FETHİ GEMUHLUOĞLU’NDAN ‘DOSTLUK’ ÜZERİNE
FETHİ GEMUHLUOĞLU’NUN 22 KASIM 1975 TARİHİNDE ‘DOSTLUK’ ÜZERİNE İRTİCÂLEN YAPTIĞI KONUŞMA
DOSTLUK ÜZERİNE
Kalbimi oymuşlar, oymuşlar da şimallim
Hayâlini, resmini değil
Seni koymuşlar içine;
Onun içindir adınla atışı…
Fethi Gemuhluoğlu
Efendim, Evveli, âhiri, zâhiri, bâtını selamlarım. El-Evvelü Allah, El-Âhirü Allah, Ez-Zâhirü Allah, El-Bâtınü Allah. Sâhib’i selâmlarım. Sâhib-i Hakîki’yi selâmlarım. Sağımı, solumu, önümü, ardımı selâmlarım. “Levlâke Sırrının Mazharı”nı selâmlarım. Vâlidesini, Hadîce Vâlidemi, Fâtıma Vâlidemi selâmlarım. Cihâr-ı Yâr-ı Güzîn’i selâmlarım. Erkân-ı Erbaa’yı: Selmân’ı, Mikdâd’ı, Ammâr’ı, Ebu-Zerr’i selâmlarım. İmâmeyn’i Muhteremeyn’i selâmlarım. Tâife-i ecinnîyi selâmlarım, mü’minlerini ve müslimlerini. Ve sizi selâmlarım.
Peygamber-i Ekber bir hadîs-i nebevîlerinde buyuruyorlar ki, “Önce selâm, sonra kelâm”.
Önce sizi selâmlıyorum. Yine Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki bir
hadîs-i nebevilerinde, “Önce refîk, sonra tarîk”. Önce yolda yoldaş,
sonra yol.
Dostluk üzerine konuşmak gibi, hiç
mu’tâdım değil konuşmak. Elli üç yaşındayım. Kırk senedir söz orucu
tutuyorum. En az yirmi senedir, yirmi beş senedir yazı orucu tutuyorum.
Ne yazarım, ne çizerim. Zaten okur-yazar takımından da değilim. Ama bu
sözleri size sanki bir vedâ gibi, sanki son sözlerim gibi… “Hâl sârîdir”
buyurulmuştur. Maraz da sârîdir. Dilerim ve umarım ki, benim marazım
sârî olmasın ve burada şevk sârî olsun, cezbe sârî olsun ve aşk sârî
olsun.
Tabiî, ezelde aşk vardı. “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk”de kâinâtın aşk için halk edildiği meydanda. Onu… Eşrefoğlu diyor ki:
Yoğ idi levh ü kalem, aşk var idi
Âşık u ma’şûk u aşk bir yâr idi
Âşık u ma’şûk u aşk bir yâr iken
Cebrâil ol arada ağyâr idi
Cebrâil, Cibrîl-i Emîn, Nâmûs-ı Ekber ol arada ağyâr idi, der. Demek ki, kâinât, eflâk aşk üzere, dostluk üzere halkedilmiştir.
Size bazı dostluk, remzî de olsa bazı
dostluk hikâyeleri anlatmak isterim. Bu hikâyeler hakîkatın ta
kendisidir. Dost ol kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan
gecede Peygamber-i Ekber’in yatağında yatar, O’na Şâh-ı Velâyet denir.
Dost ol kişidir ki, Yâr-ı Gâr’dır. Kucağında, mübârek bir emânet vardır.
Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe
tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübârek emânet, uyumayan uyanıklık
içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû-Bekr’i yılan sokar. Dost son
deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı
tıkayandır.
Her şey gönülde cereyan ediyor. Ve insanlar, biz zannediyoruz ki, hâl-i cimâ’dan doğuruyorlar. İnsanlar hâl-i cimâ’dan doğmuyorlar. İnsanları gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gönül çocuklarının çoğu onun için “yol evlâdı” oluyor, “bel evlâdı” olmuyor. Tasavvufta, yol oğlu olmak, bel oğlu olmaktan; yol evlâdı olmak, bel evlâdı olmaktan onun için mukaddemdir.
