MEBDE' VE ME'ÂD-İmâm-ı Rabbânî
(Başlangıç ve Son)
İmâm-ı Rabbânî, Müceddid-i Elf-i Sânî
Ahmed Fârûkî Serhendî
"Kaddesallahu Sırrehu'l Aliyye"
Süleymân Kuku
Dr. Necdet Tosun
Gayb perdesi ardında olan güzelliklerin,
Hepsini Senin güzel sûretine koydular
Hayâl kalemi, düşünce sahîfesine ne çizse,
Mütenâsib şeklini ondan güzel yaptılar.
Abdullah-i Dehlevî "Kuddise Sirruh"
[Bu kitâb, fârisî dil ile yazılmış olup, bir kısmı arabîdir.]
KONULAR
1. FIKRA: Mânevi Yolda Yükseliş ve İniş Mertebeleri
2. FIKRA: İrşad Kutbunun Feyzi
3. FIKRA: İrşad Mâkâmı
4. FIKRA: Son Halin Başlangıca Yerleştirilmesi
5. FIKRA: Nimeti Anmak
6. FIKRA: Allah' a, Allah'ta ve Allah'tan (Halka) Yolculuk
7. FIKRA: Evliyâ Mertebeleri
8. FIKRA: İniş ve Halk Arasına Tam Dönüş
9. FIKRA: Müşâhade
10. FIKRA: Tasavvuf Yoluna Giriş
11. FIKRA: Kelime-i Tevhid ve Allah'ın Zâtını İdrak
12. FIKRA: Kalb ve Mertebeleri
13. FIKRA: Ruh ve Mânevi Yolculuğu
14. FIKRA: Peygamberimizin Ayrıcalığı
15. FIKRA: Bir Mânevi Halin Gelmesi ve Gitmesi
16. FIKRA: Bir Âyetin İnce Mânası
17. FIKRA: "Allah'ı Tanıyan Kişiye Günah Zarar Vermez" Cümlesinin Mânası
18. FIKRA: Allah'ın Varlığı Hakkında Özel Bilgi
19. FIKRA: Aynı Konu Hakkında İlâve Açıklama
20. FIKRA: Görülen ve Hayale Sığan Şeyler Allah Teala Değildir
21. FIKRA: Bu Konu Hakkında İlâve Bilgi
22. FIKRA: Mutlak Olanın Yalınlığı
23. FIKRA: İnsanın Melekten Üstünlüğü
24. FIKRA: Evliyânın Halktan Biri Gibi Görünmesinin Hakikati
25. FIKRA: Dünyevi Bilgiler ve İlâhi Âleme Ait İlimler
26. FIKRA: Dünyevi Bilgilerin Geri Dönmesi Kusur Değildir
27. FIKRA: Rızâ Makâmı
28. FIKRA: Hanefi ve Matüridi Mezheblerinin Fazileti
29. FIKRA: İrşad İcâzeti
30. FIKRA: Yâd Daştın Mertebeleri
31. FIKRA: On Makamı Aşmadan Yolun Sonuna Ulaşılamaz
32. FIKRA: Evliyânın Zâhiren Sebeplere Sarılmasının Sırrı
33. FIKRA: Evliyânın Gizli Kalmasının Sebebi
34. FIKRA: İnanç Konularında Bid'atın Zararı
35. FIKRA: Müteşabih Âyetlerin Tefsiri
36. FIKRA: Hz. Peygambere (as) Uymak
37. FIKRA: Zâtî ve Sıfatî Muhabbet Arasındaki Fark
38. FIKRA: Bâtın İlminin Fazileti ve Şeyhin Âdabına Riayet
39. FIKRA: Altı Latifenin Mertebeleri ve Yükselişi
40. FIKRA: Allah'ın Kelâmı ve Zaman Hakkında Özel Bilgi
41. FIKRA: Tekvin (Yaratma) Hakîkî Sıfatlardandır
42. FIKRA: Allah Teala'yı Görmek; Akıl, Firaset ve Keşf
43. FIKRA: Yakînin Mertebeleri
44. FIKRA: İradenin Fânî Olması
45. FIKRA: Kur'an-ı Kerim'in Hidayeti ve Hayali İlahlardan Kaçınmak
46. FIKRA: Şeyhe Muhabbet
47. FIKRA: Kelime-i Tevhîd Zikri
48. FIKRA: Kur'an'ın, Kâbe'nin ve Hz. Muhammed'in Hakîkatleri
49. FIKRA: Kelime-i Tevhîd'in Fazîleti
50. FIKRA: Felâk ve Nâs Sureleri Kur'an'dandır
51. FIKRA: Büyük Zâtlara Tâbî Olmak ve Onları Taklid Etmek
52. FIKRA: Zâti Tecelli'ye Göre Peygamberlerin Derecelerindeki Farklılık
53. FIKRA: Seyr-î İcmali, Seyr-î Tafsilîden Üstündür
54. FIKRA: Rızâ Makâmının Üstünlüğü
55. FIKRA: Sünnet'e Uymak ve Bid'atten Sakınmak
56. FIKRA: Cinlerin Halleri
57. FIKRA: Velî'nin Kısmî Üstünlüğü
58. FIKRA: Velînin Velâyeti, Peygamberin Velâyetinin Bir Parçasıdır
59. FIKRA: Allah'ın Sıfatlarının Üç Kısmı
60. FIKRA: Allah'ın Benzeri Yoktur
61. FIKRA: Uyarı
Allahû Teâlâya ibtidâ ve intihâda, ya'nî dünyâ ve âhirette, her zamân hamd ederim. Habîbi Muhammed'e "sallallahu aleyhi ve sellem" ve O'nun temiz ve yüksek Âline salât ve selâm ederim.
Bundan sonra derim ki, bu şerefli risâle, latîf ve tatlı işâretlerden, ince ve yüksek sırlardan bahseder. Müellifi, büyüklerin imâmı, ya'nî bütün mahlûkât üzerine Allahû Teâlâ'nın hücceti, aktâb ve evtâdın önderi, ebdâl ve efrâdın gönüllerinin kıblesi, Kur'ân-ı Kerîm'den ibâret olan Seb'ül-Mesânî'nin kâşifi bulunan Müceddid-i elf-i sânî, Üveysi-i Rahmânî, ârif-i Rabbânî, İslâm'ın ve müslümânların şeyhi, şeyhimiz ve imâmımız, mezhebi Hanefî, tarîkati Nakşibendî, nesebi Fârûkî Şeyh Ahmed Hazretleri'nin "kuddise sirruh" eseridir. Hidâyetinin güneşleri hiç batmasın ve insanlar feyzinden kıyâmete kadar fâidelensin. Bunun için yalnız Allahû Teâlâ'dan yardım isteriz ve yalnız O'na güveniriz.
(Seb'ül Mesânî: Huruf-u Mukatta, Fatiha-i Şerif, Kur'an-ı Kerim veya başka bilinmeyen)
Bu fakîrin kalbine bu yolun hevesi düşünce, Allahû Teâlâ'nın inâyet ve ihsânı onu, Nakşibendî Hâcelerinin "kaddesallahü esrârehüm" hânedânının halîfelerinden birinin sohbetine eriştirdi. Ondan bu büyükler yolunu alıp, o azîzin sohbetine devâm etti. Ondan hiç ayrılmadı. O büyüğün [Hâce Muhammed Bâkibillah Hazretleri'nin] teveccühünün bereketi ile, istihlâk bakımından kayyûmluk sıfatına erişen hâcegânın yüksek cezbesi kendisinde hâsıl oldu. Ayrıca, bidâyetinde nihâyetin hâlleri münderic olan yoldan da bir parça nasîbi oldu. Bu cezbe ile hâllendikten sonra, işi ve mu'âmelesi sülûkde karar kıldı. Bu yolu hazret-i Alî'nin "kerremallahü vecheh" rûhâniyyetlerinin terbiyesi ile sonuna kadar kat' etti. Ya'nî Onun Rabbi olan ismin yardımı ile gitti. O isimden kâbiliyyet-i ûlâ [ilk kâbiliyyet] -ki, buna Hakîkat-i Muhammediyye denir- "alâ sâhibihessalâtü vesse-lâmü vettehıyye" hazret-i Hâce Nakşibend'in "kaddesallahü teâlâ sirreh" rûhâniyyetinin yardımı ile yükseldi. Oradan, hazret-i Fârûkun "radıyallahü anh" rûhâniyyetlerinin vâsıtası ile, o kâbiliyyetin üstüne çıkmak ele geçti. Oradan da, o kâbiliyyetin üzerinde bulunan ve onun tafsîli gibi bulunan makâma -ki O makâm aktâb-ı Muhammediyye makâmıdır-Resûl-i ekrem "sallallahü aleyhi ve sellem" Hazretleri'nin rûhâniyyetlerinin terbiyesi ile ulaştı. Bu makâma kavuşma zamânında, Hâce Nakşibend Hazretleri'nin "kaddesallahü teâlâ esrârehümâ" halîfesi olup, irşâd kutbu bulunan Alâed-dîn Attâr Hazretleri'nin rûhâniyyetlerinden de o dervişe bir nev' yardım ulaştı. Aktâbın, ya'nî irşâd kutublarının nihâyeti bu makâma kadardır. Zıl dâiresi de bu makâmda sona erer. Bundan sonra ya tam asıldır, yâhud zılle karışık asıldır. Efrâd ismini alan büyük evliyâ bu devlete kavuşmakla şereflenirler. Kutublardan ba'zısı da, efrâdla sohbet netîcesinde, asl ile zıllın karışık olduğu makâma kadar yükselip, bu karışık asla bakar. Fakat tam asla kavuşmak, yâhud ona nazar etmek, derecelerine göre, efrâda mahsûstur. Bu Allahû Teâlâ'nın büyük ihsânıdır. Dilediğine verir. O, büyük ihsân sâhibidir.
Bu dervişe kutubluk hil'atı [büyük makâmı], kutubların makâmı olan dereceye kavuştuktan sonra, din ve dünyânın Efendisi "aleyhissalavâtü vet-teslîmât-ül-mübârekâtü vet-tehıyyâtü-t-tâmiyât" tarafından ihsân edildi. Böylece bu fakîri bu makâmla şereflendirdiler.
Bundan sonra, Allahû Teâlâ'nın inâyet ve ihsânları yine onun hâlini kaplayıp, bulunduğu bu makâmdan dahâ yukarıya yöneldi. Bir defada asılla karışık olan makâma ulaştı ve o makâmda bir nev'î fenâ ve bekâ ele geçti. Geçmiş olduğu makâmlarda da böyle olmuştu. Asılla zıllın karışık olduğu bu makâmdan da ileri geçirip, asla âid makâmlarla şereflendirip, aslın aslına kavuşturdular. Asl makâmlarında yükselme olan bu son urûc, ya'nî ilerleme ve yükselmede Gavs-ı A'zam Muhyiddîn Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri'nin "kaddesallahü teâlâ sirreh-ül-akdes" rûhâniyyetlerinden yardım geldi ve tasarruf kuvveti ile, o makâmlardan geçirip, asl-ül asla eriştirdiler ve o makâmdan tekrâr âleme döndürdüler. Nitekim bu geri döndürme işi, her makâmda olmuş idi.
Bu fakîre, son yükselmenin kendisine mahsûs olduğu ferdiyyet nisbetinin mayası, yüksek babasından hâsıl olmuş, yüksek babası da, bu makâmı, kuvvetli cezbe ve meşhûr hârikalar sâhibi bir azîzden elde etmişti. Lâkin bu fakîr, basîretinin [kalb gözü ile görmesinin] za'îfliği ve o nisbetin ortaya çıkmasının azlığı sebebiyle sülûk konaklarını aşmadan, onu kendinde bulamadı ve asla bundan hiç haberi olmadı.
O derviş, nâfile ibâdetlerde, bilhâssa nâfile namâzlarda, babasından çok yardım gördü. Yüksek babası ise bu sa'âdete Çeştî yolunda bulunan şeyhi vâsıtası ile kavuşmuştu.
O dervişin [ya'nî imâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin] ledünnî ilimlerle şereflenmesinde Hızır'ın "alâ nebiyyinâ ve aleyhis-salâtü ves-selâmü vet-tehıyye" rûhâniyyetinin yardımları oldu. Fakat bu hâl kutublara âit makâmdan geçmediği zamân süresince idi. O makâmdan geçtikten ve yüksek makâmlarda terakkiye kavuştuktan sonra ilmin alınması kendi hakîkatinden olmakta, kendinde, kendiyle ve kendinden bulmaktadır. Zîrâ başkasının araya girmeğe mecâli kalmamıştır.
O dervişe, seyr-i anillahi billah diye tâbir olunan nüzûl, ya'nî iniş ve geriye dönüş zamânında, diğer silsilelerdeki meşâyıhın makâmlarından geçmek de elverdi ve her makâmdan büyük pay aldı ve geçtiği makâmlardaki meşâyıh onun işi ve mu'âmelesine yardımcı oldular ve kendi nisbetlerinin hülâsâlarını, öz ve esâslarını ona verdiler. İlk önce Çeştî büyüklerinin makâmından geçirildi ve o makâmdan büyük haz ve nasîb aldı. Çeştî tarîkatindeki büyük meşâyıh arasından, Hâce Kutbüddîn Bahtiyârî Hazretleri'nin rûhâniy-yeti diğerlerinden önce yardımda bulundu ve gerçekten kendileri o makâmda büyük şân sâhibi olup, o makâmın reîsidirler.
Bundan sonra Kübrevî tarîkati büyüklerinin makâmlarından geçmek vâkı' oldu. Bu iki makâm urûc, ya'nî yükselme bakımından berâberdir. Lâkin bu makâm, yukarıdan iniş, ya'nî geriye dönüş vaktinde, o ana caddenin sağında bulunmaktadır. Birinci makâm ise, o sırât-ı müstakîmin solundadır. Bu ana cadde öyle bir yoldur ki, irşâd kutublarının büyüklerinden ba'zısı o yoldan Ferdiyyet makâmına ulaşırlar ve nihâyet-ün-nihâyeye kavuşurlar. Efrâd-ı Tenhâ, yalnız olan efrâdın ayrı bir yolu vardır ki, kutubluk olmadan o yoldan geçilemez. Bu makâm sıfatlar makâmı ile bu ana cadde arasında bulunmaktadır. Sanki o, bu iki makâm arasında geçittir ve her iki taraftan nasîp almaktadır. Birinci makâm ise, o ana caddenin bir başka tarafında bulunmakta olup, sıfatlar ile münâsebeti azdır.
Dahâ sonra, şeyh Şihâbüddîn'in reîsi bulunduğu, Sühreverdî büyüklerinin makâmlarından geçildi. Bu makâm sünnete uymak nûrları ile parlamaktadır. "Alâ masdarihes-salâtü vesselâmü vet-tehıyye." Aynı zamânda fevk-ul fevk müşâhedesinin aydınlığı ile süslenmiştir. İbâdetler bu makâmı elde etmekte yardımcıdır. Nâfile ibâdetlerle meşgûl olan ba'zı yetişmemiş, olgunlaşmamış sâlikler, nâfile ibâdetlere ülfetle, o makâma münâsebetleri sebebiyle, o makâmdan bir pay almışlardır. Nâfile ibâdetler, asâleten, ya'nî doğrudan doğruya o makâmla münâsebettedir. Diğerlerinin, mübtedî olsun, müntehî olsun, ya'nî yolun başında bulunsun veyâ sonunda bulunsun vâsıtalı, ya'nî dolaylı olarak o makâmla münâsebetleri vardır. [Burada vâsıta yine nâfilelerdir.] O makâm çok parlaktır. Bu makâmda müşâhede edilen nûrâniyyet, diğer makâmlarda azdır. Bu makâmdaki meşâyıh, sünnet-i seniyyeye ittiba' ile, büyük şân ve yüksek mertebede bulunmaktadır. Kendileri gibi olanlardan husûsî özellikleri ile apayrı bir imtiyâzla ayrılmaktadır-lar. Onlara bu makâmda müyesser olanlar, başka makâmlarda, yükselme bakımından dahâ üstün olsa da, ele geçmez.
Ondan sonra cezbe makâmına indirdiler. Bu makâm, hesâbsız cezbe makâmlarını câmi'dir. Oradan da aşağı indirdiler. Geriye dönüş, ya'nî yükseldikten sonra tekrâr inme makâmlarının sonu, hakîkat-i câmi'a denilen kalb makâmıdır. İnsanları irşâd etme ve kemâle getirme bu makâma inmeğe bağlıdır. Bu fakîri bu makâma indirdiler. Bu makâma iyice yerleşmeden tekrâr bir urûc, yükselme vâkı' oldu. O zamân aslı da, zıl gibi geride bıraktı. Kalb makâmında vâkı' olan bu urûc sebebiyle temkîne kavuştu. Vesselâm.
Ferdiyyet kemâlâtını da kendinde bulunduran bir irşâd kutbunun vücûdu [varlığı] çok azîzdir. Bir çok asırlardan ve hesâbı zor zamânlardan sonra ancak böyle bir cevher zuhûr eder ve karanlık âlem onun nûrû zuhûruyla aydınlanır. Onun irşâd ve hidâyet nûru bütün âlemi içine alır. Arşın tepesinden dünyânın merkezine kadar, kimde rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet hâsıl olursa, onun vâsıtasıyla olur ve ondan istifâde olunur. Onun tavassutu olmadan hiç kimse bu devlet ve ni'metlere kavuşamaz. Onun hidâyet nûru dünyâyı kuşatan okyânus gibi, bütün âlemi içine almıştır. O deniz donmuş gibi olup, aslâ hareket etmez. O büyüğe müteveccih olan bir şahıs, ona ihlâsla bağlı ise, yahut o büyük, bir tâlibin hâline teveccüh ederse, işte bu teveccüh esnâsında, tâlibin kalbinde sanki bir pencere açılır ve o yoldan, teveccüh ve ihlâsı miktarınca, o deryâdan içer içer ve kanar. Bunun gibi, Allahû Teâlâ'nın zikrine müteveccih olan bir kimse, o azîze hiç teveccüh etmese, ammâ onu inkârından değil, tanımadığı için böyle yapsa, aynı istifâde onda da hâsıl olur. Lâkin birincisinde olan istifâde bundan dahâ fazladır.
Fakat bir kimse o azîzi inkâr etse, onun büyüklüğünü kabûllenmese, yâhud o büyük zât, ondan incinse, her ne kadar Allahû Teâlâ'nın zikri ile meşgûl olsa da, rüşd ve hidâyetin hakîkatinden mahrûmdur. Ona feyz gelmesine onun inkarı sed ve sebeb olmaktadır. Yoksa o azîz, onun istifâde etmemesini ve onun zarar görmesini istememektedir. Hidâyetin hakîkati ondan uzaklaşmıştır. Eğer rüşd varsa, sûret ve şekildedir. Ma'nâsız sûretin ise fâidesi pek azdır.
O azîze karşı ihlâs ve muhabbet üzere olanlar, her ne kadar yukarıda bildirilen teveccüh ve zikr-i ilâhî ile meşgûl olmasalar da, sırf muhabbetleri sebebi ile, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun!
Bu fakîre ilk açılan kapı, bulmak zevki olup, bulmanın kendisi değildi. İkinci hâlde ise, bulmak ele geçti ve bulmak zevki gitti. Üçüncüsünde ise, bulmak da, bulmak zevki gibi yok oldu. İkinci hâl, kemâl ve velâyet-i hâssa derecesine kavuşma hâlidir. Üçüncü makâm ise, tekmîl [tâlibleri kemâle getirme] ve insanları Hakka da'vet için geriye dönüş makâmıdır. Önceki hâl, sâdece cezbe bakımından kemâldir. Buna sülûk de eklenir ve tamâm olursa, önce ikinci, ardından üçüncü hâl hâsıl olur. Sülûk yapmamış bir meczûb ikinci ve üçüncü hâle kavuşamaz. Kâmil ve mükemmil olan bir mürşid, cezbesi sülûkünden önce olandır. Ondan sonra sülûkü cezbesinden önce olan gelir. Bu ikisinden maadası aslâ kâmil ve mükemmil değildir. Vessalâtü ves-selâmü alâ hayr-il beşeri Seyyidinâ Muhammedin ve âlih-il ethar.
Bu fakîr, Rebi'ül-evvel ayının sonlarında, bu büyük hânedânın [Nakşibendî büyükleri silsilesinin] halîfelerinden bir azîzin hizmet ve sohbeti ile şereflendi ve bu büyükler yolunu ondan aldı. Aynı senenin Receb ayının ortalarında, sonda olan hâllerin başlangıca yerleştirilmiş bulunduğu Nakşibendî huzûruna kavuştu. O azîz, "Nakşibendî nisbeti, bu huzûrdan ibârettir" buyurdu.
On tam sene ve bir kaç ay sonra Zilkâde ayının ilk yarısında, başlangıç ve ortalarda bir nice perdeler arkasında bidâyete yerleşmiş olan nihâyet, önündeki perdeleri yırttı ve gerçek yüzünü gösterdi. Hiç lekesiz ve engelsiz ve perdesiz ortaya çıktı. O zamân anlaşıldı ki, başlangıçta bu ismin sûreti, görüntüsü, o vücûdun bir karaltısı ve bu müsemmâdan bir isim var idi. Aralarındaki fark çok büyüktür. İşin hakîkati burada ortaya çıktı. Mu'âmelenin sırrı burada âşikâr oldu. Tatmayan anlayamaz. Vessalâtü ves-selâmü alâ Seyyid-il en'âm ve âlih-il Kirâm ve eshâbihil-izâm.
(O hâlde Rabbinin ni'metlerini dile getir) (ed-duha, 93/11) âyet-i kerîmesi mûcibince derim ki: Bu fakîr bir gün kendini sevenlerle birlikte halkada oturuyordum. Kendi harâblığıma, perîşânlığıma baktım. Bu bakışım o kadar kuvvetlendi ki, kendimi bu duruma [insanları irşâd ve hidâyete da'vete] münâsebetsiz buldum. Bu esnâda, (Allah için tevâzu' edeni, Allah yükseltir) hadîs-i şerîfi ma'nâsınca, hakîkatten uzak bu kulu mezellet [aşağılık] toprağından kaldırdılar ve kalbine şöyle seslendiler: "Seni ve kıyâmete kadar, bana kavuşmak için seni vâsıtalı ve vâsıtasız tevessül edenleri mağfiret eyledim." Bir yanlışlık olmasın diye de tekrar ettiler. Bu, hayâl, zan cinsinden olan ve şüphe taşıyan bir söz değil, hakîkat ve vâkı'adır. Bunun için Allahû Teâlâ'ya sayısız hamd ve senâ, en temiz tesbîh ve tehıyyeler olsun. Rabbimizin beğendiği derecede medhler ve senâlar olsun. Vessalâtü ves-selâmü alâ Resûlihi seyyidinâ Muhammedin ve Âlihi kemâ yahrâ.
Bundan sonra ilhâm ile bildirilen bu ma'nâlı sözü, herkese duyurmamı emir buyurdular. Beyt:
Kocakarı kapısına gelirse bir pâdişâh,
Ağam, bıyığın burup, etme gizli gizli âh!
