Şeyh Galip (1757 - 3 Ocak 1799)
İBDA Külliyatına aşinâ olanların çok yakından bildikleri isimlerden birisi de Şeyh Galib'dir. İbda Mimarı Mütefekkir Mirzabeyoğlu'nun Büyük Müzdaripler 4. ciltte ve Matla' beyitlerde ismi geçen Şeyh Galib'in vefatının seney-i devriyyesi. İlk önce Şeyh Galib hakkında Mütefekkir'in eczanesinden bir kaç anekdot aktarıp sonra hayatı hakkında kısa da olsa bilgi bulabileceğiniz bir yazı ile Şeyh'i anmış olalım...
Rahmet ve dua ile...
- “Kural olmasa da, umumî olarak
söylenebilir; bütün dehâlar, gençliklerinde parıldadılar… Yunanca’da, “şâir”
ile “dehâ” aynı mânâda… Dehâ Sokrat’ın, gerçek insanlara teşmil ettiği bir ifâde
ile, seneler geçtikçe insan vücut olarak ihtiyarladıkça ruh gençleşir… Dehâlar
hep gençtir; gençleşir… Goethe, bu yüzden, “insanlar bir kere bülûğ ıstırabı
çeker, dehâlar hep yeniden!” demiştir.
“Bütün dehâlar gençliklerinde
parıldadılar”; Şeyh Galib de, 24 yaşında iken dîvânını düzenliyor ve 2 sene
sonra da “Hüsn-ü Aşk” isimli ünlü mesnevisini.” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaribler
–Düşünce Tarihine Bakış, İBDA Yayınları, 4. Cilt, s. 288)
“Şeyh ünvanını genç yaşta alan,
Muhammed Esad Galib, şeyh-mürid ilişkisinden çok “dostluk” ilişkisini andıran
Esrâr Dede’nin vefatı dolayısıyla ayrılığının ardından, bu üzüntünün de
saikiyle fazla yaşamıyor ve henüz 42 yaşında iken, arkasında eser plânında
gerçek bir dünya bırakarak sahici âleme göçüyor: Hicri 1213-Milâdî 1799.
Galib’te tecelli eden mânâ, “irfan
inceliği”; demek ki aşk inceliği… Yâni keşşâf; keşif sahibi… Yâni güzelliğin
gölgesinde oturan; demek korunan… Demek teşhis sahibi; seçen, ayıran, tanıyan,
eşyaya şahsiyet veren… Demek ki nesneleştirme gücü olan, sıralayan, düzenleyen,
tanzim eden… Bu küçük işaretler, “Hüsn ü Aşk”a dair isminden başlayarak bir
kanaat verebilir.” (Büyük Muztaribler, 4. Cild, s. 301)ŞEYH GALİB
Şeyh Galib 1757 yılında İstanbul'da doğdu. Babası
Mustafa Reşid Efendi, annesi Emine Hatun'dur. Kuvvetli bir tasavvuf
eğitimi içinde yetişen babası, Mevleviliğe ve Melamiliğe bağlı şiirle de
uğraşan, kültürlü bir kişiydi. Şeyh Galib'in dedesi Mehmed Efendi de
mevlevi tarikatı aydınlarındandı. Galib ilköğrenimini babasından gördü.
Hamdi adlı bir bilginden Arapça dersi aldığı ve kendisine Esad mahlasını
veren Süleyman Neşet'ten de öğrenimi sırasında faydalandığı
bilinmektedir. Çok genç yaştayken güçlü bir şair ve geniş kültürlü bir
aydın olarak tanındı.
İlk şiirlerinde Esad mahlasını kullandı. Bu adın başkalarınca benimsendiğini görerek Galib adını kullanmaya başladı. Her iki mahlası birlikte kullandığı görüldü. Henüz 24 yaşındayken divan sahibi olan şair, 26 yaşlarında Türk edebiyatında mesnevi türünün en başarılı örneklerinden biri sayılan "Hüsnü Aşk" adlı eserini tamamladı. Bir yıl sonra Konya'da Mevlana dergahında çileye girdi, fakat ayrılığına dayanamayan babasının isteği üzerine çilesini tamamlamadan İstanbul'a döndü.
