zat bunlarla vasfedilir;
ama bunların, zata zait olarak kabul edilen objelerle bir ilgisi yoktur.
Çünkü Allah'ın zatı
kamildir. Dolayısıyla zait bir şeyle kemal bulması imkansızdır. Çünkü
bunun anlamı
zait nitelik olmadığı
zaman zatın eksik
olmasıdır. Eksiklik ise
imkansızdır.
Dolayısıyla zait bir
nitelikle kemal bulması da imkansızdır.
Mesele:
22- Ayn, tek
zata sahip olsa
da değişik ilintilere
sahiptir. Dolayısıyla zat,
hükmen ilintilerin
çeşitliliğine paralel olarak
çeşitlenir. Zat, sununla alimdir. Sununla
artmıştır. Aynı durum zata
nispet edilen bütün sıfatların hükümleri için geçerlidir.
Mesele: 23- Mevsufların sahip oldukları zati
sıfatlar mevsufların aynısıdır. Dolayısıyla
güç yetirilendir.
Bunlar, mevsufa tabi,
onun aynısı da gayrisi da
olmayan, mevcut ya da
madum olmayan
hükümler olsalar da
malumdurlar. Dolayısıyla güç
yetirilen değildirler.
Cevheri içermek, arazları
kabul etmek, cisimle kaynaşmak, uzunluk, genişlik ve derinlik gibi özellikleri
bulunmak gibi.
Mesele: 24- Objeler cevherlik bakımından, bir
kere var olduktan sonra ebediyen yok olmazlar.
Suretler, şekiller, ölçüler,
oluşlar, renkler ise
cevherin ayn'ında bulunan
arazlardır. Bunlar bir
devamlılık halinde cevhere giydirilirler. Bir varlık cevher itibariyle yok
olmaz, değişmez. Ama suret
bakımından söylediğimiz gibi sürekli değişkenlik arzeder.
Mesele:
25- Alem varlığı itibariyle yaratıcıyla
beraber değildir; aralarında
ölçülebilir bir aralık da yoktur. Bilakis burada mümkün nitelikli varlığın zorunlu varlıkla,
yaratılmışın
yaratanla irtibatı
söz konusudur. Alem,
varlık olarak ikinci
derecede, yaratıcı ise
birinci
derecededir; ama aralarında
bir mertebe de yoktur. Örneğin yüce Allah şöyle buyurmuştur:
' Ve lillahi'l meseli'l
a'la / En yüce sıfatlar Allah'a aittir." (Nahl,60) Yani iki cevhere ait
komşu
iki bağlam söz konusudur.
Hiç biri diğerinin derecesinde değildir. Aralarında bir mekan da
olmadığından, zihinlerin
daha kolay anlaması için bu bağlamda bir nispetten söz etmek de
imkan dahilinde
değildir. Çünkü bu Mesele
ile ilgili olarak
ibarenin kapasitesi bundan
ötesini ifade
etmeye yetmez. Bu,
ilk kuşak bilginlerle
eşariler arasında belirginleşen
bir
üçüncü mezheptir. Bu
mezhepte alemin öncesizliği (kadimli-ği) olumsuzlanıyor, ki ilk kuşak
bilginler bunu
savunmamışlardır. Ayrıca eşarilerin Hak ile mahluk arasında var saydıkları
vehmi miktar da
olumsuzlanıyor. Bunun yerine alem için hudus (sonradan olma) ve sürekli
muhtaçlık olgusu ispatlanıyor. Yanışı-ra
yaratıcının varlığında mahlukatm
yokluğu ortaya konuyor.
Mesele:
26- Araz, varoluş
zamanından sonraki zamanda
kendini yok eder.
Dolayısıyla Hak,
devamlı olarak yaratandır.
Cevherin devamlı olarak
muhtaç oluşu da
doğrudur. Eğer araz baki
olsaydı, bu iki hüküm de ortadan kalkardı. Ama bu iki hükmün
ortadan kalkması
imkansızdır. Bu nedenle
bir arazın iki
ayrı zamanda var
olması da
imkansızdır. Bu,
keşfi hakikat ve
nazari akış konusuna
giriyor. Şöyle ki:
Fail yokluğu
yapmaz, zıt da onu yok
etmez; çünkü fiil ve zıddı faille beraber aynı anda olamazlar. Çünkü zıt
yoktur. Bu yüzden şartın yok edilmesi
onu yok etmez. Nitekim bundan söz etmek yok
olan arazdan söz
etmek gibidir. Bu
yüzden araz kendini
yok eder ve
baki olması
imkansızdır, dedik.
Mesele: 27- Hak teala her yönden müşahede
edilir ve görülür, fiil yönü hariç. Çünkü
münasebet ortadan
kalkmıştır. Fiil zata
özgüdür ve bizde
buna dair bir
şey yoktur. İlim, irade
gibi isimler içinse farklı bir
durum söz konusudur.