(Muhakkak ki, Rabbinin mağfireti çok geniştir) (âyet-i kerîme)
Seyr-i ilallah, Allahû Teâlâ'nın isimlerinden sâlikin mebde-i teayyünü bulunan isme kadar olan seyrinden, ilerlemesinden ibârettir. Seyr-i fillah ise, o isimde ilerlemek demektir. Bu seyr, esmâ, sıfat, şuûn ve i'tibârâtdan mücerred olmak i'tibâriyle zât-ı ehadiyyete kadar devâm eder. Bu tefsîr, ya'nî yaptığımız bu açıklama, ALLAH mubârek isminden murâd, bütün isim ve sıfatları kendinde bulunduran vücûb mertebesinde tutulduğu takdîrdedir. Ammâ ALLAH mubârek isminden murâd, zât-ı baht [sırf zât-ı ilâhî] ise, o zamân seyr-i fillah, bildirilmiş olan bu ma'nâ ile, seyr-i ilallaha dâhil olur ve bu durumda seyr-i fillah hiç bir zamân ele geçmez. Çünki zât-ı bahtdaki seyr, nihâyetün-nihâye noktasında tasavvur olunamaz. Zîrâ o noktaya kavuştuktan sonra, orada hiç duraklamadan geri âleme dönülür. Bu geri dönüşe Seyr-i anillahi billah denir. Bu anlattığımız öyle bir ma'rifettir ki, nihâyet-ün-nihâyeye kavuşanlara mah-sûstur. Bu fakîrden başka, Evliyâdan hiç kimse bu ma'rifetden bahsetmemiştir. Âyet-i kerîmede, (Allah, dilediklerini kendine seçer) buyuruldu. Velhamdü lillahi Rabb-il âlemîn, vessalâtü ves-selâmü alâ Seyyid-il mürselîne Muhammedin ve âlihi ecma'în.
Velâyet kemâlleri, ya'nî evliyâ mertebeleri çeşit çeşittir. Bir kısmının velâyet derecelerinden nasîbi bir derece olur. Bir başka kısmının isti'dâdı iki derece, ba'zılarının üç derece, ba'zılarının kâbiliyyeti dört derece olur. Kiminin de isti'dâdı beş derece olur. Bunlar çok azdır. Bu beş dereceden birinci derecenin hâsıl olması, fi'llerin tecellîsine, ikinci derece sıfatların tecellîsine ve son üç derece, mertebelerine göre zâtın tecellîlerine bağlıdır. Bu fakîrin sohbetinde bulunanların çoğu, bu derecelerden üçüncü derecede bulunmaktadır. Azı da dördüncü derecede, pek azı ise, evliyâlık derecelerinin nihâyeti olan beşinci derecededir. Bu fakîre göre kemâl, ya'nî velâyetteki olgunluk derecesi, bu derecelerin ötesindedir. Ashâb-ı Kirâmın "rıdvânullahi aleyhim ecma'în" zamânından sonra bu kemâl kimsede görülmemiştir. Bu mertebe, cezbe ve sülûkun çok üstündedir. İleride inşâallahü Teâlâ bu kemâl hazret-i Mehdî'de zuhûr edecektir. Vessalâtü vesselâmü alâ hayr-il beriyye!
Nihâyet-ün-nihâyeye kavuşmuş olanlar, geriye dönüşte de en aşağı mertebeye inerler. Nihâyet-ün-nihâyeye kavuşmuş olmanın alâmeti, işte bu en aşağı mertebeye inmektir. Geriye dönüş ve iniş, bu şekilde olunca, geriye dönen ve çıktığı gibi en aşağı mertebeye inen, tamâmen sebepler âlemine müteveccih olur. Onun bir kısmı Hak sübhânehuya, bir kısmı ise insanlara müteveccih [yönelmiş, yüzünü çevirmiş] değildir. Zîrâ bu hâlde bulunmak, nihâyet-ün-nihâyeye [sonun sonuna] kavuşmamanın alâmetidir ve böyle olan en aşağı mertebeye inemez.
Ya'nî demek istiyoruz ki, mü'minin mi'râcı olan namâz kılma esnâsında geriye dönmüş velînin latîfeleri [kalb, rûh, sır, hafî ve ahfa ve nefs]inin Allahû Teâlâ'ya husûsî teveccühü hâsıl olur ve namâz bitinceye kadar devâm eder. Namâzdan sonra, yine bütün varlığıyla insanlara döner. Lâkin farz ve sünnetleri edâ ederken, altı latîfe Allahû Teâlâ'ya müteveccih olur. Nâfile namâz esnâsında ise, yalnız latîfelerin en latîf olanı ile müteveccih olmaktadır. (Allahû Teâlâ ile öyle zamânlarım oluyor ki...) hadîs-i şerîfi, herhâlde bu husûsî vakte işârettir ki, bu da namâza mahsûstur. Bu işârete bizi yaklaştıran delîl de, (Gözümün ışığı [bütün neş'em]namâzdadır) hadîs-i şerîfidir. Bu karîneye [ipucu-na] ekleyeceğimiz iki işâret dahâ vardır ki, bunlar da sahîh keşif ve sarîh ilhâmdır. Bu ma'rifet, bu fakîre mahsûs ma'rifetlerdendir. Meşâyıh bu kemâli, iki teveccüh arasını birleştirmede bilmişlerdir. Her şeyin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir. Vesselâmü alâ menittebe'al-hüdâ veltezeme mütâ-ba'at-el Mustafâ aleyhi ve alâ âlihis-salavâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ.
Meşâyıh [büyük tasavvuf âlimleri] buyurmuşlardır ki, Evliyânın, velâyet mertebesine kavuştuktan sonraki müşâhedesi enfüstedir. Seyr-i ilallahda yolda ilerlerken hâsıl olan âfâkın müşâhedesi mu'teber değildir. Bu fakîre keşf olunan ise, dahâ başka olup, onda nefsdeki [kendindeki] müşâhede de, âfâkdaki [dışarıdaki] müşâhede gibi mu'teber değildir. O müşâhede Hak Teâlâ'nın gerçek müşâhedesi değildir. Hak Teâlâ bîçûn ve bîçigûnedir [Nasıl ve ne hâlde olduğu bilinemezdir]. Çün [ta'rîf edilen] aynasına sığmaz; bu ayna ister âfak, ister enfüste olsun.
Allahû Teâlâ, âlemin ne içindedir, ne dışındadır. Ne âleme bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Allahû Teâlâ'yı müşâhede ve rü'yet de, ne âlemin içindedir, ne de dışındadır. Ne âleme bitişiktir, ne de âlemden ayrıdır. Bunun içindir ki, âhiretteki rü'yete, ya'nî Cennet'te Allahû Teâlâ'yı görmeğe, "nasıl olacağı bilinmeyen bir görmedir" demişlerdir. Bu akıl ve düşünce ile anlaşılamaz. Dünyâda bu sırrı seçilmişlerin seçilmişlerine açıklamışlardır. Onlara olan rü'yet değilse de, rü'yet gibidir. Bu öyle büyük devlet ve sa'âdettir ki, Ashâb-ı Kirâmın "aleyhimürrıdvân" zamânından sonra çok az kimse bununla şereflenmiştir. Bu gün bu söz kabûlden uzak görünse ve çokları doğruluğuna yanaşmasalar da, büyük bir ni'meti izhâr etmektedir. Kısa görüşlü ve dar düşünceliler inansın veyâ inanmasın! Bu nisbet bu özelliği ile yarın hazret-i Mehdî'de görülecektir, inşâallahü teâlâ. Doğru yolda olanlara ve Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" uyanlara selâm olsun! Salavâtullahi Teâlâ ve teslimâtühü aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ecma'în.
Bir tâlib bir şeyhin [mürşid-i kâmilin] huzûruna gelince, şeyh ona istihâre etmesini söylemelidir. Üçten yediye kadar istihâre ettirmelidir. İstihârelerden sonra istek ve arzûsunda bir tezebzüb [dalgalanma ve tereddüd] meydâna gelmezse, ona büyükler yolunu açmalıdır. İlk iş ona tevbeyi öğretmektir. Bunun için iki rek'at tevbe namâzı kılmasını söylemelidir. Zîrâ bu yolda tevbesiz adım atmak fâidesizdir. Ammâ tevbede icmâl [kısa ve topluca bütün günâhlardan tevbe etmek] yeterlidir. Tafsîlini dahâ sonraya bırakır. Çünki bu günlerde, ya'nî ilk zamânlar himmetler düşük, kalpler dağınık olup, arzû edilen netîce elde edilemez. Eğer baştan tafsîli tevbe etmeğe mecbûr edilse, bunun ciddî olabilmesi için epey bir zamân gerekir. Bu zamân zarfında istek ve arzûsunda bir gevşeklik ve soğuma meydâna gelebilir ve bu yüzden istediği şeyden geri kalabilir. Hattâ baştan yapılan tafsîli bir tevbe beklenen netîceyi vermeyebilir.
Bundan sonra, tâlibin hâline münâsib olan bir vazîfe vermelidir. İsti'dâd ve kâbiliyyetine uygun zikir ta'lîm ve telkîn etmelidir. Yoldaki işini kolaylaştırmak için tâlibin hâline teveccühte eksiklikte bulunmamalı, kalbinde hâsıl olan hâlleri gözetmeli, ondan uzak durmamalıdır. Yolun edep ve şartlarını ona açıklamalı, onu teşvîk etmelidir. Kitâba, Sünnete ve Selef-i sâlihînin eserlerine uymağa gayret ettirmelidir. Bu mütâba'at, ya'nî uymak olmadan maksada kavuşmanın mümkün olamayacağını ona bildirmelidir. Yine ona bildirmelidir ki, Kitâba ve Sünnete kıl ucu kadar muhâlif görünen keşif ve vâkı'alara hiç önem vermemeli ve i'tibâr etmemelidir. Hattâ bunlardan istiğfâr etmelidir.
Mürşid, müridinin, akâidini Ehl-i Sünnet ve cemâ'atin güzel akîdesine göre düzeltmesinde nasihatten geri kalmamalı, kendine lâzım olacak zarûrî fıkıh bilgilerini öğrenmesini ve her hâlükârda ilmi ile amel etmesini buyurmalıdır. Çünki bu yolda uçmak, i'tikâd ve amelin iki kanadı olmadan mümkün değildir.
Yine tâlibe sıkı sıkı, yemekte harâm ve şüphelilerden çok sakınmasını, bu husûsta ihtiyât üzere olmasını tenbîh etmeli, her bulduğunu yememesini, nereden geldiğini bilmeden ağzına koymamasını, bu husûsta parlak dînimizin fetvâsı olmadan el ve ağzını hareket ettirmemesini söylemelidir. Kısaca her işte, (Peygamberimin size verdiklerini [yapmanız iyidir buyurduklarını] alın, sizi men' ettiği şeylerden sakının) âyet-i kerîmesini hep göz önünde bulundurmasını tenbîh etmelidir.
Tâlibler iki hâlde olurlar: Yâ keşif ve ma'rifet sâhibi, ya da cehl ve hayret erbâbıdırlar. Ammâ yoldaki konakları ve makâmları aşdıktan ve önlerindeki, ya'nî kendileri ile Rableri arasındaki perdeleri kaldırdıktan sonra, her ikisi de vâsıldır, Hakka kavuşmuştur. Kavuşmada birbirlerinden üstünlük ve meziyyetleri yoktur. Tıpkı iki kişinin birçok menzil ve konaklardan sonra Kâ'be'ye ulaşmaları gibidir. Bunlardan biri her menzilde, her konakladığı yer ve şehirde, küçük-büyük her şeye bakar, her şeyi görmeğe çalışır ve is-ti'dâdı miktârınca çok şeyler öğrenir ve öylece Kâ'be'ye ulaşır. Diğeri ise, bu konakladıkları yer ve şehirlerde bir şeye bakmaz, incelemez ve gözü kapalı gibi Kâ'be'ye varır. İşte Kâ'be'ye kavuşmada bunların ikisi de aynıdır. Kâ'be'ye kavuşmada birinin diğerine üstünlüğü ve meziyyeti yoktur. Evet, yolda ilerlerken gördükleri ve görmedikleri farklıdır ve fark bu kadardır. Ammâ kavuştuktan sonra ikisine de cehl, ya'nî önceki bildiklerini düşünmemek ve bırakmak lâzımdır. [Onlar buraya kadar lâzım idi. Maksada kavuşunca artık angarya olurlar.] Çünki Allahû Teâlâ'nın zâtının ma'rifetinde cehâlet ve bilememek vardır.
Şunu da bilmek lâzımdır ki, sülûk konaklarını aşmak, on makâmı geçmekTen ibârettir. On makâmı aşmak ve geçmek ise, fi'llerin, sıfatların ve zâtın tecellîlerine kavuşmağa bağlıdır. Bu on makâmdan Rızâ makâmının dışındakiler, fi'llerin ve sıfatların tecellîlerine bağlıdır. Rızâ makâmı ise, zât-i ilâhînin tecellîsine bağlıdır; Teâlâ ve Tekaddes. Aynı şekilde zât-i ilâhînin muhabbetine bağlıdır ki, bu muhabbet hâsıl olunca, muhib, mahbûbunun elem ve ni'metlerini eşit bulur. Böylece rızâ ele geçer, rızâsızlık kalkar. Aynı şekilde bütün bu makâmlara kelimenin tam ma'nâsıyla kavuşmak, tam fenâya kavuşmanın kendisine bağlı olduğu zâtın tecellîsinin hâsıl olduğu zamândır. Ammâ dokuz makâma kavuşmak, fi'llerin ve sıfatların tecellîsinde olmaktadır. Meselâ Allahû Teâlâ'nın kudretini, kendi üzerinde ve her şeyin üzerinde müşâhede edince, gayr-i ihtiyâri Tevbe ve İnâbete başvurur. Korkar ve titrer veVera' [bütün günâhlardan sakınma] yolunu tutar. Allahû Teâlâ'nın takdîrine, kazâsına sabreder ve hiçbir şeye gücü yetmediğini anlar. Mevlâsının ihsân eylediği ni'metleri bilince ve vermenin ve vermemenin O'ndan olduğuna inanınca, çâresiz Şükr makâmına gelir ve tevekkülde ayağını sağlam ve sâbit tutar. Allahû Teâlâ'nın merhamet ve muhabbeti zâhir olunca, Recâ makâmına gelir. Allahû Teâlâ'nın azamet ve kibriyâsını müşâhede edince ve alçak dünyâ onun nazarında hor ve kıymetsiz bulununca, çâresiz dünyâyı istemekten ve ona kavuşmaktan kesilir ve Fakrı seçer ve zühdü kendisine âdet edinir.
Ammâ şunu da bilmelidir ki, bu makâmlar tafsîli olarak ve sırası ile sülûku cezbesinden önce olan sâlike hâsıl olur. Cezbesi sülûkundan önce olan sâlik ise, bu makâmları icmâlen geçer. Çünki onu ezelî inâyet, öyle bir muhabbete giriftâr etmiştir ki, bu makâmların tafsîli ile meşgûl olamaz. O muhabbetin içinde, bu makâmların özü ve bu konakların hulâsâsı, tam olarak kendisine, tafsîl sâhibinin müyesser olmadığı derecede ihsân olunur. Doğru yolda olanlara selâm olsun!
Tâlibin [Lâ derken] âfâkî ve enfüsî [dışındaki ve içindeki] bâtıl ilâhları [Allah'tan başka taptığı, gönül verdiği, kulluk ettiği her şeyi] silip yok etmeğe çok çalışması lâzımdır. İllallahderken, ya'nî Hak'tan başka ma'bûd yoktur derken, hâtırına ve düşüncesine gelen her şeyi, Lâderken kastettiklerine dâhil etmeli, Allahû Teâlâ'nın vücûdu ile yetinmelidir; her ne kadar o makâmda vücûd bile yolda kalıyor ve vücûdun ötesini aramak gerekiyor ise de. Ehl-i Sünnet âlimleri, "Allahû Teâlâ'nın vücûdu zâtından başkadır" demekle ne güzel söylemişlerdir. Vücûda zâtın aynısı demek ve vücûddan başka bir şey yokdur, Allahû Teâlâ'nın zâtı vücûddur demek, görüş, bakış ve gerçeği bilmekteki kusûr ve eksiklikten doğmaktadır. Şeyh Alâüddevle Semnâni Hazretleri "kuddise sirruh", "Vücûd âleminin üstü, melik-i vedûd âlemidir" demişlerdir.
Bu fakîri vücûd âleminden yukarı çıkardıklarında, bir müddet bu hâle mağlûb oldum. Taklîdî ilim mucibince kendimi müslümânlardan sayardım. Velhâsıl mümkin ve mahlûk olanın havsala ve hâtırına gelen şeylerin de mümkin ve mahlûk olmaları lâyık ve uygundur. İnsanlara, kendisini tanıyamamaktan başka açık yol bırakmayan Allahû Teâlâ her eksik ve ayıbdan münezzehtir. Buradan bu fenâ ve bekâya kavuşan mümkinin [velînin] vâcib olacağı, sakın akla ve hayâle gelmesin. Bu imkânsızdır ve hakîkatlerin değişmesine yol açar. O hâlde mümkin vâcib olmayınca, Vâcib Teâlâ'dan nasîbi, anlayamamazlıktan başka bir şey olamaz.
Beyt:
Anka kuşu avlanamaz, tuzağını topla,
Çünki orada sâdece hava girer tuzağa.
Yüksek himmetli olmak, hiç kavuşulamayan, kendisinden nâm ve nişân görünmeyen böyle bir maksûdu matlûb edinmekle ifâde edilir. Bir kısımları vardır ki, kendilerinin aynı görmek istedikleri matlûbu isterler ve isterler ki, onunla aralarında yakınlık ve berâberlik olsun. Mısra:
Onlar onlardır ve ben böyleyim, yâ Rab.
Hâce Nakşibend "kaddesallahü teâlâ sirreh-ül-akdes", "Meşâyıhdan herbirinin aynasının iki yüzü vardır. Benim aynamın ise altı yüzü vardır" buyurduğu hâlde, zamânımıza kadar bu yolun ve hânedânın büyüklerinden hiçbiri bu öz ve yüksek ma'nâlı sözü açıklamadı. Hattâ işâret ve remz ile dahî bu husûsta bir söz söylemedi. Sermâyesi az olan bu fakîr ve hakîrin ne haddine ki, bu sözü açıklamağa koyulayım ve îzâhında ağzımı açıp, dilimi oynatayım. Ammâ Hak Sübhânehü ve Teâlâ mücerred ihsânıyla bu muammânın sırrını bu fakîre açıp, iç yüzünü olduğu gibi gösterince, hâtırıma geldi ki, bu gizli inciyi [çok kıymetli bilgiyi] kalem ile yazıya döküp, ortaya çıkarayım ve dil ile anlaşılacak bir tarzda beyân edeyim. İstihâre ettikten sonra buna giriştiğimi de yazmadan geçmeyeyim. Allahû Teâlâ'dan ismet ve tevfîk isterim.
Yukarıda bildirilen aynadan murâd, ârifin kalbi olup, rûhla nefs arasında geçittir, vâsıtadır. İki yüzden maksat, rûha ve nefse bakan yüzler kastedilmiştir. İşte meşâyıhın kalb makâmına erişmesi esnâsında, onun iki yüzü görülmekte, kalb makâmına münâsib olan, o iki makâmın ilim ve ma'rifetleri ele geçmektedir. Hazret-i Hâce'nin yolu ise böyle olmayıp, o makâmda, nihâyet başlangıçta mündericdir. Onun yolunda kalb aynasında altı cihet [yön, yüz] ortaya çıkmaktadır. Bunu şöyle açıklarız: Bu yolun büyüklerine göstermişlerdir ki, altı latîfeden insanda olanlar, insanın kalbinde tamâmen vardır. Nefs, kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâ altı latîfe olup, altı yüzlü olmaktan bunlar kastedilmiştir. O hâlde, diğer meşâyıhın seyri kalbin zâhirinde ve büyüklerin seyri, kalbin bâtınındadır. Bu seyirle onun bâtınındaki bâtınlara [kalbin içinin içinin içindekilerine] kavuşurlar ve bu altı latîfeye âit ilim ve ma'rifetleri kalb makâmında ortaya koyarlar. Kalb makâmına münâsib olan ilimler bunlardır. Hazret-i Hâce Şâh-ı Nakşibend'in "kuddise sirruh" derin ma'nâlı o sözünün açıklaması budur. Bu fakîre bu makâmda, bu büyüklerin hürmetine ve onların bereketiyle çok çok şeyler verilmiş, tahkîkten sonra tedkîk [hâllendikden sonra hâllerini ve kavuştuklarını incelemek] ihsân edilmiştir.(Rabbinin ni'metlerini dile getir) âyet-i kerîmesi mûcibince, o çokluktan bir remz ve o tedkîkden bir işâret yazıyorum. İsmet ve tevfîk Allahû Teâlâ'dandır.
Kalbin kalbinin de, kalb gibi latîfeleri vardır. Fakat kalbin kalbinde, dâirenin darlığı veyâ bilinmeyen bir sebeple, biraz önce isimlerini bildirdiğimiz altı latîfeden iki latîfe cüz'î bir yolla zâhir olmuyor. Bu iki latîfe, nefs ve ahfâ latîfeleridir. Üçüncü mertebede bulunan kalbde de durum aynıdır; ancak onda hafî de görünmüyor. Dördüncü mertebedeki kalbde de yine böyle olup, onda sır da zâhir olmuyor. Onda sâdece kalb ve rûh görünmektedir. Beşinci mertebede, onda rûh da görünmez. Burada ancak, sâdece ve yalnız sırf kalb kalır. Onda aslâ bir şeyin i'tibârı yoktur.
Sonun sonuna ve nihâyetin nihâyetine varmak için tevessül edilecek ba'zı yüksek ma'rifetleri burada bildireceğim. Allahû Teâlâ'nın tevfîkı ile derim ki, âlem-i kebîrde [kâinâtda] tafsîli [ayrıntılı] olarak zâhir olanlar, âlem-i sagîrde, ya'nî insanda icmâlen [topluca] vardır. Âlem-i sagîr parlatılır ve nûrlandırılırsa, ayna olmak hasebiyle, âlem-i kebîrde tafsîlî olarak zâhir olan her şey onda görünür. Çünki parlamak ve nûrlandırılmakla hacmi genişlemiş, sagirlik hükmü [küçüklüğü] ortadan kalkmıştır. Bunun gibi âlem-i kebîre nisbetle âlem-i sagîrde zâhir olan şeylerin hepsi, âlem-i sagîre nisbetle kalbde de icmâlen ve tafsîlen zâhir olur. Kalb âlemi olan âlem-i esgâr [en küçük âlem] parlatıldığı ve ona gelen zulmet zâil olduğu zamân, ayna olmak özelliği sebebi ile, onda da, âlem-i sagîrde tafsîlen zâhir olan şeylerin hepsi zâhir olur. Bunun gibi kalbe nisbetle kalbin kalbinde de icmâl ve tafsîl olarak aynı hâl görülür. Tafsîlin onda zuhûru, tasfiye ve nûrâniyyet sebebi ile mücmel olmasından sonradır. Üçüncü ve dördüncü mertebedeki kalbler de icmâl ve tafsîl i'tibâriyle buna benzer. Adı geçen mertebelerde tafsîli zuhûr, parlaklık ve nûrâniyyet sebebi iledir. Beşinci mertebede olan kalbin hâli de böyledir. Zîrâ o bütün besâtad, sâdelik ve onda hiçbir şeyin i'tibârının bulunmaması ile birlikte, mükemmel bir tasfiyeden sonra, âlem-i kebîr, âlem-i sagîr ve âlem-i esgârda ve bundan sonraki âlemlerde bulunan her şey onda zuhûr eder. İşte kalb hem çok dar, hem çok geniş, hem sâde, hem çok basîtdir. Hem çok azdır, hem çok çoktur. Bu sıfatları kendinde bulunduran onun gibi bir başka şey yaratılmamıştır ve Allahû Teâlâ'nın, bunun kadar münâsebeti olan bir başka yaratığı yoktur. Bunun için mahlûkâtın hiçbirisinde zâhir olmayan Allahû Teâlâ'nın şaşılacak âyet ve alâmetleri onda zâhir oluyor. İşte bu ma'nâyı izhâr husûsunda hadîs-i kudsîde, Allahû Teâlâ, (Beni yer ve gökler içine almaz, lâkin mü'min kulumun kalbi alır)buyurmaktadır.