Yenikapı mevlevihanesinde yeniden çileye girdikten sonra hücreye çıktı. Sütlüce'deki evinde, 1791 yılına kadar ilimle ve eser yazmakla uğraştı. Bu tarihte Galata Mevlevihanesi şeyhliğine getirildi. Sekiz yıl kadar süren dergah şeyhliği sırasında Sultan Üçüncü Selim, Valide Sultan padişahın hemşiresi Beyhan Sultanın yakınları arasında yer aldı. Bunun sonucu olarak Sultan Üçüncü Selim ve Valide Sultan'da harap bir durumda olan dergahı ve Kasımpaşa mevlevihanesini tamir ettirdi. 1799 yılında İstanbul'da vefat eden Şeyh Galib'in kabri Galata mevlevihanesinin avlusundaki türbededir.
İlk şiirlerinde Esad mahlasını kullandı. Bu adın başkalarınca benimsendiğini görerek Galib adını kullanmaya başladı. Her iki mahlası birlikte kullandığı görüldü. Henüz 24 yaşındayken divan sahibi olan şair, 26 yaşlarında Türk edebiyatında mesnevi türünün en başarılı örneklerinden biri sayılan "Hüsnü Aşk" adlı eserini tamamladı. Bir yıl sonra Konya'da Mevlana dergahında çileye girdi, fakat ayrılığına dayanamayan babasının isteği üzerine çilesini tamamlamadan İstanbul'a döndü.
Yenikapı mevlevihanesinde yeniden çileye girdikten sonra hücreye çıktı. Sütlüce'deki evinde, 1791 yılına kadar ilimle ve eser yazmakla uğraştı. Bu tarihte Galata Mevlevihanesi şeyhliğine getirildi. Sekiz yıl kadar süren dergah şeyhliği sırasında Sultan Üçüncü Selim, Valide Sultan padişahın hemşiresi Beyhan Sultanın yakınları arasında yer aldı. Bunun sonucu olarak Sultan Üçüncü Selim ve Valide Sultan'da harap bir durumda olan dergahı ve Kasımpaşa mevlevihanesini tamir ettirdi. 1799 yılında İstanbul'da vefat eden Şeyh Galib'in kabri Galata mevlevihanesinin avlusundaki türbededir.
ŞEYH GÂLİB HAYATI VE ESERLERİ
Prof. Dr. Naci OKÇU
Mehmet
Es’ad (Gâlib) 1171 / 1757 - 58 yılında İstanbul’da Yenikapı
Mevlevihânesi yakınlarındaki bir evde doğdu. Babası Mustafa Reşid
Efendi, annesi Amine Hatun’dur.
İlk
bilgilerini babasından alan Gâlib, bir gazelinde, onun yolunu
tuttuğunu, duâ ve senâlarla söyleyerek onu "Mürşid-i Üstâd-ı Kül" diye
övmekte ve sağlığını dilemektedir:
Peyrev oldum ben de Gâlib vâlid-ı zî-şânıma
Kim duâ vü medhi hem farz ü hem elzemdir bize
Mustafâ nâm u Reşîd ü mür’ id-i üstâd-ı kül
Her nigâh-ı himmeti iksîr-i azamdır bize
Farkımızda sayesin Allah memdûh eylesin
Âlem ancak zât-ı vâlâsıyla âlemdir bize
"Hüsn ü Aşk"ın Miraç bölümünü onun teşvikiyle yazdığını, "Tarz-ı Pîr-i” ondan öğrendiğini belirtmektedir:
Bulmagla hitâm bu mebâhis
Bu zât-ı sütûde oldu bâ’is
Üftâde-i râh-ı ser-bülendi
Ya’nî pederim Reşîd Efendi
Bu güm-rehin oldu dest-gîri
Öğretdi suhanda tarz-ı pîri
Esrar
Dede; "Hazreti Gâlib Dede Efendimiz istidâd-ı harikulâdesi ianetiyle
ulûm ve fünûn-ı mütemeddideden’vâye-gîr îdi. Halbuki babasından yalnız
Şâhîdî Dede manzûme-i lugaviyyesinden başka fârisiyye ve ilm-i şire aid
kimseden birşey taallüm eylememişdi" demek suretiyle şâirin babası
Mustafa Reş’id Efendi’den ilk tahsilini aldığını zikrediyor.
Esrar
Dede bu ifadesiyle Gâlibe ümmîlik isnad etmek istediği anlaşılıyor, ilk
anda Esrar Dede’ye hak vermek kanaati hasıl olsa da Gâlib’in eserleri
gözönüne alındığında, bunların öyle tahsilsiz bir insan tarafından
meydana getirilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır. Nitekim, Köseç Ahmet
Dede’nin Es-Sohbetü’s-Safiye ismindeki eserine gayet fasih ve beliğ bir
Arapça ile haşiyeler yazmıştır. Ayrıca Yûsuf-ı Sineçâk’ın Cezîre-i
mesneviyesine tasavvuf neş’esi ile bir şerh yazmış olması da Gâlib’in
düzenli bir tahsil gördüğünü göstermektedir.
