Muhammed Zahid EL-KEVSERÎ
Muhammed Zahidul Kevseri, 1879 yılında Düzce’nin Hacı Hasan Efendi (Çalıcuma) köyünde doğdu. Köy, adını alim bir zat olan ve Kafkasya’dan göç edip buraya yerleşen babası Hasan Efendiden aldı. Hasan Efendi buraya göç edip medrese açtı ve talebe yetiştirmeye başladı. Yöre halkı tarafından da ilim ve şahsiyetine hürmeten köylerine adı verildi ve bundan sonra köy bu isimle anılmaya başlandı.
Muhammed Zahidul Kevseri ilk eğitimine Düzce’de başladı.İlk derslerini babasından aldı. Düzce’de bulunan ibtidaiye ve rüşdiye mekteplerinde okudu. Mehmed Nazım Efendiden tarih, coğrafya ve matematik derslerini aldı. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul’a gitti. Fatih Camii Medresesine giderek burada eğitime başladı. Eğinli İbrahim Hakkı Efendinin derslerini takip ederek medrese eğitimini sürdürdü. Bunun dışında Alasonyalı Ali Zeynelabidin Efendiden ders aldı. Ders aldığı hocalarından biri de Kastamonulu Şeyh Hüseyin Efendidir. Medrese eğitimini tamamlayan Muhammed Zahidul Kevseri, 1907 yılından itibaren Fatih Camiinde müderrislik yapmaya başladı. Bu görevini Birinci Dünya Savaşının başlamasına kadar sürdürdü. Medreselerde eğitim verirken belagat, mantık ve aruz derslerini okuttu. Bu sıralarda Kastamonu’da yeni bir medrese açıldı. Yeni medreseyi faaliyete geçirme görevi kendisine tevdi edildi. Bu yeni görevi için Kastamonu’ya giderek çalışmaya başladı. Üç yıl kadar hizmet gördükten sonra tekrar İstanbul’a geri döndü.
Muhammed Zahidul Kevseri , İstanbul’a geldikten sonra yeni görevlerde bulundu. İlk önce Darüşşafaka’da müderrislik yaptı. Kısa bir süre sonra alanında uzman yetiştiren Medresetü’l-Mütehassisin’de müderrislik yapmaya devam etti. Bu görevlerinin dışında Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin ders vekilliğinde de bulundu. Bayezid Medresesinde Şeyhülislamlar tarafından ders verilirdi. Şeyhülislamların ders vekilleri ise yüksek dereceli müderrisler arasından seçilir ve vekaleten ders okuturlardı. Bu aynı zamanda bir unvan ve memuriyete de tekabül etmekte olup, Osmanlının son zamanlarına kadar devam etti. Ayrıca Meşihat Müsteşarlığı görevinde de bulundu.
Muhammed Zahidul Kevseri, 1922 yılında İstanbul’dan ayrılarak Mısır’a hicret etti. Önce Kahire’ye yerleştiyse de kısa bir zaman sonra Şam’a gitti. Öğrencisi merhum Abdülfettâh Ebû Gudde’nin zikrettiğine göre Şam’da ikameti esnasında bir süre, Türkiye’den bir arkadaşıyla birlikte kiraladıkları bir otel odasında kalmışlardı. Paraları tükenince arkadaşı para bulmak amacıyla ayrılıp gitmiş, el-Kevserî merhum yalnız ve beş parasız kalmıştı. Bir gece yiyeceği olmadığı için aç yattı. Ertesi sabah açlığı daha şiddetlenmiş bir şekilde kalktı ve açlığını unutmak için devamlı gittiği –yazma eserleriyle ünlü– Zâhiriyye Kütüphanesi’ne gitti. Akşama kadar orada kitaplarla haşır neşir olmuş ve açlığını az da olsa unutmuştu. Akşam odasına döndü ve yine hiçbir şey yemeden yattı; ertesi sabah aynı şekilde kalkarak Zâhiriyye’nin yolunu tuttu. Bu durum üç gün böyle devam etti. Akşam aç yatıp, sabah daha kötü bir vaziyette uyanıyordu. Sonunda İstanbul’dan bir arkadaşının gönderdiği bir miktar para imdadına yetişti. Benzeri bir durum yine Şam’da bir kere daha başına gelmiş ve iki veya üç gün aynı şekilde aç kalmıştı.(4)