Benim, size, bir mübârek söz gibi arz
edeceğim bir husus yok. Her şey söylenmiştir. Kur’ân-ı Mecîd’de
söylenmiştir, Kelâm-ı Kadîm’de söylenmiştir. Peygamber-i Ekber Hadîs-i
Şerîflerde söylemişlerdir; tefhîm edilmiştir, teklîmi Peygamber-i
Ekber’dendir. Tefhîmi ilâhîdir, teklîmi de ilâhîdir; tefhîmi
Rabb’dandır, teklîmi Peygamber-i Ekber’dendir, Levlâke Sırrının
Mazharı’ndandır. Her şey söylenmiştir.
Türkiye’deki yanlışlık tenkid fikrinden
başlıyor. Yanlışlık dost olmamak, fikre dost olmamak… İnsana dost olmak,
fikre dost olmak, coğrafyaya dost olmak, tarihe dost olmak, kendi
vücûduna dost olmak, komşuya dost olmak, gibi kademe kademe, ama entegre
bir bütün içinde bütün dostluklar söylenmeye mecbûrdur. Bütün
dostluklar söylenmelidir. Ama fikre dost olmak, İslâm’da tenkidi mümkün
kılmıyor. Tenkid İslam’da yok. İslâm, Mübelliğ-i Hakîkî’ye imtisâlen -ki
Mübelliğ-i Hakîkî Peygamberlerin Peygamberi, Peygamberlerin İmâmı olan,
Levlâke Sırrının Mazharı olan Zât-ı Akdes’dir- tenkid yok; ama O’nun
tebliği var. İslâm onun için tenkid üzere değildir; İslâm tebliğ
üzeredir. Biz şimdiye kadar… Bizim son zamanlarda çektiğimiz, tenkid ile
vakit geçirmiş olmamızdandır. Meseleyi bir disiplin üzere, meseleyi bir
nizâm üzere ortaya koymuş olamamanın hicâbıdır bu. Meseleyi bu şekilde
va’z etseydik… Tenkidle vakit geçireceğimiz yerde tebliğ vazifesini
yüklenseydik, o zaman dünya, ki yaşama sevincini yitirmemek gerekir;
“Dünya bir cenâbetin elinden bir cenâbetin eline geçen hamam tasıdır”
dense bile, dünya yaşanmaya değer. Ve Bedri Rahmi doğru söylüyor tabiî,
tasavvufla hiç alâkası olmadığı halde bir şair hassasiyetiyle “Dünya,
kiri ile pası ile sevmeye değer”. Batı adamınındır bunalım. Fikre
dostluk, nasıl fikre dostluk tebliğ ile başlıyorsa…
Mü’min kişi, yerinmenin ve sevinmenin
ötesindedir. Mü’min kişi yerinmez ve sevinmez, çünkü gerçekçidir. Sarîh,
Kur’ân-ı Kerîm, Kur’ân-ı Mecîd, Kelâm-ı Hakîkî. Mü’min kişi zann üzere
değildir. Zannın büyüğünden de küçüğünden de sakınmıştır. Hırs-ı mâl,
hırs-ı câh üzere değildir. Tûl-i emel sahibi değildir. Hayâlperest
değildir. Mâl ve mevkî hırsından âzâdedir. Zannın büyüğünden ve
küçüğünden nefsini berî kılmıştır. Zaten nefsi yoktur. İzzet-i insânı ve
izzet-i İslâm’ı vardır. Nefsin izzeti olmaz. İzzet-i insânı ve izzet-i
İslâm’ı vardır. İzzet buna râci’dir.
(Yeni gelen arkadaşlarımı da selâmlarım. Peygamber-i Ekber, “Önce selâm, sonra kelam”
buyuruyorlar, “Önce refîk, sonra tarîk” buyuruyorlar. Ben bu yeni gelen
arkadaşlarımı da selâmlarım. Selâm veriyorlar bana, mukabele ederim.
Daha mergubu ile, daha güzeli ile, daha izzetlisi ile de yine onların
selâmlarına mukabele ederim.)
Şimdi,
Batı adamınındır bunalım, diyorum. Doğu adamının, gerçek mü’min ve
muvahhid kişinin bunalımı olmaz, diyorum. Ve bunu şiir yazan, hikâye
yazan, roman yazan dostlarıma da her zaman bıkıp usanmadan söylüyorum.