Çünkü müşahede hakikati
bizim açımızdan geçerlidir, O'nun açısından değil.
Mesele:
28- Bir zatı
bilmeden, bu zata
hükmün nasıl intisap
ettiğini öğrenmeden
onun gerektirdiği
herhangi bir hali
bilmemizin imkanı yoktur.
Hak taalanın zatı
bizim
tarafımızdan bilinemez.
Dolayısıyla ona nispet
edilen hükümler ve
bu hükümlerin O'na
nispet ediliş yönü
de bilinmez. Bir
şeyle beraber olmak,
istiva, gülmek, güler
yüz
göstermek, el, göz gibi
kendi nefsiyle ilgili olarak hükmettiği olgular gibi. İnsan hakikati ve
O'na nispet
edilen olgular da bu minval
üzeredir. Bu yüzden
Hz. Resulullah (s.a.v.):
"Kendini bilen
rabbini bilir." buyurmuştur,
nefis sahili olmayan
bir denizdir. Burada
Hz. Resulullah (s.a.v.), bilme
hususunda bizi kendimize
havale ediyor. Kendimizi
bilme
denizine girdiğimiz
zaman oraya gark
oluruz ve bu
denizin ortasından gelen
yoğun
dalgaları düşünce
keşif yoluyla mukayese
ettiğimiz zaman anlarız
ki, bizim kendimizi
bilmemiz, çıkılacak
bir sahili olmayan
bir denizdir. Oradan
rabbimizi bilmeye intikal
ettiğimiz zaman
ümitsizliğe düşeriz. Şu
halde biz kendimiz
hakkında konuşalım, kendi
üzerimize yoğunlaşalım,
bizden başkalarına yansıyan özelliklerimizi irdeleyelim. Çünkü biz
Rabbin koruyucu izzet perdesiyiz.
Mahlukatm kendi nefsinin
künhünü idrak ettiği oranda rabbi idrak etmesi mümkün değildir.
Rabb bundan münezzehtir. Daha doğrusu mahlukat kendini, nefsini idrak
etmekte yetersizdir. Böyle iken
kendini var edeni
var edicisi olarak idrak
etmesi nasıl mümkün
olabilir! O halde
O'na yaraşan, O'nun
zatını hiç kimsenin bilememesi ve hiç kimsenin
vasfedememesidir.
Mesele: 29- Apaçık delil tek bir ilahın
varlığını ortaya koymuş, iki ilahın var olmasını
ise kesinlikle
olumsuzlamıştır. Buna karşılık
hiçbir delil, iki
ve daha yukarı
kadimin
(öncesizin) varlığını
olumsuzlamadığı gibi olumlamamıştır da.
Aksine bu hususta
cevaz
söz konusudur.
Ama naklin bunu
ispatlaması veya nefyetmesi
başka. O halde
Tek ve
münezzeh olan Allah'tan
başka ilah yoktur ve O müşriklerin koştukları ortaklardan beridir.
Mesele:
30- Yaratıcıya nispet
edilen kadimlik açısından,
yokluktan sonraki öncelik olumsuzlanır, yüce Allah'ın "O
ilktir" derken kendisine ait isim olarak kullandığı varoluşsal
öncelik olumsuzlanmaz.
Mesele: 31- Beka varlığın devamı demektir,
başka değil. Beka objenin sıfatı değildir
ki baki
kalırken bekaya muhtaç
olsun. Bekanın baki
olmasını sağla-şan şey,
beka ile
nitelenen bakiyi
de baki kılar.
Bizim anlattığımız da
budur. Eğer baki
olan şey, zamanla kayıtlı bir varlıksa, onun varlığının
devamı üzerinden zamanların geçmesi şeklindedir. Eğer baki dediğiniz
şey, kayıtlanan bir
varlık değilse, bakilikle
kast edilen, onun
varlığının devamlılığıdır, başka değil.
Mesele:
32- Kelam, nispet
edildiği kimseye göre
mahiyet kazanır. Ortada
onu
cemeden bir sınır yoktur.
Dolayısıyla kelamın yüce yaratıcıya nispetini bilmek, daha önce
söylediğimiz gibi O'nun
zatını bilmeye bağlıdır. Aynı durum yüce yaratıcının tüm nitelikleri
ve isimleri için de
geçerlidir.
Mesele: 33- Kelamın birliği bir hakikattir.
Müte-kellim olarak tecelli edişse birdir. Ama
tecelli edilenler,
değişik, çeşitli ve
vakit ve zamanla
mukayettirler. Aletle de
kayıtlı
olabilirler. Bu
durumda emirler, yasaklar
ve haber vermeler
gibi kalıp ve
ibarelere göre belirginleşen
lafzi kelama ait kısımlara bölünebilirler.