Bir süre Şam’da kaldıktan tekrar Kahire’ye döndü. Mısır hayatı, ancak sabırla aşılabilecek zorluklarla doluydu. Elveda bile diyemeden ayrıldığı ailesine ancak 8 yıllık bir aradan sonra kavuşabildi. Dört çocuğundan ikisi, o daha İstanbul’da iken vefat etmişlerdi. Ailesinin Mısır’a gelmesinden sonra diğer iki çocuğu da çeşitli sebeplerden vefat ettiler. Hayatta iken evlât acısını iliklerine kadar hisseden bu çilekeş baba, yine kendisi kadar çileli hanımı ile başbaşa kaldı. Yine bir talebesinin kaydettiğine göre, Kevserî’nin Mısır’da bulunmasından rahatsızlık duyanlar onu ülke dışına çıkarmak için uğraşmışlar, ancak vefalı dostlarının araya girmesi ile buna muvaffak olamamışlardı.(5)
M.Zahidul kevseri Mısır’daki yaşamı süresince Mısır Devlet arşivinde bulunan Osmanlıca eserlerin tetkiki ve tercümesiyle uğraşmış ve bu yolla geçimini sağlamıştır. İlmi çalışmalarına Şamdaki Darü’l-Kütübi’z-Zahiriye’de ve Mısır yazma eserler kütüphanelerinde devam eden M.Zahidul Kevseri Tefsir, Hadis, Fıkıh, Fıkıh Usûlü ve Arap Edebiyatı ile mükemmel denebilecek bir seviyede meşgul olmuş ve pek çok yazma halindeki eseri neşrederek İslam ilim tarihine büyük hizmetlerde bulunmuştur. (6)
Ömrünü ilme adayan Osmanlının son dönem önemli âlimleri arasında yer alan, çok sayıda talebe yetiştirip eser yazan M.Zahidul Kevseri 73 yaşında iken 11 Ağustos 1952 tarihinde Kahire’de vefat etmiş ve naşı İmam-ı Şafii hazretlerinin kabrinin yanına defnedilmiştir.
İLMİ KİŞİLİĞİ
Tefsir, Hadis, Fıkıh, Fıkıh Usûlü alanlarında çok geniş bilgi sahibi olan M.Zahidul Kevseri merhum hayatı boyunca Ehl-i Sünnet Vel Cemaat akidesinin yılmaz savunucusu olmuştur.Yaşadığı dönemde Mısır’da ve İslam aleminin genelinde etkisi görülen Modernist/Reformist hareket ve “Selefilik”adı altında Teşbih/Tecsim akidesini savunan kesimler karşısında Ehl-i Sünnet Vel Cemaat akidesini ve fıkhını savunmuştur.(7)
Osmanlı ilim geleneğinin oluşturduğu altyapı üzerine Osmanlı coğrafyası dışındaki Müslüman dünyanın ilmî birikimini ekleyen, Kelamcı ve Fakih kişiliğini Hadis ilimlerindeki otoritesiyle perçinleyen, matbu eserlere olan vukufiyeti yanında yazmalar konusunda da başvuru mercii konumunu hakkıyla ihraz etmiş bulunan el-Kevserî merhum, eserlerinde ve makalelerinde Tefsir, Hadis, Fıkıh…ilimlerinin en karmaşık konularını büyük bir dirayet ve vukufiyetle ele almış , aktüel problemlerin üzerine büyük bir yetkinlikle gitmiştir.Onun hayatı hakkında en geniş bilgiyi bulduğumuz el-İmam el-Kevseri adlı çalışmasında öğrencisi Ahmed Hayri’nin de dediği gibi ,itikadi meseleleri ele alırken karşımızda konuşan sanki İmam el-Maturidi veya İmam el-Eş’ari; fıkhi bir mesele üzerinde dururken el-Kerderi; rical kritiği yaparken Yahya b. Main’dir(8)
Fıkıh, Usul-i Fıkıh, Hadis ve Hadis tarihi konularındaki vukufiyeti hakkında bir bilgi vermesi için kendisinin “en-Nüketu’t-Tarîfe” adlı eserinin girişinde bahsettiği münazarayı burada zikretmeden geçemeyeceğiz:
Önceleri Malikî mezhebine mensupken, bilahare doğrudan hadislerle amel eden bir Selefî olduğunu söyleyen Mağrip’li bir zat kendisini ziyarete gelir. Tanışma faslında söze girer ve şöyle der:
“İslam dünyası, Hadisle ameli terk edip, kimi şahısların görüşleriyle amel etmek suretiyle dalalete düşmüştür. Bununla birlikte, sizin memleketiniz (Anadolu coğrafyası) dışındaki her yerde, mukallitlerden gördükleri baskılara rağmen Hadisle amel eden kimseler de mevcuttur. Sizin memleketinizde taklitten yüz çevirip doğrudan Hadisle amel eden kimse duymuyoruz. Sizin Ehl-i Hadis olduğunuzu ve Hadisle amel ettiğinizi duyunca sevindim ve sizi ziyaret etmeyi gerekli gördüm.”
