SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN- 16 EYLÜL 1959
Süleyman Efendi
TANIŞMAM:
Sene 1946... Büyük Doğu, artık birbirini kovalayacak olan büyük çile devresinin ilk basamağına
ayak atmıştır. Birinci Vekiller Heyeti, ikincisi Örfî İdare karariyle olmak üzere iki kere kapatılmış,
Örfî İdare Mahkemesine verilmiş, takip ve tazyiklerin en acı şekillerine hedef olmaya başlamış
vaziyette... Böyleyken, bütün bu ilk tecelliler, ilerideki korkunç ağrının henüz küçük bir kaşıntı
şeklinde tezahüründen ibaret... İleride 32 dişimizi birden saracak olan büyük ağrı, 1946 da sadece
bir kaşınma hâlinden artık değilken üzerimizde tesiri ezicidir.
İşte böyle bir hava içinde, Erenköyündeki evimle İstanbul arası gidip gelmekteyim... Bir gün,
Kadıköy'ü vapurundan çıkıp oturduğum semte işleyen bir dolmuşa biniyorum. Dolmuştaki yolculardan, 30 yaşlarında, güzel yüzlü, çehresi emniyet telkin edici bir genç bana hitap ediyor:
— Necip Fazıl Bey, değil mi?
Ezgin ve bezginim:
— Evet, benim!
Genç adam bana büyük bir alâka gösteriyor, devamlı Büyük Doğu okuyucusu olduğunu söylüyor
ve dünya görüşümüze noktası noktasına iştirak hâlinde olduğunu kaydederek görüşmemizi temas
etmemizi diliyor.
İsmi Kemal Kaçar'dır (şimdiki Kütahya Millet Vekili) ve ticaretle meşguldür.
Kısa zaman sonrabuluşuyor ve görüşüyoruz; ve hangi bahsi açsak görüyoruz ki, terzilerin
(patron) dedikleri biçki plânları şeklinde, tarafların görüş şemaları çizgisi çizgisine birbirine
mutabıktır.
Meselâ,, bugün modalaşmaya başlayan Sultan Abdülhamîd müdafiliği, Ulu Hakanın kanlı kaatil ve
yamyam bir müstebidden başka bir şey sanılmadığı 1943 tarihinde ve ilk defa Büyük Doğu tezi
olarak başlamış ve henüz bu tez hemen herkese tezeğe altun derecisine bir abes belirtirken, ben bu
gençte büyük Hükümdara ait hayrete şayan bir anlayış ve iç tabakalara inici bir nüfuz gürüyorum.
— Çok garip, diyorum kendi kendime; Abdülhamîd gibi bütün incelikleri ve tarihî sırları çözücü
anahtar şahsiyeti, bu genç, kendi başına nasıl keşfetmiş olabilir?
Ve görmekte devam ediyorum ki, Abdülhamîd dostluğundan başlayarak en büyük aşk ve dostluk
mihraklarına ve en sefil ve korkunç düşmanlık hedeflerine kadar beraberiz. Yahudi ve mason
nefretinde, devrimbaz ve köksüz sınıfların tespitinde bütün tezlerimizi, bu gencin ruhunda
yuvalanmış buluyorum. Hele tarikat yolları Nakşîlik ve İmam-i Rabbânî Hazretleri üzerindeki
kıymet hükümlerini bu gençte hazır buluşum beni büsbütün alâkaya sevkediyor. Genç ve (modern)
ifadeli muhatabımın bütün bu anlayışları sadece Büyük Doğu'dan devşirmiş olacağına da ihtimal
veremediğim için (zira o zaman Büyük Doğu henüz dâvanın başlangıcında ve çok yeni) kendisinin,
telkin ve talimi altında bulunduğu ve feyz aldığı bir zata bağlı olması ihtimali karşıma çıkıyor ve
soruyorum:
«— Bu genç yaşta bütün bu incelikleri size talim eden bir zat ile alâkalı mısınız?
Gülümsüyor:
— Evet!...
Devrimizin, gerçek ve kâmil mürşidi ne kadar gizleyici ve sahteleri ne nispette ortaya çıkarıcı bir
karakter taşıdığını bildiğim için merakla sordum :
— Kim bu zat?
— Yakında tanırsınız?
Nitekim çok genç (Kemal Kaçar). Silistireli Süleyman Hilmi Tunalı'nın bağlısı ve damadıdır; ve
bana, mürşidi ve kayınbabasını kendi yazıhanesinde tanıtmıştır:
55 yaşlarında görünen (o tarihte yaşı tam 58), pembe yüzlü, rengine kır düşmüş hafif
sakallı, minkarî burunlu, kestane rengi gözlerinin içi gülümseyen, güzel tabirine lâyık bir zat...
Bir iki saatlik ilk temasımızda aldığım intiba, bütün dost ve düşman kutuplarımız üzerinde tam bir
iştirak bulunan ve «hiddet-i şer'iyye - şeriat anlayış ve öfkesi» yle dolu bir zat karşısında
bulunduğum oldu.
