Yedi Velî Kuvvetinde Sultan Abdülhamîd Han
Üstad Necip Fazıl'ın; "Abdülhamid'i anlamak herşeyi anlamak olacaktır!" sözü ile Cennetmekân Abdülhamîd Han'ı anlamaya ve anlamlandırmaya davet eder bizi...
Devrinde ne kadar İslâm düşmanı varsa, Ermeni, dönme, Yahudi ittifak edip devirmeye çalıştığı ve İttihat Terakki eliyle bu cinayetleri işlemeye çalıştığı Ulu Hakan...
Ulu Hakan hakkında anlatılan bir kaç hatırat, büyüklerin söylediği "Yedi Velî kuvvetinde Sultan" sözünün tasdikler mahiyette...
İşte Ulu Hakan Abdülhamit Han ile ilgili bir kaç hatıra...
Allah-u Teâla bizi O'nu layıkı ile anlayanlardan eylesin...
Sultan Abdülhamid, rivayete göre, yatağının başında daima temiz bir tuğla bulundururmuş. Bu tuğlayı, yataktan kalktığında çeşmeye kadar abdestsiz yere basmadan, teyemmüm almak için kullanırmış.
Bir gün hanımının, niçin böyle çok titiz hareket ettiğini sorması üzerine şu düşündürücü cevabı vermiş: “Bunca Müslümanların Halifesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, Ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.”
Bu yüzden padişah, acil bir iş zuhur ettiğinde, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, o işin ertesi güne bırakılmasına kesinlikle rıza göstermezmiş. Mâbeyn Başkâtibi Esad Bey, bu hususta şu fevkalade etkileyici hatıratını nakletmektedir:
“Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultan’ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. ‘Acaba Sultan’a emr-i Hak (ölüm) mı vâkî (gerçekleşti) oldu?’ diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açıldı ve Sultan elinde bir havlu ile kapıda göründü.
Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti: “Evladım, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyandım, ancak abdest aldığım için geciktim kusura bakma!. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım!.” Ve besmele çekerek evrakı imzaladı.”
Mehmed Âkif, sabah namazlarını Sultan Ahmed Camii’nde kılmayı âdet haline getirmişti. Bir zaman, her sabah camiye erkenden gelip, mihrabın bir köşesinde sürekli gözyaşı dökmekte ve inlemekte olan, saçı-sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir zat dikkatini çeker. Durmadan ağlayan bu adamı uzun süre büyük bir hayret ve merakla takip eder.
Nihayet bir gün yanına yaklaşarak, derdinin ne olduğunu, neden kendisini bu kadar derbeder ettiğini sorar: “Muhterem, Allah’ın rahmetinden bu kadar ümitsizlik olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun?” O zat, “Beni konuşturma, kalbim duracak.” diyerek önce konuşmak istemez. Ancak, çok ısrar edince, bu halinin sebebinin ne olduğunu Âkif’e gözyaşları içerisinde şöyle izah eder: “Ben, Abdülhamid devrinde binbaşı idim. Anam-babam vefat edince Sadârete (Sadrazamlığa) bir dilekçe gönderdim. Dedim ki: “Mallarımız, gayrimenkullerimiz var. Bunların bir nezâretçiye (bakıcıya) ihtiyacı vardır. Kabul buyurulursa istifa etmek istiyorum.”
Sadâret benim dilekçemi padişaha göndermiş. Bana doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi. “İstifa kabul edilmedi” deniyordu. Ben bir daha gönderdim. Yine aynı cevap geldi. Bizzat huzura çıkıp şifâhi (yüz yüze) görüşmek istedim. Ben o cehalet ile padişahın huzuruna çıktım:
- Sultanım, istifamın kabulünü istirham edeceğim. Durumumuz budur, dedim.
Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi istemiyordu. Yüzünden belli idi. Israrıma da dayanamadı. Öfkeli bir eda ile, elinin tersiyle:
- Haydi! İstifa ettirdik seni! dedi.
Ben dönüp, işimin başına geldim. Gece, mânâ âleminde orduların teftiş edildiğini gördüm. Rasulullah Efendimiz (sav), Yıldız Sarayı’nın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusunu teftiş ediyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri de orada idi. Abdülhamid, edeple Fahri Kainat Efendimiz’in arkasında duruyordu.
Derken, benim birliğim geldi. Başında kumandan olmadığı için darmadağınıktı. Efendimiz: “Nerede bunun kumandanı?” diye sordular. Abdülhamid de: “Ya Rasulallah çok ısrar etti. İstifa ettirdik.” dedi.
- Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik! Buyurdular.
İşte ben o gün bugündür bunun hicranı ve pişmanlığı ile gözyaşı döküyor, kederleniyorum. Ben ağlamayayım da söyle kim ağlasın?