Mesele:
34- İsimler zata
dair hükümlerdir. Bunlara dönük
bir takım sonradan
olma
(hadis) olgular vardır ki,
bunların bir kısmı, bilmesi mümkün olanlar tarafından bilinmezken,
bir kısmı bilinir. Zatın
aynına delalet eden bir isim vardır. Ki dinleyen kimse ibare içinde zatı
ayırt edebilsin. Buna da
hazır söylenmiş ya da camid söz adı verilir. Eğer biz olmasaydık
ona bu
isim konulmazdı. Bir
isim de var
ki, zatın aynına
eklemlenmiş bir zait
anlamı nakleder. Acaba bu
isim zata delalet
eder mi etmez
mi? Akıl açısından
burada bir
belirsizlik söz konusudur.
Şayet zatın aynına delalet ediyorsa, acaba bu ismin müsemması
olan zatın aynısı mıdır,
yoksa zait bir zat midir? Bir grup bunun zatın aynısı olduğu görü-
şündedir. Kadim
filozofların görüşü budur.
Bir grup da
zait bir zat
olduğu görüşünü
savunmuşlardır. Bunlar da
Eşarilerdir. Tıpkı alim, kadir, irade eden, daima diri, işeten ve
gören dememiz gibi.
Bir isim de var ki, ondan
izafe anlaşılır, evvel, ahir, zahir ve batın gibi. Bir isim de var
ki, ondan
müsemmaya yaraşmayan anlamların
olumsuzlanması anlaşılır, kadim
ve kuddüs gibi. Bütün
bunlara rağmen bu
isimlerin ilintilendirilmesi bizden
kaynaklanıyor,
O'ndan değil. Dolayısıyla
bunlar hamletme anlamında isimlerdir, tahakkuki isimler değildir-
ler.
Mesele:
35- Bazen bir
isim kullanılır ve
bununla müsemma kast
edilir. Bazen de
kullanıldığında onunla
müsemmaya delalet eden
lafız kast edilir.
Dolayısıyla bu
Meseledeki ihtilaf lafzidir, başka değil.
Elimizde Hak taalanın hakikatine dair isimlerinden
başka bir
şey yoktur. Onunla
ilgili olarak da
sadece bu isimleri
anlayabiliriz. Bu nispet
itibariyle O'nu
maruf ve malum
olarak isimlendiriyor, kendimizi
de bilen ve
arif olarak
nitelendiriyoruz. Bu yüzden
teşbih ve tenzih ancak isim ile ilgili olabilir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
"Sebbihisme rabbike'l a'la I Yüce
Rabbinin ismini teşbih
et." ( A'la.l) "Te-barekesmu rabbike / Rabbinin
adı yücelerden yücedir." (Rahman,78) Ey gözlemleyen kişi! Bu bölümü iyice
tahkik et.
Mesele:
36- Hamd, Allah'ı
layık olduğu şeyle
övmektir. Şükür ise,
O'ndan kaynaklanan nimetle O'nu övmek demektir. Allah'a yönelik övgü
mutlaka bir şeyle kayıtlı
olur. Bu
da ya söz
ile ya da
övmeye iten anlamla
gerçekleşir. Övgü konuşmada
bazen
mutlak bazen de kayıtlı
olarak geçer. Lafzi mutlaklığa şu ayeti örnek gösterebiliriz: Kul "el-
Hamdu Ullahi" De ki:
Hamd Allah'a özgüdür." (Nemi,59) Mukayyet övgüye gelince, bazen
bir tenzih
sıfatıyla kayıtlandırılır: "elhamdu
lillahi'llezi lem yettehiz
veleden / Çocuk
edinmeyen Allah'a
hamdolsun." (İsra, 111) ayetinde olduğu gibi. Bazen de bir fiil sıfatıyla
kayıtlandırılır: "Ellezi
enzele ala abdihi'l
kitab / Kuluna
kitabı indiren..." (Kehf,
1) ve "elhamdulülahi'llezi
halake ssemevati ve'l ard / Gökleri ve yeri yaratan Allah'a hamdolsun."
(En'am.l) ayetlerinde
olduğu gibi. İndirilmiş kitaplarda Allah'a yönelik hamd ile ilgili olarak
yer alan tüm ifadeler bu
taksim dahilindedir.
Mesele: 37- Allah mahlukatı, varlık mertebeleri
kemale ersin ve varlık içinde marifet
tamamlansın diye
yaratmıştır. Yani marifetle ilgili taksimatın varlığı tekamül etsin diye. Şu
halde kulları, kendisini
bilip tanısınlar diye yaratmıştır. Çünkü bazı meşhur rivayetlerde de
vurgulandığı gibi
O bilinmeyen bir
hazineydi. Yoksa kendisi
zatında tekamül etsin
diye
değil. Allah,
bundan münezzehtir, yücedir.
