İŞTE BÜTÜN SIR
Bu yazıda ve daha doğrusu bu terkibi dâva (şema)sı içinde, herbiri biner sahifelik hakikatlerin sadece kitap ve mevzu başlıklarını gösterir gibi, tarihimiz boyunca gelmiş büyük ve temel hâdiselerin iç yüzünü ve ruhunu çerçeveliyeceğiz:
1—İslâmlığı tam bir vecd ve aşk plânında temsil ve ona temessül edip o misilsiz kaynağın şevkiyle derhal bütün cihana hâkim bir kıymete ulaştığımız devir, Birinci Osman'dan Kanunî Sultan Süleyman'a kadar süren saltanat ve şevket çığırıdır. (Bunun böyle olduğunu herkes bilir ama, kimse bu tarzda mânalandırmaz.)
2— Kanunî Süleyman, haşmet çığırının en zengin hengâmesine rastgelmiş büyük bir talih sahibi olduğu halde, selefleri ayarında büyük bir şahsiyet değildir. Onun devleti, Türk cemiyetinin en büyük devlet ânına tesadüf etmiş olmaktan ibarettir. Kanunî, muazzam bir hazır bulucu ve hazır yiyicidir. Nitekim onun, dünya çapındaki büyük dâvaya, keyfiyette ayrıca bir hamle katmaktan âciz, müstakil bir fatihlikten mahrum şahsiyeti, her türlü şatafat akınlarına ve kemiyet nailiyetlerine rağmen, Viyana önlerinde kakılıp kalması ve bu can noktasını fethedememesiyle de sabittir. Dâva, bu noktadan derinleştirilip merkezî ve esasî sebebe doğru götürülür ki, aşk ve imanımızın donmaya kabuk tutmaya başlaması, (Dekadans) devrinin açılması ve ruh küsufunun ilk defa görünmesi, Kanunî'den sonra değil, Kanunî ile beraberdir. Şeyhülislâmları ilk defa tâyinle makamlarına getiren ve her işi padişahın keyif ve iradesine bağlayan Kanunî devri, her türlü aldatıcı şaşaasına rağmen, hakikatte inhitat tarihimizin başıdır. (Bu noktayı ise kimse bilmez ve anlamaz. Tafsilâtı girift ve uzundur.)
3— Kanunî'den sonra inhitat devrimizi, zatî seciye ve mizaciyle de örnekleştiren Şâh-ı Âlemin oğlu Sarı Selim, babasiyle başlamış inhitatımızı sadece fâşedici bedbaht ve hasta sultandır. Artık her sahada şanlı taarruz devrimiz kapanmış, mahzun ve perişan müdafaa çığırımız açılmıştır. Askerlikte müdafaa, hars ve irfanda müdafaa, fen ve marifette müdafaa... Avrupada teşkilatını bitirmek ve ilk mahsullerini devşirmek vaziyetine geçen (Rönesans) ve Hıristiyanî yeni ruh, her sahada üzerimize çullanmak ve intikamını almaya savaşmak üzeredir. (Bu nokta da tam bilinen tarihî hususiyetlerden değildir.)
4— Artık inhitat ve müdafaa devrimiz, arada bir müstesna şahısların; dibe batan bir dalgıç nasıl topuğunu kumlara vurup bir lâhza için su yüzüne çıkmak isterse, öylece, münferit ve neticesiz olarak gösterdikleri hamlelere rağmen her devrede biraz daha derinleşe derinleşe, bundan tam 140 yıl evveline, yani «Tanzimat-ı Hayriye» ismini verdikleri harekete kadar devam eder. Tanzimat hareketi, bir türlü mânası kavranamayan Batı dünyasına karşı, bizim kaybolmuş veya kaybettirilmiş, mânalarımızın nereye gittiğini gizlemeğe memur o cereyanın ismidir ki, cellâdımızın evine ve merhametine sığınıp ve kendi Öz elimizle onun baltasını bileyip nefsimize hayat hakkı arayışımızı, böylece en feci iflâsımızı ihtar ve ilân eder. Hiçbir mütefekkir ve büyük sanatkâra mâlik olmayan bu devir, basit, sığ ve sadece ahmakvârî hayran politika adamlarının elinde, kuru bir bayrak muhafaza edip garba ruh sancağımızı teslim edişimizi çerçeveler. Bu devrin Mahmud-u Adlî, Abdülmecit, Abdül'aziz gibi sultanları birer zarif ve safdil kukla: Reşit paşa, Âli Paşa, Mithat Paşa, Şinasi, Namık Kemal gibi siyasî ve edebî şahsiyetleri de, adamına göre birer enayi veya hain oyuncaktır. Ayrıca hiçbir müsbet zekâ ve eser sahibi olmayan bu şahsiyetlerin hemen hepsi (Mason) dur; ve garp kapitalizma-Emperyalizma şebekesinin, memuriyetlerini bilen veya bilmeyen (piyon)larıdır.
