“Rap! Rap! Rap!..”

“Rap! Rap! Rap!..”  

(Batman M Tipi Cezaevinde kalan Abdülselam Durmaz'a ait bir çalışma...)


İşkenceli soruşturmalar, uyduruk iddialar ve 28 Şubat sürecinin adaletsiz yargılamalarıyla 1994 yılından beri cezaevinde tutulan Abdülselam Durmaz’ın mektubunu dışarıdan içeriye kardeşçe bir duyarlılık oluşturmak adına paylaşıyoruz…
Bismillah…
“Rap! Rap! Rap!..”
Küf kokan, küçücük nemli hücrelerdeki tüm tutsakların, endişe, korku, cesaret, inanç ve kararlılıkla karışık bir haleti ruhiye içerisinde pür dikkat kulak kesildikleri an… Hiçbir ayak sesi bu kadar rahatsız edici ve itici olmamıştı ömrü hayatımda. “Rap! Rap! Rap!” “İşkenceciniz geldi!” ayak sesi…
Karanlık hücrenin bir köşesine çekilmiş tutsaklar şimdi endişeyle gözlerini hücrenin demir kapısına dikmiş bekliyorlardı. ‘Sorguya’ yani ‘işkenceye’ gitme sırası kimdeydi acaba? Bu ayak sesleri kimin kapısında kesilecek? Hangi kapının sürgüsü açılacak? Hangi can, dayanılmaz ağır işkencelerle sınanacaktı, yine?
Ayak sesleri giderek yaklaşıyordu.
Yaklaşan ayak seslerini her zaman uzandığım yerden, beton zeminden dinliyorum. Artık bu ayak seslerine alışkındım; ne korkutmak amacıyla sertçe açıp kapatılan kapı sürgüleri, ne yeri göğü inleten işkence gören insanların acı çığlıkları, ne alışkanlık haline getirdikleri ayak sesleri, ne de türlü türlü işkenceleri… Hiçbir tanesi beni endişelendirmiyordu artık ilk günlerdeki gibi. Kaç gündür, kaç zamandır buradaydım, tam kestiremiyordum. Tek bildiğim 1994 yılının Haziran ayındaydım, hepsi o kadar.
Zaman denen mefhum, bu küçücük hücrede yok oluyordu. Üç, dört adımlık küçücük karanlık bir hücrede; ne bir pencere, ne bir aralık, ne konuşacak biri ne de başka bir şey… Zaman algısının yitirilmesi için gerekli olan her şey mevcut. Meğer zamanın göreceliliği için çok da deney yapmak gerekmiyormuş?! Bu zamanda gözaltına alınmanız kâfi imiş.
Gözaltı süresinin on beş gün olduğunu biliyorsunuz lakin içine girdiğiniz atmosfer öyle bir atmosfer ki, bu bilginin pek de bir önemi kalmıyor. Zira hissettiğiniz zaman algısı, ‘geçmeyen ve geçmeyecek’ bir zaman algısıdır. Tam da işkencecilerin istedikleri gibi. Zaman algısını yok ederek, tutsakları, ümitsizliğe sevk etmek ve dirençlerini çabucak kırarak, onları tam anlamıyla teslim almak… Bunun için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı. Hücreden dışarı çıkartıldığımızda da hemen gözlerimiz sıkıca bağlanıyor hatta göz bağcığının altındaki boşluklar bile pamukla tıkanarak hiçbir şey görmememiz sağlanıyordu. Tabi bunda esas işkencecilerimizin yüzlerini göstermekten duydukları korku da vardı şüphesiz.
Bir süre “Rap! Rap! Rap!” diye bir ileri bir geri gidip gelen ayak sesleri sonunda kapımın tam önünde kesildi. Kapımın önünde duran ayaklar, kapı altından içeriye süzülen ışığı kesiyordu.
“İşte geldiler! Başlıyoruz yine!” diyorum, tek dayanağım, tek yardımcım ve en büyük moral desteğim olan Rabbime sığınarak. Doğruluyorum. Kapının sürgüsü sert bir şekilde açılıyor. Dışa doğru gürültüyle açılan demir kapıdan içeriye dolan ışık, gözümü alıyor. Ve işkencecilerim karşımda! İnadına ayağa kalkıp dikilmek istiyorum lakin ayağa kalkacak takatim yok. Lakin olabilecek her şeye hazırım.
