NİYÂZÎ-İ MISRİ VE OSMANLI'NIN YIKILIŞI


NİYÂZÎ-İ MISRİ VE OSMANLI'NIN YIKILIŞI


Niyazî-i Mısri Efendi'nin Rodos'a sürgün gidişi bir yabancı gözüyle...
Dimitri Kantemir isimli tarihçinin konu ile ilgili aktardıkları...

37-MISRİ EFENDİ’NİN TAKDİR EDİLMEYE DEĞER TUTUMU:[1]


Sadrazamın savaş hazırlıklarıyla uğraştığı ve hatta kentin dışında karargâh kurduğu bir sırada, Bursa Şeyhi Niyâzî-i Mısri Efendi [2], kendisinin ilahi yardımına inanan derviş adı altında üç binden çok gönüllüyü bayrağın altına toplar. Bu dervişler, kendisinden ne maaş, ne de başka geçim gereksinmesi istemeyerek, nereye götürmek isterse oraya gitmeye hazır olduklarını söylüyorlardı. Şeyh bu dervişlerle deniz yoluyla Rodos’a gider; buradan da kara yoluyla Edirne’ye gelir ve kente varır varmaz yandaşlarıyla birlikte doğru Selimiye Camii’ne gider. Burada öğle namazı için gelen halka rastlar. Mısri Efendi de büyük bir gayret ve dindarlıkla ibadette bulunur ve aşağı yukarı şu mealde halka hitap eder:

“Almanlara karşı yeni bir ordunun kurulduğunu öğrendim. Bugünkü durum karşısında Müslümanların iyiliği ve çıkarı için Kuran-ı Kerim’in kurallarına göre ne yapabileceğimi uzun boylu düşündüm durdum. Şu anda Osmanlı ordusunun bugüne dek Hristiyanlar tarafından uğradığı büyük kayıpların sebebinin ne olabileceğini araştırdım. Bu düşüncelerim arasında bizzat Allah Teâlâ gökten, aralıksız süren bu büyük bozgunların nedeninin, ne Almanların cesareti, ne de Türk halkının günahı olduğunu; aksine gâvurların ruhu, imanı ve ananelerinin etkisi altında kalarak, kâfirlere karşı büyük sayıdaki ordu değil, fakat Allah Teâlâ’ya imanlı, temiz yürekli ve uyruğa karşı doğru dürüst olmak lazım geldiğini bilmeyen imparatorluğun on yedi vali ve ileri gelenlerinin uygunsuz davranışları sebep olmuştur.

İmparatorluğumuzu yok olmaya sürükleyen bu kişileri bilmek istemez misiniz? Pekâlâ, türban ve Müslüman giysileri içinde çalımla aramızda dolaşmaktan utanmayan bu gâvurların adlarını ilâhi hikmet bana açıkladı. Bunlar şunlardır:

Vezir, yeniçeri ağası, kaymakam[3], defterdar[4], reis efendi ve isimleriyle adlandırabileceğim öteki büyük devlet memurları.

Bütün bunlar ölümle cezalandırılmadıkça, gâvurları yenme ümidini taşı­yamayız. Hattâ imparatorluğun top yekün yok olması beklenebilir. Bu amaçla, Allah Teâlâ’nın emriyle sayıları az olmasına ve henüz silahları olmamasına karşın, ilahi kudretten hız alarak din bilgisiyle donatılmış, günahsız ve lekesiz bir yığın Müslüman toplamış bulunuyorum. Bunlar sayesinde sayısız kâfir ordusuna salt karşı koymak değil, fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırlarından tümüyle püskürtebileceğimi sanıyorum.”