el-Kevserî, “Hakkımdaki bu hüsn-ü zannının devam etmesine izin mi vereyim, yoksa konu hakkındaki görüşümü söyleyerek aklının karışması pahasına doğruyu mu ortaya koyayım” diye bir an tereddüt gösterdikten sonra kendi kendine, “İlkini yaparsam, kendisini aldatmış olurum ki Müslüman aldatmaz; ikincisi ise nasihat olur ki din nasihattir” der ve muhatabına şöyle karşılık verir:
“Üstadım! Görüyorum ki Sünnet ehli grupları Hadis’ten yüz çevirmekle itham ediyorsunuz. Bildiğim kadarıyla onlar arasında Hadisle amel uğruna bütün gücünü sarf etmeyen bir grup mevcut değildir. Ne ki Hadis’i anlamak ve illetlerine vakıf olmak herkesin işi değildir. Dolayısıyla hangi hadislerle amel etmediklerini belirtmeden onları Hadisle amelden yüz çevirmekle itham etmek doğru değildir.”
el-Kevserî bunları söyledikten sonra, muhatabına, Ehl-i Sünnet mezheplerin herhangi birisinin, herhangi bir meselede Hadis’e tam anlamıyla muhalefet ettiğine dair gösterebileceği bir örnek olursa meseleyi kendisiyle münakaşa edebileceğini belirtir.Muhatabı, örnek olarak namazda rükûa giderken ve doğrulurken ellerin kaldırılması meselesini gösterir ve “Bu konuda sahih hadisler mevcut olduğu halde Hanefîler bunlara muhalefet etmiştir” der. el-Kevserî şöyle mukabele eder:
“Aksine, Ehl-i Medine’nin alimi Mâlik ve Kûfe’de Ebû Hanîfe’nin rakibi (konumundaki) Süfyân es-Sevrî de bu meselede Hanefîler’le aynı görüştedir. Onların hepsi de rükûa giderken ve rükûdan kalkarken ellerin kaldırılmayacağını söylemiştir. Hatta bu konuda (ellerin kaldırılacağı konusunda) mutlak olarak sahih bir hadis de mevcut değildir. Sadece İbn Ömer (r.a) hadisi bunun istisnasıdır. Diğer hadislerin illetleri “el-Cevheru’n-Nakî”, “Nasbu’r-Râye” ve daha başka eserlerde açıklanmıştır. İbn Ömer (r.a) hadisine gelince, Mücâhid ve Abdülazîz el-Hadramî’nin rivayetine göre İbn Ömer (r.a)’in kendisi dahi bu hadisle amel etmemiştir. Sahâbî ravinin kendi naklettiği hadisle ameli terki, Hadis tenkitçilerinin önderleri nezdinde hadisin sıhhatini yaralayıcı bir illettir. İbn Receb’in “Şerhu İleli’t-Tirmizî”sinde de tafsilatıyla belirtildiği gibi, sahâbî ravinin bu tutumu sadece Hanefîler nazarında değil, başkaları nezdinde de hadisi yaralıyıcı bir illettir. Bunun yanında ravilerin ittifakla naklettiğine göre, İbn Mes’ûd (r.a), rükûa giderken ve rükûdan doğrulurken ellerin kaldırılmayacağını bildiren hadisi nakletmiş ve kendisi de bu hadisle amel etmiştir. Kasdettiğim, Ebû Dâvûd, et-Tirmizî ve en-Nesâî’nin “Sünen”lerinde de rivayet edildiği gibi İbn Mes’ûd (r.a)’ın, “Size Resulullah (s.a.v)’in kıldığı gibi namaz kılayım mı?” diyerek kıldığı namazdır ki, sadece ilk tekbirde ellerini kaldırmıştır. Bu anlamda daha pek çok hadis mevcuttur. el-Berâ (b. Âzib -r.a-)’ın rivayeti bunlardan birisidir ve Ebû Dâvûd’un naklettiğine göre o şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.v) namaza başladığı zaman ellerini kulakları hizasına kadar kaldırır, sonra bunu bir daha tekrarlamazdı.”