Kaç gün olduğunu tam kestiremediğim bu süre zarfında defalarca götürüldüğüm işkence tezgâhından ötürü, ben onları, onlar da beni gayet iyi tanıyordu artık. Şu ana dek değil onlara bir şey söylemek, adımı dahi söylememiştim. Artık onlar da birçok şeyi sormayı bırakmış yalnızca adımı öğrenmenin derdine düşmüşlerdi. Lakin bu kadar iğrenç işkenceler karşısında asla teslim olmaya niyetim yoktu. Onlara kesinlikle bir şey söylemeyecektim.
Yaşadığım sürecin zorlu bir imtihan olduğunun farkındaydım. Dava yolu, güllük gülistanlık değildi, biliyordum. Hakka şahitlik etmenin tarih boyunca ağır bedelleri olmuştu. Demir taraklarla bedenleri parçalanan müminlerden tutun da ateş çukurlarında yakılan müminlere kadar nice hak yolcusu bu uğurda hayatını kaybetmiş, çeşit çeşit işkencelere maruz kalmışlardı. Mekke’de, peygamber efendimizin, sahabelerin maruz kaldıkları işkenceler, sıkıntılar, hep bizim ders konumuz olmamış mıydı? Onların örneklikleri hep konuşmamış mıydık? İlkeli, onurlu bir mücadele bedelsiz olmaz, diyen biz değil miydik? İşte şimdi bu söylemlere şahitlik etme zamanıydı. İşte şimdi Bakara suresinin 214. Ayetine muhatap olma vaktiydi;
“Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki müminlerle, ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır.”
Gözaltında kaldığım süre boyunca bana güç veren ayetlerden bir tanesiydi, bu ayet. En zorlu anlarımda, bana o an inmiş gibi teselli veren, güç kuvvet veren bir ayetti. Hem, yola çıkarken, bu uğurda canlarımızı, mallarımızı satmamış mıydık Mevla’ya. Daha ötesi var mıydı?
“Hiç şüphesiz Allah, müminlerden-karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere-canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunca savaşırlar, öldürürler, öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdelemişiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (9/111)
Bu ayetler zihnimde dolanıp duruyordu. Adeta benle yaşıyorlardı. Bu zorlu imtihanı geçmem için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rabbim benimle, biliyordum.
“Kalk lan ayağa!” dedi işkenceci, hızla içeri girerek.
Ne cevap verdim ne de ayağa kalktım. Öylece kıpırtısızca durdum.
“Ayağa kalk lan dedim!” dedi bir kez daha öfkeyle, üzerime gelerek. Elinde tuttuğu siyah gözbağı ile gözümü alelacele kapattı, sertçe. “Yine kendini bize mi taşıttıracaksın lan! Biz senin hamallın mıyız?” diye bağırdı, itip kakarak.
Peşinden birinin daha ayak sesleri duyuldu. İçeri girdi. Bir şey görmediğimden emin olmak için gözbağımı kontrol etti. Tatmin olmamış olacak ki, gözbağımın zemine bakan kısmındaki boşlukları da pamukla tıkamaya başladı. Böylece ışık ile olan minik münasebetim de tamamen kesilmiş oldu.
Arada yükselen işkence çığlıkları altında koridordan geçerek bir odaya sokuldum. Gözbağımın altındaki minik görüş alanından yerdeki kırmızı halıfleksi fark ettim. Daha evvel de buraya getirilmiştim. Burası iyi polisçiliğin oynandığı odaydı.
“Gel bakalım koçum!” dedi tanıdık, kalın sesli kişi. “Nasılsın bakalım? İyi dinlenebildin mi?” dedi zoraki bir incelikle.
“Baksana, iyi iyi amirim!” dedi daha önce sesini duymadığım biri. “Bunlar inançlı gençler amirim, kolay kolay onlara bir şey olmaz.”
“Çay falan ister misin? Ya da yiyecek bir şeyler?” dedi kalın sesli kişi. “Bak ne istiyorsan söyle, söz veriyorum getireceğim.”
Cevap vermediğimi görünce, devam etti.
“Artık boşu boşuna eziyet çekme koçum! Her şeyi biliyoruz zaten ne diye kendine eziyet ediyorsun. Bak sana da yazık! Daha yirmisine yeni basmış, manken gibi bir gençsin. Yani ömrünün baharında bir sakatlık, bir kaza yaşamanı istemem. Sonuçta biz de evlat sahibiyiz. Benim de liseye giden genç bir oğlum var. Başına bir şey gelsin istemiyorum. Kendini düşünmüyorsan, anne babanı düşün. Senden dolayı perişan olmalarını istemezsin herhalde. Hem senden fazla bir şey de istemiyoruz ki, ne diye direniyorsun, boşuna. Ben de elhamdülillah inançlı biriyim. Daha yeni Cuma namazından geldim. İnan bana boşu boşuna sana eziyet etmelerine içim elvermiyor. Sana yardım etmek istiyorum. Ama bunun için senin bana doğru bir adım atman gerekiyor, biliyorsun. Hadi koçum, bak çayın da geldi. Şu mübarek Cuma gününde şöyle adam gibi hem çayımızı içelim hem de konuşalım.”