Âlem-i kebîr, zuhûr için aynaların en genişi olduğu hâlde, içindekilerin çokluğu ve tafsîlî sebebiyle Allahû Teâlâ ile bir münâsebeti yoktur. Çünki kalbde hiç kesret [çokluk] ve tafsîl yoktur. Allahû Teâlâ ile münâsebete lâyık olan, çok dar ve çok geniş, sâde ve çok basît, en az ve en çok olandır. Nitekim buna işâret olundu. Vaktâ ki ma'rifeti etem [çok tam] ve şühûdu ekmel olan ârif, bu çok azîz, şerefli ve kıymetli makâma ulaşınca, bütün âlemlerin ve zuhûrların kalbi olup, Velâyet-i Muhammedî'ye kavuşur ve Mustafâ'nın da'vet makâmı ile müşerref olur. "Alâ sâhibihassalâtü ves-selâmü vettehıyye."
Aktâb, evtâd ve ebdâl onun velâyeti dâiresinin altına girmekte, efrâd, ahâd ve sâir evliyâ fırkaları onun hidâyet nûrlarından istifâde etmektedir. O Resûlullah'ın "sallallahü aleyhi ve sellem" nâib-i menâbidir [vekîlidir] ve Habîbullah'ın "aleyhissalâtü vesselâm" hidâyeti ile hidâyet bulmuştur. Bu kadar kıymetli ve şerefli bir nisbet, murâdlardan bir tâne olanlara mahsûstur. Müridlerin bu kemâlden hiçbir nasîbleri yoktur. Bu kemâl mertebesi büyük nihâyet ve çok az ele geçen bir gâyedir. Onun üstünde bu cinsden bir kemâl yoktur. Bundan yüksek bir ihsân yoktur. Binlerce sene sonra böyle bir ârif vücûda gelse, çok büyük bir ni'met ve ganîmettir. Bereketi uzun yıllar ve zamânlarda görülür. Bu öyle bir ârifdir ki, sözleri devâ, nazarı şifâdır. Bu hayırlı ümmetten Hazret-i Mehdî de bu şerefli nisbete sâhib olacakdır. Bu bir ilâhî ihsândır. Allahû Teâlâ bunu dilediğine verir. O büyük ihsânlar sâhibidir.
Bu uzak devlete erişmek, sülûk ve cezbe yollarını ayrıntılı olarak derece derece tamâmlamağa, tam fenâ ve kâmil bekâ makâmlarını mertebe mertebe ikmâl etmeğe bağlıdır. Bu ise, ancak Peygamberlerin efendisi ve âlemlerin Rabbi'nin Sevgilisine "aleyhi ve alâ âlihi minessalavâti efdeluha ve minet-teslimâti ekmelühâ" tam mütâba'at etmekle [uymakla] mümkündür. Bizi O'na uyanlardan eden Allahû Teâlâ'ya hamd olsun! Allahû Teâlâ'dan bütün isteğim, beni Habîbine "sallallahü aleyhi ve sellem" tam uyanlardan, bu mütâba'atta sâbit olanlardan ve O'nun "sallallahü aleyhi ve sellem" şerî'ati üzere istikâmette bulunanlardan eylemesidir. Bu duâma âmîn diyen kula Allahû Teâlâ merhamet eylesin!
Bu ma'rifetler, ince sırlardan ve gizli rümûzlardandır. Evliyânın büyüklerinden hiçbiri bunlardan bahsetmemiş, meşhûr mutasavvıflardan hiçbiri, işâretle dahî olsa bunlardan konuşmamıştır. Allahû Sübhânehü ve Teâlâ bu sırları bu kuluna mahsûs kılıp, Habîbinin "sallallahü aleyhi ve sellem" sadakası olarak onun diliyle ifşâ eyledi. Beyt:
Kocakarı kapısına gelirse bir pâdişâh,
Agâm, Sen şaşırıp da çekme gizli gizli âh!
Allahû Teâlâ'nın kabûlü, bir illete, şarta ve sebebe bağlı değildir. Dilediğini yapar ve dilediğini hükmeder. Allahû Teâlâ dilediklerine husûsî rahmet eder, O büyük ihsânlar sâhibidir. Ve sallallahü Teâlâ alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve selleme ve bâreke ve alâ cemi'il-enbiyâi vel-mürselîn ve alel-melâiket-il mukarrabîn ve alâ ibâdih-is-sâlihîn. Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ'ya "aleyhis-salâtü ves-selâm" tâbi' bulunanlara selâm olsun!
Rûh bîçûn [nasıl olduğu anlaşılamayan, anlatılamayan] âlemdendir. Bunun için, onun özelliklerinden biri, mekânsız olmasıdır. Gerçi Allahû Teâlâ'nın mekânsız olmasına nisbetle mekânlı gibi, O'nun "Teâlâ ve Tekaddes" vücûb mertebesindeki bîçünlüğüne göre çûnun [bilinenin ve anlatılabilinenin] tâ kendisi olmaktadır. Sanki rûhlar âlemi, bîçûn mertebesi ile âlem arasında berzahtır, geçittir. Bunun için ikisine de benzemektedir. Bu sebepten çûn [madde] âlemi onu bîçûn bilmekte, ammâ bîçûn mertebesine göre de ayn-ı çûn [çûnun, anlaşılabilenin ta kendisi] görülmektedir. İkisi arasında berzah, geçit konumunda bulunması, aslî fıtratı i'tibâriyle onda mevcûttur.
Bu maddî bedene ve bu zulmânî heykele taalluk ettikten sonra, geçit olmaktan, çûn ile hakîkî bîçûn arasında vâsıta olmaktan çıkmış, tamâmen çûn âlemine inmiş, bîçûn tarafı örtülmüştür. Hârût ve Mârût gibi olmuştur. Onlar da ba'zı hikmet ve maslahatlar için meleklere mahsûs yüksek makâmlarından insanlığın aşağı seviyesine indirilmişlerdi. Tefsîrlerde ve benzeri kitâplarda böyle yazılıdır. Bundan sonra, eğer Allahû Teâlâ'nın inâyeti ve yardımı elinden tutar ve bu yolculuğundan geri döner ve bu aşağılığından kurtulup tekrâr yükselirse, zulmânî nefs ile maddî beden de onunla birlikte yükselip, mertebeleri aşarlar. Bu arada rûhun taalluk ve tenezzülünden maksat ne ise, o da zuhûr eder ve emmâre itminâna kavuşur, zulmânî nûrânî olur.
Rûh bu yolculuğu tamâmlayınca ve nüzûlden maksat ele gelince, aslî olan berzahiyyete, çûn ile bîçûn arasında vâsıta olmaklık vazîfesine döner. Bidâyetteki urûc ve rücu'un nihâyetini bulmağı arzûlar. Kalb de rûhlar âleminden olduğu için, o da berzahlıkda, ya'nî arada kalacaktır. Âlem-i emirden bir şeyler edinmiş olan mutme'inne nefs -ki bedenle kalb arasında geçittir- aynı yere yerleşecektir. Dört unsûrdan [ateş, hava, su, toprak] mürekkep [birleşip meydâna gelmiş] olan beden, kevn ve mekân [varlık, vücûd, dünyâ] âleminde bulunacak ve tâ'at ve ibâdetle meşgûl olacaktır. Bundan sonra eğer [dîne, şerî'ate karşı] serkeş-lik ve muhâlefeti görülürse, unsûrların tabî'atlerinin îcâbı olarak îzâh edilir. Meselâ aslı i'tibâriyle serkeşlik ve aksilik isteyen ateş cüz'ü, iblîs gibi, "Ben ondan [Âdem Aleyhisselâm'dan] hayırlıyım" diye haykıracak, serkeşlikten vazgeçmiş olup, Hak Teâlâ'dan râzı bulunan ve Allahû Teâlâ'nın da kendisinden râzı olduğu ve râzı olunandan ve râzı olandan serkeşliğin beklenmediği nefs-i mutme'inneden bir serkeşlik meydâna gelirse, bu serkeşlik ondan değil, artık kalıptan, ya'nî bedenin tabi'î hâlindendir. İnsanların Efendisi "aleyhi ve alâ âlihissalâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ", bu nev'î iblîsvârî serkeşlik için, (Küçük cihâddan döndük, büyük cihâda geldik) buyurmuş olsa gerek ki, o muhâlefetin menşei kalıp cüz'üdür.(şeytânım müslümân oldu) buyurmasından murâtları, ya O yüce Peygamberin yanındaki şeytândır -ki burada murât, içindeki şeytân olup, her ne kadar onun hâkimiyyeti kırılmış ve inâd ve ısrârından vazgeçmiş ise de, zâtî olanlar zâttan ayrılamaz, nitekim mısra':
Zenciden siyâhlık nasıl gitsin ki, kendi rengidir.
Veyâ ondan murât enfüsî [insanın içinde bulunan] şeytândır. Onun müslümân olması ise, serkeşliğinden tamâmen vazgeçer, hiç hatâ etmez demek değildir. Müslümân olduğu hâlde azîmeti bırakıp, ruhsat ile amel etmesi câizdir. Eğer içinde bir hasene [iyi taraf ve sevâp] bulunmayan küçük bir günâh işlese, yine yeri vardır. Ebrârın hasenesi, mukarreblere göre günâhdır sözü de bu kabîldendir. Bu saydıklarımız, serkeşliğin, muhâlefetin ve karşı gelmenin kısımlarıdır. Bu kadar serkeşliğin insanda bırakılmış olması, insanın ıslâh ve ilerlemesi içindir. Zîrâ noksan ve kusûrun en büyüğünü terk-i evlâyı yapmasında bulduğu o işleri yaptıktan sonra, o kadar pişmanlık ve nedâmet duyar ve o kadar tevbe ve istiğfâr eder ki, sayısız terakkîlere, ilerlemelere mazhar olur. Beden unsûru kendi yerinde bulunduğundan, altı latîfeden ayrıldıktan ve bunların âlem-i emirde yükselmelerinden sonra, şüphesiz bu âlemde onların halîfesi [vekîli] işte bu beden kalacak ve hepsinin işini o görecektir. Bundan sonra, eğer ilhâm varsa, hakîkat-i câmi'a denen kalb latîfesinin halîfesi [yerine bakanı] olan yüreğe olmaktadır. Hadîs-i şerîfte vârid olan, (Kırk sabah Allahû Teâlâ'ya karşı ihlâs üzere olanın kalbinden diline hikmet pınârları akar gelir) ifâdeden murât işte bu kalbdir. Her şeyin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir. Ya'nî et parçası olan yürektir. Bir başka hadîs-i şerîften bu ma'nâ ve maksat dahâ iyi anlaşılmaktadır. Nitekim sallallahü aleyhi ve sel-lem Efendimiz,(Kalbime bir bulanıklık geliyor...) buyurmakla, kalb ismi verilen yürek üzerine bir bulanıklığın geldiğine işâret etmektedir. Çünki hakîkat-i câmi'a denen hakîkî kalbde keder ve bulanıklık olmaz. Zîrâ o, bulanıklıktan tamâmen kurtulmuştur. Yine bir hadîs-i şerîfte, kalbin hep değiştiğinden bahisle, (Mü'minin kalbi Rahmânın iki [kudret] parmağı arasındadır...)buyurdu. Yine bir hadîs-i şerîfte, (Mü'minin kalbi geniş bir arâzîdeki bir iplik lifi gibidir...) buyurdu. Yine bir duâsında, (Ey kalbleri değiştiren Rabbim, kalbimi tâ'atin üzere sâbit eyle!) buyurdu. Bir kararda kalmamak ve değişmek, hep, et parçası olan yürekte olmaktadır. Çünki hakîkat-i câmi'a denen gerçek kalbde hiçbir zamân değişme olmaz. Zîrâ o artık itminâna kavuşmuş, en sağlam hâlde karar kılmıştır. Halîlullah "alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm", (Yâ Rabbî, kalbimin itminânını istiyorum) demekle, yürekteki değişikliğe işâret etmiştir. Bundan başkası olamaz. Çünki Onun hakîkî kalbi, şübhesiz itminân bulmuştu. Hattâ nefsi bile, hakîkî kalbinin hâkim ve gâlib olmasıyla itminâna ermişti.
(Avârif-ül Me'ârif) kitâbının sâhibi [İmâm-ı Sühreverdî] Hazretleri "kuddise sirruh" der ki: İlhâm, kalb makâmına çıkan mutme'inne nefsin sıfatı olur. O zamânki telvîn ve taklîbler [renkden renge girmeler ve değişmeler] de nefs-i mutme'innenin sıfatlarından sayılır. Avârif sâhibinin bu açıklamaları, gördüğünüz gibi, bildirilen hadîs-i şerîflere muhâlifdir. Şeyh, haber verdiği bu makâmdan yukarı çıkabilseydi, işin hakîkatini ve iç yüzünü anlar ve benim bildirdiğimin doğruluğunu görürdü. Benim keşif ve ilhâma mutâbık olarak vâki' olan haberlerimin doğruluğu Resûlullah'ın "sallallahü aleyhi ve sellem" haberleri, hadîs-i şerîfleri ile ortaya çıktı.
Yüreğin altı latîfeye halîfe olması ve üzerine ilhâmın gelmesi, hâl ve telvînlere sâhip bulunması hakkındaki haber ve bildirdiklerimi öğrendikleri zamân, taassub ehline ağır gelecektir. Zîrâ işin hakîkatini bilmiyorlar. Bilmedikleri için, de anlamıyorlar. Bunun için onlara ağır gelmektedir. Ammâ Resûl-i ekremin "aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm" şu hadîs-i şerîfine ne diyecekler? (Âdemoğullarının cesedinde bir et parçası vardır. Bu et parçası sâlih olur, ya'nî işe yarar ise, bütün beden sâlih [sağlam ve iyi ve işe yarar] olur. Eğer fâsid olursa [işe yaramaz hâlde bulunursa], bütün beden fâsid [bozuk] olur. Uyanınız, dikkatle dinleyiniz! O et parçası kalbdir [yürektir].) Et parçasının kalp olduğunu, sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz mübâlağa [kuvvet] ile beyân edip, cesedin salâh ve fesadını, et parçasından ibâret olan o kalbin salâh ve fesadına bağlı kıldı. Hakîkî kalb için câiz olan şeyler, hilâfet ve nihâyet, ya'nî vekâlet yoluyla yürek için de câiz olur, ya'nî o da latîfeler gibi iş görür.
Biraz da rûhtan bahsedelim: Rûh, ölümden evvelki ölümle cesetten ayrılınca, vâsıl olan ârif, rûhunu ne bedeninin içinde, ne dışında, ne bedenine bitişik, ne de ayrı bulur. Yalnız cesedin ıslâhı, iyi olması için, bedene ta'alluk etmiş olduğunu anlar. Hattâ deriz ki, rûh kendi kemâline kavuşmak maksat ve arzûsu sebebiyle bedene ta'alluk etmiştir. İşte rûhun bedene olan bu ta'alluku, ceset için salâh ve hayrın menşe' ve nüvesini teşkîl etmektedir. Bu ta'alluku olmasaydı, beden tamâmen şer ve noksanlık mahallî olurdu.
Allahû Teâlâ'nın da, rûh ve diğer mahlûklarla hâli böylecedir. Hak Teâlâ âlemin içinde değildir, dışında değildir, âleme bitişik değildir, ondan ayrı değildir. Âlemle ta'alluku, irtibât ve münâsebeti onu yaratmak, varlıkta tutmak, kemâlâta âit feyzleri, ni'met ve iyilikleri vermekledir.
SUÂL: Eğer suâl eder ve dersen ki, hak yolun âlimleri, sizin konuştuğunuz gibi, rûhtan bahsetmediler; hattâ ondan konuşmaya izin vermediler. O büyük âlimlere, küçük ve büyük, az ve çok her şeyde uyan sizin gibi bir kimsenin rûhtan bahsetmesi ne sebeple olur ve neye yorumlanır?
CEVÂB: Âlimlerden rûhun hakîkatini bilenler azdır. Bu ilmi bilenler, az olmakla berâber, kendilerine münkeşîf olan kemâlât-ı rûhiyyeyi, tafsîlen beyân buyurmayıp, halkın yanlış anlamasından ve dalâlete düşmesinden sakınarak icmâl ile yetinmişlerdir. Çünki kemâlât-i rûhiyye [rûhla alâkalı mertebe ve olgunluklar] sûreta [görünüşte] kemâlât-i vücûbiyyeye benzer olduğundan, aralarındaki fark çok incedir. Bunu ancak râsıh [doğru ve kuvvetli] ilme sâhip olan âlimler anlayabilir. Doğru yolun âlimleri maslahatı [halka yarayışlı olanı] icmâlde [kısa ve öz olarak beyân etmekte] gördüler. Hattâ rûhun hakîkatini olduğu gibi izhâr ve beyân edenlere inkâr ehli dediler. Lâkin yukarıda zikredildiği gibi, rûhun kemâlâtını inkâr etmediler. Bu za'îf kulun, rûhun ba'zı hâllerini beyân ve ba'zı husûsiyyetlerini açıklaması, sahîh ilmine ve sarîh keşfine dayanarak ve güvenerektir. Allahû Teâlâ kendi yardımı ve tevfîkı ve Habîbi-nin "aleyhissalâtü vesselâmü ve âlihil-kirâm" sadakası olarak, beyâna mâni' olacak şüpheleri de gidererek hepsini bildirdi. Dikkat et, iyi anla!
Bilinmesi lâzım gelen şeylerden biri de şudur: Ceset rûhtan sayısız kemâlât edindiği gibi, rûh da cesetten büyük fâideler kazanmaktadır. Bu fâidelerden bir kısmı, rûhun da beden sâyesinde işitmesi, görmesi, konuşması, bedeni hâline girmesi, çalışıp kazanır olması ve âlem-i ecsâda [ya'nî beden, madde âlemine] münâsip olan işleri yapması şeklinde sıralanabilir.
Yukarıda geçtiği gibi, mutme'inne olan nefs, rûhânîlere, ya'nî beş latîfeye mülhak olunca, ya'nî âlem-i emre dönünce, âlem-i ecsâdda, akıl onun yerine oturur ve akl-ı meâd ismini alır. O zamân bütün düşünce ve endişesi âhiret için olur. Mâ'işet, ya'nî dünyâ hayâtı düşüncesinden kurtulup, kendisine verilmiş olan bir nûr vâsıtasıyla ferâsete lâyık olur. Bu mertebe, akıl için olan kemâlât mertebelerinin nihâyetidir. Olgunlaşmamış birisi, burada i'tirâzla kalkıp, "Aklın kemâlât mertebelerinin sonu, dünyâ ve âhireti unutmasıdır. O artık Hak sübhânehü ve teâlâdan başka, ne dünyâyı, ne de âhireti düşünmez olur" demesin. Derse,
Cevâb'ında derim ki, bu unutma hâli, tasavvuf yolculuğunda ilerlerken, Fenâfillahmakâmında hâsıl olmaktadır. Şimdi bahsettiğimiz kemâl mertebesi, ondan kat kat ilerdedir. Burada cehlden sonra ilme, Cem'den sonra Farka dönüş vardır. Cem' mertebesinde olan tarîkat küfründen sonra Hakîkî İslâm'a kavuşmak vardır. Aklın dört mertebesi vardır ve aklın kemâlâtı bunlardan ibârettir diyen sefîh [akıldan uzak] felsefeciler, aklın kemâlinin ne demek olduğunu bilmiyorlar. Aklın hakîkati ve ona tâbi' olan kemâlâtı akıl ve düşünce ile anlaşılamaz. Anlamak için Peygamberlik kandilinin nûrlarından iktibâs etmiş sahîh keşif ve sarîh ilhâm sâhibi olmak lâzımdır. Salavâtullahi teâlâ ve teslimâtühü alâ cemi'il enbiyâi vel-mürselîn umûmen ve efdalihim Habîbil-lahi husûsen.
SUÂL: Büyük evliyânın sözlerinde, "Akıl rûhun tercümânıdır" ifâdesi geçmektedir. Bu ne demektir? diye sorulursa,
CEVÂB'ında deriz ki, Mebde-i Feyyâzdan [Hak Teâlâ'dan] rûhânî telakkî, ya'nî ilhâmla gelen ilim ve ma'rifetleri, rûhlar âleminden olan kalb alır ve onun tercümânı olan akıl, o ilim ve ma'rifetleri, âlem-i halka tutulmuş olan insanların anlayışına göre düzenler, özetler söyler ve yazar. Eğer akıl onları bu şekilde tercüme etmemiş olsaydı, bunları anlamak çok zor, belki imkânsız olurdu. Yürek, hakîkat-i câmi'a denen kalbin yerine oturduğundan, o makâmın aslî sâhibi gibi olmuş, ona olan ilhâm da, rûhânî ilhâm gibi olup, tercümâna ihtiyâç hâsıl olmuştur.
Şunu da bildirelim ki, akl-ı meâd üzerine bir zamân gelir ki, nefs-i mutme'inneye yakınlık şevk ve arzûsu son dereceye varır ve onun makâmına kavuşmak ister. İşte o zamân kalıbı [bedeni] boş ve hâli bırakır. O zamân anlama ve hâtırlama da yürekte karar kılar. (Kalbi olan için burada çok nasîhatler vardır.) İşte bu zamân kalb, yine kendisinin tercümânı olur. Bu durumda ârifin mu'âmelesi kalıbı ile ol-maktadır. (Ben ondan dahâ hayırlıyım) diye feryâd eden ateş cüz'ü, inkıyâd ve itâ'ate yüz tutar ve tedrîcen hakîkî İslâm şerefi ile şereflenir. İblîslik sıfatını ondan izâle edip, nefs-i mutme'inne aslî makâmına ulaştırırlar ve onun vekîli yaparlar. Öyle olunca kalıpta kalb-i hakîkînin yerine yürek oturdu ve nefs-i mutme'innenin vekîli ateş cüz'ü oldu.
Mısra:
Aşk kimyâsından altına döndü vücûdumun bakırı.
Hava cüz'ünün rûh ile münâsebeti vardır. Bunun için sâlikin hava makâmına vüsûlü ve urûcu [yükselip kavuşması] vaktinde, ba'zan hava Hak olarak bilinir ve zan eder ki, Haktır ve onun giriftârı olarak kalır. Nitekim rûh makâmında böyle şühûdlar el verir ve rûha Hak diye tutulmalar olur. Meşâyıhdan biri, "Otuz sene Hak Teâlâ diye rûha taptım" demiştir. O makâmdan geçirilince, hak bâtıldan ayrıldı. Bu hava cüz'ü, rûh makâmına münâsebeti sebebiyle, bu kalıpta, ya'nî bedende rûhun vekâletini üslenir ve ba'zı işlerde rûh hükmünü alır.
Su cüz'ü, hakîkat-i câmi'a olan kalble münâsebete sâhip olduğundan, onun feyzi bütün eşyâya ulaşır. Âyet-i kerîmede: (Biz her şeye sudan hayât verdik) buyuruldu. Onun dönüşü de yüreğedir. Bedenin en büyük cüz'ü olan toprak unsûru, aşağılık ve alçaklık kirlerinden temizlendikten sonra -ki onun aslî sıfatlarıdırlar- bu bedende hâkim ve gâlib olur ve bedende ne varsa onun hükmünde ortaya çıkar ve onun hâliyle hâllenir. Onun bu tam câmi' olmaklığı vâsıtası iledir ki, bedenin bütün cüz'leri, gerçekte onun cüz'leridir. Bunun için anasır ve eflâkın merkezi kürre-i arz, ya'nî dünyâdır. Onun merkezi de âlemin merkezidir. Bu zamân bedenin işi de sona erer ve uruc ve nüzûlün [yükseliş ve inişin] sonu ele geçmiş olur ve tekmîlin kemâli elverir. Nihâyetin başlangıca dönüşü de budur.