Bu noktada muhatabı söze girerek, “Ancak “bir daha tekrarlamazdı” lafzını yalnızca Yezîd b. Ebî Ziyâd isimli ravi nakletmiştir ve bu zat, rivayetleri birbirine karıştıran birisidir” der. el-Kevserî, “Bunu söyleyenler olmuştur. Ancak Ebû Dâvûd, et-Tahâvî ve el-Beyhakî’nin rivayetine göre el-Hakem b. Uteybe ve İsa b. Ebî Leylâ da “bir daha tekrarlamazdı” lafzını aktarmışlardır…” diye mukabele eder ve bu hususu destekleyen başka bilgiler de verir. (9)
Yukarıda verdiğimiz örnekte görüleceği üzere El Kevseri merhum; Fıkıh, Usul-i Fıkıh, Hadis ve Hadis tarihi konularındaki uzmanlığını konuşturmuş ve kendini “Selefi” addeden kişiyi susturmuştur.Kevseri merhumun İslam Ümmeti’nin medar-ı iftiharlarından olan İmam-ı Azam Ebu Hanife ve diğer imamları savunması ve bu arada Hanefî mezhebinin de en az diğerleri kadar hadis ve esere dayandığını ortaya koyması muarızları tarafından “Ebû Hanîfe delisi”(10) şeklinde nitelendirilmiş ve ”el-Kevserî, Hanefî mezhebini üstün kılmak için zaman zaman birçok alimi keskin bir üslupla tenkit etmiştir.”[11]denilerek İmam el-Kevserinin taassup içinde olduğu iddia edilmiştir.,
Ülkemizde M.Zahidul Kevseri ve eserleri konusunda otorite olan Ebubekir Sifil bu eleştirilere cevaben şöyle demektedir: el-Kevserî’nin Hanefî mezhebini müdafaa için büyük gayretler sarf ettiği doğrudur. Ancak “Hanefî mezhebini üstün kılmak için zaman zaman birçok alimi keskin bir üslupla tenkit ettiği doğru değildir. Onun bu sahadaki hassasiyeti, yaşadığı zamanda ve mekânda (20. yüzyılın ilk yarısı/Kahire) Hanefî mezhebi aleyhdarlığının, hatta “düşmanlığının” moda haline gelmiş olmasından kaynaklanmaktadır. İmam Ebû Hanîfe başta olmak üzere Hanefî mezhebi imamlarının Hadis konusunda yetersiz olduğu, mezhebin büyük ölçüde hadislere muhalif içtihadlar üzerine bina edildiği… gibi iddialar karşısında gayret-i diniye sahibi hiçbir alimin susması ve ihkak-ı hak’tan geri durması caiz değildir. O da bu meyanda üzerine düşeni yapmış ve Hanefî mezhebinin de en az diğerleri kadar hadis ve esere dayandığını ortaya koymuştur. Bunun, Hanefî mezhebini üstün kılmaya çalışmakla ne ilgisi var?
Onu “mezhep taassubu”yla yaftalamak isteyenler, genel olarak Ehl-i Sünnet imamlara bakışına, diğer üç mezhebe ait eserlere yaptığı hizmetlere ve konuyla ilgili yazdıklarına –ki hayli yer tutacağı için detaylarıyla zikredemiyorum– “taassuba kapılmadan” bakmak durumundadır.
Keskin üslup” meselesine gelince, onun eserlerine aşina olanlar, “mezhepler arası ihtilaflar” konusunda yazarken ne kadar munsıf ve yumuşak bir üslup kullandığını bilir. Ancak itikadî meselelerde, özellikle de Ehl-i Sünnet’in imamlarından herhangi birisine vaki bir tecavüz karşısında üslubunun sertleştiği doğrudur ve bunda şaşılacak bir taraf yoktur(12)
İmam Zahidü’l-Kevserî’nin başlıca eserleri
1- Makâlâtu’l-Kevserî :Mısır’daki ilmî dergilere yazdığı makalelerin vefatından sonra bir araya getirilmesiyle oluşan Makâlâtu’l-Kevserî –ki elimizde bulunan en hacimli eseridir. Makâlât, irili ufaklı 106 makaleden oluşan bir eserdir. Makâlât’ta Fıkıh, Usul-i Fıkıh, Hadis ve Hadis tarihi konularında o günün İslam aleminde tartışılan Cehennemin ebedi olup olmadığı, tevessül, Hz.İsa(a.s.)’nın nüzulu vb. konuları gayet vukufiyetle ele alınmıştır.(13)
2- Te’nîbu’l-Hatîb el-Hatîbu’l-Bağdâdî’nin İmam Ebû Hanîfe hakkındaki tezvîrâtına cevap olarak yazılmıştır. İmam Ebû Hanîfe’nin pek çok meselede tekfirini gerektiren sözler söylemesi, küfre düşmekten dolayı iki kere tevbeye davet edilmesi, Yahudi olduğunun söylenmesi, “Resulullah (s.a.v) benim dönemimde yaşasaydı veya ben O’na yetişseydim benim birçok görüşümü esas alırdı” demesi gibi batıl iddialara karşı yazılmış bir şaheserdir.(14)
3- Büluğu’l-Emani fi Sireti’l-İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybanî : İsminden de anlaşılacağı üzere Hanefi mezhebinin önde gelen imamlarından İmam Muhammed b. Hasen eş-Şeybanî’nin biyoğrafisine dairdir.