Yine cevap vermedim. Zira artık bu iyi polis kötü polis oyunlarına karnım toktu. Aynı oyunu bu kaçıncı kez tekrarlayışları, ben de unuttum. Babacan rolüne giren bu adam, muhtemelen az evvel birini ya falakaya yatırmaktan, ya filistin askısına asmaktan, ya elektrik vermekten ya da haya sıkmak gibi türlü türlü iğrenç işkenceleri yapmaktan gelmişti. Muhtemelen cuma namazına da gitmiştir. Çünkü yaptıkları onca işkenceyi o kadar normal, o kadar mesleklerinin doğal bir parçası olarak görüyorlar ki, büyük ihtimalle hayır kazandıklarını bile düşünüyorlardır.
Her mesleğin insandan (ç)aldığı bir şey vardı. İşkence mesleği de bu güruhtan insanlıklarını (ç)almıştı. İnsanlığını yitiren bir güruhtan da her şey beklenirdi.
Bütün şirinliklerine ve vaatlerine rağmen tavrımın değişmediğini gören kalın sesli kişi, sustu. Bir süre sonra kapı açıldı. İçeriye girenler oldu. Biri yanı başıma kadar geldi. Eskimiş, siyah renkli ayakkabısını görebiliyordum yalnızca.
“Anlaşılan hala akıllanmamışsın!” dedi başıma sert bir şaplak indirerek. “Alın bunu tezgâha! (işkence tezgâhı)” dedi ayağıyla beni itekleyerek.
İki kişi hızla koluma girdi. Beni tam kaldırıyorlardı ki…
“Durun! Durun!” dedi kalın sesli kişi, araya girerek. “Bize bir beş dakika daha verin” dedi.
Beni bıraktılar. Uzaklaşan ayak seslerinden sonra kapı kapandı. Kalın sesli kişi yanıma kadar gelerek, bana doğru iyice eğildi.
“Bak koçum, bu şerefsizlere fırsat verme” dedi fısıltıyla. “Bunlar bizim gibi inançlı insanları sevmezler. İşkence etmekten de zevk alırlar bu şerefsizler. Kaç zamandır buradasın, artık sen de onları biliyorsun, öyle değil mi? Bana değersiz de olsa küçücük bir bilgi ver, söz veriyorum sana dokunmalarına izin vermem. Ama bir şey söylemezsen, istesem de seni koruyamam. Ne diyorsun?”
Onu dinlemiyordum artık yalnızca dua ediyordum. Konuşmayacağımı anlayan kalın sesli kişi, ayağa kalktı. “Sen bilirsin. Böyle susarsan yapacak bir şeyim kalmaz” dedi ve geri çekildi. Hemen akabinde kapı tekrar açıldı. Birileri içeri girdi yine. “Alın bunu! Alın alın!” dedi biri öfkeyle. İki kışı kollarıma girerek sürüklemeye başladılar beni. Odadan çıkararak biraz ötedeki başka bir odaya soktular. Zemindeki ıslaklıktan burasının neresi olduğunu anlıyorum, işkence odası. Bu odaya da birazdan başıma geleceklere de aşinayım.
Kapı sertçe kapandı. Kapının kapanmasıyla işkencecilerimin hışımla üzerime çullanması bir oldu; beni, çırılçıplak kalıncaya kadar soydular. Sonra da beni kaldırarak, üzerinde ıslak bir battaniyenin serili olduğu karyola benzeri bir yere sırtüstü yatırarak, çarmıha gerer gibi ayaklarımdan ve ellerimden bağladılar.
Bu arada takır-tukur gelen seslerden, elektrik veren manyeto türü aleti hazırladıklarını anlıyorum. Derin bir nefes aldım. “Rabbim bana güç ver!” dedim. “Beni bu zamana kadar yalnız komadın, yalnız koma. Bana dayanma gücü ver. Rızan için girdiğim bu yolda başımı eğdirme! Sana teslimim!”