Rûh, bütün mertebe ve ona tâbi' olanlarla birlikte yükselme yoluyla, karar kılacağı makâma ulaşsa da, kalıbın terbiyesi için dahâ çok mesâfe olduğundan, bu âleme teveccühü lâzımdır. Kalıbın işi nihâyete vardığından, rûh, sır, hafî, ahfâ ile birlikte ve kalb, nefis ve akılla berâber, Hak Teâlâ Hazretleri'ne müteveccih olup, bütün varlığı ile bu kalıptan yüz çevirir. Kalıp da bütün varlığı ile kulluk makâmına yönelir. O hâlde rûh, mertebeleri ile birlikte, şühûd ve huzûr makâmına yerleşir ve ma'sivâyı [Allah'tan başkasını] görmekten ve bilmekten tamâmen kesilir, kalıp ta tamâmen tâ'at ve kulluk makâmında kuvvet bulur. Cem'den sonra Farkmakâmı budur. Allahû Teâlâ kemâlâta kavuşmak için tevfîk ve kolaylık ihsân eylesin.
Bu fakîrin bu makâmda husûsî bir kademi [adımı, yol alması] vardır. O da, rûhun tâbi'leri ile birlikte âlem-i halka dönüşüdür ki, onları Hak Teâlâ'ya da'vet eder. Rûh, bu zamân beden hükmünü alır ve ona tâbi' olur. İş oraya varır ki, beden hâzır ise, rûh da hâzır olur. Beden gâfil ise, rûh da gâfil olur. Ancak namâz kılarken rûh, bütün mertebeleri ile birlikte Hak Teâlâ'ya yönelir, beden gâfil olsa da, onun teveccühüne mâni' olmaz. Çünki namâz, mü'minin mi'râcıdır.
Şunu da bildirelim ki, vâsılın [Hakka kavuşmuş olanın] bütün ma'nâsıyla vâki' olan rücû'u [geriye dönüşü] da'vet makâmlarının en yüksek mertebelerindendir. Bu gaflet çoklarının huzûr sebebidir. Gâfiller bu gafletten gâfillerdir ve hâzır olanlar bu geriye dönüşten câhillerdir. Bu makâm, zemme benzeyen medh kabîlinden bir makâmdır. Her kısa görüşlünün idrâki ve anlayışı buraya ulaşamaz. Bu gafletin kemâlâtını beyâna kalkışırsam, aslâ hiç kimse huzûra kavuşmak arzûsunda olmaz. Bu o gaflettir ki, insanların seçilmişlerini meleklerin seçilmişlerinden üstün eder. Bu o gaflettir ki, Muhammedi "sallallahü aleyhi ve sellem" bütün âlemlere rahmet edici kılar. Bu o gaflettir ki, velâyetten nübüvvete eriştirir. Bu o gaflettir ki, nübüvvetden risâlete ulaştırır. Bu o gaflettir ki, insanlar arasındaki evliyâyı, insanlardan uzak duran evliyâdan üstün eder. Bu o gaflettir ki, Muhammedi "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" Sıddîk-ı Ekber'in "radıyallahü anh" önüne geçirir. Bu o gaflettir ki, sahvı sekre tercîhe götürür. Bu o gaflettir ki, nübüvveti ve-lâyetten efdal eder. Bu o gaflettir ki, Onun sebebiyle irşâd kutbu, ebdal kutbundan üstün olur. Bu o gaflettir ki, Sıd-dîk-ı Ekberi "radıyallahü anh", "Âh, keşke Muhammed'in bir sehvi [yanılması] olaydım" dedirtmiştir. Bu o gaflettir ki, huzûr onun aşağı bir hizmetçisidir. Bu o gaflettir ki, kavuşmak onu elde etmenin başlangıcıdır. Bu o gaflettir ki, görünüşte inmek, gerçekte ise yukarılara çıkmaktır. Bu o gaflettir ki, seçilmişleri sıradan insanlar gibi yapar ve onların kemâlâtını insanların gözünden örter. Mısra':
Söylemeğe kalkarsam, şerhinin sonu gelmez.
Az çoğa işâret eder. Damla engin bir denizden haber verir. Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ'nın izinden gidenlere selâm olsun. Aleyhi ve alâ âlihi mines-salavâti vet-teslimâti etemmühâ ve ekmelühâ.
Son Peygamber "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" diğer Peygamberler "aleyhimüssalavâtü vet-tes-limât" arasında zâtın tecellîsine kavuşmakla mümtâzdır ve bütün kemâlâtın fevkinde olan bu devlet ve sa'âdet O'na mahsûstur. Ona tâbi' olanların en kâmillerinin de bu husûsî makâmdan nasîpleri vardır. Bu sözümüzden, o hâlde, bu ümmetin en kâmil evliyâsı diğer peygamberlerden üstün olmak îcâb eder anlaşılmasın. Böyle düşünmek Ehl-i Sünnet ve cemâ'at i'tikâdına aykırıdır. Bu cüz'î bir fazîlet değildir ki, onunla şüphe izâle edilmiş olsun. Hâyır küllî bir fazîlettir. Zîrâ insanların fazîleti Allahû Teâlâ'ya yakınlıklarına göredir. Her fazîlet bu üstünlüğün altında kalır.
Cevâb'ında deriz ki, bu ümmetin en kâmil evliyâsının ve büyüklerinin o makâmdan nasîb almaları ve o makâma kavuşmalarından, diğer peygamberlerden üstün olmaları lâzım gelmez. Fazîlet vusûle [üstünlük kavuşmaya] bağlıdır. Ümmetlerin en hayırlısı olan bu ümmetin en büyük evliyâsının yükselmesi, Peygamberlerin "aleyhimüssalavâtü vet-teslimât" ayaklarının altına kadardır. Peygamberlerden "aleyhimüssalavâtü vet-teslimâtü vet-tehiyyât" sonra bütün insanlardan yüksek olan Sıddîk-i Ekber'in "radıyallahü anh" yükselmesinin sonu bir peygamberin ayağının altına kadar olup, bütün peygamberlerden aşağıdır. Ya'nî demek istiyoruz ki, bu ümmetin peygamberine en çok tâbi' olanları için, peygamberlerine "aleyhissalâtü vesselâm" mahsûs fevk-ul fevk makâmına mahsûs kemâlâtın altındaki makâmdan tam nasîpleri vardır. Hâdim [hizmet edici] nerede olsa, mahdûmun [efendinin] artığı ona yetişir. Uzak olan hâdim, mahdûmun tufeylisi olarak öyle şeyler bulur ki, yakında olanlara hizmet sa'âdeti olmaksızın müyesser olmaz. Beyt:
Onun kâfilesine ulaşamam bilirim,
Çıngırak seslerini duymayı ni'met bilirim.
Şunu da bilmelidir ki, müridler ba'zan pîrleri hakkında bir tevehüme kapılıp, pîrlerin makâmına kavuştuklarını, onunla berâber ve eşit olduklarını düşünürler. İşin hakîkati anlattığımız gibidir. Onunla eşit görmesi, ancak o makâmlara kavuşması hâlindedir, o makâmların hâsıl olmasında değildir. Zîrâ hâsıl olan, tufeylî olmakla hâsıl olmuştur.
Buradan, müridin mürşidi derecesine çıkamayacağı, onunla aynı seviyeye gelemeyeceği de anlaşılmasın. Öyle değildir. Aynı seviyeye gelmek mümkin ve câizdir. Hattâ vâki'dir. Lâkin fark, o makâmın hâsıl olması ile, o makâma vâsıl olmakta olup, çok incedir. Her mürid bunu anlayacak dereceye ve hâle kavuşamaz. Bu farkı anlayabilmekte sahîh keşif ve sarîh ilhâm şarttır. Allahû Teâlâ en doğrusunu ilhâm edicidir. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun!
Tasavvuf yolunda çalışan birisi suâl etti.
SUÂL: Bu yolda ilerleyen bir tâlib bir hâl ile hâlleniyor, bu hâl bir zamân kalıp, sonra örtülüyor. Bir zamân sonra aynı hâl tekrâr ortaya çıkıyor, yine bir müddet kalıp örtülüyor ve bu şekilde devâm ve tekrâr edip, sürüp gidiyor.
CEVÂB: İnsanda yedi latîfe vardır. Her latîfenin devlet ve saltanât [hâkim olma] müddeti ayrı ayrıdır. Bunun için bunların en latîfi üzerine vâridât gelir ve kuvvetli bir hâl vâki' olursa, sâlikin bütün varlığı, o latîfenin rengine ve hâline bürünür ve o hâl bütün latîfelere sirâyet eder ve o latîfenin hâkimiyyeti durduğu müddetçe o hâl devâm eder. Kuvvet ve hâkimiyyeti bitince, o hâl de gider. Bir zamân sonra eğer o hâl tekrâr geri gelirse, iki şık vardır: Yâ aynı latîfe üzerine döner; bu durumda ilerleme yolu o sâlike kapalıdır. Ya da diğer bir latîfeye gelir ki, ilerleme yolu açık demektir. O diğer latîfedeki durum da, birincisinde olduğu gibi devâm eder. Zîrâ o hâlin gitmesinden sonra, eğer aynı hâl geriye dönerse, önceki iki şıktaki durum meydâna gelir. İşte bütün latîfelerin hâli böyledir. Eğer gelen vâridât, bütün latîfelerde asl olarak cereyân ederse, hâlden makâma geçer ve artık gitmez. Her işin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir. Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyid-il beşer ve âlih-il ethâr.
(Ey mü'minler, size verdiğim rızkların temiz ve helâlinden yiyin ve Allahû Teâlâ'ya şükredin, eğer hakîkaten O'na ibâdet, kulluk ediyorsanız) [Bakara-172] âyet-i kerîmesindeki, in küntüm "iseniz" şart ifâdesi, yemek ile emrin bağlılığı olması muhtemeldir. Ya'nî eğer Allahû Teâlâ'ya ibâdete tahsîs edecekseniz, size rızk olarak gönderdiğimiz lezzetli gıdâlardan yiyiniz. Ammâ eğer bunu yapamayacak, hattâ o lezzetli yiyecekleri ve rızkları, nefsinizin isteklerini yapmak ve nefsinize kulluk etmek için kullanacaksanız, onlardan yemeyiniz. Çünki sizde bâtın [kalb] hastalığı vardır. Böyle lezzetli rızklar sizin için öldürücü zehirdir. Bu bâtın [kalb] hastalığınız giderse, o zamân bu lezzetli rızıkları yemek sizin için iyi ve fâideli olur. Keşşâf sâhibi, arkasında şükür ile emrolunduğuna bakarak, tayyibât kelimesini müstellezzât ile tefsîr etti.
Büyük evliyâdan biri, "Allahû Teâlâ'yı hakkıyle tanıyana günâh zarar vermez" buyurdu. Ya'nî ma'rifetten, tanımadan önceki günâhı zarar vermez demektir. Çünki İslâm, kendinden evvel işlenmiş olan günâhları geçersiz kılar. İslâm'ın hakîkati, tasavvuf dilinde, fenâ ve bekâdan sonra kavuşulan gerçek ma'rifettir, Allahû Teâlâ'yı bilmekdir. İşte bu ma'rifete ulaşmak da, kavuşmadan önceki günâhları mahveder, geçersiz kılar. Bu sözdeki "zarar vermez" ifâdesinin, ma'rifete kavuştuktan sonraki günâhları bildirmesi de mümkündür. O zamân, büyük günâh değil, küçük günâh kastedilmiş olur. Çünki evliyâullah büyük günâh işlemekten mahfûzdur. Küçük günâhın zararı ise, ısrâr ve devâmlı olması hâlindedir. Evliyâullahda ısrâr olmadığı ve aralıksız istiğfâr ve tevbe ile tedârike çalışma bulunduğu için, küçük günâh onlara zarar vermez. Ve yine mümkündür ki, bu sözün ma'nâsı, fenâ ve bekâdan sonra günâh meydâna gelmez, demek ola. Çünki günâh meydâna gelmeyince, zararı da olmaz.
Mülhidlerin bu sözden anlamak istedikleri, mâdem ki, günâh işlemek ârife zarar vermiyor, o hâlde istedikleri kadar günâh işlerler, sözleri zındıklıktır. Kat'î olarak yersizdir, bâtıldır.(Onlar şeytânın takımıdır. Uyanınız ve iyice biliniz ki, hüsrân ve zararda olanlar, şeytânın takımı olanlardır), âyet-i kerîmedir. Yâ Rabbî, bize hidâyet verdikten, doğru yolu gösterip, hidâyet üzere bulundurduktan sonra kalplerimizi kaydırma ve bize yüce katından rahmet ver. Sen çok ihsân edicisin. Ve Sallallahü Teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sellem ve bârek.
Mağfireti bol ve çok kerîm olan Rabbimden, İslâm'ın hakîkati ile şereflenen ârifin, bu ma'rifete kavuşmadan önceki günâhlarının, mezâlim ve kul hakkı cinsinden de olsa, kendine zarar vermeyeceğini umarım. Hak Teâlâ mutlak mâliktir ve kulların kalbi, O'nun iki parmağı arasındadır; dilediği gibi onları çevirir. İslâm zulüm ve kul hakları hâriç, bütün günâhları kesip atınca, Onun hakîkatinde, elbette mutlak olanında olmayan meziyyet ve fazîletler bulunur.
Allahû Teâlâ, vücûdları ile mevcûd olan diğer varlıkların hilâfına, vücûdü ile değil, zâtı ile mevcûddur. O hâlde varlığında vücûda ihtiyâcı yoktur ki, "Allahû Teâlâ'nın vücûdu, zâtının aynıdır, ondan başka değildir ki, başkasına ihtiyâcı yoktur" densin. Yoksa vücûdün zât ile aynı olduğunu isbâtta uzun delîllere ihtiyâç düşer. Eğer vücûd zâtın aynıdır dersek, bu sözle Ehl-i Sünnet ve cemâ'atin cumhûruna uymamış oluruz. Zîrâ bu büyükler ikisinin aynı olmadığını bildiriyorlar. Vücûdu zâid, ayrı olarak telakkî ediyorlar. Şûrâsı gizli değildir ki, vücûdün ziyâdeliğini söylemek, Vâcib Teâlâ ve Tekaddes'in başkasına muhtâç olduğunu gerektirir. Eğer Vâcib Teâlâ ve Tekaddes vücûd-i zâid ile mevcûddur, yâhud Hak Teâlâ zâtı ile mevcûddur dersek ve bu vücûdu umûmî araz [sıfat] kabûl edersek, hem Ehl-i Sünnet âlimlerinin müşterek sözüne uyarız, hem de muhâliflerin i'tirâzlarına hiç yer bırakmamış oluruz. Vâcib Teâlâ için, zâtı ile mevcûddur deyip, vücûdü hiç karıştırmamak ile vücûd ile mevcûddur deyip, o vücûda zâtın aynısıdır demek arasında büyük ve açık fark vardır. Bu, Allahû Teâlâ'nın bana mahsûs kıldığı marifetlerdendir. Bunun için Allahû Teâlâ'ya hamd ederim ve Resûlüne salâtü selâm ederim.
Hazret-i Vâcib-ül Vücûd Teâlâ ve Tekaddes'in kendine mahsûs olanlardandır ki, zâtı ile mevcûddur ve var olmasında aslâ vücûda muhtâç değildir. Vücûdu zâtın aynısı, yâhud zât üzerine zâid tutmamız aynıdır. Her iki takdîrde de, ya'nî vücûd zâtın aynıdır veyâ zât üzerine ziyâdedir de mahzûr vardır. [Aynı olduğunu söylersek, uzun delîllere ihtiyâç ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin cümhûru kavline muhâlefet vardır. Ziyâdeliğini söylersek, başkasına muhtâçtır ma'nâsı çıkar.] Allahû Teâlâ'nın âdeti şöyle cereyân etmekdedir ki, vücûb mertebesinde olan bir şeyin, imkânın her mertebesinde bir nümûnesini zâhir eder. İnsanların bundan haberi olsun veyâ olmasın. Bu husûsiyyetin nümûnesi âlem-i imkânda vücûddur. Vücûd her ne kadar mevcûd olmayıp, ma'kulât-i sâniyyeden ise de, vücûdunu [bu derecede var olduğunu] kabûl edelim. O zaman kendi zâtı ile mevcûd olacaktır, bir başka vücûdla değil. Diğer mevcûdlar ise böyle olmayıp, onların varlığı vücûda muhtâçtır, zâtları kâfi değildir. O hâlde eşyânın mevcûdiyyetinde dahlî olan vücûd, eğer mevcûd olursa, kendi zâtı ile mevcûd olacaktır ve başka bir vücûda muhtâç olmayacaktır. Bütün mevcûdâtın yaratıcısı Teâlâ ve Tekaddes, müstakil olarak, eğer zâtı ile mevcûd olur ve aslâ vücûda muhtâç olmazsa, bunda şaşılacak ne olabilir. Bunu uzak görenler, sözümüzün dışındadır. Elbette doğruyu ilhâm eden [bildiren] Allahû Teâlâ'dır.
Bir kimse derse ki, hukemâ, Eş'arî âlimleri ve ba'zı mutasavvıfların, zât vücûdun aynıdır sözleri, sizin bir önceki ma'rifette bildirdiğiniz gibi, Vâcib-i Vücûd Teâlâ ve Tekaddes, vücûdla değil, kendi zâtı ile mevcûddura benziyor. O zamân, "zâten aynı olan bir vücûdla mevcûddur" sözünün ma'nâsı, "kendi zâtıyla mevcûddur, vücûdla değil" olmaktadır.
Cevâb'ında deriz ki, bu şekil Ehl-i Sünnete uymuyor. Bu mes'elede Ehl-i Sünnet âlimleri ile berâber olmadılar. Şöyle gerekirdi ki, Ehl-i Sünnet âlimleri bu durumda, onlara mukâbil desinler ki, Hak Teâlâ vücûdla mevcûddur, zâtla değil. Bu sûretten ise, vücûdün zâid olmasının isbâtı anlaşılmaktadır. Demek ki, vücûdun ziyâdeliğinin isbâtı [var olduğunu kabûllenmek] şunu gösteriyor ki, iki fırka arasındaki ayrılık vücûdün kendisinde değil, sıfatında, onun aynı veyâ ziyâde oluşundadır. Ya'nî iki taraf da Hak Teâlâ'nın vücûd ile mevcûd olduğunu söylemekte berâberdir. Ancak aynı mıdır, ziyâde midir kısmında ayrılmaktadırlar.
Vâcib-ül Vücûd Teâlâ ve Tekaddes, kendi zâtı ile mevcûd ise, Vâcib Teâlâya mevcûd derken ne kastediliyor? Çünkü, mevcûdün ma'nâsı vücûdla varlıkta duran demektir. Hâlbuki burada vücûddan hiç söz edilmiyor, denirse,
Cevâb'ında deriz ki, evet, Vâcib Teâlâ ve Tekaddes'in kendisiyle mevcûd olduğu vücûd, Hak Teâlâ hakkında söylenemez. Ammâ a'râz-ı ân [ma'kulat-i sâniyeden olarak] zât üzerine söylenen vücûdla Vâcib Teâlâ mevcûddur deyip, iştikâk yoluyla yorumlanırsa, hiçbir mahzûru yoktur. Vesselâm.
Şühûdun ihâtasına giren, görünen, bilinen düşünce ve hayâle sığan bir hudâya [ma'bûda] aslâ tapmam. Çünki müşâhede edilen, görünen, bilinen, vehim ve hayâle gelen de, müşâhede eden, gören, bilen, düşünen ve hayâl eden gibi mahlûktur ve sonradan olmadır [ezelî ve ebedî değildir]. Beyt:
Ben, ağıza sığmayan lokmanın tâlibiyim.
Seyr ve sülûkden maksat perdelerin yırtılmasıdır. Bu perdeler, imkânî [mahlûkâta âit] olsun, vücûbî [Rabbe âit] olsun aynıdır. Ya'nî şühûde mâni' olan nûrânî veyâ zulmânî perdeleri aradan kaldırmaktır ki, vasl-ı uryânî, ya'nî tam kavuşmak ele geçsin. Yoksa matlûbu kayda getirmek ve avlamak için değildir. Beyt:
Anka kimseye av olmaz, tuzağını topla,
Ki ancak orada hava girer tuzağa.
Kaldı ki, âhirette rü'yet haktır, ya'nî Cennet'te olanlar Allahû Teâlâ'yı göreceklerdir. Buna îmân ederiz, ammâ nasıl olacağı ile meşgûl olmayız. Çünki avâm bunu anlayamaz; havâsın, seçkinlerin bunu anlayamamasından dolayı değil. Çünki havâs için dünyâda bu makâmdan nasîp vardır, ismi rü'yet olmasa da, vardır. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun!
Görülen ve bilinen her şey, mukayyeddir, mahdûddur. Mutlak olan sarafetten [hiçbir kayd ve bağla bağlı olmamaktan] aşağı mertebededir. Matlûb, ya'nî Hak Teâlâ O'dur ki, bütün kayd ve bağlardan münezzeh ve müberrâ ola. O hâlde O'nu, görmenin ve bilmenin ötesinde aramalıdır. Bunun nasıl olduğunu akıl anlayamaz. Çünki akıl, görmenin ve bilmenin ötesinde aramağı muhal [imkânsız] bilir. Beyt:
Perdenin arkasını, mest olmuş rindlerden sor,
Ki yüksek makâm sâhibi sofîye, bu hâl çok zor.
(Rind: gönül adamı, sûfi)
Mutlak, kendi sarâfeti üzere kayıdsızdır. Ona hiçbir kayd, bağ yol bulmamıştır. Ammâ kayd aynasında zuhûr edince, onun aksi [parıltısı] o aynanın hükmüne bürünür de, mukayyed ve mahdûd görünür. Böylece görülebilir ve bilinebilir. O hâlde, görme ve bilme ile iktifâ, o matlûbun akslerinden bir aks [parıltı] ile yetinmek olur. Maksadı yüksek olanlar ceviz mevizle kanmaz. Hadîs-i şerîfte, (Allahû Teâlâ himmetleri yüksek olan kulları sever) buyuruldu. Allahû Teâlâ bizi himmeti, arzûsu yüksek olanlardan eylesin. Bu duâmızı insanların Efendisi'nin "aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslimât" hürmetine kabûl buyursun!
Bu büyükler yoluna girdiğim ilk zamânlarda idi. Gördüm ki, bir yerde tavâf ediyorum. Benimle birlikte bir cemâ'at de tavâf ediyordu. Ammâ onlar o kadar yavaş hareket ediyor ve dönüyorlardı ki, ben bir tavâf edinceye kadar, ancak bir iki adım atıyorlardı. O esnâda bana bildirildi ki, bu tavâf ettiğimiz yer, Arş'ın üzeridir ve tavâf edenler meleklerdir "alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalavâtü vet-teslimât". (Allahû Teâlâ ba'zı kullarına husûsî rahmet eder. O, büyük ihsânlar sâhibidir.)