Bu haber her tarafa o kadar çabuk yayılır ki, olaylara meraklı bulunan salt halk değil, fakat büyük sayıda yeniçeri, sipahi ve öteki askeri memurlar camiye koşarlar. Cami çok geniş olmasına karşın, bu kadar kalabalık dinleyiciyi içine alamayıp tüm dış salonlar dahi dolar. Bunca kalabalığın toplandığını gören sözcü, o kadar çok coşar ki dinî nasihatleri tam dört saat sürer. Bir ayaklanma olur korkusuyla sadrazama haber verilir. Vezir de herhangi bir olasılığı zamanında önlemek amacıyla kaymakamı, Şeyh Mısri Efendi’ye gönderir ve bir şeyler tebliğ edilmek üzere kendisine kadar gelmesini rica eder. Kaymakam, en derin saygı ile iltifatlarla görevini yerine getirdikten sonra Mısri Efendi kendisine,

“Ben, Allah Teâlâ’nın bana gökten açıkladığı şeyleri kullarına söylemek için gönderilmiş bir kuluyum. Ve vezirin ne gâvuru olabileceğini bilemem ve görevimi bırakıp da onu dinlemeye sebep görmüyorum” yanıtını verir. Kaymakam, kendisini dikkatle dinleyen bu kadar kalabalık bir halk yığınının çevresini sarmış olduğunu görünce, toplantıyı dağıtmak için kuvvet kullanmaktan başka çare olmadığını anlayarak, sadrazama geri gider ve kendisine gördüklerini ve duyduklarını söyler ve aynı zamanda kötülüğü önlemek ve bu halk topluluğunu dağıtmak için derhal gerekli önlemleri önerir. Zira şeyhin baştan sonuna kadar vaizi salt devletin ileri gelenlerine karşı değil fakat bizzat sultana karşı halkı ayaklandırmaktan başka amaç gütmüyordu. Bunlardan sonra sadrazam, yeniçeri ağasını ve şeyhin kâfirlikle suçladığı tüm ötekileri çağırtır ve hepsini bekleyen ortak tehlikeyi belirterek, kendilerini tehdit eden olayı önlemek için ne gibi tedbirler alınması gerektiğini sorar. Ortaya atılan tüm kanılar göz önüne alındıktan sonra, önceden sultanın onayı alınmadan hiçbir şeyin yapılmaması gerektiği sonucuna oybirliğiyle varılır. Bununla beraber bu arada şeyhi kentten uzaklaştırmak için tüm önlemlerin alınması lazımdır. Bu amaçla derhal sultana bir telhis gönderirler ve bununla derviş giysisi içinde büyük bir asker çetesiyle birlikte bir şeyhin kente geldiğini ve Selimiye Camii’ne giderek halka hitap ettiğini ve kararsız cemaati ayaklanmaya kışkırttığını ve devletin ileri gelenlerine leke sürmekten ve hatta sultana dahi iğrenç isimler takmaktan geri kalmadığını; kendilerini kâfir diye adlandırarak ve açıkça Osmanlı Almanlarının, imparatorluk Almanlarına karşı savaş ettiklerini ve bundan dolayı Allah Teâlâ’nın, Osmanlı sarayı üzerinde lütfü beklenemeyeceğini diyerek, sadrazam ve öteki subaylardan öcünü aldığını bildiriyordu. Bu ve bunun gibi başka yapmacık işaretler yüzünden sultan o kadar çok hiddetlenir ki, derhal asinin yakalanmasını emreder ve kullandığı yeşil türbanına olan saygısından ötürü kendisini ölüme mahkûm edemediğinden tüm çetesiyle birlikte Bursa’ya gönderilmesini emreder. Böylece sadrazam, istediğini sultan adına yerine getirmek yetkisini elde etmiş olduğuna sevinerek kaymakamı bir defa daha camiye, fakat bu sefer yeniçeri ağası ve büyük sayıda askerin eşliğinde gönderir. Kaymakamla yeniçeri ağası, yeniçerileri dışarıda, sokakta bırakarak hâlâ vaazda bulunan şeyhin yanına giderler ve sultan adına selamlayarak, sultanın kendisinin kutsallığı ve ünü hakkında çok güzel şeyler işittiğini ve bunları kendisine duyurmak istediğini, bundan dolayı oyalanmadan saraya gelmesini rica ettiğini haber verirler. Mısri Efendi ise, ya bunların amacının farkına varır ya da saman altındaki yılan gibi

“Buraya gelmenizin sebebi dediğiniz gibi sultanın değil, fakat şeytanın [5]gönderdiğini sanıyorum” der.