Bu esnada farkında olmadan dudağımı kıpırdatmış olmalıyım ki, “Bizim ki bir şey söylüyor galiba!” dedi biri yanı başıma eğilerek. “Ne söylüyorsun lan! Konuşacak mısın?” diye sordu, bağırarak.
“Konuşacak bir şeyim yok!” dedim.
“Demek öyle! Getirin şu asiti!” dedi adam, öfkeyle. “Şu güzel vücudunu, biraz ısıtalım!”
Bir kapağın açılma sesi geldi.
“Konuşuyor musun? Konuşmuyor musun?” dedi öfkeyle. “Konuşmazsan elimdeki bu asit şişesini üzerine dökeceğim. Bak bu son şansın. Döküyorum!”
O anda göğsüme bir iki damla düştü. O atmosferde göğsüme düşen sıvı, su mu, asit mi? Tam anlayamıyorum. Asit olma ihtimali size düşük gibi gelse de böyle bir ortamda her şeyin olabileceği ihtimali daha ağır basıyor. Hem benim için bir şey değişmez. Gerçekten asit de dükseler kararım değişmeyecek.
“Bak! Son şans dedim, döküyorum hepsini” dedi.
Benden cevap gelmeyince, üzerime bir sürahi kadar bir sıvıyı boca etti. Soğuk suyun etkisiyle kasıldım bir an. İçeriden kahkahalar yükseldi.
“Yandın mı lan!” dedi biri ağzındaki alayvari kahkaha ile. Sonra “Kabloları ver!” dedi bir başkasına. Bu, elektrikli işkence faslı, başlıyor demekti.
Tekrar derin bir nefes aldım. Bütün içtenliğimle Rabbime sığındım, çırılçıplak. Sanki beni bir uçurumdan aşağı atacaklar da ben umursamıyorum çünkü biliyorum, Rabbim beni havada yakalayıp, kurtaracak. Yumuşacık elleriyle, rahmetiyle, merhametiyle, cömertliğiyle sarıp sarmalayacak. İman etmek, tam da bu değil miydi? Kendini şartsız koşulsuz Rabbin ellerine bırakmak! Ve ben de şartsız koşulsuz kendimi O’nun ellerine bıraktım.
Sol ayağımın küçük parmağına bir kablo bağlandı. Sonra da çalışmaya başlayan manyetonun sesi duyuldu. Hemen akabinde de kablonun diğer ucu vücudumda gezinmeye başladı. Elektrik akımı vücuduma akmaya başladığı anda, vücudum şiddetle sarsıldı. Kasıldıkça kasılıyordum. Gözlerim, yuvalarından fırlayacakmış gibiydi. Kablo, başımda, yüzümde, göğsümde, vücudumun geri kalan kısımlarının tamamında, özellikle de hassas bölgelerde yavaş yavaş dolaştırılıyordu. Artan akımla birlikte iç organlarım patlayacakmış gibi göğsümü sıkıştırıyor, nefes alamaz hale geliyordum. Tam kendimden geçmeye başladığım anda da duruyorlardı.
“Konuşacak mısın lan? Yoksa devam mı edelim?”
Vücudumun direnci her seferinde giderek biraz daha azalıyordu lakin buna karşın onlara karşı olan hıncım ve içimdeki inanç da katlanarak artıyordu. O an Fussilet suresinin 30. ayeti yardımıma koşuyordu;
“Şüphesiz: ‘Bizim Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); onların üzerine melekler iner (ve der ki:) ‘Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin.”
Bu moral ve müjde ile şu an buraya ilk getirildiğimden daha güçlü ve daha kararlı hissediyordum kendimi. Benden bir cevap bekliyorlardı. Lakin bu kez ağzımdan tek bir cümle çıktı.
“Allahü Ekber! Allahü Ek…”
İkinci defa söylemeye fırsat bulamadan, dudaklarıma dokundurulan kablonun akımı ile şiddetle kasıldım yine. Derim, kemiklerim ve organlarım iç içe geçmiş gibiydi. Akım şiddetlendikçe basınçtan göğsüm, patlayacakmış gibi sıkışıyor, nefes alamaz hale geliyordum. Bayılmam an meselesiydi. Tam o anda durdular yine. Derin derin nefes almaya başladım. Vücudum o kadar ısınmıştı ki, yanıyor gibiydim. Herhalde bir seans daha kaldıramazdım.
“Tamam mı, devam mı?” diye soruyordu ki birisi, kapı, sertçe çalındı. Durdular. Sonra kapının açılma sesi geldi. Birileri ya içeri girdi ya da dışarı çıktı. O arada bir sessizlik oldu. Sonra ne olduysa ellerimi ayaklarımı çözmeye başladılar.