O, kendini kendisiyle
biliyordu. Marifet
mertebelerinden olmak
üzere kainatın da
O'nu bilmesi kalmıştı.
Böylece marifet kemal
bulacaktı. Bu
yüzden mahlukatı yarattı
ve onlara kendisini
bilmelerini emretti. Ve bu
yüzden varlık
kadim(öncesiz) ve hadis
(sonradan olma) şeklinde
bölünmektedir. Eğer
kainatı yaratmasaydı,
varlık mertebeleri tamamlanmayacaktı. Bu gerçeği iyi anla.
Mesele:
38- Cimrilik ismi
Allah için muhaldir.
Şayet yüce Allah,
mümkün nitelikli
varlıklardan bir şeyi katında
bekletir, biriktirirse, verdiklerinden dolayı O'nun için cömertlik
isminin kullanılması,
vermediklerinden dolayı O'nun için
cimrilik isminin kullanılmasından
daha evla olmaz.
Çünkü varlık cinslerinin
sınırlandırılması açısından bu alemden daha görkemli, daha
göz kamaştırıcı bir
şeyin olması imkan
dahilinde değildir. Dolayısıyla evrende bir varlık cinsinin fazla
olması da mümkün değildir. Çünkü Allah evreni ilmin delili olarak ortaya
koymuştur. Dolayısıyla delilin dayanaklarının tamam ol ması gerekir. Geride
misallerden başka da bir şey kalmıyor. Zaten misal de hakikati itibariyle
misalinin aynısıdır.
Mesele: 39- Keşiften daha yukarı, perdeden de
daha aşağı bir derece yoktur. Keşif
arz-ularm hedefidir,
yani görmektir (rüyet).
Perde ise yoksunluğun
en büyüğüdür, yani görmenin
(rüyet) olmayışıdır. Her
iki hüküm de
alemde zuhur etmiştir.
Şu halde tecelli etme ile perdelenme arasında
sınırlandırdığı bu alemden daha göz alıcı, daha görkemli bir varlığın olması
imkan dahilinde değildir.
Mesele:
40- Bu ümmetten
fertler kutup dairesinin
dışmdadırlar. Onlar rablerinden
apaçık bir belgeye
dayanırlar. Kendilerinden bir şahit de onları takip eder. Onlar, bu ümmet
de geçmiş ümmetlerdeki
Nebiler düzeyindedirler. Geçmiş ümmetlerdeki bu Nebiler kendi
içlerinde rablerinden gelen
bir şeriata tabi olurlardı, ne resuldüler ne de tabi olanları vardı.
Sadece Hak taala onlara
vahiy indirirdi. Onlara "Ferd" ismiyle bakardı. İsimlerden kutuptan
ayrı bir
tek olması hasebiyle
diğer fertlerden ayrı
olarak alemde önde
olmak gibi bir
ayrıcalığı vardı. Bağdat'ta
Abdulkadir Geylani'den haber verilir ki, o, Şeyh Abdurrahman et-
Tasunci (tasunc, Dicle
nehrinin kıyısında yer
alan ve doğu tarafından
Numaniye'nin tam
hizasına düşen bir köydür)
hakkında, o velilerin ayanları olan fertlerden biridir, demiştir.
Mesele:
41- Muhtar (seçme
hakkına sahip), bir
işi istediği zaman
yapan, istediği
zaman yapmayan kimseye
denir. Bir işi yapmaya ya da yapmamaya dair ön bilgi, hakkında
ön bilgi
olmayan işin vaki
oluşunun tahayyülünden ibarettir.
Bu yüzden ihtiyar
(seçme
hakkına sahiplik)
imkansızdır. Zorunlu ol-maksa bir işe zorlanmak demektir. Ama zorlama
da yoktur. Yani ne zorlanma
vardır, ne de serbestlik. Ey gözlemci bu Meseleyi
iyi tahkik et;
inşallah faydasını
görürsün.
Mesele:
42- Bir şeyin
icat edilmesi, önce
icat edilen şeyin
nefiste hasıl olması, ardından fiilde gerçekleşmesi ile
mümkündür. Nefiste bir şey hasıl olmadığında içinde bir şey yok demektir.
Dolayısıyla icat diye bir şey yoktur. Ancak başlangıçta misalin göze zahir
olmamasından dolayı, sonradan
zuhuruna icat etmek
adı verilmiştir. Aslında
gerçek
anlamda bir icat söz konusu
değildir.