4- Et-Ta‘akkubu’l-Hasîs limâ Yenfîhi İbn Teymiyye mine’l-Hadîs: İbn Teymiyye’nin Minhâcu’s-Sünne’de ele aldığı birçok konuda sahih hadis mevcut olduğu halde o konularda hadis bulunmadığını veya mevcut hadislerin güvenilmez olduğunu söylemesini tenkit etmektedir.
5- Fıkhu Ehlil Iraki ve Hadisuhum: “Hanefi Fıkhının Esasları” (15)adıyla da dilimize çevrilen kitapta rey ve ictihad kavramları, Hanefilerin fıkıh metodu gibi konular yer almaktadır.
6- Tekmiletu’r-Radd alâ Nûniyyeti İbni’l-Kayyım: İbnu’l-Kayyım tarafından kaleme alınmış olan, el-Kasîdetu’n-Nûniyye adıyla maruf –6.000 kadar beyitten oluşan– manzum eser, teşbih ve tecsim içeren ifadeleri sebebiyle Takiyyuddîn es-Sübkî’nin tenkidine maruz kalmıştır. es-Seyfu’s-Sakîl fi’r-Redd alâ İbn Zefîl adlı bu tenkit, Mısır’da “Selef Akîdesi” adı altında yayılmaya başlayan akımın tesirini kırmak maksadıyla geçtiğimiz yüzyılın ortalarına doğru el-Kevserî merhumun kıymetli ta’likleriyle birlikte basılmıştır.el-Kevserî merhum bu reddiyeye yazdığı ta’liklere Tekmiletu’r-Radd alâ Nûniyyeti İbni’l-Kayyım adını vermiş ve es-Sübkî’nin kısaca değinip geçtiği veya hiç değinmediği hususlara da yer vermiştir. Bu sebeple “tekmile”, eserin aslından daha hacimlidir.
7- Ihkâku’l-Hakk bi İbtâli’l-Bâtıl fî Muğîsi’l-Halk: el-Cüveynî, Muğîsu’l-Halk fî Tercîhi’l-Kavl’il-Hakk adlı eserine reddiye olarak yazılmıştır..
8- En-Nüketu’t-Tarîfe fi’t-Tahaddüs an Rudûdi İbn Ebî Şeybe alâ Ebî Hanîfe: İbn Ebî Şeybe, el-Musannef isimli meşhur Hadis kitabının sahibidir. İbn Ebî Şeybe bu eserinde İmam Ebû Hanîfe’nin hadislere muhalefet ettiğini isbatlamak maksadıyla özel bir bölüme yer vermiş ve burada 125 konuyla ilgili hadisler zikrederek İmam Ebû Hanîfe’nin bunlara muhalefet ettiğini söylemiştir. İbn Ebî Şeybe’nin bu tavrına el-Kevserî merhum en-Nüketu’t-Tarîfe fi’t-Tahaddüs an Rudûdi İbn Ebî Şeybe alâ Ebî Hanîfe kitabıyla cevap vermiştir.
9- Ref‘u’r-Reybe an Tahabbutâti İbn Kuteybe : İbn Kuteybe’nin İmam Ebû Hanîfe’nin hadislere kayıtsız davrandığı ve muhalefet ettiği tarzındaki iddiası üzerine İbn Kuteybe ‘ye deddiye olarak yazılmıştır.
10- Nazratun Abira: Hz. Hz.İsa(a.s.)(nın nüzulu ile ilgilidir.
11- El-Medhalu’l-Âmm: Kuran ilimleri hakkındadır.
12- El-Istibsâr : Bu hacmi küçük, fakat son derece önemli risalede el-Kevserî merhum ; kader, cebr, ihtiyar, kulun kudret ve istitaatı… gibi çetin itikadî meseleleri ele almış ve Mâturîdiyye mezhebinin görüşlerini savunmuştur.