“Mamafih Allah Teâlâ uğrunda savaştığım için insanların ne övgüleri, ne de saldırıları beni rahatsız etmez. Bu itibarla bu İslam cemaatine herhangi bir hakarette bulunmamak ve sultanın emirlerine boyun eğmek istemiyor sanılmasın diye istediğiniz yere gitmeye hazırım. Bununla beraber bütün bunları ne kendi isteğimle ve de fena amaçla değil, fakat ilahi vahiyle konuştuğuma kanaat getirmeniz için, işte benim buradan ayrılmamdan birkaç saat sonra tanık olacağınıza daha şimdiden bildiririm” cevabını verir. Bunları söyledikten sonra camiden çıkar ve kapıda kendisini bekleyen sultanın faytonuna biner ve muhafızların eşliğinde her yandan koşarak gelen büyük sayıdaki halkın saygı gösterileri arasında gider. Fakat halk kendisini izleyemeyecek kadar uzaklaştıktan sonra kapalı bir arabanın içine koyarlar ve ilkin Rodos’a, sonra da Bursa’ya götürürler.


38 –  MISRI EFENDİ’NİN UZAKLAŞMASINDAN SONRA İZLENEN MUCİZE:




Şeyhin batıl kehaneti hakikaten gerçekleşir, zira onun ayrılmasından iki gün sonra öğleye doğru yeniçerilerin ve subayların tüm çadırlarını devirecek kadar şiddetli bir kasırga çıkar. Rastlantı olarak bu sıralarda öğle yemeğini pişirmek için birçok çadırda âteş yanıyordu. Fırtınadan devrilen çadırlar ateş alır ve çabucak ötekilere de yayılarak, bir saatten az bir süre içinde yüksek rütbeli subayların pavyonlarıyla birlikte binden fazla çadır kül olur gider. Halk bu görüntü karşısında seyirci kalıyor ve sadece: işte bu gerçeğin kanıtıdır ve kulunun haksız yere sürgün edilmesinden dolayı Allah öç alıyor diye haykırıyor ve ateşin söndürülmesi konusunda hiçbir yardımda bulunmuyordu. Sonun da askerler büyük güçlükle ordugâhın bir kısmını ateşin alevlerinden kurtarmayı başarırlar. Bizzat sultan bile büyük bir korkuya kapılır ve şeyhe saygı dolu bir mektup yazarak, hain vezirleri tarafından aldatıldığını itiraf eder, kendisini affetmesini rica eder ve tekrar Edirne ‘ye gelmesini ve orduyu kutsamasını istediğini bildirir. Buna karşılık Mısri Efendi ise, kendisinin sürgün işinde sultanın değil, fakat saray arabozucularının kabahati olduğunu tâ baştan bildiğini; buna karşın bu haksızlığı unutarak herkesi bağışladığını, fakat Edirne’ye dönemeyeceğini, çünkü ilk kez Edirne’ye gitmesiyle şimdiki arasında çok farklı bir durum olduğunu söyler.] (Dimitri KANTEMİR)


[17 MART 1694'TEN 18 MART 1915'E VEYA MONDROS'TA ATILAN İMZA


Bu başlığı şöyle de atabiliriz: 17 Mart 1694'ten 18 Mart 1915'e veya ayağı bukağılı bir erenin 30 Ekim 1918de Mondros'ta attırdığı imza.

XVII. asrın sonlarındayız.

Devir İkinci Ahmed devridir. Hazret-i Niyazi'nin iş başında bulunan hainleri Padişaha tek tek bildireceği şayiası, devlet adamları arasında, özellikle de Kâdızâdelilerden Vânî-i Cânî lakaplı Mehmed Efendide telaş uyandırır. Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa, Mısrî Efendinin duasını almak isteyen ve sonra sefere çıkılmasını münâsip gören Sultân II. Ahmed'i, bu zât geldiği takdirde büyük bir fitne zuhur edeceği yolundaki telkinleriyle fikrinden vazgeçirir.