Hemen kayd ve tespit etmeliyim ki, ondan sonra seyrek de olsa birkaç yıl devam eden
temaslarımızda, Süleyman Efendinin bâtını kemal cephesi üzerinde ne düşünmüş olursam olayım, bu ilk intibaı asla kaybetmedim; ve kendisini, sonuna kadar, İslâm dâvasına bağlı, o dâva uğrunda her çile ve fedakârlığa hazır ve bütün dost ve düşmanlarımız müşterek olarak o dâvanın görüş ve oluş hiddetine malik bir insan buldum.
HAYATI:
Silistreli'dir 1303 (1883) de dünyaya geliyor. Babaları, Fatih Sultan Mehmed tarafından «Tuna
Hanı» ünvaniyle şereflendirilmiş soylu bir aile köküne bağlı...
Babası. Hoca zade Osman Efendi ve ilmiye çerçevesinden... Tahsilini İstanbul'da tamamlamış ve
Silistre'nin Satirli Medresesinde yıllarca müderrislik etmişir. Oranın maruf dersiamlarından...
Osman Efendi, gençlik çağında İstanbul'da tahsildeyken bir rüya görüyor: Vücudundan bir parça
kopup göğe yükselmiş, oradan ışık saçmakta... Osman Efendi bu rüyayı kendi sulbünden dünyaya
gelecek hayırlı bir evlâd mânasına yoruyor ve Silistre'ye dönüşünde evleniyor. Dünyaya gelecek
çocuklardan da hangisinin rüyada gördüğü ışık saçan evlâda uygun düşeceğini takibe hazırlanıyor.
Süleyman Efendi dünyaya gelip de yetişmeye başlar başlamaz tespit ettiği alâmetlere göre bütün
ümidini ona bağlıyor.
O kadar ki, küçük Süleyman, Silistre'de Satirli Medresesenin henüz ilk sınıflarındayken, babasının
huzuruna her çıkısında, onun ihtiramla ayağa kalktığına ve:
— Buyurunuz, Süleyman Efendi oğlum!
Diye aşırı bir saygı gösterdiğine şahit oluyor.
Süleyman Efendi bu halden öylesine mahcup olmaya başlamış ki, babasının huzuruna girmek için,
onun, yüzünü kapayarak kitap okuduğu, mangala kahve sürdüğü veya geleni peçeleyici bir
işle meşgul bulunduğu .anları seçer olmuş...
Süleyman Efendinin çocukluğuna ait bu mankıbeleri, şüphesiz kendi nakli olarak damadı Kemal
Kaçar'dan dinlemiş bulunuyorum.
Süleyman Efendi Silistre Rüşdiyesinde —ve bir müddet Satirli Medresesinde— okuduktan sonra,
babası gibi, dersiam yetişmek üzere, İstanbul'a gönderiliyor.
Süleyman Efendi, İstanbul'da Fatih Camii dersiamlarından meşhur Bafralı Ahmed Hamdi
Efendinin ders halkasına girerek ondan din ilimlerini ve Arapça'yı öğrendi ve birincilikle icazet
aldı.
Babası dersiam Osman Efendinin, kendisini İstanbul'a gönderirken tavsiyesi: «— Oğlum, usul
ilmine iyi çalışıp, dininde kuvvetli olursun; mantığa da iyi çalış, fikrinde kuvvetli olursun!»
Bu baba öğüdünü ruhunda muhafaza eden Süleyman Efendi, bilhassa usul ve mantığa öbür
derslerden fazla ehemmiyet vermiş ve hayat boyunca bu iki ilimdeki ihtisasına dikkat çekmiştir.
Derken Süleymaniye Medresesi ve peşinden en yüksek dereceli din tahsil ocağı olan «Medrese-
tül Kuzat», kadı yetişirici mektep... Bugünkü Hukuk Fakültesinin îslâmî şekli demek olan
«Medrese-tül Kuzat» in giriş imtihanlarını birincilikle kazanıp bunu mektupla babasına bildirince
ondan hemen bir telgraf alıyor:
«— Süleyman; ben seni cehenneme göndermek için İstanbul'a göndermedim!»
Maksat, üç kadıdan ikisinin cehennemde ve birinin cennette olduğuna dair hadîs hikmetince bu
mesleğin belirttiği tehlikedir.
«Medrese-tül Kuzat» safhasından sonra, Süleyman Efendi, ayrıca devam ettirdiği şahsî ve
tetebbulariyle zahir ilimlerinde (şeriat) derinleşiyor.