Evliyâullahı insanların gözünden saklayan perde ve örtüler, insanlık sıfatlarıdır. Diğer insanlar neye muhtâç ise, bu büyükler de ona muhtâçdır. Evliyâlıkları onları bu ihtiyâçlardan hâric tutmaz. Onlar da, diğer insanlar gibi kızarlar. Peygamberlerin Efendisi "aleyhi ve aleyhimüs-salavâtü vet-teslimât", (Ben de insanım, diğer insanlar gibi ben de kızarım) buyurunca, evliyâya ne düşer. Bu büyükler, aynı şekilde, yemekte, içmekte, çoluk çocuğu ile görüşmekte, onlara yakınlık ve alâka göstermekte, diğer insanlarla aynıdır. İnsanlığın îcâbı ve ihtiyâcı olan çeşitli bağlar ve alâkalar, avâmdan da, havâsdan da gitmez. Allahü Teâlâ, Peygamberler hakkında,(Biz Peygamberleri yemek yemez birer ceset olarak yaratmadık. Dünyâda ebediyyen kalıcı da değillerdir) [Enbiyâ Sûresi, 8.âyet] buyuruyor. Şekle, görünüşe bakan kâfirler diyorlardı ki, (Bu Peygambere ne oluyor? Yemek yiyor, çarşıda yürüyor...) [Furkan Sûresi, 7.âyet]
O hâlde Evliyâullahın dış görünüşüne bakan, mahrûm olmuş, dünyâ ve âhirette hüsrân ve ziyâna uğramıştır. Bu dış görünüşe bakmak değil midir ki, Ebû Cehili ve Ebû Lehebi İslâm devlet ve sa'âdetinden mahrûm edip, sonsuz zarara soktu. Mes'ûd o kimsedir ki, evliyânın dış görünüşüne değil, bu büyüklerin iç güzelliğine, kalblerinin yüksek hâl ve sıfatlarına bakar. Onlar Mısırdaki Nil gibidir. İnanmayanlara belâ, sevilenlere sudur. Hattâ şaşılacak şeydir ki, ehlullahda insanlık sıfatları o kadar çok görünür ki, diğer insanlarda bu kadar görünmezler. Sebebi şudur ki, zulmet ve küdüret [karanlık ve bulanıklık] açık ve temiz yerde olunca, az da olsa, çok görünür. Kirli ve açık olmayan yer böyle değildir. Çok da olsa, orada, o kadar belli olmaz ve göze batmaz. Lâkin insanlık sıfatlarının zulmeti avâmın bütün varlığına sinmekte, kalıbına, kalbine ve rûhuna işlemektedir. Ammâ havâsta, ya'nî evliyâda bu zulmet, sâdece kalıp ve nefste bulunmakta olup, seçilmişlerin seçilmişlerinde nefs de bu zulmetten kurtulmuştur. Sâdece kalıbadır. Bunun gibi bu zulmet avâmda noksanlığa ve ziyâna, havâsta kemâle ve parlaklığa sebep olmaktadır. İşte havâssın bu zulmetidir ki, avâmın zulmetlerini gideriyor, onların kalblerini tasfiye ediyor, parlatıyor. Nefslerini tezkiye ediyor, temizliyor. Bu zulmet olmasaydı, havâssın avâmla münâsebet kurmasında hiç bir yol olmaz, ifâde ve istifâde bağlantısı kesilirdi. Bu zulmet havâsta, onun kalbini bulandıracak kadar kalmaz. Arkasından gelen pişmânlık, tevbe ve istiğfâr, yalnız o zulmet ve bulanıklığı değil, onlar gibi dahâ nice nice zulmet ve bulanıklıkları temizler ve nice terakkîlere yol açar. Bu zulmet, meleklerde olmadığı için, onlar ilerleyemezler. Buna zulmet demek, zemme benzeyen bir medhtir.
Sıradan insanlar, ehlullahın sıfatlarını, kendi insanlık sıfatları gibi bilirler ve bunun için mahrûm ve mahzûl [ziyânda] kalırlar. Hâlbuki gâibi şâhide kıyâs fâsiddir. Her makâmın ayrı ayrı husûsiyyetleri ve her yerin başka gerekleri vardır. Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ'nın "aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslimât" izinde gidenlere selâm olsun!
İnsan ilme bağlı kaldığı ve ma'sivâya tutulma iz ve işâretlerini taşıdığı müddetçe, hor ve kıymetsizdir. Allahû Teâlâ'dan başkasını unutmak bu yolun şartıdır. Hak Teâlâ'dan gayrisini unutmak bu yolda ilk adımdır. Bâtın [kalb ve diğer latîfeler] aynası imkân [mahlûk] paslarından temizlenmedikçe, Hazret-i Vücûb'un onda görünmesi muhâldir. Çünki imkânın ilminin, Vücûbî olanın ma'rifetleri ile birleşmesi, cem'-i ezdâd [zıdların bir araya gelmesi] kabîlindendir. Burada ciddî bir suâl ortaya çıkar ve şöyle denir: Ârif bekâ ile şereflenip, nâkısları terbiye etmek ve kemâle getirmek için geriye döndürülünce, giden ilimler tekrâr geri gelir. Buna göre, imkânî ilimler [mahlûkâta âit bilgiler] vücûbî ma'rifetler [Hak Teâlâ'ya âit kalb ma'rifetleri] ile bir araya geliyorlar. Hâlbuki sen buna cem'-i zıddeyn [iki zıd şeyin bir araya gelmesi ki] muhaldir dedin.
Cevâb'ında deriz ki, bekâ billah makâmına kavuşmuş olan bir ârif, bu durumda berzâh [geçit] durumundadır. Sanki o vâcible imkân arasında berzâh [geçit ve vâsıta]dır ve her iki makâmın rengini taşımaktadır. Böyle olunca, her iki makâmın ilim ve ma'rifetleri birlikte onda bulunursa niçin zor olsun. Zîrâ iki zıd şeyin birleşme yeri bir olmuyor, sanki ayrı ayrı oluyor. O hâlde birleşme yoktur.
Fenâ mertebesinde, gitmiş olan eşyâya âit ilimler, bekâdan sonra tekrâr gelirlerse, ârifin kemâlinde bir noksanlık sayılmaz. Hattâ onun kemâli, gitmiş olan o ilimlerin geri gelmesindedir. Ve hattâ insanları kemâle getirmesi bunların geri gelmelerine bağlıdır. Zîrâ ârif, bekâdan sonra Allahû Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklanmış olmaktadır. Vâcib Teâlâ'da eşyânın ilmi [Allahû Teâlâ'nın mahlûkâta âit bilgileri ve her şeyi bilmesi] kemâlin kendisidir. Zıddı ise noksanlığı mucîbdir, ya'nî Allahû Teâlâ'nın eşyâyı bilmemesi, Ona noksanlık getirir ki Allahû Teâlâ noksandan berî ve münezzehtir. Allahû Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklanmış ârifin hâli de böyledir. Onun sırrı insanın ilminde ma'lûm sûretinin husûlüyle hâsıl olur. Şüphe yoktur ki, o ma'lûm olan sûretin onda husûlü zamânında, âlim müteessir olur [etkilenir]. İlim dahâ çok oldukça, âlimdeki te'sîri de dahâ ziyâde olur. Öyleyse âlimdeki tegayyûr ve televvün [değişme ve başka hâl alma] de önceki hâlinden dahâ geniş ve dahâ basît [yaygın] olur ki, bu hâl noksanlıktır. Hak tâlibine lâzımdır ki, bu ilimlerin her birini kendinden uzaklaştırsın, nefyetsin ve o eşyânın cümlesini unutsun.
Vâcib Teâlâ'daki ilim böyle değildir. Çünki Hak Sübhânehu ve Teâlâ eşyânın ma'lûm sûretlerinin kendisinde hâl olmasından [karışmasından, çözülüp erimesinden] müberrâ ve münezzehtir. Hak Teâlâ'nın ilminin onlara ta'alluku sebebi ile eşyâ ona münkeşîf olur. Mahlûkâtta olan değişikliklerden, zâtında, sıfatlarında ve fi'llerinde değişiklik olmayan Allahû Teâlâ, her kusûrdan münezzehtir. Allahû Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklanmış olan ârifin ilmi de böyle olur. Ma'lûmâtın [eşyânın, bilinen şeylerin] sûretleri onda hâl olmaz. Ondan etkilenmez, değişmez, başka şekil de almaz. O hâlde bu hâl ârife noksanlık değil, belki kemâldir. Bu sır, ilâhî sırların en derinlerinden ve müşkillerindendir. Allahû Teâlâ Habîbinin hurmet ve bereketine, kullarından dilediğini bu sırra mazhar eder.
Bu fakîri, tevbe edip bu büyükler yoluna girdikten oniki sene sonra rızâ makâmı ile şereflendirdiler. Önce nefsi itminâna kavuşturdular. Bundan sonra tedrîcen, sırf Allahû Teâlâ'nın fadlı, ihsânı ile bu sa'âdete eriştirdiler. Allahû Teâlâ'nın rızâsından bir parıltı görülmeyince, bu devlet ve sa'âdetle şereflenmek nasîb olmadı. Rızâ makâmında, mutme'inne olmuş nefs, Mevlâsından râzı oldu; Mevlâsı da ondan râzı oldu. Bunun için Allahû Teâlâ'ya çok hamd ederim. Rabbimizin sevdiği ve râzı olduğu şekilde en güzel ve bereketli hamdler O'na olsun. Vessalâtü ves-selâ-mü alâ Resûlihi Muhammedin ve âlihî kemâ yahrâ.
SUÂL: Nefs, Mevlâsından râzı olunca, duâ etmek [Rabbinden istemek] ve belânın giderilmesini dilemek, ne ma'nâ taşır, denirse,
CEVÂB'ında deriz ki, Allahû Teâlâ'nın fi'linden, yaptıklarından râzı olmak, O'nun mahlûkundan [kulundan] râzı olmağı îcâb ettirmez. Hattâ çoğu zamân kuldan râzı olmak çirkin ve kötü olur. Küfür ve günâhlar gibi. O hâlde kabîhi [çirkini, kötülüğü] yaratmaktan râzı olmak lâzım gelir ve nefs-i kabîhden [aşağı, çirkin nefsden] hoşlanmamak vâcib olur. Allahû Teâlâ aşağı nefsden râzı olmayınca, kul ondan nasıl râzı olur, onun yaptığı kötü işleri nasıl beğenir? Bilâkis kul burada şiddet ve sertlik göstermekle me'mûrdur. O hâlde kuldan görülen bir kerahat, kötülük, onu yaratmağa râzı olmağa ters düşmez. Demek ki, belânın giderilmesini istemek, iyi bir ma'nâ taşımaktadır. Fi'lden râzı olmak ile mef'ûlden [yapılan işden] râzı olmamak arasında fark bulmayanlar, rızânın husûlünden sonra, rızâsızlığın bulunmasını anlayamadılar ve bu müşkillerini giderebilmek için çok zorlandılar ve dediler ki, rızâsızlığın bulunması, rızâ hâlini giderir, rızâ makâmını sarsmaz. Doğrusu, Allahû Teâlâ'nın bize ilhâm ettiğidir. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun.
Mâdem ki, namâzda kırâet farzdır ve hadîste gelmişdir ki, (Fâtiha'sız namâz yoktur). Bunun için hakîkî kırâeti bırakıp, hükmî kırâete karar vermek, ya'nî kendisi Fâtiha okumayıp, imâmın okuduğu Fâtiha ile yetinmek, bana pek ma'kûl gelmediğinden, hanefî mezhebinde imâm arkasında kırâete dâir, sarîh delîlin bulunmasını arzû ederdim. Ammâ mezhebe ri'âyet sebebiyle, yine Fâtihâ okumazdım ve bu okumamayı riyâzet ve mücâhede kabîlinden sayardım. Nihâyet Allahû Teâlâ mezhebe ri'âyet etmenin bereketiyle -ki durup dururken [veyâ dünyevî bir menfa'at için] başka mezhebe geçmek ilhâddır- hanefî mezhebinde imâmın arkasında namâz kılan cemâ'atin Fâtiha okumamasının hakîkatini bildirdi ve basîret nazarımda, hükmî kırâetin, hakîkî kırâetden dahâ güzel olduğunu gösterdi. Şöyle ki: İmâm ve cemâ'at hep birlikde, münâcât makâmında duruyorlar. Çünki namâz kılan Rabbine münâcâttadır buyurulmuştur ve imâmı bu işde re'îs edinmişlerdir. O hâlde imâm ne okur, ne söylerse, sanki cemâ'atinin dilinden söylemektedir. Şuna benzer ki, bir gurup insan büyük bir pâdişâhın huzûruna bir iş için çıkarlar ve içlerinden birini re'îs [başkan] seçerler ve hepsinin ağzından onun konuşmasını ve ihtiyâçlarını arz etmesini isterler. Re'îsleri ihtiyâçlarını arz etmek için konuşurken, onlar da konuşmağa başlarlarsa, edeb dâiresinin dışına çıkmış olurlar ve pâdişâhın rızâsından dışarı taşarlar ve o huzûrda uygun olmayan iş yapmış olurlar. Demek ki, bu cemâ'atin seçtikleri re'îsin onların dilinden ihtiyâçları arz etmesindeki hükmî konuşmaları, onların ayrı ayrı konuşmalarından dahâ iyidir. Bunun gibi, imâm okurken, cemâ'atin de okuması, ortalığı karıştırmak, huzûru bozmak olup, edepten uzaktır.
Hanefî mezhebi ile şâfi'î mezhebi arasındaki ihtilâflı mes'elelerin çoğu bu şekilde olup, görünüş ve şekil şâfi'î tarafını tercîh, içi ve hakîkati hanefî mezhebini te'yîd tarafındadır. Bu fakîre bildirildi ki, kelâm ilmindeki ihtilâflarda hak [doğru ve isâbetli görüş] hanefî tarafındadır. Ebû Hanîfe Hazretleri Tekvîn sıfatını, hakîkî [sübûtî] sıfatlardan biliyor. Her ne kadar görünüşte Tekvîn [yaratma], Kudret ve İrâdet sıfatlarına rücû' ediyorsa da, ince ve dikkatle ve ferâset nûru ile bakılırsa, Tekvînin ayrı bir sıfat olduğu anlaşılır. Diğer ihtilâflı mevzû'lar da buna benzetilebilir.
Fıkh ilmindeki ihtilâflı mes'elelerin çoğunda, hakkın, ya'nî doğru içtihâdın ve isâbetin hanefî tarafında olduğu şüphesizdir. Az bir kısmında ise tereddüt vardır. Bu fakîr, bu büyükler yolunun dahâ ortalarında idim ki, Resûlullah'ı "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" vâkı'amda [uyanıkken gözlerim kapalı veyâ rü'yâda] gördüm. Bana: "Sen, kelâm ilmi müçtehidlerindensin" buyurdu. İşte o zamândan beri kelâm ilmindeki mes'elelerin her birinde, bu fakîrin ayrı bir görüşü ve husûsî bir ilmi vardır. Mâtüridî ve Eş'arîler arasındaki ihtilâf olan mes'elelerin çoğunda, o mes'elelerin ilk anlaşılması zamânında hak Eş'arîler tarafında anlaşılıyor ise de, ferâset nûru ve keskin nazarla bakınca, Mâtüridîlerin haklı olduğu ortaya çıkıyor. Kelâm ilmindeki ihtilâflı mes'elelerin hepsinde, bu fakîrin görüşü Mâtüridî âlimlerinin görüşlerine [içtihâdlarına] uygundur ve gerçekden Mâtüridî büyükleri, Sünnet-i seniyyeye "alâ sâhibihassalâtü ves-selâmü vet-tehıyye" mütâba'atda yüksek ve büyük şân sâhipleridir. Diğerlerine ise, bir takım felsefî görüşler karıştırılmış olmakla, o mertebe müyesser olmamaktadır, her ne kadar ikisi de Hak ehli iseler de.
Bu büyüklerin en büyüğü olan İmâm-ı a'zam, en büyük rehber Ebû Hanîfe'nin "radıyallahü anh" yüksek şân ve mertebesinden ne yazayım ki, Şâfi'î, Mâlik ve Ahmed bin Han-bel "radıyallahü anhüm" dâhil, bütün müçtehidlerin ilmi, vera'ı ve takvâsı en çok olanı idi. Nitekim imâm-ı Şâfi'î "rahmetullahi aleyh", "Bütün fıkıh âlimleri Ebû Hanîfe'nin çoluk çocuğudur" buyurmuştur. Sağlam haberlerle bize geldi ki, imâm-ı Şâfi'î, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin kabrini ziyârete gittiği zamân, kendi içtihâdını bırakır, kendi içtihâdı ile amel etmez ve: "Bu büyük İmâmın huzûrunda, onun içtihâdına uymayan içtihâdımla amel etmekden hayâ ederim" buyurur ve orada namâz kıldığı zamân imâmın arkasında Fâtiha okumaz ve sabâh namâzında da kunût duâsını okumazdı. Evet, Ebû Hanîfe'nin büyüklüğünü, kıymet ve şânının yüceliğini Şâfi'î "radıyallahu anhümâ" bilir. Yarın kıyâmete yakın Îsâ "alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm" gökten inince, Ebû Hanîfe'nin mezhebi ile amel edecektir. Nitekim, Muhammed Pârisâ Hazretleri (Fusûl-i Sitte) kitâbında bunu yazmaktadır. Sâdece bu büyüklük ona yetişir ki, ulûl-azm bir peygamber onun mezhebi ile amel edecek. Diğer yüzlerce büyüklük ve mertebe buna eşit olamaz.
Yüksek mürşidim [Muhammed Bâkı Billah] "kuddise sirruh" buyurdular ki, bir kaç gün imâmın arkasında olduğum hâlde Fâtiha okudum. Bir gece rü'yâda İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Hazretleri'ni gördüm. Kendisini medheden çok güzel bir kasîde okuyordu. Okuduğunun kısaca ma'nâsı şöyle idi: Benim mezhebimde nice evliyâlar var idi. O geceden i'tibâren cemâ'atle kıldığım namâzlarda artık bir dahâ Fâtiha okumadım.
Ba'zan kâmil-i mükemmil bir velî, tarîkat ta'lîmi için, kemâle gelmemiş bir velîye izin verir. Henüz kemâle gelmemiş bu mürşid de, müridleri ile toplanıp vazîfelerini icrâ ederken olgunlaşır. Nitekim Hâce Şâh-ı Nakşi-bend Hazretleri, Mevlânâ Ya'kûb-ı Çerhîye "aleyhirrahme" kemâl derecesine kavuşmadan önce, tarîkat ta'lîmi için icâzet vermişler ve "Ey Ya'kûb, benden sana ne ulaştıysa, onları insanlara ulaştır" buyurmuşlardır. Mevlânâ Ya'kûb-ı Çerhî Hazretleri'nin kemâle gelmesi, dahâ sonra Hâce Alâ-eddîn-i Attâr Hazretleri'nin "kuddise sirruh" hizmet ve huzûrunda olmuştur. Bunun için Abdürrahmân Câmî Hazretleri,(Nefehât) kitâbında, Mevlânâ Ya'kûb-i Çerhî Hazretler'ini önce Alâeddîn Attâr Hazretleri'nin müridleri zümresinden sayar, sonra Şâh-ı Nakşibend Hazretleri'ne bağlar.
Mürşid-i kâmil-i mükemmilin, velâyet derecelerinden sâdece bir derecede içtihâd ve kâbiliyyeti bulunan bir müridine, o dereceye kavuştuktan sonra tarîkat ta'lîmi için icâzet vermesi de, bu kabîldendir. O mürid bir bakımdan kâmildir, bir bakımdan nâkısdır. Velâyet derecelerinden iki veyâ üç dereceye isti'dâdı bulunan müridin hâli de onun gibi, bir bakımdan kâmildir, bir bakımdansa nâkısdır. Çünki, nihâyetin nihâyetindeki bütün derecelere ulaşmadan bir bakımdan kemâlde, bir bakımdan da noksandadır. Bununla berâber kâmil ve mükemmil şeyh, isti'dâdında mevcûd olan velâyete kavuştuktan sonra, tarîkat ta'lîmi için icâzet verir.
Demek ki, icâzet [hilâfetnâme], mutlak olarak kemâle gelmiş olanlara verilmez. Şunu da bildirelim ki, kemâle gelmemiş olmak icâzete mâni' ise de, kâmil-i mükemmil, noksan birini, ya'nî kemâle gelmemiş birini kendine nâib eder ve "Onun eli benim elimdir" derse, huzûruna gelenlere bir zararı olmaz. Her işin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir.
Yâd-ı dâşt, Allahû Teâlâ'nın huzûrunun devâmından ibârettir. Bu ma'nâ ba'zan olur ki, kalbin hakîkat-i câmi'a olmasından dolayı, kalb sâhiplerinin hayâllerine de gelir. Zîrâ bir insanda bulunanların hepsi, kalbde yalnızca bulunmaktadır. Evet, tafsîl ve icmâl bakımından fark vardır. O hâlde kalb mertebesinde de Allahû Teâlâ'nın zâtının huzûru devâmlı olarak ele geçmektedir. Ammâ bu yâd-ı dâştın hakîkati değil, sûretidir. Nihâyetin başlangıca yerleştirilmiş olmasına, yâd-ı dâştın bu sûretiyle işâret edilmiş olabilir. Yâd-ı dâştın hakîkatine kavuşmak ise, nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesinden sonradır. Eğer Hazret-i Zât't an Zâtın vücûbî sıfatları kendinde bulunduran, vücûb mertebesi kasd edilmiş ise, yâd-ı dâşta kavuşmak, ancak bu mertebenin şühûdüne erişmekle olur ve bu da bütün imkân mertebelerini aştıktan sonra elverir. Sıfatların tecellîlerinde de bu ma'nâ ele geçer. Çünki sıfatları düşünmek, bu durumda Zât-ı Teâlâ'nın huzûruna mâni' olmaz. Yok, eğer Hazret-i Zât'tan murâd, isim, sıfat, nisbet ve bütün i'tibârlardan mu'arra [uzak], sırf ehadiyyet mertebesi ise, yâd-ı dâşta kavuşmak, bütün isim, sıfat, nisbet ve i'tibârların mertebelerini geçtikten sonradır.
Bu fakîr, nerede yâd-ı dâşt dediysem, bu ikinci ma'nâda demişim. Her ne kadar, o makâma kavuşmuş olanlarca gizli olmadığı gibi, huzûr kelimesini kullanmak tam yerinde olmasa da! Çünki O, huzûr ve gaybetden [bulunmak ve bulunmamaktan] yüksektir. Huzûr kelimesinin kullanılmasında sıfatlardan bir sıfatın hâtıra gelmesi şarttır. Huzûr sözüne yakışan yâd-ı dâştın ikinci ma'nâda kullanılmasıdır. O zamân yâd-ı dâşta nihâyet demek, şühûd ve huzûr itibâriyledir. Çünki bu mertebenin üstünde şühûd ve huzûra yer yoktur. Yâ hayret [şaşkınlık], yâ cehl [bilememek], yâ da ma'rifet vardır. Bu senin bildiğin ma'rifet değildir. Senin bildiğin ma'rifet fi'l ve sıfatlara âit ma'rifetlerdir. Bu makâm ise, isim ve sıfatlara âit ma'rifetlerin çok çok dahâ yukarısındadır. Vesselâtü vesselâmü alâ seyyid-il beşer ve alâ âlih-il-ether.
Bu büyükler yolunun tamâmlanması ve nihâyetin nihâyetine kavuşmak, meşhûr on makâmın aşılmasına bağlıdır. Bu on makâmın ilki tevbe, sonuncusu rızâ makâmıdır. Kemâl mertebelerinde rızâ makâmından yukarıda hiçbir makâm yoktur. Hattâ âhirette Allahû Teâlâ'yı görmek bile, ondan yüksek değildir. Bununla berâber rızâ makâmının hakîkati, gerçek ve tam olarak âhirette zuhûr edecektir. Âhirette diğer makâmların elvermesi ise yoktur. Tevbenin orada bir ma'nâsı, zühdün orada bir yeri, tevekkülün orada bir makâmı, sabrın husûsî bir hâli orada bulunmaz. Evet, şükür orada vardır, ammâ o da rızânın bir kısmı olup, ondan ayrı bir şey değildir.
SUÂL: Zamân olur ki, kâmil-i mükemmilde, dünyâya karşı bir rağbet ve istek olur ve onda tevekkülü gideren ba'zı şeyler ve hâller görülür. Aynı şekilde sabırla bağdaşmayan, dayanamamazlık ve tahammülsüzlük ve bunun gibi rızâsızlık ifâde eden hâller ortaya çıkar. Bunların sebebi nedir?
CEVÂB'ında deriz ki, bu makâmlar kalbe ve rûha mahsûs makâmlardır. Seçilmişlerin seçilmişlerine göre, bu makâmlar nefs-i mutme'innede de hâsıl olur. Ammâ kalıbın bundan nasîbi ve hissesi yoktur, şiddet ve kuvvetin gereğini yapmasa da böyledir. Birisi Şiblî Hazretleri'nden, "Sen muhabbet ehli olduğunu söylersin, ammâ senin bu gürbüz hâlin muhabbetle bağdaşmıyor" deyince, ona bir şi'rle cevâp verdi. Beyt:
Kalbim sevdi, bedenim, habersizdir sevgiden,
Bedenim sevse idi, erirdi muhabbetten.