13: Nakdu Kitâbi’d-Du‘afâ li’l-Ukaylî: Hanefî mezhebi imamlarını oldukça ağır ifadelerle cerh eden el-Ukaylî’ye reddiyedir. (16)
ARKASINDAN SÖYLENENLER
El-Kevserî merhum Mısırda yaşadığı uzun yıllar boyunca bir yandan kitap ve makaleler yazmış, bir yandan da Abdülfettah Ebû Gudde, Muhammed Yusuf el-Bennurî, Ahmed Hayri gibi günümüsün büyük alimlerini yetiştirmiştir. Abdülfettah Ebû Gudde, Zahid el-Kevserî’nin en meşhur ve en sadık talebesidir. Kevserî ile aralarında hoca-talebe diyalogu açısından manidar bir münasebet oluşmuştur. Hattâ Ebû Gudde’nin “el-Kevserî” nisbeti ile anılmaktan iftihar ettiği söylenmiştir. Bu sadık talebenin üstadına hayranlığı sadece sözden ibaret değildir. Telif ettiği, tahkik ettiği, neşre hazırladığı eserlerinde fırsatlar düşürüp sürekli üstadından alıntılar yapmakta, “Üstadımız Şeyh Zahid el-Kevserî şöyle buyuruyor.” ifadeleri ile hocasını devreye sokmaktadır.(17) 1997’de vefat eden Ebû Gudde, İslâm Dünyası’nın hatırı sayılır âlimlerinden biri idi. Üstadına duyduğu bu engin saygı, ona ayrıca vefalı bir insan olma özelliği de kazandırmıştır.
Yukarıda Abdülfettah Ebû Gudde’nin ifadeleri ile tanımaya ve anlamaya çalıştığımız bu “vatanından cüda âlimi” yine kendisine vefalı talebelerinin samimî ifadeleri ile ele alalım. Muhammed Yusuf el-Bennurî, Kevserî’nin Makalât adlı eserine yazdığı önsözde şunları söylüyor: “Tabakat-ı İbn Sa’d’da Mesruk’un Abdullah b. Mes’ud (r.a.) hakkındaki şu değerlendirmesini okumuştum. Mesruk şöyle anlatıyordu: “Allah Resûlü’nün (s.a.s.) yakın arkadaşlarından bir çoğu ile beraber olma imkânına sahip oldum. Onları hep, kendilerinden insanların su ihtiyaçlarını giderdikleri su kaynakları (el-İhaz) olarak düşünmüşümdür. Şöyle ki: Onlardan bazıları bir adamın, bazıları iki, bir diğerleri de on adamın susuzluğunu giderecek vüs’ate sahip idiler. Bazıları da vardı ki, bütün insanlık bu menbaın başına toplansa, hepsi de bu kaynaktan doya doya içebilir ve suya kanabilirdi. İşte Abdullah b. Mes’ud (r.a.), bu genişlik ve enginlikteydi.”(18) Bennurî şöyle devam ediyor; “Bu rivayeti düşününce, yapılan benzetmenin Zahidü’l-Kevserî’ye çok uygun (sevaen bi sevain) olduğunu gördüm… O’nun, uzun yıllardan sonra Cenab-ı Hakk’ın kendi milletine bir lütfu ve ihsanı olduğu kanaatini taşıyorum.”(19)
Çağımızın meşhur İslâm hukukçularından Muhammed Ebû Zehra da, Kevserî’yi takdir ifadeleri ile hatırlayanlardan. Bu tanınmış Arap müellifi şunları söylüyor: “Onunla karşılaşmayı çok istiyordum. Yerini bilemediğim için bu isteğimi gerçekleştirememiştim. Bir gün Atabe meydanında (Kahire’de bir semt) dolaşırken, simasında hakikatin parıltılarını sezdiğim biriyle karşılaştım. Türk âlimlerinin giydiği bir elbise giymişti. Etrafında talebeleri ile yürüyordu.. Talebelerden birine yaklaştım; “Bu kim?” diye sordum. “Üstad Kevserî” dedi. Bu ilk karşılaşmamızdan sonra kendisini sürekli ziyaret ettim. Yazdıklarından çok daha fazlası bir ilme sahipti. Evet o, Mısır’da bir hazine idi. Üstad Kevserî’nin kitaplarını okuduğunuzda, kullandığı dil sizde halis Arap bir müellifin bıraktığı tesiri bırakır.”(20)
Osmanlı Devletinin son şeyhulislamı Mustafa Sabri Efendi de Mevkıf’ül Akl’ın 3. cildinde bir haşiyede şöyle diyor; “Geçmiş Şeyhülislamlar Zahid Efendi gibi bir ders vekili bulamadıkları için ben onların karşısında iftihar ederim. Fatih Medreseleri de Tenib-ül Hatib ve Nüket-i Tarife gibi kitapların müellifi Zahid Kevseri gibi bir âlimi sadrında yetiştirmekle kıyamete kadar iftihar eder. Zahid Kevseri ki,iki bahr-i muhitte emsalsiz bir dalgıçtır; Fıkıh ve Hadis İlminde..” (21)
El-Kevserî’yi okumadan İbn Cerîr et-Taberî’yi, Ebû Ca’fer et-Tahâvî’yi, el-Hatîbu’l-Bağdâdî’yi, Fahruddîn er-Râzî’yi, İmâmu’l-Haremeyn el-Cüveynî’yi, İmam el-Gazzâlî’yi, İbn Teymiyye’yi, İbnu’l-Kayyım’ı, Şihâbuddîn el-Mercânî’yi, eş-Şevkânî’yi, Abdülhayy el-Leknevî’yi, Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî’yi, Şebbîr Ahmed el-Osmânî’yi, Zafer Ahmed et-Tehânevî (Tanvî)’yi, Mustafa Sabri Efendi’yi, Selâme el-Kudâ’î’yi, Muhammed Bahît el-Mutî’î’yi… gerçek anlamda tanıdığını kim söyleyebilir?