Bâtın ilmine gelince... Bu noktayı Kemal Kaçar'ın bize verdiği noktalardan takip edelim:
«— Bâtın ilminde, yâni tasavvuftaki mânevi cephesine gelince, şüphesiz, bu husus ehline
malûmdur. Zahirî akıl ve zekâ ile idraki mümkün olamaz. Öyle ki, bir insan müslüman olabilir,
tahsilli ve akıllı olabilir, hattâ iç hayatı münkir olmaz da yine tasavvuf ve irşada ehil bir zat ile
karşılaştığı halde o zat İlâhî iradeyle kendisini ona bildirmezse dünyalar biraraya gelse onun feyz-
lerinden haberdar olamaz. Bizim ise kendisinin manevî cephesi üzerinde zerrece tereddüdümüz
yoktur. Biz bu noktayı «ilm-el-yakîn: ilimle» değil, «hakkel yakın: bilfiil yaşamış olarak»
biliyoruz. Kendisinin tasarrufunu ve ruh melekeleri üzerindeki tesirini, öz ruhumuzda ve
vücudumuzda hissetmiş; enfüsî (iç) ve kevnî (dış olurlara bağlı) kerametlerinin üstünde irşad
harikalarını fiil hâlinde ve hakkiyle müşahade etmiş bulunuyoruz. Allah'ın bu husustaki inayet ve
lûtfuna mazhar olduğumuza, kendilerinin kâmil ve mükemmel mürşid olduğuna, «Silsile-i Sâdât:
Büyükler Zinciri» kolunun 32 nci ferdi Selâhaddin ibn-i Mevlânâ Seraceddin'in cismanî nisbet,
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin de ruhanî nisbetle vârisleri bulunduğuna imanımız tamdır.
Kendisinin bu cephesini anlamayanların, anlamakta acz gösterenlerin, hiç olmazsa aksini iddia
etmemelerini ve kendisinde bir mürşid hali görmediklerini söylemekten çekinmediklerini, dünya ve âhiret yıkımına uğramamaları bakımından tavsiye ederiz.»
Süleyman Efendinin damadı ve gerçekten tam bir sadakatle bağlısı Kemal Kaçar, notlarında şöyle
devam ediyor: (Bahis mevzuu (ben olduğum için aynen alıyorum)
«— Bu satırların muharriri, Üstad Necip Fazıl herkesçe malûmdur. Her hususta din, ilim, umumî."
kültür ve sanat noktasından anlayışını, idrak ve irfan seviyesini dışına aksettirmiştir. Böyle bir
kimse bir zat-ı âlikaderin mürşitliğine şehadet ederse bunu hiçe saymak ve dudak bükmenin
yerinde olmayacağına şüphe etmemek iktiza eder.»
Görülüyor ki, Kemal Kaçar, herhangi bir izah ve ispat kaygısına düşmeksizin, sadece ehline ve
nasip sahiplerine malûm olacağı ve itirazcıları yola getirmenin mümkün olmayacağı kaydiyle,
mürşidinin, sahabîlerden sonra ümmette en büyük insan ve mutlu velî İmam-ı Rabbânî
Hazretlerinin vârisi gösteriyor ve onu kutupların kutpu olan büyük irşad makamında kabul ediyor.
Bu hususta son derece dokunaklı, hattâ asil bir teslimiyet ve itimat tavriyle benim şahitliğime baş
vuruyor.
Mevkiimin nezaketini, din ve tasavvuf inceliklerine malik okuyucularımın takdirine bırakırım.
Şu kadar ki, bu bırakışta, şu ân için, şahitliğine çağrıldığım mesele üzerinde ne «evet!» ne de
«hayır!» edası vardır. Ve şu aftdaki sükûtum asla «hayır!» cevabına iltimas vaziyetinde olmadığı
kadar «evet!» karşılığına da iltifat halinde değildir. Şer'î hiddet ve gayreti bence müsellem olan,
hattâ -bedahet ifade eden Süleyman Efendinin bâtınî kemal cephesi üzerinde fikrim olmadığı için,
değil, hüccet çapında bir fikir ve kanaat sahibi olduğum için, sadece şer'î hüviyet ve gayret cephesi
üzerinde bulunduğum şu ân susmayı ve hükmümü sona (bırakmayı tercih ediyorum. «Süleyman
Efendi» faslı, onun bâtını kemal cephesi üzerindeki kıymet ölçümüzü göstermekle nihayete
erecektir.
İşte Süleyman Efendi, belirttiğimiz tahsil ve hayat safhalarından geçtikten sonra «dersiam» sıfatiyle
ele almaya başladığı İslâm dâvasında, birdenbire karşımıza, kuru bilgi kabukları dağıtan bir ezberci
ve ezberletici değil, öz ve ruha bağlı ve geniş sirayet ve şümul plânını açıcı bir dâva adamı ve
mücadeleci olarak çıkıyor.
Süleyman Efendinin, bâtınî kemal cephesi üzerindeki hüküm daima mahfuz, işte en büyük
hususiyet ve ehemmiyeti, sadece İslâm idealine bağlı ve onun eşya ve hâdiselerin mizan üssü kabul
eden bu dâvası ve mücadeleci hüviyetindedir.
MÜCADELE DEVRESİ:
Süleyman Efendinin mücadele hayatına ait safhaları yine damadı ve bağlısı Kemal Kaçar'dan
dinlemeliyiz. Kendisiyle 1936 yılı yaz mevsiminde tanıştığını söyleyen Kemal Kaçar, bu tarihten
öteye olanları fiilen bildiğini ve yaşadığını, öncekileri de Süleyman Efendiden dinlediğini
kaydetmekte...