O hâlde, o makâmlarla bağdaşmıyan hâller, eğer bir kâmilin kalıbında, bedeninde görünüyorsa, o makâmların hâsıl olmasında, bâtınları [kalb ve rûhları] için bir zararları olmaz. Kâmil olmayan velîde, o makâmlardaki noksanlıklar bütün varlığında görülür ve bâtın ve zâhiri ile dünyâya rağbet eder ve tevekkülü bozan birşey, onun sûretini de, hakîkatini de içine alır. Kalıbında ve kalbinde râhatsızlık ve tâkatsızlık görülür. Beden ve rûhu ile rızâsızlık gösterir. Allahû Teâlâ'nın evliyâsı için örtü kıldığı, onları insanların gözünden sakladığı hâller, bunun gibi bedenin ihtiyâcı olan şeylerdir. Çok kimseleri bu büyüklerin kemâlâtından bunlar mahrûm bıraktı. Bu gibi şeylerin evliyâda bırakılmasında ince hikmetler, derin sırlar vardır. Onlardan biri, bu dünyâ hâline, imtihân yeri olan bu dünyâda hakla bâtılın karışmış olmasıdır. Biri de, öyle görünüyorlarsa da, aslında onların terakkîlerine sebeb olmaktadırlar. Eğer bu gibi, insanlık ihtiyâçları evliyâdan tamâmen kalksaydı, ilerleme yolları kesilir, melekler gibi belli bir makâmda kalır, ileri gidemezlerdi. Hidâyet üzere olana ve Muhammed Mustafâ'nın "aleyhi ve alâ âlihis-salavâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ" yolunda gidenlere selâm olsun!
Yâ Rabbî, bu ne hâldir ki, kendine evliyâ kullar edindin ki, onların bâtını âb-ı hayâttır. Ondan bir damla tadan ebedî hayâtı [sa'âdeti] buldu. Zâhirleri ise, öldürücü zehirdir. Onların zâhirine [dış görünüşüne] bakan, sonsuz olarak öldü. Onlar, onlardır ki, bâtınları rahmet, zâhirleri zahmettir. Bâtınlarına bakan onlardan, zâhirlerine bakan, tersine en kötülerdendir. Arpa gibi görünürler, ammâ hakîkatta buğdaydırlar. Zâhirde sıradan insan, bâtında meleklerin seçilmişlerindendirler. Görünüşde yeryüzünde, aslında göklerin üstündedirler. Onlarla oturan, sohbet eden şakîlikden [kâfir ve fâsık olmaktan] kurtulmuştur. Onlarla ahbâplık eden sa'âdete ermiştir. (Onlar Allahû Teâlâ'nın cemâ'atidir. Allah'ın cemâ'ati olanlar felâha, kurtuluşa ermişlerdir) âyet-i kerîmesi onları bildirmektedir. Ve sallallahü teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sellem.
Allahû Teâlâ, evliyâ kullarını öyle örtmüştür ki, onların zâhirlerinin bile bâtınlarındaki kemâlâttan haberleri yoktur; nerede kaldı ki, diğer insanların onların iç kemâlâtından haberleri olsun. Onların bâtınlarının bîçûn ve bîçigûne mertebesine olan nisbetleri de bîçûndur, ya'nî anlatılamaz, vasfedilemez. Bâtınları, âlem-i emirden olduğu için, bîçünîlikten nasîpleri olur. Tamâmen bilinen ve anlaşılan hâlde olan zâhirleri, onu nasıl anlayabilir. Hattâ bu nisbetin sâhibi olduğunu nerede ise inkâr edecek durumda bulunur. Çünki, ondan hiç haberi yoktur; hattâ münâsebeti bile yok gibidir. Nisbetin hâsıl olduğunu bilebilir, ammâ kime bağlı olduğunu bilemez. Hattâ çok zamân gerçek bir bağlılığından haberi de olmaz. Bütün bunlar, o nisbetin çok yüksek olmasından ve zâhirinin çok alçak bulunmasındandır. Bu arada şunu da söyleyelim ki, bâtını o nisbetin tamâmen hükmü altında bulunmaktadır. O bilmek ve görmekten geçmişdir. Neye sâhib olduğunu ve kimi bulduğunu nereden bilsin? Böylece, ma'rifete [bilmeğe, tanımağa] bilememekten ve tanıyamamaktan başka yol kalmaz. Bunun için Sıddîk-ı Ekber "radıyallahü anh", "Anlayamamak anlamaktır" buyurdu. İdrâkin [anlamanın] kendisi, husûsî bir nisbetten ibâret olup, onu anlayamamak lâzım gelir. Çünki idrâk sâhibi mağlûptur, anladığını bilemez. Başkaları ise, dahâ önce dediğimiz gibi, onun hâlini hiç bilemezler.
Sofî kıyâfetinde birisi vardı. Bid'at i'tikâda kapılmıştı. Bu fakîr onun hakkında tereddütte idim. O sırada gördüm ki, bütün peygamberler "salavâtullahi teâlâ ve teslimâtühü aleyhim ecma'în" toplanmışlar ve hepsi bir ağızdan, o şahıs hakkında, "Bizden değildir" diyorlardı. Bu sırada, hâtırıma, hakkında tereddüd ettiğim bir başka şahsı da sormak, hâlini öğrenmek geldi. Onun için, "O bizdendir" buyurdular. Bozuk i'tikâddan ve Allahû Teâlâ'nın en seçkin temiz kulları olan Peygamberlere dil uzatmaktan Allah'a sığınırız.
Bu fakîre bildirildi ki, Kur'ân-ı Kerîm'de vâki' olan Allahû Teâlâ'nın kuluna kurbu [yakınlığı], ma'iyyeti [kulu ile berâberliği] ve ihâtası [herşeyi kaplaması] da, yed [el] ve vech [yüz] gibi müteşâbihler cümlesindendir. Evvel, âhir, zâhir ve bâtın sözleri ve benzerleri de bunlar gibidir. İşte Allahû Teâlâ'ya karîb [yakın] deriz, ammâ kurbun [yakınlığın] ne demek olduğunu bilmeyiz. Aynı şekilde O'na, evvel deriz, ammâ evvelin ne demek olduğunu anlamayız. Bizim ilim ve anlayış dâiremize sığan Kurb ve Evvele âit ma'nâlardan Allahü Teâlâ münezzehtir ve çok yüksektir. Bizim keşif ve şühûdumuza gelip, münkeşif ve müşâhede olunandan, çok yüksek ve müberrâdır. Ba'zı tasavvuf ehlinin keşif yoluyla anladıkları ve o keşifleri ile Allahû Teâlâ'yı yakın ve berâber bildikleri ma'nâlar hoş değildir. Mücessime mezhebine doğru atılmış bir adım gibidir. Ba'zı âlimlerin bunları te'vîl ederken, kurbdan [yakınlıktan] murât, ilmî yakınlıktır, demeleri, eli kudretle, vechi zâtla te'vîl etmeleri gibi olup, te'vîli câiz görenlerce câizdir. Biz te'vîli câiz görmüyoruz ve öyle müteşâbih kelimelerin te'vîllerini, ne demek olduklarını Allahû Teâlâ'ya havâle ediyoruz. En iyisini Allahû Teâlâ bilir. Hidâyet üzere olanlara selâm olsun.
Bu fakîr, salât-i vitri ba'zan gecenin evvelinde, ba'zan sonunda kılardım. Bir gece bana gösterdiler ki, vitir namâzını gecenin sonunda kılmak niyyetiyle yatana kâtip melekler bütün geceyi ibâdetle geçirmiş gibi sevâp yazarlar. Bu sevâp yazma meşgûliyyetleri, vitir namâzını edâ edinceye kadar devâm eder. O hâlde salât-ı vitir ne kadar geç kılınırsa, o kadar çok sevâp olmaktadır. Bununla berâber, bu fakîr, vitrin erken veyâ geç edâsında, insanların Efendisine "aleyhi ve alâ âlihis-salavâtü vet-teslimât" tâbi' olmakdan başka bir şey düşünmüyorum ve mütâba'atle aynı seviyede bulunabilecek hiç bir fazîlet bulamıyorum. Resûl-i Ekrem "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" efendimiz ise, vitir namâzını ba'zan gecenin evvelinde, ba'zan da âhirinde [sonunda] edâ ederlerdi. Kendi sa'âdet ve kurtuluşumu, herhangi bir işte o Server'e uymada biliyorum; isterse bu uyma ve O'na benzeme sûret ve şekilde olsun.
Ba'zıları ba'zı sünnetleri edâ ederken, geceyi ihyâ etmek gibi ba'zı niyyetleri de ekliyorlar. Böylelerinin ne kadar kısa düşünceli ve dar görüşlü olduklarına şaşıyorum. Binlerce geceyi ihyâ etmeği, mütâba'atin yarım arpası ile değişmek istemem.
Ramazân-ı şerîfin son on gününde i'tikâfda idim. Talebe ve sevdiklerimi toplayıp, dedim ki, Resûlullah'a "sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem" tâbi' olmaktan [uymaktan] başka niyyet etmeyiniz. Bizim gibilerin insanlardan kesilmesinden ve uzak durmasından ne çıkar. Yüzlerce tutulmayı bir mütâba'ata kavuşmak için kabûl ederim; ammâ binlerce kesilme ve insanlardan uzak durmayı mütâba'at vesîlesi yoksa kabûl etmem. Beyt:
Sevgilinin sarâyında olanlar,
Bağ, bostan ve lâlezara bakmazlar.
Allahû Teâlâ bize, Habîb-i Muhammed Mustafâ'ya "aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ" tam tâbi' olmayı ihsân eylesin!
Bir gün dervişler ile oturuyorduk. Bu fakîr, Resûl-i Ekrem'in "sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem" hizmetçilerine olan muhabbetimden, "O Server'in muhabbeti beni öyle kaplamıştır ki, Allahû Teâlâ'yı, O'nun vâsıtası ile, ya'nî Allahû Teâlâ'yı Muhammed'in "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" Rabbi olduğu için seviyorum" dedim. Hâzır olanlar bu sözden hayrette kaldılar, ammâ muhâlefet edemediler. Benim bu sözüm, hazret-i Râbi'anın sözünün tersi oluyor. O şöyle demişti: Resûlullah'ı "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" rü'yâda gördüm. Kendisine, "Allahû Teâlâ'nın muhabbeti beni öyle sardı ve kapladı ki, senin muhabbetine kalbimde yer kalmadı."
Bu sözlerin ikisinde de sekr [muhabbet sarhoşluğu] var ise de, benim sözümde asâlet vardır. O tam sekirde iken söylemiş, bense sahvın [ayılmanın] başında söylemişim. Onun sözü sıfatlar mertebesinde, benim sözüm ise, Zât mertebesinden geriye dönüşten sonradır. Çünki Zât mertebesinde böyle muhabbete yer yoktur. Bütün nisbet ve bağlantılar, o mertebe yanında eksiktir. Orada hep hayret, ya da cehl vardır. Belki o mertebede, zevkle muhabbeti uzaklaştırmaktır. Hiçbir şekilde kendini O'nun muhabbetine lâyık göremez. Muhabbet ve ma'rifet sıfatlarda olur. Bahsettikleri zâta âit muhabbetten maksat, Zât-i ehadiyyet değil, zâtın ba'zı i'tibârları ile, zât demelerindendir. O hâlde hazret-i Râbi'anın muhabbeti sıfatlar mertebesindedir. Allahû Teâlâ doğruları ilhâm edicidir. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyid-il beşer ve âlih-il ether.
İlmin şeref ve kıymeti, âit olduğu şeyin şeref ve rütbesi miktârıncadır. Âit olduğu ne kadar şerefli ise, onun ilmi, ya'nî o şeyi bildiren, tanıtan ilim de o kadar yüksektir. O hâlde tasavvuf ehline mahsûs bâtın [kalb ve rûh] ilmi, zâhir âlimlerinin sâhip oldukları zâhir ilminden dahâ şereflidir. Zâhir [fıkıh] ilmi de, dokumacılık ve hacamat ilimlerinden şereflidir. Bunun için kalb ilimlerini aldığı mürşidine karşı edepleri, zâhir ilmini aldığı üstâdına karşı edeplerinden kat kat ziyâdedir. Zâhir ilmini aldığı üstâdına karşı edepleri de, dünyâ işlerinde meslek öğrendiği ustasına karşı edeplerinden kat kat çoktur. Aynı fark, zâhir ilminin kolları arasında da geçerlidir. Kelâm ve fıkıh hocası, nahiv ve sarf hocasından önce, sarf ve nahiv hocası, felsefî dersleri öğreten öğretmenden önde yer almaktadır. Şunu da söyleyelim ki, felsefî ilimler, mu'teber [kıymetli] ilimlere dâhil değildirler. Çok konuları lüzûmsuzdur ve kişiye bir şey vermezler. İslâm kitâplarından aldıkları bir kaç konuyu da değiştirmişlerdir. Bunlarda da hâkim olan cehl-i mürekkeb olmaktır. Çünki aklın oralarda işi yoktur. Nübüvvet [Peygamberlik] hâli ve bilgileri, normal insanların aklının çok üstündedir.
Mürşidin hakkı [ve edepleri] diğer hak sâhiplerininkinden çoktur. Hattâ mukâyese edilemeyecek kadar fazladır. Mürşidin üstünde, ancak Allahû Teâlâ'nın ni'metleri ve Resûlünün "aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslimât" ihsânları vardır. Hattâ deriz ki, herkesin hakîkî mürşidi Resûlullah'tır "sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem". Evet, maddî olarak dünyâya gelmek, ana ve baba vâsıtası ile olmaktadır, ammâ ma'nevî olarak doğmak, mürşid-i kâmille husûle gelmektedir. Maddî olan doğumla ilgili olan hayât birkaç gün sürer, ammâ ma'nevî doğum, sonsuz hayâta sebep olur. Mürîdin ma'nevî kirlerini ve pisliklerini, kalbi ve rûhu ile süpürücülük yapıp temizleyen, içini ve mi'desini zararlı şeylerden uzak tutan hep mürşid-i kâmildir. İrşâd edilecek ba'zı talebe, mürşidin, kendilerine yapmış olduğu teveccühlerle, kalb ve rûhlarındaki necâset pisliklerini temizlerken, bunların mürşidine de sıçradığını, böylece kalbini de bir nev'î kirlettiğini, bu kir ve bulanıklığın bir müddet devâm ettiğini, kendilerinin de hissettiğini bildirmiştir.
Pîr [mürşid], kendisi ile Allahû Teâlâ'ya kavuşulan büyük velî ve sevgili kuldur. Bu ise, dünyevî ve uhrevî bütün sa'âdetlerin fevkindedir. Pîr [mürşid] odur ki, yaratılıştan habîs ve aşağı olan nefs-i emmâre onun eliyle temiz ve pâk olur. Emmârelikten itminâna, cibillî küfürden hakîkî İslâm'a kavuşur.
Mısra:
Açıklamağa kalksam, şerhinin sonu gelmez.
O hâlde kendi sa'âdetini pîrin [mürşid-i kâmilin] kabûlünde, şekâvetini de onun reddinde bilmelidir. Bundan Allahû Teâlâ'ya sığınırız. Allahû Teâlâ'nın rızâsı, pîrin rızâ perdesinin arkasına konmuştur. Açıkçası, mürid, mürşidinin rızâsını almadıkça, Allahû Teâlâ'nın rızâsına kavuşamaz. Müridin en büyük tehlikesi, mürşidin ondan incinmesindedir. Bundan başka her hatânın tedâriki mümkündür, ammâ pîrin incinmesini hiç bir çâre düzeltemez. Pîrini incitmek, mürid için şekâvet tohumu ekmektir. Allahû Teâlâ bizi bundan korusun. İslâm akâidindeki bozukluk ve şerî'atin emir ve yasaklarına ri'âyetsizlik, hep onun netîcelerindendir. Kalbe âit hâllerden ve kendinden geçmelerden ne diyeyim. Mürşidini incitmekle berâber hâlâ kalb hâllerinden bir eser, alâmet kalmışsa, onu istidrâç bilmelidir ki, sonunda onu harâb edecek ve zarardan başka hiç bir netîce vermeyecektir. Allah yolunda olanlara selâm olsun.
Kalb, âlem-i emirdendir. Kendisine âlem-i halka karşı bir alâka ve sevgi verildi de, âlem-i halka [insana] indirildi ve insanın göğsünün sol tarafında bulunan yüreğe husûsî bir alâka ve bağlantısı oldu. Pâdişâhın bir süpürgeci kıza âşık olup, o süpürgeci, hizmetçi kızın kulübesine gitmesi gibi, kalb de yürek kulübesine girdi.
Kalbden dahâ latîf olan rûh, ashâb-ı yemînden, ya'nî sağ taraf ehlindendir.
Rûhun üstünde bulunan diğer üç latîfe, "İşlerin hayrlısı ortada olandır" şerefiyle şereflenip, ortada oldu. Hangisi dahâ latîf ise, ortaya dahâ yakın ve uygun bulundu. Ancak sır ve hafî, ahfânın iki tarafında olup, biri sağında [hafî], diğeri [sır] solundadır.
Hislere [duygulara] çok yakın olan nefs, dimâga [beyne] alâkalıdır.
Kalbin terakkîsi [ilerlemesi] rûh makâmına ve rûhun üstündeki makâmlara kavuşmasıyla olur. Bunun gibi rûh ve üstündekiler, kendinden yukarıda makâmlara erişmekle terakkî ederler. Lâkin bu kavuşma, başlangıçta, hâller ile olmakta, sonda ise, makâm şeklinde vuku' bulmaktadır. Nefsin ilerlemesi de, başta hâl yoluyla, kalb makâmına erişmesiyle, sonda ise, makâm i'tibâriyle olmaktadır. En sonunda bu altı latîfe ahfâ makâmına kavuşup, hepsi sözbirliği ile kudsî âleme doğru uçar ve kalıp latîfesini boş ve yalnız bırakırlar. Ammâ bu uçuşları da başlangıçta hâl, sonda ise makâm olarak hâsıl olmaktadır.
İşte o zamân fenâ hâsıl olur. Ölümden evvel ölüm dedikleri, işte bu altı latîfenin kalıptan ayrılmasıdır. Bunların ayrıldıktan sonra, his ve hareketin kalıpta kalmasının içyüzünü, başka yerlerde bildirmiştim. Oralardan bulup öğrenebilirsiniz. Bu küçük kâğıtta, bunları anlatmak mümkün değildir. İşâretle yetiniyoruz.
Şunu da bildirelim ki, bütün latîfelerin bir makâmda birleşip, oradan uçmaları lâzım değildir. Ba'zan kalb ve rûh sözleşip bu işe koyulurlar. Ba'zan üçü, ba'zan dördü berâber uçar. Önce söylediğimiz en kâmil ve tamâm olanıdır ve velâyet-i Muhammedîye "aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslîmât" mahsûstur. Ondan başkası velâyetin kısımlarından bir kısımdır.
Bu altı latîfe, bedenden ayrılıp, kuds makâmına varıp, onun renk ve sıfatına büründükten sonra, eğer tekrâr kalıba döner ve alâka peydâ ederlerse, makâm-ı kudse olan taalluk-i hubbundan [sevgi bağından] başkası, kalıbın hükmünü alırlar, sıfatları ile sıfatlanırlar ve imtizâc ettikten sonra bir nev'î fenâya kavuşurlar ve ölü gibi olurlar ve bu vakitte husûsî tecellîye kavuşup, yeniden hayât bulur ve Bekâbillah makâmı ile şereflenip, Allahû Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklanır. Bu zamânda ona hil'at ihsân edip, tekrâr âleme döndürür-lerse, hâliDenâdan Tedellâya ulaşır. İnsanları kemâle erdirme ni'metine kavuşur. Eğer geri göndermezler ve Denâdan sonra Tedellâ hâsıl olmazsa, uzlet evliyâsından olur, tâlibleri terbiye, eksikleri tamâmlamak, ya'nî insanları irşâd edip, kemâle kavuşturmak, onun eli ve vâsıtası ile olmaz. İşâret ve remz ile bidâyeti ve nihâyeti anlatmak bu kadar olur. Ammâ bu sözleri tam anlamak, bu mertebelere kavuşmamış, bu menzîl ve konaklardan geçmemiş olanlara mümkün değildir. Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ'nın "sallallahü aleyhi ve sellem" izinden gidenlere selâm olsun!
Allahû Teâlâ ezelden ebede kadar bir kelâmla söyleyicidir. O kelâm bölünmez ve parçalanmaz. Çünki, sükût ve söylememek Allahû Teâlâ hakkında muhâldir. Şaşılacak ne var ki, orada ezelden ebede kadar denen zamân bir ândır. Çünki, Allahû Teâlâ üzerinden zamân geçmez. Bir ânda, basît bir sözden başka ne vâki' olabilir. İşte o tek bir söz, çeşitli bağlantıları i'tibâriyle, kelâmın bu kadar çok kısımlarına esâs olmaktadır. Meselâ bir işin yapılmasını öngörüyorsa, emir, bir yasağın yapılmamasını gösteriyorsa, nehiy, bir şeyi haber veriyorsa, haber olarak ortaya çıkıyor. Ya'nî demek istiyoruz ki, geçmiş ve geleceğe âit haberler, bir takım kimseleri zora sokuyor ve öncelik ve sonralık ifâde eden sözler, o şeyin önceliğine ve sonralığına delîl gösteriliyor. Hâlbuki burada suâli ve zorluğu gerektirecek bir durum yoktur. Zîrâ geçmiş ve gelecek, delâlet edenin husûsî sıfatlarından olup, o bir ânın yayılmasından [genişlemesinden] hâsıl olmaktadır. Gösterdiği şey [medlûl] mertebesinde, o bir ân kendi hâlinde olup, hiç bir inbisât [yayılma, genişleme] hâli yoktur. Geçmiş ve geleceğin orada yeri yoktur.
Akıl sâhipleri demişlerdir ki, o bir ânın mâhiyyeti, vücûd-i hâricî [dışarıda bulunma] i'tibâriyle ayrı, vücûd-i zihnî [zihinde bulunma] bakımından başka sıfattır. O hâlde tek bir şeyde ayrı ayrı sıfatlar ve gerekleri, varlığın ve kimliğin değişmesi bakımlarından câiz oluyor da, gerçekte birbirinden ayrı olan dâl [gösterme] ve medlûl [gösterilen, işâret edilen] de niçin olmasın; evleviyyetle câiz olur. Ezelden ebede kadar tek bir ândır sözü, kelime bulunamadığı içindir. Yoksa orada ân demenin de yeri yoktur. Orada ân demek de, zamân demek gibi ağır ve yersiz kalır.
Şunu da beyân edeyim ki, mümkin [kul] kurb-i ilâhî [Allaha yakınlık] makâmlarında, adımını imkân [mahlûk] dâiresinin dışına atarsa, ezel ve ebedi birleşmiş bulur. Resûl-i Ekrem efendimiz "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" mi'râc gecesi, yükselme makâmlarında Yûnüs Âleyhisselâm'ı balığın karnında, Nûh Âleyhisselâm'ı Tufânda, Cennetlikleri Cennet'te, Cehennemlikleri Cehennem'de gördü. Âshâb-ı Kirâm'ın zenginlerinden Abdürrahmân bin Avf'ı "radıyallahü anh" diğerlerinden, âhiret zamânı ile yarım gün, dünyâ zamânı ile beşyüz sene sonra Cennet'e girerken gördüğünde, geç kalmasının sebebini sormuş ve hesâbının çokluğundan, çektiği sıkıntılarını anlatmıştır. Bütün bunlar hep tek bir ânda görülmüştür. Orada geçmiş ve geleceğin yeri yoktu.