Şâirimize,
Es’ad mahlasını veren, ayrıca babası Mustafâ Reşid Efendi’den almış
olduğu şiir zevkini kuvvetlendiren ve ona bu yolda öncülük eden diğer
bir üstadı da Hoca Neş’et’dir.
Söz bir gûher-i ulvi-i Lâhût mekândır .
Mebde’le meâad ana velî gûş u zebândır.
diye başlayan şiirle Gâlib, kendisine Es’ad mahlasını veren Hoca Neş’et’e 37 beyitlik bir kasideyle teşekkür etmiştir.
Şâirlik
kabiliyeti, daha pek genç iken gelişen Mehmet, bir aralık Divân-ı
hümâyûn beylikçilik kalemine devam etti. Daha sonra Hoca Neş’et’e
intisab ederek ondan mesnevi okumaya bir müddet sonra da büyük bir
hevesle şiir yazmağa başladı.
Gâlib,
babasından ve Hoca Neş’et’ten tahsil etmekle kalmamış, ayrıca o
devirlerde edebiyât, musikî ve tasavvuf mektebi mahiyetinde olan
mevlevihânelerde, mevlevî büyüklerinin sohbetlerinden de faydalanmıştır.
Türk
edebiyâtının büyük üstâdlarından başka, İran’ın büyük şâirlerini de
iyice tanıyan, tasavvuf edebiyâtını layıkıyla öğrenmeye başlayan Gâlib,
Buharalı Sâib’in şiirlerini çok beğeniyordu. Bütün bunlar ve bilhassa
Mevlânâ’nın Mesnevîsi’nin onun düşünce hayatının gelişmesinde çok büyük
bir yeri vardır.
Şâir
Es’ad mahlasını, eski ve yeni birçok şâirler tararından kullanıldığını,
aynı zamanda isim iltibasını önlemek için Gâlib mahlasını seçti..
Şiirlerinde bu yeni mahlası kullanmağa başladı. Es’ad mahlasını da
birdenbire terketmedi. Fakat sonraları şiirlerini sadece Gâlib
mahlasıyla yazdı. Şâirin bir gurur ifâdesi taşıyan bu mahlası seçmesi
zamanında dedikodulara sebep oldu. Hatta şâir Surûri, alaylı bir edâ ile
yazdığı kıt’a ile Gâlib’e sataştı.
Bu
büyük istidâd, genç yaşta inkişâf gösterince (1195 / 1780) tarihinde
yirmidört yasında iken ilk defa divân tertib etti. Bundan iki sene sonra
da, (1197/1782-83)de mesnevi tarzındaki büyük eseri, Hüsn ü Aşk’ı
meydana getirdi. Nitekim, Semâhâne-i edeb’de : "Genç yaşta iken vücuda
getirdiği âsâr-ı mergûbeleriyle sabittir. Tam yirmidört yaşında iken,
mükemmel bir divân vücuda getirmiştir ki, bunu şuâra-yı asrdan Pertev
Efendi (kâne kelâmü Gâlib) fıkrasıyla tevrîh eylemiştir. Üdebânın
mâşuk-ı cânı zurefânın mahbûbı vicdânı olan Hüsn ü Aşk nâm-ı eser
bihterinlerin yirmialtı yaşlarında İken ikmal etmiştir. Çûnki eser-i
mezkûre kendilerinin buldukları "Hitamü’l Misk" cümle-i celilesini
Galib bu cerîde-i cefânın
Târihi olur “hitâmühü’l misk
lâhiyasını söylemege salahiyet-i kâmile verilmiştir.
Denilerek
şâirin Hüsn ü Aşk’ı ve divanının tamamlanışı açıkça ifâde edilmiştir.
Hüsn ü Aşk’ın yazılmasına sebep olarak şu hadise gösterilmektedir.
Gâlib,
divânını tamamladıktan iki sene sonra bir gün bulunduğu bir mecliste
Nâbî’nin Hayrâbâd’ını haddinden fazla medhetmişlerdi. Şâir, Nâbî’ye
hürmeti olduğu halde, onun yazdığı bu eserin kıymetsizliğinden bahsetti
ve "Bir hırsızın kemâlini irâd" etmekten ibâret olan bu mesneviden daha
mükemmel manzum bir hikâye kaleme alabileceğini muhataplarına açıkça
söylemekten çekinmedi. Fakat bu vesile ile mecliste bulunanların
istihfafına maruz kaldı. İşte yîrmialtı yaşında bulunan Gâlib, derin ve
ani bir heyecanla bir iddia yüzünden başladığı Hüsn ü Aşkı altı ay
zarfında ikmal etti ve ikmal tarihi olarak 1197/1782 "Hitâmühül-misk"
terkibini buldu.