Başka bir işkence türüne başlayacaklar, diye beklerken, beni kaldırıp, sürükleye sürükleye tazyikli su sıktıkları tuvalet benzeri yere getirdiler. Ondan sonra da hortumu açıp su sıkmaya başladılar. Doğrusu bu işlem, her seferinde iyi geliyordu bana; ısınan vücudum bu sayede serinliyordu.
Bir süre su sıktıktan sonra beni dışarı çıkarıp, elbiselerimi gelişi güzel giydirdiler. Sonra da sürükleye sürükleye beni hücreme götürüp, hiçbir şey demeden, gözbağımı çıkarıp gittiler. Şaşırmıştım. Her zamankinden çok daha kısa bir işkence faslı olmuştu lakin şikâyet edecek de değildim.
Her dönüşümde yaptığım gibi hemen namaza durdum; ‘Sabır ve namaz ile benden yardım isteyin,’ diyen oradaki tek dostum, tek yardımcım olan Rabbime huşu ile sığındım. O’na en yakın olduğum secdede uzun uzun kaldım. İmanımı, duruşumu kavi kılması için yardım istedim sonra da beni yalnız bırakmadığı için şükür üstüne şükür ettim.
Hücredeki en muhteşem an, namaza durduğum anlardı. O anlarda kendimi Mevla’ya o kadar yakın hissediyordum ki, o kadar yanı başımda duruyordu ki Rabbim, inanılmaz bir enerji, inanılmaz bir güç alıyordum. Ve biliyordum, yalnız değilim. Ve yine biliyordum ki, yanında Allah olanın, dostu Allah olanın, yardımcısı Allah olanın kaybı yoktu, korkusu yoktu. Sonra yüzümü gülümseten, içime hoş bir serinlik veren Mevla’mın o güzel vaadi aklıma geliyordu.
“Nitekim Rableri onlara (dualarını kabul ederek) cevap verdi: ‘Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu) Allah katından bir karşılık(sevap)tır. Karşılığın en güzeli O’nun katındadır.” (3/195)
Bu ayetin, bu güzel vaadin hazzını yaşıyordum. Bana inmiş gibiydi bu ayet. Beni müjdeliyor gibiydi. Kur’an’ın insana inmesi böyle bir hismiş demek, dedim. O zaman deriler ürperiyor işte… O zaman gözyaşları büyük bir mutlulukla kendiliğinden akıveriyor işte… O zaman “Ehad! Ehad!” diye bağıran Hz. Bilal’ın, parçalara ayrılan Hz. Sümeyye’nin, “Allahü Ekber!” diyerek şehit olan Hz. Hamza’nın ve taşlanan, güzeller güzeli Peygamber efendimizin yolunda, izinde hissediyorsunuz kendinizi. ‘Anlamak’ meğer buymuş, diyorsunuz. ‘Anlamak’ meğer ‘Yaşamakmış.’ O vakit anlıyorsunuz ki, hiçbir yazı, hiçbir vaiz, yaşamak gibi anlatamazmış… Meğer Kur’an’ı gereği gibi anlamamamızın da nedeni buymuş; onu gereği gibi yaşamamakmış.
Zihnimde dolaşan bu güzel vaatle (vücudumdaki yanık ve sızılara aldırmadan) güzel bir uykuya dalıyorum.
Sertçe açılan bir sürgü sesi ile uyanıyorum tekrar. Vücudum kaskatı kesilmiş; ne kadar süredir yatıyorum, bilmiyorum. Ama kendimi çok yatmış gibi hissediyorum. Burnuma yoğun bir lahmacun ve pide kokusu geliyor. İnsan günlerce aç kalınca burnu da çok daha hassas oluyordu. Ayrıca beyin, rüya yoluyla bunu bir nebze telafi etme yoluna gidiyor, uykunuzda, yemek ve içmek ile ilgili değişik rüyalar gösteriyordu. (Genelde rüyamda, kendimi, dev kazanlarda çok sevdiğim makarnayı pişirirken görüyordum. Kocaman kazanlarda makarnayı karıştırdıkça karıştırıyor sonra da birçok içecekten kendime bir karışım hazırlıyordum…)
“Demek, öğle vakti.” diyorum doğrularak. Gözaltında iken günün öğle vakti olduğunu anladığım nadir anlardan bir tanesi de koridordan hücreme yayılan bu, buram buram kokan lahmacun ve pide kokusuydu. (İstediklerine kendi paralarıyla almak üzere lahmacun ve pide alıyorlardı.)