Bu fakîre de, zamân zamân Habîbullah'ın "aleyhissalâtü ves-selâm" sadakası olarak, bu hâl hâsıl olmaktadır. Bir defasında, meleklerin hazret-i Âdeme "aleyhisselâm" secde ettiklerini ve dahâ başlarını o secdeden kaldırmadıklarını ve illiyyûn meleklerinin ise, bu emirle emrolunmadıklarını, müşâhe ettiklerinde [Allahû Teâlâ'nın tecellîlerinde] kendinden geçmiş, o huzûr ve nûra dalmış olarak, âhiret için söz verilmiş hâllerin o bir ânda keşfolunduğunu gördüm. Bu hâllere şâhit olduğum zamândan beri epey bir vakit geçtiğinden, âhiret hâllerini geniş yazmıyorum. Zîrâ hâfızama tam güvenemiyorum. Fakat şunu bilmek lâzımdır ki, bu hâller, Resûlullah'ın "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" hem bedenine, hem de mübârek rûhlarına olmuştu. Hem gözle, hem de kalple görmüştü. O'na tufeyli olan başkalarına, eğer bu hâller, O'na tâbi' olmanın bereketi olarak verilirse, ya'nî hâlleri görürlerse, rûhları ve kalp gözleri ile görmüş olurlar.
Beyt:
Onun kâfilesine bilirim yetişemem,
Yetişir, o kervânın çıngırağın işitsem.
Aleyhi ve alâ âlihis-salâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ.
Tekvîn. Vâcib-ül vücûdün hakîkî [sübûtî] sıfatlarından biridir. Eş'arîler Tekvîni izâfî sıfatlardan sayarlar. Âlemin var olmasında Kudret ve İrâde sıfatlarını kâfî bilirler. Ammâ doğrusu Tekvîn, diğer sıfatlar gibi hakîkî bir sıfattır.
Kudret ve İrâdeden başkadır. Bunun açıklamasında deriz ki:
Kudret, bir işi yapmak ve yapmamakta gücü yetmek demektir. İrâde ise, kudretin ta'rîfinde bulunan, yapmak veyâ yapmamaktan birini dilemektir. O hâlde kudretin rütbesi, [yeri] irâdeninkinden öncedir. Hakîkî sıfatlardan bildiğimiz Tekvînin yeri ise, Kudret ve İrâdeden sonradır. Bu sıfatın işi, bir şeyin yapılması veyâ yapılmamasını diledikten sonra, o dilenen şeyi yaratmaktır. O hâlde, kudret, bir işe gücü yetmek, irâdet, o işi yapmağı dilemek, tekvîn de onu vücûda getirmek, ya'nî yaratmak demektir. O hâlde Tekvîn muhakkaktır. Bu istitaatin [gücü yetmenin] me'al-fi'l [işle birlikte] olmasına benzer ki, Ehl-i Sünnet âlimleri, kulda bunun bulunduğunu söylemişlerdir. Şüphe yoktur ki, bu istitaat [gücü yetme] kudretin sübûtundan sonradır. Hattâ irâdenin o işe bağlanmasından sonra olmakta ve meydâna gelmek [yaratılmak] bu istitaate bağlıdır. Belki o istitaat, işin olmasına sebeptir; orada olmamak söz konusu değildir.
Tekvîn sıfatının hâli de böyledir. Onunla meydâna gelmek, bir nev'î îcâptır, ammâ bu îcâp [gerekli olma] Vâcib Teâlâ'ya zarar vermez. Çünki Onun sübûtu, kudretin tahakkukundan sonradır ki, kudret bir işi yapmak veyâ yapmamağa gücü yetmek demektir. İrâdenin tahsîsinden de sonradır. Felsefecilerin dediği buna uymuyor. Birinci şartı [dilerse, yapar] vâcib-üs-sıdk bildiler. İkinci şartı [dilemezse ya'nî olmamasını dilerse, yapmaz], mümteni-üs-sıdk bilip, irâdeyi aradan çıkardılar. Sarîh olan îcâb olmasıdır. Allahü Teâlâ bundan çok yüksektir. Bir îcâb ki, ikisinden birinin tahsîsinden ve irâdenin taallukundan sonra ortaya çıkar, ihtiyârı îcâb ettirir. Ve onu kuvvetlendiren ihtiyârı nefy etmez. (Futûhat-ı Mekkiyye)sâhibinin görüşü de, hükemânın re'yine uygun olmuştur. O da kudretin ilk şartını vâcib-üs-sıdk, ikincisini mümteni-üs-sıdk bilmiştir. Bu söz îcâb olup [mecbûriyyet bildirip], irâdeye iş kalmamaktadır. Çünki iki müsâvîden [eşit ağırlıkta olan iki sıfattan] biri burada aradan çıkarılmış oluyor. Eğer bu ma'nâyı tekvîn için söyleselerdi, yeri vardı. Çünki, o îcâb şâibesinden uzaktır. Bu çok ince bir fark olup, bunun îzâhına çok az kimse girişmiştir. Mâtüridî âlimleri her ne kadar bu sıfatın bulunduğunu söylerlerse de, bizim yazdığımız kadar ince ve keskin bakışla bakamadılar. Sünnet-i seniyyeye "alâ sâhibihassalâtü ves-selâmü vet-tehiyye" çok tâbi' olmaları, onları bu husûsda mümtâz kılmıştır. Diğer kelâmcılar onların vardığı yere varamadılar. Bu fakîr Mâtüridî âlimlerinin sofralarından dökülen ve artanlarla beslenmişim. Allahû Teâlâ, Peygamberlerin efendisi "aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslimâtü etemmühâ ve ekmelühâ" hürmetine bizi onların doğru i'tikâdları üzere bulundursun!
Allahû Teâlâ'yı görmek, âhirette mü'minlere haktır [olacaktır]. Bu öyle bir mes'eledir ki, Ehl-i Sünnet ve cemâ'atden başka, hiç bir İslâm fırkası ve felsefecilerden hiçbiri, bunu câiz görmemiştir. Onların inkârlarına sebep, gâibin şâhide kıyâs edilmesi ve bunun ise, fâsid olmasıdır. Görülen bîçûn ve bîçigûne olunca, onunla alâkalı olan görme de, bîçûn [nasıl olduğu bilinmiyen bir görme] olacaktır. Ona inanmalı, nasıl olacağı ile meşgul olmamalıdır. Bu sırrı bugün evliyânın en seçkinlerine izhâr ettiler. Her ne kadar görme yoksa da, görmemezlik de yoktur. Ya'nî, O'nu görür gibidir. Kıyâmette [Cennet'te] bütün mü'minler Hak Teâlâ'yı baş gözüyle göreceklerdir. Ammâ anlayamayacaklardır. (Onu gözler idrâk edemez)âyet-i kerîmedir. İki şey idrâk edecekler: Biri, gördüklerine ilim-i yakîn, diğeri rü'yete bağlı olan lezzeti duyma. Rü'yetin levâzımından bu iki şeyden başkası yoktur.
Bu konu, kelâm ilminin en derin ve zor bahislerindendir. Akıl bunu bulmağa ve anlatmağa yeterli değildir. Âlimler ve mutasavvıflardan Peygamberlere tâbi' olanlar, nübüvvetnûrlarından alınmış ferâset nûru ile bunu anlamışlardır. Bunun gibi, aklın, isbâtından âciz kaldığı ve hayrân olduğu ilim-i kelâmın diğer bahislerini, sâdece Ehl-i Sünnet âlimleri ferâset nûru ile bilmişlerdir. Mutasavvıflarda ise, ferâset nûru ile birlikte keşif ve şühûd da vardır. Keşifle ferâset arasındaki fark, hadsiyyâtla hissiyyât arasındaki fark gibidir. Ferâset, nazarî olanları hadsiyyât yapar, keşif ise, hissiyyât yapar. Ehl-i Sünnetin söyledikleri ile, muhâliflerinin akla uyup, inkâr ettiklerinin hepsi, bu kabîlden olup, ferâset nûru ile bilmişler ve sahîh keşife müşâhede etmişlerdir. Eğer bu mes'elelerin beyânında bir îzâh yaparlarsa, maksat nazar ve delîlle isbât değil, anlatma ve uyarmadır. Zîrâ onların tasvîrinde aklın nazarı [bakışı] kördür. Şaşılır o âlimlere ki, bu mes'elelerde kendilerini istidlâl [delîl getirme] makâmında görürler ve delîlle isbât etmek isterler ve muhâliflerine tam bir hüccet gösterirler. Ammâ bunu da yapamazlar ve tamâmına erdiremezler. Muhâlifleri de düşünürler ki, onların mes'eleleri de, kendi istidlâlleri gibi za'îf ve eksiktir.
Meselâ, Ehl-i Sünnet âlimleri, istita'atin [gücü yetmenin] fi'lle berâber olduğunu isbât etmişler [bildirmişlerdir.] Bu mes'ele doğru mes'elelerden olup, ferâset nûru ve sahîh keşifle bilinmiştir. Ammâ bunun için getirdikleri delîller, za'îf ve eksiktir. Bu mes'elenin isbâtında onların delîllerinin en kuvvetlisi iki zamânda a'razın devâm etmemesidir. Çünki a'raz [sıfat] devâm ederse, a'razın kıyâmının [varlıkta durmasının] a'razla olması lâzım gelir ki, bu muhâldir. Muhâlifler bu delîli za'îf ve eksik bulunca, bilemediler ki, onların bu husûsta ve benzeri husûslarda tâbi' oldukları şey, nübüvvet nûrundan alınmış ferâset nûrudur. Ammâ bu bizim kusûrumuz olup, hadsî ve bedihî olanları muhâliflerin nazarında, nazarî yapıyoruz ve isbâtı için çok zorluklara girişiyoruz. Ya'nî bize hadsî ve bedihî olanlar, muhâliflerimize hüccet değildir. Varsın olmasın; bize bildirmek ve duyurmaktan başka vazîfe verilmemiştir. İslâm'ın güzelliğini benimseyenler, ister istemez kabûl edeceklerdir. İslâm'ın güzelliğinden nasîbi olmayanların ise, inkârları artmayacaktır.
Ehl-i Sünnet âlimleri arasında, şeyh-ül islâm şeyh Ebû Mansûr Mâtüridî Hazretleri'nin ashâbının yolu ne kadar güzeldir ki, maksatla yetindiler ve felsefî incelemelerden yüz çevirdiler. Nazar ve istidlâl yolu, felsefecilerin yaptığı gibi, Ehl-i Sünnet ve cemâ'at âlimleri arasında şeyh Ebül Hasen Eş'arî'den neş'et etmiş [ortaya çıkmış]tır. Ehl-i Sünnetin i'ti-kâd bilgilerini felsefî istidlâllerle [aklî delîller getirerek] tamâmlamak istedi. Ammâ bu çok zor bir iştir ve muhâlifleri din büyüklerine karşı cesâretlendirmek ve selef-i sâlihînin yolunu terk etmektir. Allahû Teâlâ bizi, nübüvvet nûrlarından alınmış olan Ehl-i Sünnet âlimlerinin sağlam rey ve görüşleri üzere bulundursun!
(Rabbinin ni'metlerini dile getir) âyet-i kerîmesine uyarak, bu büyük ni'meti bildirmek için derim ki: Bu fakîrin Ehl-i Sünnet ve cemâ'at âlimlerinin bildirdikleri kelâmdaki i'tikâd bilgilerinin doğruluğuna öyle bir yakînim [kuvvetli îmânım] vardır ki, o yakînin yanında, en açık ve bedihî olan yakînler, zan, hattâ vehim gibi kalır.
Meselâ kelâm mes'elelerinin her biri için hâsıl olan yakîni [îmânı], güneşin varlığına olan yakînim [inancım ve kabûlüm] ile karşılaştırırsam, ikincisine birincinin yanında yakîn demek, çok ağır ve esef verici gelir. Akılla iş yapanlar bu sözümü ister kabûl etsinler, ister etmesinler. Hattâ kabûl etmeyeceklerdir. Çünki bu mevzu', aklın görüşünün ve düşünüşünün ötesindedir. Zâhire [dış görünüşe] bakan aklın bu makâmdan inkârdan başka nasîbi yoktur.
Bu işin esâsı ve hakîkati şudur ki, yakîn kalbin işidir. Kalbin güneşin varlığına yakîni, habercileri gibi olan hislerin [duygu organlarının] vâsıtası iledir. Ammâ kelâm meselelerinden bir mes'ele hakkında kalbde hâsıl olan yakîn, herhangi bir organ ve kişi tarafından olmayıp, ihsânı bol olan Allahû Teâlâ'dan ilhâm yoluyla ve vâsıtasız olarak alınmıştır. O hâlde birinci yakîn, ilim-ül yakîn mertebesinde, ikinci yakîn ayn-ül yakîn mesâbesindedir. Aralarında çok fark vardır. Mısra :
Hiç, işitmek görmek gibi olur mu?
Allahû Teâlâ'nın fadlı ve ihsânı ile tâlibin sînesi, bütün arzû ve murâtlardan boşalır ve Allahû Teâlâ'dan başka hiçbir isteği kalmazsa, o zamân yaratılışından maksat ne ise, ele geçmiş ve kulluğun hakîkati yerine gelmiş olur. Bundan sonra, eğer nâkısların terbiyesi [yetiştirilmesi ve olgunlaştırılması] için geri gönderilmesi istenirse, kendi tarafından ona irâde ve ihtiyâr verilir de, söz ve fi'ldeki tasarruflarında muhtâr ve mucâz [serbest ve izinli] olup, me'zûn olan kul gibi olur.
Allahû Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklanmak olan bu makâmda, irâde [istek] sâhibi, ne isterse, başkaları için ister ve hep başkalarının menfa'atini göz önünde bulundurur. Kendi menfa'at ve çıkarını düşünmez. Vâcib Teâlâ'nın irâdesi işte öyledir ve âyet-i kerîmede, (En büyük sıfatlar Allah'ındır) buyuruldu. Bu irâde sâhibinin kendi menfa'atini düşünmesi lâzım değildir, hattâ câiz değildir. Çünki bu irâde sâhibi ne isterse, olur. O hâlde kendi menfa'atini düşünmesi ve göz önünde tutması şirkdir ve kulluk bunu kaldırmaz. Allahû Teâlâ Habîbine "aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm", (Muhakkak ki, Sen istediğine hidâyet veremezsin. Lâkin Allah dilediğini hidâyete getirir) buyurmakla, insanların Efendisinin irâdesinde duraklama olunca, başkaları kendi için nasıl isteyebilirler.
Aynı şekilde, bu irâde sâhibinin bütün isteklerinin Hak Teâlâ'nın rızâsına uygun olması lâzım değildir. Görmez misin ki, O insanların en büyüğü Efendimizin "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" ba'zı davranışlarına ve sözlerine Allahû Teâlâ tarafından i'tirâz vâki' oldu. Nitekim Tahrîm Sûresi birinci âyetinde, (Ey Peygamberim! Zevcelerinin gönül rızâsını arayarak, Allah'ın sana helâl kıldığını, niçin harâm edersin. Bununla berâber üzülme, Allah Gafûr ve Rahîmdir [mağfireti boldur ve çok merhametlidir]), Âl-i İmrân sûresi 161. âyetinde, (Bir peygamber için emânete [ganîmet malına] hıyânet hiç olmuş şey değildir), Tevbe sûresi, 43.cü âyetinde, (Ey büyük Peygamber! Allah senden hüznü gidersin! Doğru söyleyenler belli oluncaya kadar ve yalancılar bilininceye kadar, niçin beklemeyip, onlara izin verdin) buyuruyor. Buradaki afv kelimesi, bir taksîri hâtırlatıyor. Hâlbuki, Allahû Teâlâ, kendinin bütün irâde ettiklerinden râzı değildir. Küfür ve günâhlar böyledir.
Bu işte benim imâmım [uyduğum] Kelâmullah'tır ve yine benim bu işimde pîrim [mürşidim] Kur'ân-ı Mecid'dir. Eğer Kur'ân-ı Kerîm'in hidâyeti olmasaydı, hak ma'bûd olan Allahû Teâlâ'ya ibâdet yolu açılmazdı. Bu yolda, her latîf ve eltaf [dahâ latîf] "ben Allahım" nidâsı vurur idi ve bu yolun yolcularını kendilerine taptırırlardı. Çün olan kendini bîçûn sûretinde izhâr ederdi. Teşbîh [benzetilen] ise, kendini tenzîh şeklinde gösterirdi. Burada imkân Vücûbla imtizâc, hudûs [sonradan olma] Kadîm olanla karışıktır. Bâtıl ise, hak sûretinde ortaya çıkmakta, dalâlet ise hidâyet şeklinde zâhir olmaktadır. Çâresiz sâlik, kör misâfir gibi olup, her biri "Bu Rabbimdir" diyerek, yüz gösterir. Hazret-i Hak Sübhânehü ve Teâlâ, kendini, (Göklerin ve yerin yaratıcısı) olarak senâ ediyor ve kendisi için: "Doğunun ve batının [ya'nî, kâinâttaki her şeyin] rabbi) diye tanıtıyor ve uruc [yükselme] zamânında, bu sıfatları, hayâli ilahlara arz ettiklerinde, hepsi gayri ihtiyârî bundan kaçındılar ve ortadan kayboldular. Bunun için, (Üfûl edenleri [batanları kaybolanları] sevmem) diyerek, yüzünü hepsinden çevirdi ve teveccüh kıblesini, Vâcib-ül Vücûd olan Zât'tan başkası yapmadı. (Bizi buna hidâyet eden Allahû Teâlâ'ya hamd olsun. Allahû Teâlâ bize hidâyet vermeseydi, biz hidâyete kavuşamazdık. Elbette Rabbimizin Peygamberlerinin söyledikleri, getirdikleri haktır, doğrudur.)
Mürşidimin hizmet ve sohbetinde dört kişi idik. Diğer talebe ve müridler arasında ayrı bir yerimiz ve husûsiyyetimiz vardı. Her birimizin hazret-i Hâcemize başka davranışı ve ayrı i'tikâdı [bağlılığı ve teslimiyyeti] var idi. Bu fakîr kesin olarak biliyordum ki, böyle bir sohbet, buna benzer bir topluluk, bunun gibi bir terbiye ve irşâd, O din ve dünyânın Serveri'nden "aleyhi ve alâ âlihis-salâtü vet-teslimât" sonra hiç bir zamân bulunmamıştır. Bu ni'metin şükrünü şu sözle yerine getirdim: "Her ne kadar insanların En Hayrlısının "aleyhi ve alâ âlihissalâtü ves-selâm" sohbetine yetişmedimse de, hazret-i Hâce'nin sohbetinden de mahrûm kalmadım."
Hazret-i Hâcemiz, diğer üçü için buyurdular ki, filân beni tekmîl sâhibi biliyor, ammâ irşâd sâhibi bilmiyor. Ona göre irşâd makâmı, tekmîl [kemâle getirme] makâmından yüksektir. Filânın ise, bizimle işi yok. Üçüncüsü için ise, o bizi inkârdadır [kabûl etmiyor] buyurdu. Her birimiz hazret-i Hâce'ye olan i'tikâdımıza göre, ondan nasîb aldık.
Bilmek lâzımdır ki, müridin mürşidinin üstünlüğüne ve onun en kâmil olduğuna i'tikâdı, ona olan muhabbeti netîcesidir ve ifâde [fâide verme] ve istifâde [fâidelenme] sebebi olan münâsebetin, berâberliğin ve sohbetin meyvesidir. Bununla berâber, mürid mürşidini, dînimizde üstünlüğü, fazîleti bildirilmiş olan zâtlardan üstün tutmamalıdır. Yoksa muhabbette ifrât etmiş olur. İfrât ise kötülenmiş sıfatlardandır. Şiî'îler, Ehl-i Beyt muhabbetindeki ifrâtları yüzünden hak yoldan ayrılıp, perîşân olmuşlar. Hıristiyanlar Îsâ Âleyhis-selâma olan aşırı sevgileri sebebiyle, ona "Allahın oğlu" demişler ve ebedî ziyânda kalmışlardır. Lâkin, büyüklükleri ve üstünlükleri kabûllenilmiş olanları hâriç tutar ve: "Benim mürşidim diğerlerinden üstündür" derse, câizdir; hattâ tarîkatta vâcibdir. Bu üstün bilmek, müridin elinde değildir. Hattâ deriz ki, eğer mürid kâbiliyyetli ise, gayr-i ihtiyârî bu i'tikâd onda hâsıl olur ve o muhabbeti ve üstün bilmesi sebebi ile, mürşidin kemâlâtını iktisâb eder. Eğer bu üstün bilmek müridin irâde ve isteği ile olur ve zorlama hâli görülürse, câiz olmaz ve netîce vermez.
(Lâ ilâhe illallah) kelimesi ile bütün bâtıl ilâhları nefy ve ibâdet olunmağa lâyık ve müstehak olan Hak Teâlâ'yı isbâtda en yüksek derece odur ki, görülen, bilinen, keşif ve müşâhede edilen ne varsa, sırf tenzîh ve anlaşılmaz, anlatılmaz, vasfedilemez olsa da, hepsini Lâ'nın [yoktur] altına almalı, isbât tarafında ise, kalbin muvâtâdı [muvâfakatı, berâberliği] ile sâdır olanİllallah'dan başka hiç bir şey düşünmemelidir.
Beyt:
Anka kuşu avlanmaz, tuzağını topla,
Çünki orda havâdır, yalnız giren tuzağa.
Hidâyet üzere olanlara ve Resûl-i Ekrem'in "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" izinde gidenlere selâm olsun!
Kur'ân-ı Kerîmin ve Kâ'be-i Rabbânînin hakîkatleri, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın hakîkatinin üstündedir. Bunun için, hakîkat-ı Kur'ân, hakîkat-ı Muhammedînin imâmı ve hakîkat-ı Kâ'be-i Rabbânî, hakîkat-i Muhammedînin mescûdu [secdegâhı] oldu. Bununla birlikte Kâ'be-i Rabbânînin hakîkati, Kur'ân-ı Kerîmin hakîkatinin üstündedir. O mertebede tamâmen sıfatsızlık ve renksizlik vardır. Şân ve i'tibârların orada yeri yoktur. Tenzîh ve takdîs dahî o hazrete yanaşamaz. Mısra:
Orada olan her şey, beyândan da yüksektir.
Bu öyle bir ma'rifettir ki, bugüne kadar evliyâdan hiç biri bu hususta ağzını açmamış, dilini oynatmamıştır. Hattâ îmâ ve işâretle dahî bundan bahsetmemiştir. Bu fakîri bu büyük ma'rifetle şereflendirdiler ve kendi akranı [ya'nî büyük evliyâ] arasından seçtiler. Bütün bunlar Resûlullah ve Habîbullah'ın sadakası olarak, O'nun hürmetine verilmiştir.