Mesele: 43- Birleşme, iki zatı bir zata
dönüştü-rüyorsa bu mümkün değildir. Çünkü ya
her iki
zatın aynı birleşme
halinde mevcut olacaktır,
bu durumda ise
iki zattırlar, ya da
zatlardan birinin aynı
yok olacak ve
öbürü kalacaktır, o
zaman da öncekinin
bir sınırı olmayacaktır. Şayet
birleşme birin sayı mertebelerinde zuhur etmesi, yani sayıların zuhur etmesi
şeklinde olursa bu açıdan birleşme sahihtir. Yani delil, hisse muhalif olur.
Diğer bir ifadeyle bir veçhe olarak belirginleşir. Tıpkı yazan kimsenin elinin
hareketinden ve delilden kinaye
olarak, "Allah onu
yarattı, bu kadim
kudretin eseridir, sonradan
olma (hadis) kudretin eseri
değildir", demek gibi.
Marifetin bu miktarına vakıf
olmanın yolu kesp
ve şuhudur, birleşme diye adlandırılan düşünce yolu değil.
Bize göre birleşme, kulun
hakkın himmetinden ve iradesini yöneltmesinden etkilenme
makamında hasıl olmasını
ifade eder bazen. Bu da doğrudan ve direkt olmaz, dolayısıyla
kulun gerçekte Hak taalaya
ait olan bir sıfatla zuhur etmesi birleşme olarak isimlendirilir;
çünkü Hak kulun suretinde
kul da hakkın suretinde zuhur etmiştir.
Bizim tarikatımızda bazen
hakkın vasıflara ve halka karışmasına da birleşme denir.
Bunun neticesinde
biz hayat, ilim,
kudret, irade ve
O'na ait olan
tüm kemal isimleriyle
vasıflanırız. O da suret,
göz, el, ayak, zira, gülme, unutma, taaccüp etme, gülümseme gibi
bize ait olan vasıflarla
kendini vasfeder. Bizimle O'nun arasındaki bu vasıf karışımı zuhur
edince, bizim
O'nunla, O'nun da
bizimle zuhur etmesinden
dolayı buna birleşme
adını
verdik. Bu bakımdan
aşağıdaki söz sahihtir:
Sen arzu edenim ve arzu
eden benim.
Mesele: 44- "Leyse kemislihi şey'un ve
huve's semiu'l basir / O'nun benzeri gibi bir şey yoktur.
O işitendir, görendir." (Şura,
11) Benzerlik düşünsel
olur, dilsel olur.
Zeyd,
insanlıkta Amr'ın
benzeridir; çünkü nefsin sıfatları bakımından ortaktırlar. Bu, düşünsel bir
benzerliktir. "O'nun
benzeri gibi bir şey yoktur." ifadesi bu kapsama girmez. Ancak ifadenin
orijinalindeki "kaf" harfinin zait
kabul edilmesi veya
misalin O'nun en
yüce varlığıyla ilgili olduğu varsayımına
dayalı uzak bir
çıkarsama yapılması başka.
O halde ayette
sözü edilen benzerlikten maksat dilsel bir benzerliktir. Ve bu da
sahihtir. Zeyd aslan gibidir. Amr deniz gibidir. Yani Zeyd aslan gibi cesurdur.
Amr da deniz gibi cömert, temiz ve geniştir.
"Meselu nurihi ke
mişkatin / O'nun nurunun temsili bir kandil gibidir." (Nur,35) Bu
örneklere dikkat et.
Mesele:
45- Çalışılarak elde
edilen kesbi bilgiler
nefiy yada ispat
şeklinde hükme
bağlanmış hükmün
nispetinden başka bir şey değildir. Müfretlerden hiçbir şey de kesp
ile
elde edilmiş
değildir. Kesbetme derken nazar
ve gözlemle elde etmeyi kast ediyorum. Bir
yerde kesbetme,
müfredi bilme olan
tasavvura nispet edilirse,
bu ancak lafız
açısından
olabilir, anlam açısından
değil. Sen sadece bir anlama delalet eden bir lafız işitiyorsun. Bu anlam ise
onun yanında ya maddi olarak ya da bedihi olarak malumdur. Fakat bu lafzın
bunun için konulduğu
bilinmez. Bu yüzden ona
sorulur ve şu
sonuç elde edilir:
Bu lafız, onun yanında malum olan bu anlam için konulmuştur, aksi
olamaz.
Mesele: 46- Malumlar zahiri his, batın veya
bedihi olarak sınırlandırılmışlardır. Aklen
bunların birleşiminden
ibaret olanlar ise ya anlam
ve hayal ya
da suret şeklinde
olurlar.