Gözaltına alındığımdan beri açlık grevi yapıyordum; verdikleri hiçbir şeyi yemiyor, içmiyordum. Hatta iki üç defa, üstüme çullanan üç dört kişi, zorla vitamin hapı dedikleri bir hap vermeye kalkışmış, bazen de zorla süt içirmeye çabalamışlardı lakin her seferinde şiddetle karşı koymuş; ağzıma koydukları hapı çıkarmış, sütü de yüzlerine püskürtmüştüm. (Amaçları biraz daha fazla işkence etmek için vücut direncimi arttırmaktan başka bir şey değildi. Aksi takdirde ellerinde kalabilirdim. Bunlar olmayan şeyler de değildi; gözaltında öldürülenlerden tutun da ormana götürülüp kurşun sıkılanlara, ağır sakatlıklar yaşayanlara kadar birçok örnek mevcuttu. En yakın örneği de bizden önce gözaltına alınan ve yapılan işkenceler neticesinde felç olan arkadaşımız. Cengiz Sarıkaya idi.) Dolayısı ile bana biraz daha fazla işkence etmek için vücut direncime ihtiyaçları vardı. Lakin bu fırsatı onlara vermek gibi bir niyetim yoktu. Bu nedenle ısrarla açlık grevine devam ediyordum.
Günlerce süren açlık grevinin üstüne ağır işkenceler de eklenince, vücut kolayca çöküyordu, tabi ki. Nitekim şu ana kadar iki defa hastaneye kaldırılmıştım. İlk hastaneye kaldırıldığımda benimle birlikle gözaltına alınan arkadaşımı da görme fırsatı bulmuş ve çok sevinmiştim. Çünkü durumunu merak ediyordum. O da benim gibi çok bitkin ve halsizdi. Anlaşılan o da çok işkence görmüştü ve anlaşılan o da hala direniyordu. Yüz yüze geldiğimizde usulca birbirimize gülümsemiş, karşılıklı moral vermeye gayret etmiştik. Sonra da beraber hastaneye kaldırılmıştık.
Doktor, yaptığı muayeneden sonra ‘gitmelerinde sakınca var, izin veremem.’ dediği halde polisler, doktoru bir köşeye çekerek kısa bir görüşme yapmış sonra fikrini değiştirmiş olacaklar ki, bize bir iki şişe serum verdikten sonra geri götürmüşlerdi.
Bize serum takan genç bir hemşirenin, bizi çabuk geri götürmemeleri için serumu iyice kısıp, onca polis arasında bize gülümsemesi hatta fısıltıyla konuşmaya çalışıp, yakın ilgi göstermesini de anmadan geçmek istemem, doğrusu. Cesareti beni etkilemişti lakin muhtemelen o da bizi solcu gençlerden sanmıştı, diye düşünüyorum (Çünkü İzmir gibi bir yerde terörle mücadele ekiplerinin getirdiği 19-20’li yaşlarındaki iki genç, olsa olsa sol davadan gençler olabilir, diye düşünmüştür, herhalde.) Durum ne olursa olsun, unutmadığım o davranışı benim için takdire şayandı. Lakin ne genç hemşirenin, ne de doktorun çabaları, bizi kısa süre içerisinde şubeye götürmelerine engel olamamıştı. Ondan sonra da işkenceye kaldıkları yerden devam etmişlerdi, şu ana kadar.
Lahmacun ve pide kokusu buram buram gelmeye devam ediyordu. Yandaki hücrenin kapısı açıldı, duyabiliyordum. Sonra benim kapım açıldı. Yine, yemek teklif edecekler, diye beklerken, içeriye bir battaniye bırakıp, gittiler. Şaşırmıştım. Bir battaniye! Burası için çok şey demekti lakin ona da şüpheyle bakıyordum. Lakin akabinde davranışlarının da ciddi derecede değiştiğini fark ettim.
O battaniyeden sonra bir daha fiziki işkenceye götürülmedim. Yalnızca psikolojik işkenceye devam ediyorlardı, o da çok nadir. Bu, şu anlama geliyordu; ya benden ümitlerini kesmişlerdi ya da gözaltı süresinin sonuna geliyordum. Çünkü gözaltının son günlerine doğru işkence izleri kapansın, diye iyi davrandıklarını ve işkence yapmadıklarını duymuştum. Muhtemelen ben de böyle bir aşamadaydım.