Hüsn
ü Aşk adlı mesnevisini yazdıktan sonra (1198 / 1783) Gâlib’in anî bir
kararla Konya’ya gittiğini ve Mevlânâ dergâhında çileye soyunduğunu
görüyoruz. Ana ve babasının arzular hilâfına yapılan bu yolculuğun,
hangi sebeple ihtiyar edilmiş olduğunu açıklayan iki rivâyet vardır.
Bunlardan birisi; şâirin Mevlânâ ve mevlevîliğe karşı duyduğu aşk
dolayısıyla mevlevîliğin bu en büyük ve kutsal merkezini görmek ve
çilesini orada çıkarmak isteyişi, diğeri de Sütlüce’de tanıştığı İbrahim
Hân-zâdeler’den Yunus Bey adındaki mahbûbun aşk ve alakasıyla
gidişidir. Bu sebeple, Konya’da kaç ay kaldığını bilemiyoruz. Gâlîb,
babası Mustafa Reşidin devamlı ısrarları ve Konya Çelebisinin ihtarları
üzerine, çilesinin geri kalan kısmım tamamlamak için İstanbul’a dönmüş,
Yenikapı Mevlevîhânesi meşîhatında bulunan Ali Nutkî Dede’nin zamanında
çilesini üç sene zarfında, Esrar Dede’ye göre de, Mevlevî tabiriyle "Bin
bir gün" de tamamlamış, "Dede" ve "Hücre-nişîn" olmuş daha sonra, şeyhi
olan Ali Nutkî Dede Efendi’den hilâfet almıştır.
Çilesi
boyunca Gâlib, şiirle uğraşmamıştır. Fakat çilesini bitirdikten sonra,
tekrar şiir yazmağa başladığı gibi ayrıca tasavvufa ait eserler de
vücuda getirmiştir.
Mevlevî
derviş ve şâir Yusuf Sineçâk’ın Cezîre-i Mesnevîsine bir şerh
yazmıştır. Ondan evvel de Trabzonlu Kösec Ahmed Dede’nin
"Es-Sohbetü’s-Sâfiye"sine bir haşiye yazmıştır. Artık. haklı bir şöhret
kazanmış; gerek Mevlevîler yanında, gerek o devir şâirleri arasında
mümtaz bir mevki sahibi olmuştu. Bilhassa, mevleviliği çok seven, şiire,
musikiye karşı büyük bir alâka gösteren üçüncü Selim’in (1203/1789)
tahta çıkması, Gâlib için çok mesut bir hadise oldu. Zamanının tanınmış
bir şâiri olan Gâlib Dede, yeni hükümdârın teveccüh ve himâyesini
kolaylıkla temin etti. Pâdişâh, artık Galib’i takdir ediyordu.
Galib’i takdir eden padişah III. Selim, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin türbesine gönderilecek örtü için şâirden bir beyit istemişti. O da;
Müceddid olduğu Sultân Selîım’in din ü dünyâya
Nümâyândır bu nev -pûşîdesinden kabr-i Monlâ’ya
beyitlerini ihtiva eden Terci-i bendini III. Selim’e takdim etti, böylece padişahla yakınlığını daha da kuvvetlendirmiş oldu.
Galata
Mevlevîhânesi post-nişîni olan Halil Nûmân Dede şeyhlikten azledilmiş
ve yerine Konya’da Şems dergâhı türbedarlığında bulunan Abdullah Dede
tayin edilmişti. Fakat bu zat, vazifesi başına giderken Kütahya’da vefat
etti. Konya Mevlevî âsitânesi şeyhi olan Hacı Mehmet Emin Çelebi,
Gâlib’i yakından tanıyordu. Derhal bir emirle onu, Galata Mevlevîhanesi
şeyhliğine tayin etti. Esasen mevlevîlere daima teveccüh gösteren III. Selim,
Gâlib’e karşı beslediği güven ve sevgi neticesi olarak ona zaman zaman
bazı vazifeler veriyordu. Bunlardan Mesnevîhanlıkların inhası hakkı
şâire veriliyordu.