Ben hayatın cezbe ve şevk üzerine binâ edildiğine kailim. Hani ilk defa
Kelime-i Şehâdet getiriyor gibi getirmedikçe, Kelime-i Şehâdet olmaz.
İlk defa âşık oluyor gibidir, ilk defa yürek çarpmışa dönüyor gibidir.
İlk defa şevk içindedir, vecd içindedir, istiğrâk halindedir ve aşk-ı
ilâhîde müstağraktır. Onun için… biz müstağrâk adamlara pek tahammül
edemiyoruz.Bu makam-ı temkîn ayrı şey, makam-ı telvîn ayrı şeydir. Buradaki cezbe, buradaki istiğrâk, buradaki müstağrâk oluş makam-ı telvîn üzeredir. Yoksa, Peygamber-i Ekber her şeyi gördü, hiç birinde renkten renge girmedi; yalnız Makâm-ı Ahmediyyet’de idi, Makâm-ı Ahadiyyet’de idi; onun için, O temkîn sahibidir. Mûsâ, O da ulü’lazm peygamber, hem risâleti var hem nübüvveti var ama makam-ı telvînde olduğu için, bir yerde Peygamber-i Ekber’in, Peygamberlerin Peygamberi’nin, Peygamberlerin İmâmı’nın makamını hâiz olamadı.
Yani aşk diyorum.
Yani… Bunalıma gelince, biraz önceki sözümü itmâm edeyim. Batı adamının
bunalımı çok tabiîdir, muallâktadır. Doğu adamı yerinmez ve sevinmez,
çünkü dünyada yerinilecek ve sevinilecek bir şey yoktur. Ve bizim
hüznümüz Allah’adır. Biz durup dururken, kendi kendimize, kendi nefsânî
oyunlarımız için, şehevâtımız için mahzun olmayız. Bizim olsa olsa…
Peygamber-i Ekber müddet-i ömründe, Devr-i Saâdet’de gülmediler, hele
ağız dolusu hiç gülmediler; gülümserlerdi.
Yine insanoğlu, Peygamber-i Ekber’e
ittibâen ve inkıyâden Hakk’ın ayâli olan halka hizmet için mükelleftir.
Peygamber-i Ekber geceleri Hakk’a âid idi, teheccüdle; gündüzleri tebliğ
ile halka âid idi. Tebliğ gündüz ve gece duraksızdı, ayrı. Gece ile
gündüz bu mânâda tefrîk edilmez; gece ile gündüz ancak birbirini itmâm
eder, ancak birbirini tamamlar. Yalnız buradaki Hakk’a âidiyetle halka
âidiyet, Hakk ve halk tefrîkini ortadan kaldırmak ve halka hizmette
ibâdet neşvesi duymak gibi, yine burada da halka dostluk var.
Fikre dostluk, tebliğe dostluk… Düşmanlık
yok. Tenkide düşmanlık mânâsına söylemiyorum. Hiçbir şeye düşmanlık
söylemeyeceğim. Hiçbir şeye düşman olunmaz. Dostlukları, insanlar
ayırırlar. Karşımızdakiler düşman olup olmamakta muhtârdırlar. Her sabah
evinizden, Allah’a ev halkını, hâne halkını ısmarlayarak çıkınız. Onlar
size “güle güle” deyip dememekte muhtârdırlar. Hâne halkına
yaptığınızı, gayrı olmayan halka da yapınız. Yine, herkese, her zaman…
(Teşekkür ederim, bu yeni gelen arkadaşlarımı da selâmlarım. Yine “Önce selâm, sonra kelâm” derim; yine “Önce refîk, sonra tarîk”
derim ve Allah’ın selâmı üzerlerine olsun derim; ve görüneni,
görünmeyeni selâmlarım; ve evveli ve âhiri ve zâhiri ve bâtını ve
Sâhib-i Hakîkî’yi selâmlarım; Ricâlü’l-Gayb’ı selâmlarım; ve selâmlarım,
ve selâmlarım, ve selâmlarım. Sizi yeniden yormamak için bu selâmları
mükerreren arzetmiyorum; mükerreren arzetmiyorum, mükerreren arzında
fâide olduğu halde. Mükerreren arzı bize şevk ve cezbe vereceği halde,
bizi müstağrâk kılacağı halde edeb ediyorum, hayâ ediyorum. Belki acaba
bu selâmda da, bu coşkunlukta da nefs var mı, diye edeb ediyorum; ondan
imtinâ etmek istiyorum, ondan hayâ ediyorum. Onun için burada birinci
selâmımla iktifâ ediyorum. Son selâmı söyleyeceğiz “Nefesler pâyende
ola” diye; o da bir nevi son selâm olacak.)