Damadının anlattıklarına göre Süleyman Efendinin mücadele devresi, küfrün tam teaddi ve taarruza
geçtiği malûm zamanlardan evvel, güya dinin itibarda kabul edildiği demlerde başlar; fakar asıl
küfür şahlanışı hengâmesinde tekarrür eder. Dinin itibarda kabul edildiği demlerde de Süleyman
Efendi zahir ehli âlim geçinenlerle, şeriat anlayışı ve mukaddes ölçülerden ta'viz vermemek
hususunda çarpışma halindedir. Ayrıca, birçoğu tereddi ve tefessuha giden tarikat yollarının sahte
şeyh ve müridlerine karşı, hususiyle «vahdet-i vücut», Alevîlik ve Melâmilik gibi dâvalarda tam
bir mukavemet cephesi kurmuş ve onun mücadelesine girişmiş bulunmakta... Yani ilk mücadelesi,
dini içinden bozan ve böylece küfre (endirekt) kuvvet verenlere karşı...
Ondan sonra Süleyman Efendinin mücadelesi doğrudan doğruya din dairesine dışarıdan gelen
hücum ve tazyiklere karşı başlıyor ve hayatının sonuna kadar devam ediyor.
Damadı şöyle anlatıyor :
«— Ben kendisiyle şeref ve akrabalık kazandıktan sonra, eve, sayısız ve hesapsız defalar polis
gelmiş, kendisi Emniyet Müdürlüğüne götürülüp tazyik altına alınmış, kitapları ve hususî eşyası
didik didik edilmiştir.»
Defalarca, mevkufiyet olmaksızın mahkemeye veriliyor, fakat bunlardan hiçbir şey çıkmıyor. Evi,
eıtrafı, muhiti ve faaliyet sahaları sürekli bir tarassut altında... Dersiâmlık vazifesi olarak İstanbul
camilerinde verdiği vaazlarını dinleyicileri arasında sivil polisler ve hususî ajanlar daima hazır...
Kendisi kanuna kol kaptırmamak için istediği kadar gayret ve dikkat sarf etsin; mademki «Allah!»
demenin bile hoş görülmediği ve tehlike belirttiği bir iklim içindedir, nasıl olsa, sade kolunu değil,
bütün gövdesini zulme kaptırmaya mahkûm, veya memurdur.
İlk tevkif ve çilesi 1939 yılında... Kendisini evinden alıp meşhur Birinci Şubenin tabutluklarına
tıkıyorlar... Dostları ve yakınları da beraber... Orada, türlü polis işkenceleri altında üç gün kalıyor...
Birinci Ağır Ceza Mahkemesine sevkediliyor... Polisin işkencelerine ve nice ifade ve şehadet
oyunlarına rağmen Birinci Ağır Ceza Mahkemesi mevkuf olmayarak muhakemesine karar veriyor
ve Süleyman Efendi hemen salıveriliyor... Aylarca süren muhakeme neticesinde hüküm:
SUÇSUZ OLDUĞU ANLAŞILMAKLA BERAETİNE.. Yine İnönü şekavet devrinde ve ilkinden
4-5 yıl sonra ikinci bir takip ve tevkif... Bu defa Birinci Şube tabutluklarında misafirliği 8 gün
devam etmiştir. Polis, bilmem kaç biner mumluk ampullerinden uyumama tecrübelerine kadar
elinden gelen işkenceyi ihmal etmiyor... Sulh Ceza Mahkemesi kendisini tevkif ve dostlarını tahliye
ettikten sonra Asliye Ceza Mahkemesi karariyle ve kefaletle salıveriliş ve neticede yine beraat...
ÇİLE:
Süleyman Efendinin üçüncü takip ve tevkifi ise Demokrat Parti devrine rastlar ve o devrin siyah ve
beyaz renklerinden siyaha bağlı devlet adamlarınca tertiplenmiş bir (komplo) neticesinde meydana
gelir. İşte Süleyman Efendinin asıl çile ve mazlumluk devri, vefatında tabutuna istikamet
değiştirmeye kadar varan bir zulümle, Demokrat Parti iktidarının bir türlü sabit istikametini
bulamadığı ve birbirine aykırı ellerde tezada boğulduğu son seçim çığırıdır.
Demokrat Parti iktidarının dine aykırılıkta Halk Partisini mumla aratacak kadar siyah kanadı, başta
o zamanın Dahiliye Vekili Namık Gedik bulunmak üzere, Menemen hâdisesine benzer bir tertip
hazırlıyor. Bu adamlar, Başbakanlık odası tabanının budak deliğinden aşağı katlardaki kavgaları
seyretmeye bayılan, herkesi başıboş bırakan, gizli tahakkümlere karşı duramayan ve başına ne
gelmişse bu yüzden gelmiş bulunan Adnan Menderes'i «oldu-bitti» ye getirmekte mahirdirler.