Diğer
taraftan Gâlib’in şiirdeki kudretine hayran olan padişah onun divanını
3000 lira sarfederek yazdırmış, ciltletip tezhip ettirmişti. Padişahın
bu iltifat ve ihsanlarına şâir, onun adına yazdığı kasîdelerle mukabele
etmeğe çalışıyordu. Ayrıca şâir ve hattat Cevrî’nin yazdığı mükemmel bir
Mesnevi’yi de Gâlib’e hediye etmişti. Padişahın bu iltifatından büyük
bir memnuniyet duyan şâir o zaman
Bana Sultân Selîm-i kâmver kâm-ı cihân verdi
Bütün dünyâ değer bir genc-i hâsı râygân verdi
matlaıyla
başlayan kasîde ile padişahın bu ihsan ve iltifatlarına mukabele etmeğe
çalışıyordu. İşte bu suretle padişahın devamlı ihsan ve iltifatlarına
mazhar olan şâir her vesile ile minnettarlığını ifâdeden geri
durmuyordu. Gâlib’in şiirleri gözden geçirilecek olursa, onun padişah ve
sultanlarla olan samimi münasebetlerini gösteren bir çok ifâdelere
tesadüf olunur. Baharın gelmesi, bir mehtâb âlemi, bir kış, bir bayram,
askeri bir muvaffakiyet, ayrıca Hatice Sultan’ın Neşatâbâd için yazdığı
bir manzume, Beyhan Sultanın Çırağan ve Ferahza kasırları hakkındaki
tarihler, şâire bir şükran vesilesi olmuştur.
Bilhassa III. Selim
için yazılan kasîdeler, o devre ait yapılan muhtelif yenilikler
hakkında ve yapılan her müessese için Gâlib uzun medhiyeler, tarihler
tanzim etmiş, müceddidliğjni hemen hemen her kasîdesinde, her tarih
manzumesinde dile getirmiştir. Özellikle o devirde mevlevîlere ait bir
takım müesseselerin tamir ve yapılmasında Gâlibin büyük tesiri olmuştur.
Nitekim bu kasîdelerin birinde,
Ol pâdişah ki verdi mühimmât-ı devlete
Hüsn-i nizâm Mehdi-i sâhib-zaman gibi.
demek suretiyle III. Selim’i Nizâm-ı Cedîd hareketiyle bir dünya müceddidi olarak Mehdiye benzetmektedir.
Eski
Mevleviler arasında ağızdan ağıza dolaşan rivayetlere göre, beyaz bir
cilde sahip olan Şeyh Gâlib’i Sultan Selim “Pamuk Şeyhim" diye sever,
hatta sohbet sırasında istirahat lüzumunu duyunca dizine yatarmış.
Galib’in III. Selim’in kızkardeşi Beyhan Sultan’a âşık olduğu ve aşkını bildirmediği rivayetlerdendir.
Ah kim düşdü gönül bir şeh-i âlî-câha
Rehnümâ her keremi bin elem-i cângâha
ve
Sultan vasfı Hazret-i Beyhâna yaraşır diyen ve:
Bir suhanla dil-i viranımı ma’mûr etdi
Ede mesrûr anı Hak gönlümü mesrûr etdi
beyitleriyle
şâirin Beyhan Sultan’a karşı engin bir muhabbeti sezilir. Gâlib
Divânın’da Beyhân Sultan adına yazılmış 3 kasîde 4 tarih vardır. Beyhân
Sultan için bu kadar mültefit davranan Gâlib’in bu iltifatı Hatice
Sultan’dan esirgemiş olması herhalde manidardır. Ancak bu rivayetlerin
Galib’in gördüğü teveccühden doğma ve gerçekliği şüpheli bir rivayet
olduğunu sanıyoruz.
Gâlib’in
dervişler arasında Esrâr Dede gibi san’at âleminde oldukça mevki tutmuş
kıymetli şahıslar da vardı. Yeni yetişen gençler arasında devrinin en
büyük şâiri sayılıyor, şiirlerine nazîreler yazılıyordu, işte bu parlak,
debdebeli hayat içinde Gâlib’i müteessir eden başlıca hadiseler (1209
H/1794-95) de annesi Emine Hanım’ın, iki sene sonra da çok sevgili
arkadaşı ve dervişi Esrar Dede’nin ölümü oldu. Bilhassa Esrar Dede için
yazdığı mersiye, Gâlib’in bu ölüm karşısında ne derin bir teessür
duyduğunu anlatmaktadır. Esrar Dede için bu üzüntüsünü dile getiren:
Kan ağlasın bu dîde-i dürbârım ağlasın
Ansın beni o yâr-ı vefâdârım ağlasın
beytiyle
başlayan bu manzume, şâirin en güzel eserlerinden birisidir. Gerek
annesini, gerekse bu mevlevî muhitindeki hâmisini kaybetmek Gâlib için
büyük bir darbe oldu. Nihayet kendisi de hastalandı ve 26 Recep 1213 (3
Ocak 1799) Çarşamba sabahı vefat etti. Şâirin cenazesi kandile tesadüf
eden perşembe günü büyük bir merasimle kaldırılmış, Galata Mevlevihânesi
türbesinde Mesnevi şârihi İsmail Rusûhi Ankaravî'nin ayak ucuna
defnedilmiştir.