Bu isimlerden Mustafa Sabri Efendi merhumu hariç tutarsak, hiç birisinin Osmanlı alimi olmadığını söylemeye gerek yok. Hatta bir kısmının bazı okuyuculara yabancı gelebileceğini tahmin etmek zor değil. Ancak bu isimleri tanımadan, görüş ve yaklaşımlarını sağlıklı tahlillere tabi tutmadan bugünde dünün izini sürmek, geleceği geçmişe bağlamak ve istikamet üzere sabit-kadem yürümek mümkün değil.
El-Kevserî merhum, nasıl hayatının yarısından fazlasını geçirdiği Mısır’da –sadece Mısır’a değil, bütün İslâm Dünyası’na– Osmanlı ulemasını tanıtmışsa, bize de Osmanlı coğrafyası dışından Hindistan’dan, Kazan’dan, Mısır’dan… son derece önemli kesitler sunmuştur.
Günlerce süren açlığını yazma eserler kütüphanesinde unutacak kadar ilim aşığı, tam anlamıyla “ismiyle müsemma” bir “zahid”, Osmanlı bakiyesi bir ilim adamı… Evi bütün dünyadan ilim ve fikir adamlarının buluşma yeri, bir “sivil akademi”, desteklediği fikri ihya eden, tenkit ettiklerini çıldırtan, dost-düşman herkesin ilmî vukufiyetini itirafa mecbur kaldığı, modernleşme projelerinin İslâm Dünyası’nda yol açtığı travmaları her seviyede yaşamış, tam anlamıyla “çağının tanığı” bir “allame!” (22)
Son bir kesiti de sadık talebesi Abdulfettah Ebû Gudde’den nakledelim: “Üstadımız Zahid el-Kevserî gerçek mânâda bir zahid idi. Onu tanıyanlar bunu yakinen bilirlerdi. Eline bir şeyler geçtiği zaman onunla muhtaç olanların ihtiyacını görürdü. Eli daraldığı zaman sabreder ve Cenab-ı Hakk’a şükrederdi. Allah ona rahmet etsin ve sabredenler makamına yükseltsin.”(23)
DİPNOTLAR
1) Akif COŞKUN , Istanbul’dan Mısır’a Bir İslam Alimi Muhammed Zahid EL-KEVSERÎ, yeni ümit, Temmuz – Ağustos – Eylül 2001 , Sayı :53 Yıl :14 makalesinden naklen, Tehanevî, Kavaid fi ulûmi’l-hadis (Abdülfettah Ebû Gudde’nin takdim yazısı) s. 13.
2) Hayatı için bakınız: Muhammed Zâhid el-Kevserî, Hanefi Fıkhının Esasları, çevirenlerin önsözü , TDV Yayınları, Ankara-1991 ayrıca, Muhammed Zâhid el-Kevserî -Hayatı, Eserleri, Tesirleri adıyla basılan sempozyum tebliğleri, Seha Yayıncılık, İstanbul-1996
3) O, anavatanından hicrete zorlananlardan biriydi. Kırkını aşmış yaşına bakılmaksızın çileli bir hayatın içine itilecekti (1922). Katlanılması zor bir hayata adım atıyordu. Yolda karşılaştığı bir arkadaşından, hasımlarının kendisi hakkında bazı plânları olduğunu işitince evine dahi uğrama fırsatını bulamamış, ilk vapurla vatanını terk etmek zorunda kalmıştı. Sahip olduğu her şeyi, ailesini, iyi durumdaki yaşantısını, talebelerini ve sevenlerini geride bırakmıştı. Biyografisini veren kitaplar, Kevserî’nin Türkiye’den ayrılış sebebi ile alâkalı olarak, İttihad ve Terakkî’nin ileri gelenleri ile düştüğü bir anlaşmazlıktan bahsederler. Geniş bilgi için bakınız: . Ahmed Hayri, el-İmam el-Kevserî s. 41 (Bu çalışma Kevserî’nin Makalât adlı eserinin başına konulmuştur 1994-Beyrut).
4) Her iki olay için bkz. Abdülfettâh Ebû Gudde, Safahat min sabri’l-ulemâ alâ şedâidi’l-ilm ve’t-tahsil, s.252- 253, (1996 ,Beyrut).