O zamanlar Süleyman Efendi, damadı vasıtasiyle Kütahya ve civarındaki yakınlarını Cumhuriyetçi
Millet Partisi çevresinde Demokrat Partinin bu tezatlı cephesine karşı muhalefete sürdüğü için
menfurlarıdır. Fakat asıl nefret siyah kanadın, arada bir işlerini Adnan Menderes'in alnına kadar*
sıçratan din düşmanlığından gelmekte...
Evet; tıpkı Menemen tertibi denilebilecek, bir oyun hazırlıyorlar:
1957 de Bursa'nın Ulu Camiindeki mahut Mehdîlik komedyası... Eskişehir'de Demiryolları
İdaresinde bulunmuş, sözde Nakşî, Akif Efendi isimli bir şahsın Tavşanlı'daki müridleri, Bursa'nın
Ulu Camiinde, ellerinde kılıç, malûm mehdîlik narasını basıyor ve gülünç nümayişe girişiyor.
Maksat meseleyi Tavşanlı'ya, oradan da vilâyet merkezi Kütahya'ya intikal ettirip Süleyman
Efendinin ruhî ve siyasî nüfuz mıntıkasını sindirmek ve eğer hâdise kanlı bir safhaya girecek olursa
onu darağacma kadar götürmektir.
Bereket ki, hâdise kansız bastırılıyor, yani tertipçiler kuklalarını adam öldürmeye kadar
sevkedemiyor ve ortada :
— Vay şeriatçiler, vay (teokratik) idare özlemcileri!
Homurtusundan başka bir ses duyulmuyor.
Kütahya'nın Altıntaş kazasında Süleyman Efendiye bağlı bir müftü de topun ağzındadır.
Bursa hâdisesi, sözde Nakşî Akif Efendi müridlerinin merkezi olmak bakımından Tavşanlı ve
dolayısiyle Kütahya'ya intikal ettiriliyor ve Nakşî değil de Âikifî (!) diye adlandırılan bir şaşkın
zümrenin Süleyman Efendi sevk ve idaresinde bulunduğu hayaliyle, birdenbire takibat Süleyman
Efendiye yöneltiliyor.
Bunun için de, ilk iş olarak, Süleyman Efendi bağlısı Altıntaş Müftüsü tutuluyor, polis karakolunda
günlerce ve sabahlara kadar dövülerek Süleyman Efendi aleyhinde ifade vermeye zorlanıyor.
Müftü, sopa altında o türlü tazyik ediliyor ki, nihayet polisin istediği ifadeye benzer bir şeyler
gevelemek zorunda kalıyor.
İstanbul'da Süleyman Efendinin evine ve damadının yazıhanesine baskın... Doğru Müdüriyet ve
oradan muhafazalı olarak Kütahya...
Süleyman Efendi, Kütahya Emniyet Müdürlüğünde... Bütün bir gün ve gece orada bekletiliyor.
Sabaha kadar, bu yetmişine merdiven dayamış ihtiyara, sille, tokat, edilmedik cefa bırakılmıyor.
Ana - avrat küfürler de cabası... Öyle bir an geliyor ki, Süleyman Efendi zulmün bu derecesine
dayanamıyarak bayılıyor. Polis, bayıltmakta olduğu kadar ayıltmakta da ustadır. Yüzüne su
serpiyor, kollarını sun'î teneffüs şeklinde' açıp kapıyor ve Süleyman Efendiyi kendine getiriyorlar.
ihtiyar din adamı kendine gelir gelmez yine ve yeni küfürler...
Bir bayan hâkim, Süleyman Efendi hakkında verilmiş gıyabî tevkif kararını vicahiye çeviriyor ve
buyurun hapishaneye!.. Kütahya hapishanesinde, Süleyman Efendi ve damadından başka, hâdisenin
alâkalılariyle beraber Kütahya'lı yakınlarından bazıları... Bunlar, birbirleriyle düşüp kalkmamaları
için ayrı koğuşlarda ve tek tek, hırsızlar, kaatiller, ırz düşmanları arasında...
Fakat sürpriz ve İlâhî hikmet tecellisi!.. İlk safhada teker teker ve çifter çifter kelepçelenerek en
korkunç canilere mahsus bir muameleye tâbi tutulup adaletten de aynı hükmü alacakları emniyeti
içinde Ağır Ceza Mahkemesi huzuruna sürülen bu Allah âşıkları, daha ilk celsede, savcının
«bihakkın» tahliye isteğiyle ve adam başına ikiyüzer lira gibi (sembolik) bir kefaletle tahliye
ediliyorlar.
Bir ay sonraki celsede de, yeni savcının evvelkine katılması üzerine ittifakla beraat kararı...
Hükümete zıt olarak tecelli eden bu adalet tavrı önünde, Süleyman Efendinin etrafındaki çember büsbütün daraltılıyor ve adlî ölçünün serbest bıraktığını, idarî kıskaç, ezmeye bakıyor. Demokrat Parti İktidarının başta Büyük Doğu bulunmak üzere, İslâmî sahada verdiği ilk ümitler herkeste boşa çıkmış ve derin bir kırgınlığa dönmüştür.