Gâlib’in
hastalığıyla ilgili birçok rivayetler vardır. Bunlardan biri, şâirin
hastalığının verem olduğu rivayetidir. Şâirin veremden öldüğü ve
hastalanmasına sebep olarak şu vak’a gösterilmektedir.
Bir
cuma günü mukabele esnasında, çehre-i câzibine ve kadd-i mevzûn-ı
şâirânesine yakışacak suretle, mûtena ve mükellef giyinmiş olduğu halde
semâhâneye çıktığı sırada, kendisinin mâsivaya fazla ehemmiyet vererek
alâyişe kapılmasma ve böyle zinetle me’lûf olanların başlarını feda
etmeleri layık olacağını muhtevi yanında bir tehdid-nâme buldu. O
sıralarda Sultan Selîm hakkında dahi bazı cühela tarafından urcûfeler
neşrolunmağa başladığından, şâir-i ârif şimdiye kadar kendisine
tapınırcasına hürmet ve muhabbet gösteren dervişler arasında böyle galiz
ruhun bulunuşuna ve böyle küstahlığın suduruna pek teessüf etti. Bu
vak’anın tesiriyle o günden sonra her şeyden elini çekti. Birkaç sene
içinde veremden vefatına kadar, ihtiyar-ı inziva ve halvet etti. Bu
rivayetten başka, Gâlib’in hastalanmasına sebepolarak gösterilen birkaç
rivayet daha vardır.
1. Pâdişah III. Selim, Şeyh
Gâlib’le beraber bir Çarşamba günü Beşiktaş Mevlevihânesi’ne gitmişler.
Ayînden evvel tekkenin şeyhi Yusuf Zühtü Dede’nin mesnevi okutması icab
ederken hükümdar o gün dersin Gâlip tarafından verilmesini emretmiştir.
Şâir
bunun üzerine kürsüye çıkmış, fakat dergâhında muntazam takrirler yapan
şeyh, burada bir kelime bile söyleyemediği için fevkalade mahcup olarak
kürsüden inmek mecburiyetinde kalmış ve o günden sonra hastalanmış.
Gâlib’in böyle ani bir suretle hastalanması, gönül ehli olan Beşiktaş
şeyhini kırmasından ileri geldiği rivayet edilmektedir.
2.
Şeyh Gâlib, bir gece Yenikapı Mevlevihânesi’ne gitmiş, Ali Nutki Dede
ile karşı karşıya otururken mağrurane bir vaziyet takınmış, hatta
başından sikkesini çıkarmış:
- Şeyhim, biraz istirahat edelim, demiş. Şeyh de:
-
Evet uykunuz geldi galiba, istirahat buyurun, diye kalkmış harem
dairesine çekilmiş. Ali Nutkî Dede bundan fevkalade incinmiş, işte
himâyesi altında yetiştiği, şeyhinin kalbini kırması kendisine manevi
bir sille olmuş ve bu yüzden hastalanmış ve vefat etmiştir.
3.
Galib, bir gün at üzerinde olduğu halde Yenikapı Mevlevihânesine
gidiyormuş. Dergâhın beş on adım berisinde Sahih Ahmed Dede’ye tesadüf
etmiş, at üzerinde iken selâm vermiş. Dede ise, fazlaca eğilmek
suretiyle mukabelede bulunmuş. Halbuki bu tarzda selâm, ancak Konya
Çelebilerine verildiğinden Dedenin maksadı bir tazim değil, Gâlibin
edebe muhalefet ettiğini anlatmak imiş. Onun feyz aldığı dergâha yaya
olarak gitmesi icab ederken atla gitmesi, Ahmed Dede gibi ihtiyar ve
arif bir zâta mevleviliğe yakışacak tarzda selâm vermemesi, felaketini
mucîb olmuş hastalanmış ve vefat etmiştir.
Sözü
edilen rivayetlerin gerçek olup olmadıklarını belirtmek hususunda
hiçbir belgeye sahib değiliz. Hassas bir ruha ve içli bir tabiata sahip
olan şâirin vereme yakalanmış olması akla yakın geliyor. Bütün bu
rivayetler Galib’in genç yaşında hastalanıp ölmesi yüzünden aranılan bir
takım sebeblerden ibarettir.