Nitekim tahminim de doğru çıktı ve kısa bir süre sonra mahkemeye çıkarılmak üzere gelip beni aldılar. Bulunduğumuz bölmeden başka bir bölüme götürdüler. Orada yakalanan arkadaşlarım da bekliyorlardı. Hepimiz bitkin ve yorgun görünüyorduk. Birbirimizi gülümseyerek, selamladık.
İşlemlerimiz kısa sürede tamamlanarak, aşağıya indirildik. Kapıdan çıktığımda, gökyüzünün aydınlığı adeta içime doldu. Yarı tahliye olmuş gibi hissediyordum. O zamanda, (işkencelerle anılan) gözaltından çıkan herkesin hissettiği bir duyguydu bu, eminim.
Arabaya binerken, terörle mücadele şubesinin yanından geçen insanlar gözüme takıldı. Sonra devam eden sıradan hayat akışı… Çok garipsedim. İnsanların acı haykırışları bir adım ötedeki duvarın içinde yankılanıyordu lakin hiç kimsenin umurunda değildi. Biliyorum belki haberleri yoktur, belki de hiç oralı olmamışlardır bile… Ama bana o kadar acı geldi ki, o an dünyanın herhangi bir yerinde atılan ve bir duvarda sönen bütün acı çığlıklar kulaklarımda yankılandı. Hepsi için içimden göklere bir dua yükseldi.
Araba usulca yol almaya başladığında, “Ne kadar da duyarsızmışız,” dedim kendi kendime. Oysa duyarsızlık, eninde sonunda sahibine batacak bir dikendi, farkında değildik. Müminler kardeşti; müminler birbirlerinin velileriydi; müminler bir vücudun azaları gibiydi lakin bunun kitaplarda, sohbetlerde kalması, mazide kalması, ne üzücüydü! Ensar, Mühacir kardeşliğini niçin öğrenmiştik ki? Burada ya da dünyanın herhangi bir köşesinde Müslüman kardeşlerimize yapılan işkenceler, zulümler, kıldığımız namazdan, tuttuğumuz oruçtan daha mı az önemsizdi? İslam kardeşliğinin bu dinde bir hükmü yok muydu?
Bu düşüncelerle başımı dayadığım araba camından, dışarıyı izliyordum. Kim bilir, bu, dışarıyı son görüşüm olabilirdi. Nitekim bizimle birlikte arabaya binen ve tam bir şirinlik abidesi kesilmeye çalışan sivil polislerden bazıları da bu meyanda sözler sarf ediyordu arada. Sanki kaç gündür bu iğrenç işkenceleri yapanlar kendileri değişmiş gibi. Çok merak ediyordum, geceleri evlerine gittiklerinde o kirli elleriyle çocuklarını nasıl sevebiliyorlardı? Nasıl gönül rahatlığıyla evlerine gidip yatabiliyorlardı?
Araba, hayatın normal akışı içinde İzmir DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) bahçesine hızla girdi. Bizi iştahla bekleyen basının yoğun ilgisi altında direk savcılığa çıkarıldık. İfadeye tek tek çağırıldık.
Ben, iki polisin kolunda savcının odasına girdim. Önündeki dosyada pek bir şey bulamayan savcı, pişmanlık yasasından yararlanmam için uzun uzadıya dil döktü lakin kesin bir şekilde reddettim. Bu nedenle kısa süren savcılık ifadesinden sonra Hâkimin karşısına çıkarıldım. Bu kez arkadaşlar da getirilmişti, huzura.
Perişan bir halde karşısında durduğumuz Hâkim, bizi sert bakışlarla gözden geçirdikten sonra tutuklama kararını bize bildirdi.
“Neye dayanarak bizi tutukladığını?” sorduğumuzda ise kızgınlıkla başını kaldırmış ve şu unutulmaz cevabı vermişti.
“Onu siz daha iyi bilirsiniz. Size az (işkence) yapmışlar yoksa bülbül gibi öterdiniz ne yaptığınızı!” diye cevapladı öfkeyle. Gözlerinde, nefret kusan birinin kindar bakışları vardı.
Şaşırmıştık.
Bir Hâkim düşünün ki, karşısında, yapılan işkencelerden ancak polislerin yardımıyla ayakta duran, gözaltına alındığında üstüne tam oturan pantolonu düşmesin, diye önden kocaman avuçlayan ve hala üzerlerinde işkencenin izleri bulunan sizlere diyor ki: “Size az (işkence) yapmışlar yoksa bülbül gibi öterdiniz.”