Tabiî, insan fikre dost olunca tarihe,
coğrafyaya, ormana da dost olur, ağaca da dost olur. Orman Fakültesi
talebelerinin önünde Yaşar Kemal yürüyor, görüyorsunuz. Ve Orman
Fakültesi talebeleri yürüyorlar bu stepte, bu bozkır Anadolu’da.
Peygamber-i Ekber bir hadîs-i nebevîlerinde fem-i saâdetlerinden
buyuruyorlar, “Kıyâmet alâmetleri
belirse, kıyâmet ân meselesi hâline gelse, elinizde bir ağaç fidanı
varsa önce onu dikiniz ve sonra kıyâmete hazırlanınız.”
Orman… Orman için, ormana destan düzmek için, ormana övgü için, ormanı
kutsallaştırmak için, ağacı kutsallaştırmak için, ağaca orman
fakültelerinin üstünde orman fakültelerinin estetiğini vermek için,
orman fakültelerine cezbe vermek için, bu memleketin insanına yeni bir
şevk, yeni bir koşu, yeni bir emânet, yeni bir bayrak koşusu vermek için
bu hadîs-i nebevîden hareket etmek kâfidir.
Komşuya dost! Peygamber-i Ekber
buyuruyorlar ki, “Bana komşu hakkından öylesine bahsedildi ki, komşunun
komşudan mîrâs yiyeceğini zannettim”. Kurda kuşa dost! Görünene,
görünmeyene dost! Her ân kendi raksı üzerine olan madde
zannettiklerimize dost! Yani… “Beni Allah te’dîb etti, onun için edeb-i ilâhî ile müeddebim” diyor Peygamber-i Ekber. Bir hadîs-i kudsîlerinde de, “Allah’ın ahlâkı ile tahalluk ediniz” diyor. Allah’laşınız gibi bir şey. Sanki, Allah’laşınız, diyor.
Ömerü’l Halvetî Azîz, Türbedâr Ahmet Amiş Efendi Hazretlerine, “Ubûdiyyetiniz rubûbiyyetinizi, rubûbiyyetiniz ubûdiyyetinizi tecâvüz etmesin.”
buyurmuşlar. Ulûhiyyet tarzında biliyordum, huzûr-ı ulyâlarınıza
gelirken öğrendim ki, rubûbiyyetmiş. Çok fark var aralarında,
ulûhiyyetle rubûbiyyet arasında çok fark var. İbrâhîm’in İsmâil’i
durumunda olan bir mübârek zât, boynu ile “Evet, öyledir” diyor, İsmâil
Hakkı Bey. İbrâhîm’in… “İbrâhîm, içimdeki putları devir” İbrâhîm’inin, “ibrâhimüyyü’l-meşreb olunuz.”, “Duânın iyisi Fâtiha-yı Şerîfe’den ibârettir.” denilen İbrâhim’in İsmâil’i öyle diyor; o da tasdîk ediyor. Öyle imiş.
İBRAHİM
İbrâhîmiçimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır* put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim
Asaf Halet ÇELEBİ
(*israiloğulları’nı kudüs’ten süren Babil imparatoru. -Nebukatnezar-)
Tabiî, orman dedik, komşu dedik… Ana
toprak diyelim isterseniz, çünkü gök yağmurla, rahmet-i ilâhîyle ana
toprağı döllüyor. Azîz olan ana toprak; döllenen ana toprak; gizleyen
ana toprak, settarü’l-uyûb olan kendisinden aksi gibi, simgesi gibi ana
toprak…
Burada bir husûsu arzedeyim. Bu büyük
Osmanoğlu, bu efsanevî Osmanoğlu, bu İ’lâ-yi Kelimetullah üzere
halkedilmiş olan Osmanoğlu… İ’lâ-yi Kelimetullah kendisine verilmiş olan
Osmanoğlu, ve alınmamış olan Osmanoğlu… Verilmiş de alınmış değil; buna
bilhâssa işâret ederim. Aklımızı başımıza devşirelim; bu emânet onlara
verilmiş fakat alınmamıştır. Bunu gönlünüze nakşediniz. Gönlünüze menkuş
hâle getiriniz. Bu emânet verilmiştir, alınmamıştır. Min
tarafillah’dır. Min tarafillah kaldırılabilir. Min tarafillah
kaldırıldığına dâir bir işâret yok. Bu Osmanoğlu’na çok ihânet edilmiş.