5— Bu felâketli gelişi ilk defa olarak görmüş, sezmiş ve ona göre her sahada muazzam bir müdafaa hareketine girişmiş olan ilk büyük Devlet Reisi İkinci Abdülhamit'tir. Kanunî Süleyman, kısacık boyuna rağmen nasıl Türk cemiyetinin zirve noktasına bastığı için en uzun boylu görünüyorsa, Abdülhamid de tasfiye günü yaklaşan cemiyetin en çukur yerine tesadüf ettiği için, dev cüsseli olduğu halde kısa boylu duruyor; ve onu tersinden uzun boylu göstermek isteyen hain propagandayı defaten tekzip edici bir eser ve şahsiyet sahibi görünmüyor. İşte bu harikalar harikası ince ve girift nasip, hakikatte Abdülhamid'in Türk Padişahları arasında, belki en büyük üç şahıstan biri olduğunu gizlemektedir. Mazhariyeti mahrumiyet, sadakati hiyanet ve bunların tam tersi olarak Öldürücülüğü ihya edicilik diye gösteren tarih ve ruh kalpazanlığından da Abdülhamid'e ayrı bir fazilet payı biçilecek olursa, o vakit kendisini Türk tarihinin en ulvî Devlet reisi olarak değerlendirmek icap eder. (Büyük Doğu'nun 40 yıllık tarihî tezi olan ve hudutsuz vesikalara istinat eden bu hakikat ise, meçhul olmak şöyle dursun, tam tersiyle öğretilmekte ve altı üstüne getirilmeğe muhtaç bulunmaktadır. Ulvî ve mazlum Abdülhamid'in şahsiyetinde öyle bir düğüm gizlidir ki, bu düğümün çözülmesiyle beraber, sahte inkılâplarımızın ve millî kahramanlar şeklindeki vatan hainlerinin baştan başa iç yüzleri meydana çıkacaktır. İşte bu yüzdendir ki, bu dâvadan, Yahudisi, Masonu, Avrupalısı, züppesi, şahsiyetsizi, dinsizi, imansızı, lâfta terakkiperveri, sözde hürriyetçisi, eyyamgüderi, dalkavuğu, şusu, busu; hâsılı mahrum ve münzevi hak âşıklarından başka herkes, müştereken gocunur ve bu bahsi açmayı yasak eder.)
6— Bütün sebep ve neticeleriyle ilerleye ilerleye devam eden Tanzimatın ikinci hareketi Meşrutiyet inkılâbıdır. Bu inkılâbı yapan İttihat ve Terakki Komitesi de, içlerinden her nükteden habersiz bazı sâf idealistlere rağmen, baştan başa (Mason) ve Yahudinin uşaklarıdır. İkinci Abdülhamid'in haliyle ve sırf bu velî çapındaki kan dökmek istemeyişinden faydalanarak inkılâbını yapan İttihat ve Terakki, bütün siyaset, fikir, sanat ve edebiyat kadrosiyle bu vatanı (Kaos) a götürmenin memuriyetini birkaç sene içinde tamamlamış; ve kendisini bu imha işine gizlice memur kılan Avrupanın, bilâhare onu düşman safında yer almaya zorlayıp Türk vataniyle beraber yok etmek istediğini fark etmeden, son vazifesini, Almanya safında Birinci Dünya Harbine girmekle mükemmelen yerine getirmiştir. (Bu hakikat de, topraklarımızın altındaki madenler ve kalblerimizin mihrakındaki sesler kadar meçhulümuzdur.)