Hazret-i Pîr, 30 Haziran 1693 Salı günü Edirne'ye gelip va'z etmek üzere Selimiye Camiine indiği zaman, halk caminin etrafını doldurmuş kalabalıktan içeriye girilemez olmuştur. Bu durumu gören Sadrazam, Niyâzî-i Mısrî'nin eğer derhâl tutuklanıp sürgün edilmezse büyük bir karışıklık çıkacağını pâdişâha telkin eder; Mısrî'nin Limni'ye sürgünü hususunda bir ferman alır. Bunun üzerine Hazret-i Mısrî tekrar Limni'ye sürülür (1693). Hazret-i Pîr bu sefer incinmiştir ve giderken:
"OSMANLI'NIN İNKIRAZI (ÇÖKÜŞÜ) İÇİN DÖRDÜNCÜ KAT SEMÂYA BİR KAZIK ÇAKTIM. BU KAZIĞI BENDEN BAŞKA KİMSE ÇIKARAMAZ."

der ve ayağındaki bukağı ile bir koçu arabaya bindirilip palas pandıras yola çıkarılır. Ve bir müddet sonra adada (17 Mart 1694) vefat eder.

Yıl 18 Mart 1915 İngiliz Agamemnon zırhlısı Çanakkale Boğazına girer ve Mecidiye tabyasına ölüm kusar; ancak Çanakkale'yi geçemez. İsabet alıp geri çekilir. Birinci Dünyâ Savaşı sonunda ateşkes isteyen Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918 yılında Limni Adasında Niyâzî-i Mısrî'nin gömüldüğü yere bakan Mondros Limanında Agamemnon zırhlısında yapılan antlaşma ile Osmanlı'nın inkırazı (çöküşü) tescil edilir.

İmdi, sadede gelelim ve ricâl-i devlete dönüp soralım:

Biz şimdi Hazret-i Mısrî'den özür dileyip Mondros'ta ayağımıza geçirilen bukağıdan kurtulalım mı, kurtulmayalım mı?

Bu zat, zamanının büyük velîlerinden olup kerametleri zahir ve bahirdir, ne buyurmuşsa hepsi ayniyle vuku bulmuştur.] (TATÇI Mustafa Niyâzî-i Mısrî [Kitap]. – İstanbul  : H Yayınları, 2010, s.92)




[1] (Dimitri KANTEMİR, Dimitri KANTEMİR trc.Dr. Özdemir ÇOBANOĞLU Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi [Kitap]. – İstanbul : Çağ Yayınları-Cumhuriyet Kitap Kulübü, 4.Baskı – 2001),c.II, 771-774; Açıklamalar: 968-970

[2] Mısrî Efendi hayatı için: http://vadetamam.blogspot.com/2014/08/niyazi-msri.html

[3]Kaymakam: Yani Osman Paşa olup, köken bakımından Girit’te doğmuş bir Rum’du. Kandiye’nin kuşatılması dolayısıyla Köprülü Ahmed Paşa’nın eline tutsak olarak düşer ve bunun teşvikiyle Müslümanlığı kabul eder. Bundan sonra giderek sadrazamlığa kadar yükselir. Çok akıllıydı ve duruma göre hareket etmesini bilirdi.

[4] Defterdar: Bu sıralarda defterdarlık görevini Türklerin devlet işlerindeki büyük becerisinden ve deneyiminden dolayı, bugüne dek yücelttikleri Kirli  İsmail Efendi görüyordu.

[5] Sultan değil, fakat şeytan (sultandan, şeytandan): Mısrî Efendi’nin bu deyişi, bundan sonra iki türlü yorumlanmıştır. İlk önce motamo (kelime kelime) anlamında, yani sultanın kendi kusurlarını ayıplayan bir insanın yaşamına son vermek için, şeytani bir ruh tarafından kışkırtıldığı; sonra iki anlamlı olarak yani Mısrî Efendi’nin, kendisini uyarmak için gelenlerin sanki sultan tarafından değil de, kendisini bu suçu işlemeye iten şeytan tarafından gönderilmiştir.


Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.