(Olayı anlatan Mahmud Allahverdi)
Olayı ‘‘bizzat yaşayan’’ adam; ‘Mahmud Allahverdi’ anlatıyor:
-‘‘Ben, Osmanlı Devleti'nin baş şehri İstanbul'da doğdum. Babam, memuriyeti sebebi ile, orda görevli bulunuyordu. Ne var ki, geçirdiğim bir hastalık sonucu dilim tutulmuş, konuşma yeteneğimi kaybetmiş idim. Hiç konuşamıyor, el kol işareti ile maksadımı anlatmaya çalışıyor idim. Babam buna çok üzülüyordu... Gitmedik doktor, hoca bırakmadı; ama hiçbiri de fayda etmedi.
Bir gün yaşlı bir komşumuz geldi, dedi ki:
-‘‘Seni görüyorum, çok üzülüyorsun. Bir baba için, oğlunun bu durumda olmasından üzücü bir şey yoktur. Sana bir çâre söyleyeceğim, dediğimi yap.’’
Babam ümid ile gözlerini açtı, dinlemeye başladı.
Komşumuz:
-‘‘Yarın şu yoldan, Sultan Abdûlhamid han geçecek. Ne yapıp yap, oğlunu mutlaka karşısına çıkar ve O'na duâ ettir. Osmanlı Sultân’ları'nda yedi evliyâ kuvveti vardır, ola ki şifâ bula.’’ dedi.
Bu tavsiye babamın aklına iyice yatmış olacak ki, söylenen saatte yolun üzerine çıktık, ümid ile beklemeye başladık. Az sonra yaylı araba göründü; ama bizim ona yaklaşmamız mümkün değil idi. İzdiham çok fazla idi. Uzakta kalışımıza çok üzüldük. Fayton hizamıza gelince, beklenmedik bir olay yaşandı.
Fayton birden, ansızın durdu, içeriden başını uzatan Sultân, bize doğru bakarak seslendi:
-‘‘Efendi! Çocuğu getir, çocuğu!’’ diye bağırdı.
Şaşırdık! Babam heyecan ile elimden çekerek beni arabanın yanına götürdü, elimden tutup yukarı çıkardılar.
Sultân, yanaklarımı okşadı, bir şeyler okuyor gibi idi. Az sonra bana:
-‘‘Beni tanıyor musun, ben kimim?’’ diye sordu.
Benim dilim tutuktu, cevap vermem imkânsızdı! Ama bir şeyler hisseder gibi oldum. Birden dilim çözüldü, cevap verdim:
-‘‘Sen bizim padişahımızsın!’’ dedim.
Babam, ‘‘Allah Allah!’’ diyerek feryâdı bastı! Beni aşağı indirdiler. Bundan sonra bülbül gibi konuşmaya devam ettim.
İşte evlâdım, bu olay bir işitme falan değil, bir yaşamadır. Sakın ola ki, Osmanlı Sultân’ları aleyhine konuşmayasın. Onlarda gerçekten yedi evliyâ derecesi vardı. Dilimin açılmasına sebep, Sultân'ın duâsıdır.
-‘‘Seni görüyorum, çok üzülüyorsun. Bir baba için, oğlunun bu durumda olmasından üzücü bir şey yoktur. Sana bir çâre söyleyeceğim, dediğimi yap.’’
Babam ümid ile gözlerini açtı, dinlemeye başladı.
Komşumuz:
-‘‘Yarın şu yoldan, Sultan Abdûlhamid han geçecek. Ne yapıp yap, oğlunu mutlaka karşısına çıkar ve O'na duâ ettir. Osmanlı Sultân’ları'nda yedi evliyâ kuvveti vardır, ola ki şifâ bula.’’ dedi.
Bu tavsiye babamın aklına iyice yatmış olacak ki, söylenen saatte yolun üzerine çıktık, ümid ile beklemeye başladık. Az sonra yaylı araba göründü; ama bizim ona yaklaşmamız mümkün değil idi. İzdiham çok fazla idi. Uzakta kalışımıza çok üzüldük. Fayton hizamıza gelince, beklenmedik bir olay yaşandı.
Fayton birden, ansızın durdu, içeriden başını uzatan Sultân, bize doğru bakarak seslendi:
-‘‘Efendi! Çocuğu getir, çocuğu!’’ diye bağırdı.
Şaşırdık! Babam heyecan ile elimden çekerek beni arabanın yanına götürdü, elimden tutup yukarı çıkardılar.
Sultân, yanaklarımı okşadı, bir şeyler okuyor gibi idi. Az sonra bana:
-‘‘Beni tanıyor musun, ben kimim?’’ diye sordu.
Benim dilim tutuktu, cevap vermem imkânsızdı! Ama bir şeyler hisseder gibi oldum. Birden dilim çözüldü, cevap verdim:
-‘‘Sen bizim padişahımızsın!’’ dedim.
Babam, ‘‘Allah Allah!’’ diyerek feryâdı bastı! Beni aşağı indirdiler. Bundan sonra bülbül gibi konuşmaya devam ettim.
İşte evlâdım, bu olay bir işitme falan değil, bir yaşamadır. Sakın ola ki, Osmanlı Sultân’ları aleyhine konuşmayasın. Onlarda gerçekten yedi evliyâ derecesi vardı. Dilimin açılmasına sebep, Sultân'ın duâsıdır.
Hiç yorum yok