7— Millî Kurtuluş Hareketi, artık tasfiye saati çalan Türk cemiyet ve şahsiyetinin, her şeye rağmen bütün bir tarih boyunca gelen iman ve hayat şevk ve iradesiyle kendi kendisini kurtarmak için ruhunda hazır tuttuğu bir hamledir. Bu hamleyi nefslerine mal edenlerse, onun ruhuna tam zıt bir seciye belirten ve Tanzimattan beri hiçbir zaman misline rastlanmamış mikyasta ruhumuzun Garba teslim etmek kararını besleyen bir hiziptir. Bu hizbin, yüzlerine bir «suret-i hak» maskesi takıp dâvayı aziz gösterdiği ilk devirlerin gerçek kahramanlarından Mersinli Cemal Paşa, Ordu Kumandanı Nureddin Paşa gibi şahsiyetler ve daha nice isimli ve isimsiz hüviyet, hakikatte, Millî Mücadeleyi bizzat ve ilk defa olarak hazırlamış olmanın da şeref hissesine mâliktirler. Nihayet, sadece Allah'ın lûtfu ve Türk milletinin yok olmamak cehdiyle muvaffak olunan hareket, semeresini vereceği zaman derhal bu hizip vaziyete hâkim olmuş; İsviçre'de Türk mukadesatını ve iman kökünü Batı hegemonyasına satmak suretiyle her vasıf dışı bir istiklâl sağlamış; ve ondan sonra güya madde plânında kurtarılmış olan Türk, ruh plânında ve doğrudan doğruya sayelerinde imha edilmek istenmiştir. Kurtaran ve ilk defa kurtarmayı düşünen ve ona teşebbüs eden kendileri olmadığı halde, faraza kendileri olsa, bu kurtarıcılığı takip edici devrede gayenin büsbütün öldürmek için kurtarmak olduğu meydana çıkınca bu kurtarıcılığa, kurtarıcılık mı, öldürücülük mü ismini takmak lâzımdır? Böyleyken, tam 27 yıl boyunca, Allah'tan esirgenen saygı ve korku, birtakım put şahıslara ve mefhumlara karşı zorla besletilmiş, yeni nesiller bütün bir tarih ve hakikat tahrifçiliği metodiyle yetiştirilmiş, insanlık hayatının hiçbir devrinde görülmedik bir hak ve hakikat zalimliği edası altında, (Tabu) şahıslar ve mefhumlara dair ne lâf söyletilmiş, ne de Allah ve Peygamber, din ve ahlâk, tarih ve an'ane, millet ve dâva, lisan ve irfan gibi, çingenelerin bile en aziz meseleleri olan dâvalara el sürdürülmüştür. Böylece Tanzimat, üstelik ona ve onun devrelerine güya zıt bir plânda, hem de bütün bir kurtarıcılık, yoktan var edicilik ve aksini düşüneni idama sürükleyicilik cüretiyle, bir asır evvelki gizli müessirinin gayesini, 1923'ten itibaren nihaî mikyasta devşirmeye başlamış ve bunun ismine «el sürülmez ve dil uzatılmaz inkılâp» denmiştir. Daima sahte ve köksüz, binaenaleyh olması olmamasından daha zararlı birkaç madde donatımından başka, 1923-1950 arası ne yapılmışsa, Türk milletini, ruhta, ahlâkta, irfanda, tarihte, fikirde, sanatta, sıhhatte, millî benlikte, şahsiyette, bir daha dirilmemecesine vurmak için yapılmıştır. (Ve bu hakikat, idrakiyle beraber Türk milletine gerçek inkılâp yollarını bir lâhzada açacak kadar feyizli ve o nisbette uzaklara ve meçhullere kaçırılmış ana gerçektir.) Bu teşhis ve tespitlerin hedefi Atatürk değil, onu halkalayan ve yorumlayan hiziptir... Atatürk apayrı bir mâna belirtir. O, bu dairenin dışındadır.
8— Nihayet, tek gayesi bizi bu hale getirip bütün tarih ve ruh şahsiyetimizle yerin dibine geçirmek olan Batı dünyası, kendisinin de tahmin edemediği ve zaten edemiyecek olduğu siyasî ihtilâtlardan sonra, ruh ölüsünün de bu derecesine tahammül edemiyeceği için, sonunda bir istibdat emriyle bize cebrî ve kısmî bir hürriyet (ültimatom)u vermiş; ve o yüzden, bildiğiniz son 19 yılın, simsiyah bir rengi kahverengiye ve buz kütlelerini çamura döndüren imkân ve istidat şartları doğmuştur. Peşinden bugünkü (kaos)...
9— Ama sıra (Büyük Doğu)ya gelmiştir! Onun yoğurduğu yeni kuşağa......
NFK
RAPOR 4
Hiç yorum yok