Şunu da bildirelim ki, Kâ'benin sûreti, eşyânın mescûdu [secdegâhı] olduğu gibi, Kâ'be'nin hakîkati de, eşyânın hakîkatinin secdegâhıdır. Şaşılacak bir söz söylüyorum ki, şimdiye kadar onu kimse işitmedi, bir haberci haber vermedi. Allahû Teâlâ'nın bana bildirmesi ve ilhâm etmesi ve bana mahsûs kıldığı fadl ve keremi ile derim ki:
Resûlullah'ın "aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-tehıyyât" âhirete intikâlinden bin bir kaç sene sonra, bir zamân gelecek. O zamân hakîkat-i Muhammedî kendi makâmından urûc edecek [yükselecek] ve hakîkat-i Kâ'be makâmı ile birleşecek. O zamân hakîkat-i Muhammedî, hakîkat-i Ahmedî ismini alır ve bir olan Zât-ı ilâhîye mazhar olur ve her iki mübârek isim müsemmâ ile mütehakkık olur, onun hâlini alır ve önceki makâm hakîkat-i Muhammedî'den boşalır. Bu hâl, Îsâ Âleyhis-selâmın gökten inmesine ve Muhammed Âleyhis-selâmın şerî'ati ile amel etmesine kadar devâm eder. O zamân hakîkat-i Îsevî, kendi makâmından yükselerek, boş kalmış olan hakîkat-i Muhammedî makâmına yerleşir. (Bkz. Mektûbat 209)
Lâ ilâhe illallah kelime-i tayyîbesi olmasaydı, Allahû Teâlâ'ya kim yol bulabilir, tevhîdin yüzündeki örtüyü kim kaldırabilir ve Cennet kapılarını kim açabilirdi. Dağ dağ insanlık sıfatları bu LÂ kazması ile ancak kazılır ve devrilir; yüzlerce nefsânî bağlar bu LÂ İLÂHE kelimesinin tekrârı ile koparılır. O bâtıl ilâhlar, ancak bu kelime ile ortadan kaldırılır ve İLLALLAH isbât kelimesi ile O hak ma'bûd isbât edilir. Sâlik [büyükler yolunun yolcusu] imkân medâricini [insanlara âit mertebeleri] bu kelimenin yardımı ile aşar. Ârif, vücûbî [ilâhî] yükselmelere, onun bereketi ile kavuşur. O öyle bir kelimedir ki, fi'llerin tecellîlerinden, sıfatların tecellîlerine götürür ve sıfatların tecellîlerinden Zâtın tecellîlerine ulaştırır.
Beyt:
Lâ süpürgesi ile yolu süpürmez isen,
İllallah sarâyına kavuşamazsın aslâ.
Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ'nın izinden gidenlere selâm olsun "aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vet-teslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ!
Mahdûm Şeyh Şerefüddîn Münîrî, (Mektûbât)ında yazıyor ki, Mu'avvizeteyni [Kul-e'ûzüleri] farz namâzlarında okumamalıdır. Zîrâ, Abdullah ibni Mes'ûd "radıyallahü anh" bu iki surenin Kur'ân-ı Kerîm'den olduğunda cumhûra muhâlefetle, Kur'ân'dan değillerdir demektedir. O hâlde kat'î farz olan namâzlarda, bu iki sureyi okumamalıdır. Bu fakîr de bunun için okumuyordum. Nihâyet bir gün, bu fakîre gösterdiler ki, bu iki sure huzûr-i ilâhîye çıkıp hazret-i Mahdûm'un kendilerini farz namâzlarında okumaktan men' ettiklerinden şikâyet ediyorlar ve bizi Kur'ân'dan çıkardı" diyorlar. O zamândan beri, onları okumamaktan vazgeçip, farz namâzlarında okumağa başladım. Her ne zamân bu iki sureyi farz namâzında okusam, acîb ve garîb haller müşâhede ediyorum. Gerçekten şerî'at bilgilerine baş vurulduğunda, farz namâzında bu iki sûrenin okunmaması hakkında bir sebep görülmüyor. Hattâ mushafın içindekilerin hepsinin Kur'ân olduğu hakkındaki kesin hükme şüphe bırakmamaktadır. Bununla berâber bu iki sûrenin, namâzda zamm-ı sûre olarak mezhebde okunmamasının vâcib olması zannîdir. [Zîrâ hanefî mezhebinde namâzda Fâtiha-i şerîfeyi ve herhangi bir zamm-ı sûreyi okumak vâcib, kırâet ise farzdır.] O hâlde, zannî de olsa, bu iki sure için, farzda okunmazlar demek, farz-ı muhâl [ya'nî bir an bu sözü kabullensek bile] hiç bir senede dayanmıyor. Çünki bunlar Fâtiha-i şerîfe üzerine zamm-ı sûre olarak okunmaktadır. Böyle büyük ve uyulması gereken bir şeyhin böyle bir söz söylemesine ne kadar şaşılsa yeridir.
Ves-salâtü ves-selâmü alâ Seyyid-il Beşer ve âlih-il et-hâr.
Tasavvuf büyüklerinin yolundan, hattâ İslâm milleti ve şerî'atinden büyük pay alanlar, taklît fıtratına ve mütâba'at yaratılışına sâhip olanlardır. Bu fıtrat ve yaratılış kimde dahâ çoksa, nasîbi de çoktur. Burada işin esâsı, taklîtte ve bu yerde esâs mes'ele, mütâba'attadır. Peygamberleri "aleyhimüssalavâtü vet-teslimât" taklît, en yüksek derecelere ulaştırır ve asfiyâya mütâba'at, yüksek makâmlara erdirir. Ebû Bekr-i Sıddîk'ta "radıyallahü anh" bu fıtrat ziyâde bulunduğundan, hiç duraklamadan, Resûlullah'ın peygamberliğini tasdîk etmek sa'âdeti ile şereflendi ve bütün sıddîkların re'îsi oldu. Ebû Cehil mel'ûnunda, taklît ve tâbi' olma isti'dâdı az bulunduğundan, o büyük sa'âdetle şereflenemedi ve lanetlenmişlerin önderi oldu.
Mürid kavuştuğu her kemâle, mürşidini taklîtle kavuşur. Mürşidin hatâsı müridin sevabından [doğrusundan] iyidir. Bunun için Ebû Bekr-i Sıddîk "radıyallahü anh", Resul-i Ekrem'in "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" bir sehvi [yanılması] olmağı tercîh ediyor ve: (Âh, ne olaydı, Muhammed'in "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" bir sehvi [yanılması] olaydım) buyuruyor. Resûlullah Efendimiz "aleyhis-salâtü ves-selâm", (Bilâlin (ﺲ) sin'i, Allah katında (ﺵ) şın'dır) buyurdu. Çünki hazret-i Bilâl-i Habeşî "radıyallahü anh" arap değildi. Yabancı idi, ya'nî Habeşli idi ve ezân okurken eşhedü yerine eshedü derdi ve Allah katında onun eshedüsü, eşhedü olarak kabûl edilirdi. O hâlde Bilâl-i Habeşî'nin "radıyallahü anh" hatâsı, başkalarının doğrusundan dahâ iyi ve makbûl olmaktadır. Mısra:
Senin eşhedüne güler,
Bilâl'in eshedüsü.
Azîzlerden birinden işittim. Dedi ki, meşâyıhdan nakledilen ba'zı duâlarda, her nasılsa ba'zı şeyhler hatâ etmişler ve aslına uygun okumamışlar. Ammâ eğer onlara tâbi' olanlar, o duâları aslı üzere değil de, şeyhlerinin okuduğu gibi okurlarsa, yine te'sîri görülür. Eğer şeyhlerinin okuduğu gibi değil de, doğru okurlarsa, te'sîri görülmez. Allahû Teâlâ Habîbinin hürmetine "aleyhi ve alâ cemi'il-enbiyâ-i vel-mürselîn ve alâ mütabi'ihim-üs-salavâtü vet-teslimât" bizi peygamberlerini taklît ve evliyâsına tâbi' olmak üzere bulundursun!
Muhammedün Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve âlihi ve sellem", Resûllerin, ya'nî bütün peygamberlerin "aleyhi ve aleyhimüs-salavâtü vet-teslimâtü vet-tehiyyât" efendisidir, büyüğüdür. Nerede kaldı ki, diğer insanlardan yüksek olmasın. Hâlbuki Îsâ ve Mûsâ'nın "aleyhimes-selâm", mertebe ve isti'dâtlarına göre zâtın tecellîlerinden nasîpleri vardır. Nitekim Allahû Teâlâ Mûsâ aleyhis-selâma: (Ben Seni kendime [zâtım için] Peygamber seçtim.) [Tâhâ sûresi, 41.ci âyet-i kerîmesi] buyurdu. Îsâ aley-his-selâm ise, rûhullah vekelimetullah olmakla, Resûlullah Efendimiz ile münâsebeti çoktur. Ammâ İbrâhîm aleyhis-selâm, sıfatların tecellîsine kavuşmuş olmakla berâber, keskin ve ileri görüşlüdür. Zâtın tecellîsi makâmında bizim Peygamberimize "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" müyesser olan husûsî şân ve mertebe, İbrâhîm aleyhis-selâma, sıfatların tecellîsi makâmında hâsıl oldu. Tabi'i ki aralarındaki isti'dâd göz ardı edilmeyecek. O hâlde bu bakımdan O, hazret-i Îsâ ve hazret-i Mûsâ'dan efdal [üstün] olur ve haz-ret-i Îsâ da hazret-i Mûsâ'dan efdaldir ve onun mertebesi hazret-i Mûsâ'nın fevkindedir. Keskin görüşlü ve ayırıcı bakışlıdır. Onlardan sonra Nûh "aleyhisselâm" gelir. Nûh aleyhis-selâmın makâmı, sıfatlar makâmında İbrâhîm aleyhis-selâmın makâmından dahâ yukarıda ise de, İbrâhîm aleyhis-selâmın o makâmda husûsî şânı ve keskin görüşü vardır ki, başkasında yoktur. Lâkin evlâd-ı Kirâmı'nın, O'na tâbi' olmak ve O'ndan gelmekle, O'nun makâmından da nasîbi vardır. Âdem aleyhis-selâm ise, Nûh aleyhis-selâmdan sonradır "alâ nebiyyinâ ve alâ cemî'ihimüs-salavâtü vetteslimât". Bu anlattıklarımı bana Rabbim bildirdi ve keremi ile ilhâm eyledi. Her şeyin en iyisini Allahû Teâlâ bilir.
Seyri, ya'nî tasavvuf yolundaki ilerlemesi, isim ve sıfatların tafsîline düşmüş olan sâlikin, hazret-i Zât'a kavuşma yolu tıkanmıştır. Çünki isim ve sıfatların nihâyeti yoktur ki, onları aştıktan sonra nihâî maksada kavuşabilsin. Meşâyıh bu makâmdan haber vermiş olup, kavuşma mertebelerinin nihâyeti yoktur demişlerdir. Çünki mahbûbun kemâlleri nihâyetsizdir. Burada kavuşmaktan murâtları, isim ve sıfatlarla alâkalı kavuşmadır.
Mes'ûd o kimsedir ki, isim ve sıfatlardaki seyri icmâlen vâki' olur da, sür'atle hazret-i Zâta "teâlâ ve tekaddes" kavuşur.
Zâta kavuşmuş olanların nihâyet-ün-nihâyeye, ya'nî varılabilecek en son makâma kavuştuktan sonra, da'vet için geri dönmeleri lâzımdır. O mertebeden geriye dönüş olmaz diye bir şey yoktur. Ortada olanlar böyle değildir. Onlar isti'dâtlarının nihâyetlerine kavuştuktan sonra, geriye dönebilirler; dönmeyip bulundukları makâmda kalabilirler de. O hâlde nihâyete varmış olanların, bütün mertebelere kavuşması mümkündür, hattâ lâzımdır. İsimlerin ve sıfatların tafsîlinde ilerleyen ortalardakiler için kavuşma mertebelerinin sonu yoktur. Bu ilim de, bu fakîre mahsûs olan ilimlerdendir. Her şeyin en doğrusunu Allahû Teâlâ bilir.
Rızâ makâmı, bütün velâyet makâmlarının üstündedir. Bu yüksek makâmın ele geçmesi ise, sülûk ve cezbeyi tamâmladıktan sonradır.
Eğer denirse ki, Allahû Teâlâ'nın Zâtı'ndan, sıfatlarından ve fi'llerinden râzı olmak vâciptir ve îmânın kendisinde zâten vardır. O hâlde bütün mü'minler için, Allahû Teâlâ'dan, sıfat ve fi'llerinden râzı olmak gerektir. İş böyle olunca, sülûk ve cezbenin tamâmından sonra hâsıl olur demenin ma'nâsı nedir?
Cevâb'ında deriz ki, îmânın diğer esâsları gibi, rızânın da bir sûreti, bir de hakîkati vardır. Başlangıçta hâsıl olan sûretidir; nihâyette ise hakîkatidir. Bir rızâsızlık olmayınca, şerî'atin zâhiri, rızâ hâsıl olmuştur der. Aynen kalbin tasdîki gibidir. Tasdîki bozan veyâ gideren bir hâl bulunmadıkça, tasdîk ele geçmiştir denir. Bizim burada kastettiğimiz, rızânın hakîkatinin hâsıl olmasıdır, sûretinin değil. Her şeyin en iyisini Allahû Teâlâ bilir.
Sünnet-i seniyye üzere amel etmek için çok çalışmalıdır. Bid'atden sakınmak için de bir o kadar gayret lâzımdır. Bilhâssa sünneti kaldıran bir bid'atden, dahâ çok kaçınmalıdır. Resûl-i Ekrem "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sel-lem", (Bizim bu dînimizde, ona uymayan bir şey ortaya çıkaranın, bu uydurduğu şey reddedilir) buyurmuşken, din kemâle gelmiş ve tamâmlanmış iken, bir takım kimselerin, dinde bir takım yenilikler [reformlar] ihdâs etmelerine ve bu uydurmalarla, dîni tamâmlıyoruz sözlerine çok şaşılır. Bu uydurdukları şeyler ile, sünnetin ortadan kalkacağından hiç korkmuyorlar. Meselâ sarığın sarkan ucunu iki omuz arasından arkaya sarkıtmak sünnettir. Bir takım kimseler bu sarkan kısmı sol taraftan sarkıtıp, bunu yapmakla ölüye benzemeyi kastediyorlar. Büyük bir kalabalık da bu işde onlara uyuyor. Bilmiyorlar ki, bu hareketleri sünneti ortadan kaldırıp, bid'ate götürüyor ve harâma ulaştırıyor. Muhammed Resûlullah'a "sallallahü aleyhi ve sellem" benzemek mi, yoksa ölüye benzemek mi dahâ iyidir. Sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, ölmeden evvelki ölümle şereflenmiştir. O hâlde ölüye benzemeyi arıyorlarsa, en münâsibi yine O'na "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" benzemektir.
Ölünün kefenine sarık koymak bid'at olunca, bunun sarkan kısmı üzerinde fikir yürütmek ve bununla dîni tamâmlıyoruz demek, dahâ çok şaşılacak bir hâldir. Sonra gelenlerden ba'zıları, âlimlerin kefenine sarık da koymalıdır demeleri, bu fakîre göre fıkıh mes'elelerinde değişiklik olur ve değişiklik ile dînin hükmünü kaldırmak arasında fark yoktur. Allahû Teâlâ bize, Muhammed Mustafâ'nın "sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem" sünnetine tâbi' olmakta sebât ve devâmlılık ihsân eylesin!
Bir gün cinnîlerin hâllerini bu fakîre gösterdiler. Gördüm ki, cinnîler sokaklarda insanlar gibi dolaşırlar. Her cinnînin başının üzerinde müvekkel [onunla vazîfeli] bir melek vardır. Her bir cinnî o meleğin korkusundan başını kaldırıp, sağına, soluna bakamaz. Bağlı ve tutuklular gibi dolaşırlar ve aslâ o meleğe muhâlefet edemezler. O zamân bildirildi ki, sanki o meleğin elinde demirden bir gürz vardır ki, eğer cinnîden az bir muhâlefet görse, bir vuruşla onun işini bitirir. Beyt:
O Allah ki, alçağı, yüksekleri yarattı,
Her elin üzerinde bir başka el yarattı.
Velî, bulduğu her kemâli ve kavuştuğu her derece ve makâmı, kendi Peygamberine mütâba'atla, tufeyli olarak bulur ve kavuşur. Eğer peygambere mütâba'at olmasaydı, îmânın kendisi bile yüz göstermezdi, nerede kaldı ki, yüksek derecelere çıkaran yol ona açılmış olsun. O hâlde Velîde, Nebîde bulunmayan cüz'î bir fazîlet ve yüksek derecelerden husûsî bir derece hâsıl olursa, peygamberinin de o cüz'î [kısımî] fazîletten ve husûsî dereceden tam nasîbi olur. Çünki o kemâlin ele geçmesi, Peygamberine tâbi'
olmak sebebiyledir. O, sünnetine uymanın meyvelerinden bir meyvedir. O hâlde o Peygamberin o kemâlden tam nasîbi ve hissesi olur. Nitekim Peygamber efendimiz "sallallahu aleyhi ve alâ âlihi ve sellem", (Kim iyi bir yol açarsa, onun sevâbını aldığı gibi, onunla amel edenlerin sevâpları kadar da sevâp alır) buyurdu. Lâkin Velî, bu kemâle kavuşmakta ve bu derecenin hâsıl olmasında ondan dahâ öncedir. Velînin nebî üzerine cüz'î olan bu fazîletini câiz görmüşlerdir. Bu kısmî, ya'nî bir bakımdan olan fazîlet, her bakımdan nebîde bulunan üstünlükle çatışmaz.
(Fusûs-ül Hikem) Kitâbı'nın sâhibinin [Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri'nin], Peygamberlerin sonuncusu, ilim ve ma'rifetleri velâyetin sonuncusundan alıyor, buyurması, bu fakîri şereflendirdikleri bu ma'rifet içindir. Bu söz baştan başa şerî'ate uygundur. Fusûs'u şerh edenler ise, bunun tashîhinde, doğru îzâh ve isbâtında çok zorlanmışlar ve, (Velâyetin sonuncusu, nübüvvetin sonuncusunun haznedârı gibidir. Pâdişâh kendi hazînesinden bir şey alırsa, onun için bu işte hiçbir noksanlık lâzım gelmez) demişlerdir. İşin esâsı ise, bizim bildirdiğimiz gibidir. O zorlanmaların menşei, işin esâsına varamadıklarına dayanmaktadır. Her şeyin hakîkatini Allahû Teâlâ bilir. Vessalâtü ves-selâmü alâ seyyid-il beşer ve âlihil ether.
Velînin velâyeti, kendi Peygamberinin velâyetinin kısımlarından bir kısımdır. Velî ne kadar yüksek derecelere kavuşursa, kavuşsun, Peygamberinin derecelerinin kısımlarından bir kısım olmaktan ileri geçemez. Kısım ve parça ne kadar büyük olsa da, külden, ya'nî bir şeyin bütününden küçüktür. "Kül cüzden dahâ büyüktür" mantık kâidesi de herkesin bildiği bir gerçektir. Cüz'ün külden [parçanın bütününden] dahâ büyük olduğunu sanmak ahmaklık ve sefîhlik olur. Çünki bütün, o ve diğer parçalardan meydâna gelmektedir.
Vâcib Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin sıfatları üç kısımdır:
Birincisi, izâfî sıfatlardır. Yaratmak ve rızık vermek gibi.
İkincisi, hakîkî sıfatlardır, bunların izâfî sıfatlara benzer tarafları vardır. İlim, kudret, irâdet, semi', basar ve kelâm sıfatları gibi.
Üçüncüsü, sırf hakîkî sıfattır. Hayât gibi. Çünki onda izâfîlikten bir karışıklık yoktur. İzâfîlikten murât, âlem ile taalluktur. Bu üçüncü kısım, üç kısmın en yükseğidir ve bütün kısımları kendinde toplamaktadır ve sıfatların esâsıdır. İlim sıfatı, câmi' [toplayıcı] olmakla berâber, hayât sıfatına tâbi'dir ve sıfat ve şüûnât dâiresi, hayât sıfatına kadardır. Matlûba kavuşmanın kapısı da O'dur. Hayât sıfatı, ilim sıfatından yüksek olunca, O'na kavuşmak da, elbette, ilim mertebelerini aştıktan sonra olacaktır. Söz konusu ilim, zâhirî veyâ bâtınî olsun, şerî'at ilmi veyâ tarîkat ilmi olsun aynıdır. O kapıdan içeri girenler ise çok çok azdır. Sokakların arkasından bile, içeriye bakmak isteyenler azdır. Bu sırlardan, işâretle bile konuşmağa kalkışırsam boğazımı keserler. Beyt:
Ötesinde bir şey var, anlatmak dahâ zordur,
Bence onu saklamaktan dahâ güzel şey yoktur.
Hidâyet üzere olanlara ve Muhammed Mustafâ'nın "sallallahü aleyhi ve alâ âlihi ve sellem" izinde gidenlere selâm olsun!
Allahû Teâlâ misli olmaktan münezzehtir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, (Misli gibi bir şey yoktur) buyurulmuştur. Ammâ misâli olabilir demişlerdir. Meseli [benzeri] olmaz buyurmuşlardır. Nitekim âyet-i kerîmede, (En yüksek meseller [sıfatlar] Allah'ındır)buyuruldu.
Sülûk erbâbı ve keşif ashâbına misâl ile tesellî veriyorlar ve hayâl ile râhatlık bahşediyorlar. Bîçûnü çûn misâli ile gösteriyorlar. Vücûbü imkân sûretinde ortaya koyuyorlar. Çâresiz sâlik, misâli, misâlin sâhibinin aynısı, sûreti, sûret sâhibinin kendisi zannediyor. Bu yüzden Hak Sübhânehu ve Teâlâ'nın ihâtası sûretini eşyâda görüp, o ihâtanın misâlini âlemde müşâhede ediyor ve zannediyor ki, müşâhede edilen Hak Sübhânehu ve Teâlâ'nın hakîkî ihâtasıdır. Hâyır, böyle değildir. Allahû Teâlâ'nın ihâtası da bîçûn ve bîçigûnedir ve müşâhede edilmekten münezzehtir ve kimse onu keşfedemez. İnanırız ki, Allahû Teâlâ her şeyi muhîttir [kuşatmıştır], ammâ O'nun ihâtasının ne ve nasıl olduğunu bilmeyiz. Bizim bildiğimiz o ihâtanın misâli ve benzeridir. Allahû Teâlâ'nın kurbu ve mâiyyeti de böyle olup, onlardan mekşûf ve meşhûd olan, benzeri ve misâlidir, hakîkati değildir; belki bunların hakîkatları hâsıl olduğu bilinemeyen mertebededirler. Allahû Teâlâ'nın karîb [yakın] olduğuna ve bizimle olduğuna inanırız. Ammâ yakınlığının ve berâberliğinin hakîkatini bilmeyiz. Belki de Resûlullah'ın hadîs-i şerîfinde gelmiş olan, (Rabbimiz güler gibi tecellî eder) ifâdesinin ma'nâsı, misâlinin sûreti i'tibâriyledir. Zîrâ rızânın en yüksek derecesi, misâlde güler gibi sûreti ile şekillenir. El, yüz, ayak, parmak kelimelerinin Hak Teâlâ tarafından kendine nisbet edilmesi de, misâli sûret i'tibâriyle olur. Rabbim bana böyle bildirdi. (Allahû Teâlâ dilediğini rahmetine mahsûs kılar; O, büyük ihsânlar sâhibidir.) Ve sallallahü teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sellem ve bârek.
Bu yazıları yazanın, ahvâl, mevâcid, ilim ve ma'rifetleri beyânındaki ifâde ve yazılarında, birbiriyle uyuşmayan ve çatışan bir şeyler anlaşılırsa, vakitlerin ve vaziyyetlerin ayrı ayrı oluşuna hamletmelidir. Zîrâ ahvâl ve mevâcidin vakti ayrıdır ve her vaziyyetin ilim ve ma'rifetleri başka başkadır. O hâlde aslında uyuşmamak ve çatışmak yok demektir. Ya'nî bunlar da şerî'atdeki hükümler gibi olup, nesihten ve tebdîlden sonra uyuşmaz ve çatışır görünürler. Ammâ vakitlerin ve durumların ayrılığı göz önüne getirilirse, o uyuşmazlık ve çatışma kalkar. Bunda Allahû Teâlâ'nın hikmetleri ve nice fâideleri vardır. O hâlde kabûlden uzak olma. Ve sallallahü teâlâ alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sellem ve bârek.
Bu fevkal'âde güzel ve eşsiz kitâbı toplayan bu za'îf kul, Hidâye lakablı Muhammed Sıddîk Bedahşî Kişmî derim ki, (Mebde ve Meâd) ismi ile bilinen bu yüksek ve şerefli ma'rifetlerin yazılmasını, 1019 [m. 1610] senesi Ramazân-ı şerîf ayının sonlarında i'tikâfta iken bitirdim.
|
Hiç yorum yok