Batın nefsi
idrak olarak isimlendirilir. Bu
acıları ve benzeri
şeyleri bilmektir. Hayal
ise, ancak özel bir surette
terkip edilebilir. Akıl hayalin terkip ettiğini anlar, düşünür. Ama aklın
terkip ettiğinin bir
kısmını tasavvur etmek,
hayalin gücü dahilinde
değildir. Suretler anlamlara
vaki olsalardı, bu sadece, eğer suretler olsaydı ancak bu suret şeklinde
olurdu, gibi bir takdire göre belirginleşirdi. Süt suretinde ilim, bağlama ipi
suretinde borç, Bakara suresinin dili
ve iki gözü olmak
suretiyle okuyucusuna
tanıklık etmesi, salih
olan amellerin güzel
bir delikanlı suretinde
olması gibi. Bu
mertebede zekat payı alınmamış mala yer yoktur. O kel ve
kaşlarının üzerinde iki siyah nokta bulunan bir yılan suretinde görünür. Eğer
engellemenin aynısı olursa,
lütufsuz olarak bu
kapıya bağlanır. Çünkü engelleme olması
hasebiyle yokluktur. Oysa
malın aynısıdır; yılanla
cevher açısından ortaklığı söz
konusudur. Yani cevherin
taşıdığı bir sureti
çıkarıp yılan suretini
üzerine geçirmiştir.
Mesele: 47- Kemaline, eksikliğine, doğasının
uygunluğuna, uyumsuzluğuna, arazına veya konumuna bakmaksızın eşyaya cevherleri
itibariyle bakmak ne güzeldir, ne çirkindir, ne
övgüye değerdir, ne
de yergiye. Çünkü
güzellik, çirkinlik, övgü
ve yergi konulmuş
niteliklerdir. Bu
nitelikleri şeriat veya tabiat, uygunluğu veya uyumsuzluğu hükmüne bağlı
olarak koymuştur. Ve bunlar
da kemal ya da noksanlığa dönüktürler, başka değil. Sonra
eşya, failleri
bağlamında, ona dayanmaları itibariyle tümüyle
ve ilahi edebe sahip olarak
güzeldirler. Şimdi bu Meseleye nasıl baktığına dikkat et; o
zaman bu konuyla ilgili meşhur
ihtilaftan tümüyle
sıyrıldığını görürsün. Bize göre şerefli
ve alçak olmak da bu bağlamda belirginleşir.
Mesele:
48- Kaza ve
kadere razı olan
kimsenin küfre, günaha
ve şeriata aykırı
hareket etmeye
razı olması gerekmez.
Çünkü bunların tümü
masiyettir, kaza ve
kaderin aynısı değildir. Yüce kanun koyucu (sari) bize kaza ve kadere
razı olmamızı emretmiştir, takdir edilene, hükme bağlanana değil. Bu ise Hak
taalayı seçmektir, seçtiğini değil. Şunu diyemezsin: Allah'ın
benim için takdir
ettiği günahlara razı
oldum. Çünkü ifadenin orijinalindeki "ma" takdir
edilenin aynısıdır. Ancak bu "ma"yı ifadede zait olarak kullanman
başka. O zaman bunu söyleyebilirsin.
Mesele:
49- Taalluk eden
sıfatların varlığı taallukun
varlığını gerektirmez. Örneğin
Kudret ezeli olarak vardır
ve taalluk etmesi var etmek demektir. Ama icadın, var etmenin
ezeli olması
gerekmez. Aynı şekilde
ilim; onun varlığı,
malumların hakikatlerine taalluk
etmesini gerektirmez.
Aksine taalluk yeteneği,
selahiyeti vardır. Bize
göre ilim, hadistir
(sonradan olmadır) ve
birdir. Har malumun bir ilmi vardır, demiyorum. Çünkü ben ilim için
her maluma
taalluk etmesini şart
görmüyorum. Bu sadece
malumlardan sonsuz bir
anlamdır ve bilinmesi sahih
olan şeyle ilintili cehaletin oluşmasından kaçınmayı ifade eder.
Bu ise Allah için muhaldir
ve biz de Allah'ın birliğini savunuyoruz. Eğer her malumun bir
ilmi olsaydı, malumların da
sonu olmadığı için, o da onları bilen olacaktı. Ve de bununla
kaim olan
da sonsuz olacaktı.
Diğer bir ifadeyle
sonsuz olanın varlığa
dahil olması
gerekecekti. Oysa sonsuz
ilimlerin varlığı muhaldir. Bu anlattıklarımızdan dolayı İmam Ebu Amr es-Selaliki
el-Eş'ari (r.a) sonradan
olma ilmin sonsuz
olana taalluk etmesini
caiz
görmüştür. O'nun
yanında ders gören
bazı arkadaşları ondan
aktararak Hz. Peygamberden
(s.a.v.) bir hadis rivayet ettiler. Bu bizim açımızdan sahih bir sözdür ve biz
buna razıyız, kaynaklarımız
farklı da olsa. Değil mi ki delalet ettiği şey birdir. Bu bağlamda
birileri çıkıp uykuyu,
gaflet halini ve unutmayı ileri sürerek bize itiraz edemez. Çünkü bunlar
aletlerin geçişiyle
belirginleşen bedensel doğal
olgulardır. Bunların mahalli
insaniyet letafeti değildir. İnsaniyet
letafeti, beden uyuşa
da uyanık olsa
da, bilir. Tek
bir alemle
sınırlandırılamaz. Bütün alemler
onundur; maddi alem
de, hayali alem
de, akli alem de.