Süleyman Efendi de, o tarihte hapiste, bir yıl sonra 100 yıla yakın hapis talebleriyle mahkeme
huzurunda bulunan meşhur «1960 Son Vâde» yazısını yazacak ve buna «Ya Ol, Ya Öl!» hitabını
ekleyecek olan Necip Fazıl ile aynı hava içindedir.
Bu çileler içinde Süleyman Efendi, bütün gücünü Kur'an Kurslarına vermiş, didine dursun; âni bir
şeker hastalığı infilâkına uğruyor, görülmemiş şekilde terakki edip kanda (6) grama kadar çıkan
şeker, bütün ihtimamlara rağmen düşürülemiyor ve Silistireli Süleyman Hilmi Turahan, 1959 yılı
16 Eylülünde 71 yaşında, ebedî mîzan âlemine göçüyor.
Hastalığının ağırlaştığı son günlerde, beklenen âkibete karşı, Efendinin Fatih Camii Hazinesine
defnedilmesi için hükümetten müsaade alınmıştır.
Fakat... Tezatlar hükümetinin siyah kanadı, vefattan sonra buna hemen mâni oluyor. O sırada
İstanbul'da bulunan Dahiliye Vekili Namık Gedik, bir ölüyü bile esir etmek gibi, misli görülmemiş
bir tasarrufa kalkıyor:
Polise emir:
— Karaca Ahmed Mezarlığında bir çukur açtırınız ve oraya gömdürünüz!
Ve ilâve ediyor :
— Polisin açtığı çukura gömülecektir!
Cenaze, büyük bir alayla, Üsküdar'ın Altunîzade semtinden aşağıya doğru inmekte... Karşılarına bir
polis müfrezesi çıkıyor. Başlarında bir komiser bulunan polis ekibi cenazeyi önlüyor :
— Durunuz!
Eller üstünde birdenbire durdurulan tabut... Cenaze sahipleriyle komiser arasında konuşma :
— Ne var, niçin durdurdunuz cenazeyi?
— İstanbul Emniyet Müdürünün emri var: Cenazeyi Karaca Ahmed Mezarlığında hazırlattığımız
yere defnedeceksiniz! Karşıya geçilmeyecek!
— O da ne demek? Biz sahibi olduğumuz cenaze mevzuunda hükümetten emir almaya mecbur
muyuz? Onu dilediğimiz yere gömemez miyiz, hür değil miyiz? Bu mu demokrasi?
Komiser son cevabını veriyor :
— Ben bu itirazlara muhatap değilim! Aldığım emri bildiriyorum. Cenazeyi Karacaahmed'e
sevketmekle mükellefim!
Öbür taraftan İstanbul Emniyet Müdürü bizzat Üsküdara kadar gelerek rıhtımda cenazeyi almak
üzere bekleyen istimbotun halatlarını öz eliyle boşandırıyor, istimbota başını alıp gitmesini
emrediyor ve rıhtımda terter tepiniyor :
— Polisin açtığı çukura gömülecek! Başka tarafa götürülemez!
Ve cenaze sahipleri, belki de böyle bir acı gününde hâdise çıkartmamak gibi bir his altında bu
zulme baş eğiyorlar ve Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan'ın tabutunu Karaca Ahmed istikametine
çevirip, orada, polisin açtırdığı çukura indiriyorlar.
Böyle bir zulüm, mahiyeti bakımından küçük görünse de mânâsındaki dehşet ve bir din adamının
ölüsüne bile tahakküm etmeye kalkmaktaki manevî şekavet bakımından, hele demokratlık
iddiasındaki bir rejim hesabına, tarihte görülmüş şeylerden değildir.
Süleyman Efendinin bağlıları, vefat hâdisesini takip eden bâzı hâdiseleri, tarihler arasındaki esrarlı
uygunluklar bakımından hususî bir tefsire tâbi tutmaktadırlar.
Meselâ :
Bursa hâdisesinden birkaç gün önce Ankara'da Harp Okulunu ziyaret eden bir devlet büyüğü vardır
ki, orada şöyle konuşmuştur :
— İrticaın bu memlekette avdet etmesine imkân yoktur! Fakat boş yere kan dökülmemesi için
dikkatli olmamız icap eder.
Böylece hâdisenin tertipçisi olduğunu belli etmiş olan bu zât, arabî tarihle, aynı hâdisenin
tertiplendiği gün Harp Okulu talebesinin eliyle tevkif edilip orada bir odaya kapatılıyor.
Namık Gedik ise malûm... Harbiye okulundaki odasının penceresinden beyin üstü yuvarlanarak
ölüyor ve yine Süleyman Efendi bağlılarına göre Ankara Mezarlığında numarası belirsiz bir çukura
10 lira 67 kuruş masrafla gömülüyor.
Yassıada muhakemeleri sonunda idam edilenlerin, 16 Eylül günü, yâni Süleyman Efendinin vefatı
tarihinde asılmaları ise yine Efendinin bağlılarınca gayet manidardır.