5) Ahmed Hayri, el-İmam el-Kevserî s. 52 (dipnot) Makalât’ın girişi (1994-Beyrut).
6)İmam-ı A’zam Ebu Hanifenin El Fıkhul Ekber, El Fıkhul Ebsat, El-Alim ve’l –muteallim, Er-Risale gibi eserlerini Mısır’da neşretmiştir. Geniş bilgi için bak: İmam-ı Azam Ebu Hanifenin İtikadi Görüşleri ,Hazırlayan:Doç.Dr. İlyas Çelebi, s.26-33, İFAV Yayınları ,İstanbul/2000
7- Geniş bilgi için bak: Ebubekir SİFİL, Modern Dünyada İslami Duruş, s.196-216 ,Rıhle Yayınları, Ankara/1999.
8) Ehl-i Sünnet’i Müdafaa ve Bid’atleri Tenkid ( Makaleler-İncelemeler) 1. Kitap Ebubekir Sifil’in el-Kevserî adlı makalesi, s.118-119, Bedir Yayınevi, İstanbul/2005
9- Ebubekir SİFİL, Okuyucu Soruları-2, Milli Gazete – 25 Mayıs 2004’den naklen
10- Bkz. Risâle fi’z-Zebb an Ebi’l-Hasan el-Eş’arî, (eseri tahkik eden Dr. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî’nin notu), 127.
11- İmam Şevkani’nin “El-Fevaid”ini Mevzu Hadisler ismiyle tercüme eden Mehmet Emin Akın’ın “eş-Şevkani’ye Yöneltilen Bazı Tenkidler” bölümündeki tenkidi, s. 29, Medarik yay., Ankara-2006,
12- Ebubekir Sifil, ŞEVKÂNİYYAT-2 adlı makalesi , Milli Gazete – 5 Mayıs 2007
13- Makalat hakkında bir değerlendirme için bak: Ebubekir Sifil, Modern Dünyada İslami Duruş, s.196-216, ,Rıhle Yayınları, Ankara/1999.
14- Murat Hafızoğlu , Ebu Hanife Müdafaaları Arasında Bir Başyapıt: Te’nibu’l-Hatıb, İnkişaf, VI, Haziran
15- Muhammed Zâhid el-Kevserî, Hanefi Fıkhının Esasları, TDV Yayınları, Ankara-1991
16-Eserlerinin tam listesi için bak: Muhammed Zâhid el-Kevserî -Hayatı, Eserleri, Tesirleri adıyla basılan sempozyum tebliğleri, Seha Yayıncılık, İstanbul-1996
17-Abdülfettah Ebû Gudde’nin bu türden atıfları için bkz. El-İsnad mine’d-dîn s. 96, (1996-Beyrut); Kelimat fi keşf-i ebâtil ve iftiraat, Cevabu’l-Hâfız Ebi Muhammed Abdülazim el-Münzirî el-Mısrî an esiletin fi’l-cerh ve’t-ta’dil ile beraber basılmış. s. 37, (1984-Beyrut); Kitabu’l-Kesb, Abdülfettah Ebû Gudde’nin takdim yazısı s. 29, 35, 42, 48, 53, (1997-Beyrut); Abdülfettah Ebû Gudde, Teracim-i Sitte min Fukahai’l-İslâmî fi’l-karni’r-rabia aşara ve eseruhum el-fıkhıyye s. 53, (1997-Beyrut); Safahat min sabri’l-ulemâ alâ şedâidi’l-ilm ve’t-tahsil s. 253, 274, (1992-Beyrut).
18. İbn Sa’d, Tabakatu’l-kübrâ, 2/343. (Bu kaynak Makalât’ın 1994 baskısında 2/105 şeklinde verilmiş. Eldeki Tabakatu’l-kübrâ baskısında hâdise bu sahifede zikredilmemiş.); İbn Cevzî, a.g.e. 1/ 404.
19-. Zahid el-Kevserî, Makalâtu’l-Kevserî s. 3, (Muhammed Yusuf el-Bennurî’nin takdim yazısı).-
20 Zahid el-Kevserî, Mukaddimâtu’l-Kevserî s.13, 16 (Muhammed Ebû Zehra’nın takdim yazısı).
21.www.cevaplar.org’da Zahid el-Kevserî’nin talebelerinden M.Emin Saraç’la yapılan röportajdan naklen
22- Ebubekir SİFİL, Kevseri Külliyatı ,Milli Gazete – 27 Mayıs 2006
23- Abdülfettah Ebû Gudde, Safahat min sabri’l-ulemâ alâ şedâidi’l-ilm ve’t-tahsil s. 253, (1996 ,Beyrut).
Hiç yorum yok