Melekler ve
melekut da. Hak
onu nereye sirayet
ettirirse, oraya sirayet
eder, nerede
durdurursa, orada
durur. Bilen olmadığı
sürece, nerede olursa
ve nerede bilirse
bilsin,
mutlaka bir maluma taalluk
eder. Bu, içinde ilmin yenilenmesine dönük bir husus değildir.
Sadece maluma
yönelik taalluk yenilenir.
Bunun nedeni de
malumun maddi veya başka
türlü zuhur etmesidir. Bu
malumun zuhur etmesinden
önce nitelendiği ilim ile
onu idrak eder. İrade de böyledir. Bütün bunlarla ilgili sözlerimiz sonradan
olma, yaratılmış sıfatlar hakkındadır. Allah'ın ilmi ve taalluk eden
sıfatlarına gelince, akıl erbabı bu hususta bizimle aynı kanaattedir.
Küçük bir zümreyi
oluşturan mutezililer hariç.
Bizim açımızdan onların itibara alınacak bir tarafları
yoktur.
Mesele: 50- Aklın bir nuru, imanın da bir nuru
vardır. Aklın nuru Allah'ın varlığının,
güç yetiren, işiten, bilen ve irade eden oluşu gibi uluhiyet için
gerekli olan veya caiz olan ya da
imkansız olan hususların
marifetine ulaşır. İman
nuruyla da Hakkın
zatı, teşbihi ve tenzihi
gerektirici mahiyette kendisini
vas-fettiği şeyler bilinir.
İman nuru bu
bilgiyi
müşahede ile alır. Bu
Nebilerin ve Velilerin derecesidir. Aklın bir sınırı olduğu gibi imanın
da bir
sınırı vardır. Aklın
sınırı, onu normal
gözleminin gerektirdiği biçimde
sebepleri ve varlığının maslahatları
üzerinde düşünmeye ulaştırır.
İmanın sınırı ise,
onun yanında
adetin aşılmasıdır,
ta ki adet
onun için aşılmış olsun.
Öyle ki azap
ve acıdan, nimet
ve benzerlerinden lezzet alacak hale
gelir. Mahlukat içinde akıl
erbabına özgü olaylar
aklın
sınırı doğrultusunda
gelişir. Allah'a bağlı
kimselere özgü olaylar
da imanın sınırı
doğrultusunda cereyan
eder. bunlar hal,
ilahi emirler, rabbani
dosdoğru düşüncelerin
sahipleridir.
Mesele:
51- Zatın bütün
mümkün nitelikli varlıklara
yönelmesine ilah ismi
verilir.
Bunun nedeni uluhiyet
olarak isimlendirilen olgunun ifade ettiği anlamdır. Zatın kendisiyle
ve tahakkuk
etmiş tüm hakikatlerle,
tahakkuk etmişin varlık
olarak veya yokluk
olarak tahakkuk ettiği şeye yönelmesine ilim; mümkün nitelikli
varlıklara, mümkün nitelikli varlıklar
olarak üzerinde bulundukları durum itibariyle yönelmesine ihtiyar;
mümkün nitelikli varlığa, olanın
olmasından önce bilmenin
varlığı itibariyle taalluk
etmesine meşiyet; mümkün nitelikli varlık için caiz olan iki
şeyden birini tayin etmek suretiyle tahsis etmek üzere taalluk etmesine irade;
kevni icat etmek şeklinde taalluk etmesine kudret; oluşturulana kendisinin
oluşunu duyurması şeklinde
taalluk etmesine emir
adı verilir. Bu
duyurma da aracılı
ve aracısız olmak üzere
iki türlüdür. Aracıların
kalkmasıyla örnek alma
kaçınılmaz olur. Bu durumda
varlık olur. Dolayısıyla
zorunlu olarak varlığın
aracılı olması diye
bir şey söz konusu değildir. Aslında bu hakikatin
kendisi olarak bir emir değildir; çünkü hiçbir şey ilahi emrin karşısında
duramaz. Zatın, olan bir
şeyi, kendi oluşundan
veya kendisinden sadır olan bir oluştan çevirmek maksadıyla duyurma şeklinde taalluk etmesine
hazırlanma adı verilir. Bunun sureti
aracı edinme veya
aracıyı terk etme
şeklindeki taksimle ilgili
emir şeklindedir. Zatın kendisinin ve başka varlıkların üzerinde
bulunduğu ya da oluşturulmuş nefsin içine yerleştirilmiş hususiyetlerin
tahsiline taalluk etmesine haber verme adı verilir.