ESERİ:
Süleyman Efendinin, emsali din adamlarına nispetle hiçbirinde olmayan bir aksiyonu vardır ve bu
aksiyon eserlerin eseri telâkki edilmek mevkiindedir. Bâzı irşad ehli, ne de olsa dar bir kadro içinde
ruhları derinliğine bir nüfuzla kavrayıp yüceltmekten başka bir gaye gütmezken, Süleyman Efendi,
etrafında aynı dar kadro, bütün memleket sathını hedef tutucu bir iman tarlası fikriyle, genişliğine,
büyük bir manevî ziraatin muazzam teşebbüsüne girişmiştir. Bu teşebbüs Kur'an Kurslarına hâkim
olma hamlesidir; ve eğer İslâm dâvasını oymalı ve yüksek üslûblu bir salon takımına benzetmek
caizse, onun ağacına ve iptidaî malzemesine ait ormanı yetiştirme işidir. Yâni, merkezden hallini
bekleyen dâvanın muhitten hazırlığı işi...
Umumî izahı ise, Kur'an Kursları Koruma Dernekleri Federasyonun dileği şudur :
«— Böylece bu kurslar, aziz milletimizin manevî susuzluk ve gıdasızlıktan boğulmak üzere
olduğu bir devirde âb-ı hayat çeşmesi olarak ihlâs ve feyiz ocakları hâlinde vazife göregelmiştir.
Bu cemiyetler faaliyete geçmeden önce memleketimizin ufukları kararmış, köylerimiz ezansız,
cenazelerimiz imamsız kalmış bulunuyordu. İslâm büyüklerinin ikaz ve irşadlariyle uyanan fedakâr
müslümanların ihlâslı teşebbüsleri neticesinde kurulan bu dernekler vasıtasiyle açılan Kur'an
Kurslarında yetişen çok kıymetli ilim ve irfan sahibi kardeşlerimiz Diyanet İşleri Başkanlığında
verdikleri ilmî ehliyet imtihanlariyle memleketimizin çeşitli yerlerinde müftü, vaiz, imam, Kur'an
Kursu muallimi ve müezzinlikler gibi dinî vazifeler almışlar ve bugüne kadar İslâma yakışır bir
ahlâk ile vazifelernie devam ede-gelmişlerdir.»
Halk Partisi devrinin son zamanlarında, karşısındaki muhalefet partisine (avantaj) vermemek
zoriyle tasarlanan ve ilk tatbikatını Demokrat Parti devrinde bulan, fakat daima câlî ve zoraki
plânda kalmak mahkûmiyetini sırtında taşıyan, esasta bu masum ve mazlum müessese, hemen
kurulur kurulmaz, Süleyman Efendinin dinî kurmay gözlerine semerelendirilmesi en müsait saha
olarak görünmüş ve bu kursları koruma derneklerini teşkilâtlandırma yoliyle, Süleyman Efendi,
taşıdığı hamleci imanın huruç hareketini yerine getirmek üzere nefis bir fırsata ermiştir. Şu var ki,
«huruç» mefhumiyle belirttiğimiz hamleyi, taarruzî değil de, tamamiyle tedafüi bir hareket kabul
etmek lâzımdır.
Evet; saldırgan küfre ve onun zehirli oklarına karşı, zırhlı ve tulgalı erlerden kurulu bir ordu
yetiştirme dâvası...
Yıllar [boyunca binbir çile içinde yetiştirilmesine çalışılan bu ordu ne yazıktır ki, sade rejimin ve
rejim idaresindeki din (!) makamlarının yadırgama, küçümseme ve suçlama tavrına hedef olmakla
kalmamış, birbirinin dümen suyunu takib edici harp gemileri gibi her şeyleri tam bir uygunluk ve
ahenk ifade etmesi gereken İmam -Hatip ve Enstitü zümrelerinden bir grup tarafından da türlü
hakaretlere uğratılmıştır.
Acaba hak ve hakikat hangi tarafta?...
Cephemize mensup iki temel zümrenin, küfür saflarına yardımı edercesine içine düşmekten
kendilerini alıkoyamadığı bu felâketli ruh haletini veya nefs tecellisini gerçek bir tedavi ve
tesviyeye bağlamak, Süleyman Efendi vesilesiyle inşaallah kalemimize nasip olur. Bu bakımdan bu
dâvanın üzerine yakından eğilmek, Süleyman Efendi mevzuunu kaybetmek olmayacak, aksine, onu
bütün çapı içinde meydana çıkarmaya vesile teşkil edecektir.
(...................)
KIYMET HÜKMÜ:
Artık Süleyman Efendiyi, eseri, tesiri, şahsiyeti, zahirî ve bâtınî kemal derecesiyle kıymet
hükmüne bağlayabiliriz:
Zahirî cephesiyle Süleyman Efendi, gayet güzel bir dış yapı içinde, fevkalâde şahsiyetli tavır ve
edalara sahip bir zat... Bu zatın yine dış plândaki İslâmî ilimlere nüfuzu, onları iç plândaki
hikmetlerine ulaştırıcı çapta derin...