Az işkence yapıldığından yakınan, kin ve düşmanlığını saklamaya bile gerek duymayan bir Hâkim?! Ne güzel yargılar, değil mi? Ne çok adaletli davranır, değil mi? Nitekim öyle de oldu. İdamla yargılanma talebi ile tutuklandık.
Cezaevine götürülmek üzere arabaya bindirildiğimizde hepimiz son derece sakindik. Hakka şahitlik etmenin bedelini hiç de kanıksamadık. Bakış ve tavırlarımızla birbirimize gülümseyerek, moral vermeye devam ettik. Sonra da iştahlı medya mensuplarının patlayan flaşları altında hızla cezaevi yoluna koyulduk.
Kısa sürede, kalacağımız Buca Cezaevi’nin bulunduğu mıntıkaya girdik. Cezaevinin tellerle örülü uzun duvarları görüldüğünde, “İşte yeni mekânınız!” dedi polislerden biri, “Muhtemelen uzun bir süre yatarsınız” demeyi de ihmal etmeyerek.
Cezaevi kapısından içeri girdiğimizde beklendiğimizi fark ettim. Anlaşılan medya, meseleyi öyle bir köpürtüp büyütmüş ki, ciddi bir hazırlık yapılmıştı. Lakin bizi gören cezaevi personeli, bekledikleri ya da hayal ettikleri tiplere hiç benzemediğimden olmuş olacak ki büyük bir hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Medyanın özellikle Müslümanları tahkir etmek ve aşağılamak için çizdiği, sarıklı, cübbeli, sakallı, göbekli profiline hiç benzemiyorduk. Karşılarında 19-20’li yaşlarda ter-ü taze gençleri bulunca bir afallamışlardı. Hatta birisinin, şaşkın bakışlarla, “Siz neden tutuklandınız?” deyişini de hiç unutmuyorum.
Cezaevlerine kabul işlemlerinden sonra kalacağımız yere götürüldük; kir pasak içince, kedi büyüklüğünde farelerin yol güzergâhı olan, içinde dokuz küçük hücrenin bulunduğu bir koğuş… Lakin ne hücrelerin kir pası, ne kocaman fareler, ne de soğuk duvarlar, hiçbir şey birbirimize içten gülüp, muhabbetle sarılmamıza ve hasretle kucaklaşmamıza mani olmadı. Hemen şükür secdesine vararak, ellerimizi içtenlikle Rabbimize uzattık. O’na sığındık. Sonra da yeni mekânımıza olan yabancılığımızı gidermeye çalıştık.
Bahçeye bakan demir parmaklıklı pencerelere yaklaştım. Gözlerimi çerçevelenmiş gökyüzüne diktim. ‘Hayat, sürprizlerle dolu’ diye düşündüm. Bu cezaevinin önünden kim bilir kaç kez geçmiştik. Elbet mücadele yolundaki muhtemel uğrak yerlerden biriydi, cezaevi lakin insan hiçbir zaman kendini içinde göremiyordu. Tıpkı mezarda göremediği/kabul edemediği gibi… Ama bir de bakmışsınız, içindesiniz, şu an olduğu gibi. Farkında değiller belki lakin şu an dışarıda olan her bir insan bu mekânın doğal birer adayı idi, öyle ya da böyle…
Bu uğurda evimizden, sevdiklerimizden ayrılıp, hicret etmiş; ölümler atlatmış; işkenceler görmüştük. Gözaltından onurumuzla çıkmakla da çetin bir imtihanı daha geçmiştik. Lakin şimdi bizi, uzun, çetin ve zorlu bir imtihan daha bekliyordu.
İlk iş olarak, kaldığımız koğuşun giriş kapısının üstüne, “Allah’a çağıran Salih amelde bulunan ve: ‘Gerçekten ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (41/33) ayetini bir levha yaparak astık.
Böylece Medrese-i Yusufiye’nin tabelasını asmış olduk. Artık Yusuf olma yolunda yürüme zamanıydı…
Yıl, 1994. Yusuf olma yolunda yürümeye; Rabbin adını ülkenin dört bir yanındaki zindan duvarlarına haykırmaya başladık. Yıl. 2014 hala haykırıyoruz… Rabbim izin verirse son nefesimize değin de haykırmaya devam edeceğiz. Ve isteriz ki, bir gün Ashabı Kehf’in ardından söylendiği gibi bizim ardımızdan da şöyle densin:
“Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi.”
Abdülselam DURMAZ
M Tipi Kapalı Cezaevi B/8
BATMAN
cezaevindennotlar.com

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.