Eğer varlığa
sende bulunan herhangi
bir şey aracılığıyla
taalluk ederse buna
istifham
denir. Şayet emrin
taallukunun ona nüzul etmesi cihetiyle taalluk ederse buna da dua adı
verilir. Emrin
bu duruma taalluk
etmesinden dolayı da
kelam olarak isimlendirilir.
Bunu bilme şartı
koşmaksızın kelama taalluk
etmesine işitme adı
verilir. Buna bir
ilim taalluk ederse bu
sefer anlama adını
alır. Nurun keyfiyetine
ve taşıdığı görünmelere
basiret ve görme (rüyet) adı
verilir. Bu taallukların tümünün sahih olması için varlığı kaçınılmaz olan
idrak aracılığıyla her idrak edilene taalluk etmesine de hayat adı verilir.
Aslında bunların tümünde ayn birdir, sadece taallukların sayısınca, taalluk
edilenlerin hakikatleri miktarınca çeşitlenir ve müsemmalara yönelik isimler
mahiyetinde belirginleşir. Bu hakikati iyice anla.
Mesele:
52- İlmu'l yakin
(yakinen bilme), Allah'ın
seninle bilinmesidir. Çünkü
sen
O'na yönelik delilin
aynısısm. Bu, hakkında delile ve şüphe kaldırmayan bir delile (hüccete)
dayalı olarak
uluhiyet hükmü verilen
bir mahiyetin şekli
olmayan ve bilinmeyen
zatının ispatıdır. Ayne'l yakin, bu zatın kendi gözüyle müşahede
edilmesidir, senin gözünle değil.
Senin özünle
müşahede edilmesi bütünüyle
yok olmaktır; böyle
bir durumda uluhiyet
nispeti ne
olumlama ne de
olumsuzlama olarak düşünülemez.
Ancak kendi gözünle hükümlerin ve çizgilerin yok oluşunu
ve izlerin silinişini müşahede edebilirsin. Hakka'l yakin, bu müşahededen önce
değil, sonra uluhiyetin bu zata nispet edilmesi demektir. İşte
ilimle hak
arasındaki fark budur,
başka değil. Muhakkikler
bu noktada herhangi
bir şey söylememişler. Bundan
sonra yakinin hakikati
gelir. O da
onun içinde onunla
bütünüyle kaybolup gerçekten fena
bulmasıyla birlikte külli
uzaklığın etkilerinin zuhur
etmesidir.
Mertebelerin gayesi
budur. Dolayısıyla bunların
üçü, yani ilim,
ayn ve hak
kitaptan
kaynaklanıyor, dördüncüsü
de sünnetten kaynaklanıyor. Peygamber
efendimiz (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur:
"Senin imanının hakikati
nedir? Her hakkın
bir hakikati vardır."
Muhakkik kul,
hakkal yakin iddiasında
bulunurken kendini bu
hakikatle dener. Bu
nokta üzerinde düşün.
Mesele: 53-
Hakkı müşahede etmek, O'nun zatını ihata etme sonucunu doğurmaz.
Bu yüzden "la
tudrikuhu'l ebsar / Gözler O'nu göremez." (En'am,103) buyrulmuştur. Eğer
müşanede uluhiye-tin
zat ile münasebetini
bilmeyi doğursaydı, bu
taktirde Hz.
Resulullah'ın (s.a.v.)
ahiret yurdunda ilahi
tecelli ile ilgili
sözlerinin ve Allah'ın
insanlara
"ena rabbukum
/ Ben sizin
rabbinizim" (Enbiya,92) demesinin,
buna karşılık insanların "senden Allah'a
sığınırız." demelerinin bir anlamı olmaz. Çünkü insanlar müşahede
ettikleri
halde onun Hak taala
olduğunu bilmeyeceklerdir. Şu halde uluhiyeti bilmek, zorunlu olarak zatı bilmeyi
gerektirmez. Dolayısıyla hakikate
dair marifetin eksenini
üç ilim oluşturuyor:
Uluhiyeti bilme. Zatı bilme
ve bu uluhiyetin bu zatla münasebetini bilme. Bütün bunlardan
sonra da ne ihata etmek ne
de idrak etmek söz konusudur:
"Vellahu yekulu'l
hakke ve huve yehdi'ssebil: Allah gerçeği
söyler ve doğru yola O
eriştirir." (Ahzab,4)
Salat ve Selam efendimiz
Hz. Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine olsun.
Hiç yorum yok