Fakat birçok insanda toplanması mümkün olan bu meziyetlerin Süleyman Efendiyi en nadir örnek
haline getiren nev'i, her vesileyle tekrarladığımız gibi, ondaki şeriat hiddet ve gayretidir.
Temaslarımın bende bıraktığı perçinli intiba- olarak kaydedebilirim ki, onun, İslâm vecd ve şevki dışında
71 yıllık ömrüne nispetle 24 saatlik bir başıboşluk hayatı olabileceğine inanmam. Kendini bir dâvaya vakfetmiş ve onun dışında hayat ve faaliyet kabul etmemiş olmanın tam misali... Böyle olduğu için de,
tesir ve sirayet kabiliyeti pek büyük...
Dâvasına o kadar bağlı ve o dâva içinde o türlü fâni ve müstehlik (harcanmış) halde ki, bana
defalarca şahıs ve nefs kaygısının kendisinde nasıl sıfıra indiğini şöyle ifade etti:
«— Dâva muvaffak olsun da isterse bizim yerimiz Caminin pabuçluğu olsun!..»
İşte Süleyman Efendide Kur'ân Kursları hamlesi, zahir plânında tecelli eden, fakat her şey gibi
kuvvetini bâtından alan bu ruha bağlı...
Kur'ân Kursları hakkındaki kıymet 'hükmümüzü daha evvel billûrlaştırdık. Şimdi Süleyman
Efendiye ait umumî kıymet hükmü içinde onu tekrarlamak ve yeni bir ifade çerçevesinde
belirtmek lazımsa, diyebiliriz ki, küfür kalesinin kapısı önünde bir cenkleşmedir giderken, bu
kurslar, kanuna tam uygun olarak, toprak altında kalenin merkezine doğru açılmış tünellerdir ve
yuğurduğu ruh ve yetiştirdiği iptidaî madde bakımından, Fâtih'in, gemilerini karadan Halic'e
indirmesi kadar muazzam bir buluştur. Bu buluşun ecr ve makamı çok yüksek olmak gerek...
Gelelim Süleyman Efendinin, bâtınların bâtını, ledün ve ermişlik planındaki kemal derecesine!..
Bahsimizin başında en sona ertelediğim bu mesele üzerinde, ondan ve kendimden tek hisse mağlûp
olmadan hakikati resmetmeye çalışacağım:
Süleyman Efendi Nakşî idi ve Altın Silsilenin en büyük halkalarından İmam-ı Rabbânî
Hazretlerine doğrudan doğruya irtibat ifadesi içindeydi. Damadı ve manevî yakını Kemal Kaçar'ın
verdiği bir isme rağmen, kendisini Silsileye bağlayan kollar ve basamaklardan haberim olmadı.
Süleyman Efendi, benim kendisine intisabımı —her halde bir teveccüh ve iltifat eseri olarak—
arzuladı ve-bunu bana defalarla îma etti. Fakat ben kendisine intisap edemedim. Zira boynu serbest
olanlardan değildim ve boynumda, ucu Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinde olan bir kemer
taşıyordum. Benim Süleyman Efendiye bağlanmayışım, onun yetkin bir insan olmadığı mânasına
gelmiyeceği gibi, bağlanışım da ille kemal sahibi bulunduğuna delil teşkil etmezdi. Yani ben, âciz
ve nâçiz şahıs çerçevemde, bir büyüğe bağlanıp bağlanmamakla, onun kemal veya noksanına
hüccet teşkil edebilecek bir insan değilim. Fakat tasavvuf sahasında otuz yıla varan müşahede ve
tespitlerim, bana, kalp paralarla halislerini yakından tanımak gibi bir sarraflık ihtisası vermiştir.
Bunu, İlâhî bir lûtfa nâiliyet olarak Kur'ândaki «Rabbinin sana verdiği nimetleri dile gelir!»
emriyle belirtmek isterim. Ve hemen ilâve ve tekrar etmek isterim ki, velilik davasındaki biri, eğer
velî değilse mutlaka denidir; ve bu âcizin bu yoldaki ihtisası; herhangi bir kalp parayı tanımakta bir
banka veznedarının ustalığından eksik değildir.
BU ÖLÇÜLERDEN SONRA SÜLEYMAN EFENDİ HAKKINDA VERİLECEK HÜKÜM,
ONUN KALP VE SAHTE AKÇE OLMADIĞI, FAKAT MADENİNDEKİ KIYMET
DERECESİNİN BENCE MEÇHUL KALDIĞIDIR.
Onu, şer'î hiddet ve gayrette misilsizlerden, hele din aksiyonunda doğrudan doğruya eşsiz bir Allah
ve Resul dostu olarak selâmlar ve açtığı mukaddes ölçüleri talim yolunun bir gün ana cadde haline
gelmesini Allah'tan niyaz ederim.
Necip Fazıl Kısakürek
Son Devrin Din Mazlumları
Hiç yorum yok