GÂLİBİN ESERLERİ
1. DÎVÂN
Gâlib
divanının elimizde bulunan tek matbu nüshası 1252 / 1836 tarihini
taşımaktadır. Yesârizâde hattı ile Mısır’da Bulak matbaasında
bastırılmıştır.
Divan 380 sahife olup, 124 sahifesi kasideleri, 164 sahifesi gazelleri, 92 sahifesi de Hüsn ü Aşk mesnevîsini meydana getirir.
Dîvânda
30 Kasîde, 71 Tarih, 13 Terci-ibend, 1 Sâkinâme, 8 Müseddes, 19 Tahmis,
2 Muhammes, 1 Tard u Rekb , 11 Rarkı, 11 Mesnevî, 1 Bahr-ı Tavîl, 1
Tezkire, 371 Gazel, 1 Mersiye, 2 Lügaz, 43 Kıt’a, 63 Rübâ, 70 Beyit, 4
Mısra yer alır.
2. HÜSNÜ AŞK
Gâlib’in
asıl şöhretini sağlayan, kendisinin de övündüğü bu mesnevi 2101
beyitten meydana gelmiştir. Matbu divanın sonunda divanla beraber
basıldığı gibi İstanbul’da 1304 yılında Ebuzziya matbaasında ayrıca
basılmış, Tahir Olgun tarafından da Mahfil mecmuası yayını olarak,
1939’da tabettirilmiştir. Vasfi Mahir Kocatürk 1961 yılında Hüsn ü Aşk’ı
nesre çevirmiştir. Hüsn ü Aşk, Prof, Dr. Hüseyin AYAN ve Prof. Dr.
Orhan OKAY son olarak Prof. Dr. M. NURDOĞAN tarafından nesre
çevrilmiştir.
Reyh
Gâlib, Hüsn ü Aşk’ın sebeb-i telif bölümünde, bir mecliste, Nâbi’nin
"Hayrâbâd" ından bahsedildiğini, meclistekilerin bu mesneviyi övmede pek
ileri gittiklerini, buna bir nazîre yazmanın mümkün olmadığını
söylediklerini ve bu ifâdenin kendisine ağır geldiğini, hatta bu
sözlerin bir çeşit sınama sayıldığını, Nâbi’nin bu hikâyesinin konusunu
Şeyh Attar’dan çaldığını, Burakı övüşte de Nefi’nin "Rahşiyye’sini örnek
edindiğini, hele evlenme tasvirinin hiç lüzumu olmadığını söylediğini,
bunun üzerine kendisine böyle bir eser yazmasını teklif ettiklerini,
onun da bu teklif üzerine Hüsn ü Aşk’ı yazdığını söyler.
"Hüsnü
Aşk, Dîvân edebiyatı bediiyyatından ayrılmak, bu suretle teferrüd etmek
isteyen, o edebiyatın talipleri içinde, ancak Sebk-i Hindi’nin yeni
buluşlarıyla eski mazmunları işleyen, fakat gerçekten de hem tasavvuf
hem şiir bakımından tesiri altında kaldığı eserleri bile yapıcı
bünyesinde eriten, bu suretle de tek kalan bir eserdir. "Galib, bu
eseriyle tarikatte visalin gayet çetin eziyetlere tahammüllerle mümkün
olabileceğini, seyrin bir mürşit tarafından aydınlatılmayı
gerektirdiğini, visden sonra da Hüsn’nün Aşktan başka birşey olmadığının
anlaşılacağını ortaya koymaktadır.
3. ES- SOHBETÜ’S- SÂFİYYE
Köseç
Ahmet Dede’nin, Er-risâletü’l-Behiyye Fi tarikati’l-mevleviyye adlı
risâlesine tahşiyedir. Eser, Arapçadır. Türk Dili ve Edebiyatı
dergisinde çıkan bir makaleden, sözü geçen eserin Üsküdar
Mevlevihânesi’nin son şeyhi Ahmet Remzi tarafından Türkçe’ye çevrilmiş
olduğunu öğreniyoruz.
4. RERH-İ CEZÎRE-İ MESNEVÎ
Yusuf
Sîne-Çâk’ın Mesnevî’nin altı cildinden mevzu ve mana bakımından uygun
yüzer beyit seçerek altı bölüm olmak üzere tertib ettiği baş tarafa
dokuz beyitlik mesnevî tarzında ve mesnevî vezninde bir başlangıç, sona
beş beyitlik bitim bölümü eklediği “Cezîre-i Mesnevî “sinin şerhidir.
Henüz
basılmamış olan bu eseri, Gâlib 1204 Receb’inden sonra (1789) ve
Kulekapısı dergâhına şeyh olmadan önce, Sütlücüde’ki evinde şerh
etmiştir.
5. MEVLEVİ ŞÂİRLERE TEZKİRE
Kütüphanelerimizde
birçok yazmaları bulunan bu eserde Gâlib, Mevlevi şâirlerinin hal
tercümelerini kısaca yazmış ve bazı şiirlerinden seçmeler meydana
getirmiştir. Müsvedde halindeki bu eserini tertib, tasnîf ve ikmâl itmek
üzere çok sevdiği dervişi Esrar Dede’ye verdiği bildirilmektedir.
Nitekim, Esrar Dede bu müsvedde üzerinde çalışarak Tezkire-i Şuarâ-yı
Mevleviyye adlı eserini meydana getirmiştir.
EDEBİ ŞAHSİYETİ DİL VE İFÂDE ÖZELLİKLERİ
"Şeyh Gâlib, edebiyat sahnesine çıktığı zamanda yani XVIII. yüzyılın
son yarısında Dîvân şiiri bilhassa Nâbî tesiri altında bulunuyordu.
Nedim’i Nâbi’ye tercih ederek onun yolunda yürümek isteyenler yok
değildi. Fakat bilhassa Koca Ragıb Paşa’dan sonra, Nâbî tarzı daha da
kuvvetlenmişti. Şeyh Gâlib, Hüsn ü Aşk’ında "Eski şâirlerin taze mazmun
bırakmayarak hepsini tükettiklerini, zamane şâirlerinin eskilerini
taklidden başka birşey yapmadıklarını, bu eski üstadların hakiki vârisi
olarak, yalnız kendisinin kaldığını iddia etmektedir. Gâlib’in sanat
hayatında tesadüf ettiği ilk muarızlar ve Nâbî hayranlarıdır. Ragıb Paşa
münşeâtını ezberlemekle kendilerini şiir ve edebiyat adamı sanan
Bâbıâlî Kâtiplerinden alayla bahseden Gâlib diğer sınıf muarızlarını da
bize anlatmış oluyor. Bunlar da birinciler gibi, her türlü yeniliklere
aleyhtar olan Nâbi takdirkârlarıdır. Halbuki dîvân şiirinin bütün
üstâdlarını pek iyi bilen, Çağatayca manzûmesiyle Nevâî’ye yabancı
kalmadığını gösteren Gâlib, Attar, Mevlânâ, Nizamî, Hüsrev, Sâip ve
bilhassa Buharalı Şevket gibi çoğu neslen Türk olan İran şâirlerini de
iyice tetkik etmiştir.
Şâir,
geniş ve kuvvetli bir muhayyileye sahip olduğu için, sanatın şahsiyet
ve yenilik demek olduğuna, başkalarını taklîd etmekle sanat eserleri
vücuda getirilemeyeceğini pek iyi anlamıştı. Ona gelinceye kadar,
asırlardan beri yetişmiş büyük şâirler, muhtelif şiir nevilerinde en
yüksek numûneleri vermişlerdi. Fuzûlî, Bakî, Nefî, Nedim dururken ne
mesnevide, ne kasidede ne de gazelde onların üstüne çıkmak imkansızdı. O
devrin umûmi kültürü, klâsik İslâm edebiyatı dairesinden hariç yeni bir
şiir, yeni bir sanat telâkkisinin meydana çıkabilmesine tamamen mani
idi. İşte bir taraftan bu imkansızlığı gören, diğer taraftan mutlaka bir
yenilik yapmak lüzumunu duyan Şeyh Galib, bu tezat karşısında epey
zaman çırpındı. Fakat kudretli şâir, bütün bu imkansızlıklara rağmen,
nihayet yeni bir yol açmağa muvaffak oldu. Bunu yaparken, kendinden önce
gelen şâirlerin kullandıkları bilhassa mazmunları, sembolleri yeni
parlak renklerle boyayarak ve yeni nisbetler dairesinde telîf ederek
yeni bir tarz meydana getirmeğe muvaffak oldu. Diğer taraftan şâir,
lisan ve tarz noktasında Bâkî, Nefî, Nedim ve hatta Nâbî gibi büyük
şâirlerden istifâde etmiştir. Fakat bütün bunların yanında bilhassa
Mevlânâ ve Buharalı Şevket’in, onun şiir sanatında tesiri büyüktür.
Hiç yorum yok