Âl-i Osman yerine Âl-i Midhat kurmak istemişler. “Niye Âl-i Midhat olmasın”
demiş. Âl-i Midhat olsun diyen, Rumelihisarı’ndan bir misyonun hem de
bir Bektâşî Tekkesi toprağından, ama Türklerin girdiği yerden şehre
girmesini istemiş; bayrağa haç koymuş. Bakınız kitaplara, bilhâssa son
devrin ciddî kitaplarına bakınız. Büyük Reşid Paşa’dan, -beyefendiler ve
hanımefendiler-, Büyük Reşid Paşa’dan Bülent Ecevit’e kadar gelen
ihânet çizgisini iyi bilmezseniz tarihe de dost olamazsınız. Büyük Reşid
Paşa’dan, Âl-i Midhat’ı yapmak isteyen Midhat Paşa’dan, Carbonari
Cem’iyyetlerinin ilk nizâmnâmelerini tercüme eden Ziyâ Paşa’dan, oğlu
Ali Ekrem Bey’i sünnet ettirirken Cennetmekân Abdülhamîd Han’dan, Hân-ı
Mahlû’dan atiyye talebinde bulunan, hürriyet kahramanı zannedilen, hâlâ
–mekteplerin, edebiyat fakültelerinin hocaları burada- edebiyat
fakültelerinin resmî devlet şairi olan Nâmık Kemâl ve Fikret’i şimdi
anlatmak isterim size. Fikret’ten Bülent Ecevit’e kadar olan zevâtı
–zevat-ı kirâm demiyorum, onlar da küfür vazifelerini, nifâk
vazifelerini yapmışlardır- bilmezseniz tarihe de dost olamazsınız. Ali
Suâvi kendisine, yanına, koynuna verilen kadınla birlikte ajandır. Prens
Sabahattin, Ermeni komitecileri ile Paris toplantıları yapan, prens
olmayan ama bir prensesin çocuğu olan, yani eski Türk ahlâkına göre,
töresine göre yabgu olan, ama kendisini prens olarak takdim eden Prens Sebahattin… Edmond Demolins’in, yani “science sociale”i [Fréderic Le Play’nin sosyoloji ekolünü]
getirmek isteyen Prens Sebahattin’in de Katolik Kilisesi’nin ajanı
olduğuna ait vesikalar vardır. Katolik Kilisesi’nden maaş almıştır. Eski
Jön Türklerle bugünkü yeni Jön Türklerin arasında, ihânet bakımından
çok büyük bir fark olduğunu zannetmiyorum. Tarihe dost olunamadığı için,
tarihe dost olamadığımız için… Tarihe dost olacak kadar ciddî bir
ilimle ilimlenmediğimiz için, talib olmadığımız için ilim ve irfana,
tarihe de, tarih fikrine de dost değiliz.
Ağaca dost, komşuya dost, süflî olmayana
dost…. Görüyorsunuz, tabîatde her şey yerli yerinde. Nasıl klasik
medrese târifinde Allah “ezdâdı câmi” ise, insan da ezdâdı câmi’dir. İnsanda da süflî yoktur. İnsan bağırsaktan ibâret değildir. Bağırsak da insanda vardır. Ama insan gönülden ibârettir. “Elem neşrah leke sadrek” diyor, “Biz Sen’in Sadr’ını yarmadık mı, genişletmedik mi?” diyor, “Biz Sen’in Sadr’ını yarmadık mı, genişletmedik mi?” Sizin sadrınız ne zaman yarılacak, ne zaman genişleyecek?
Size, coğrafyaya da dost olmadığımız
için, Anadolu Beylerbeyliğini de artık çok görüyorlar. Hânedân-ı Âl-i
Osman’ın mülkünü, particilik yaparak 1912’den 1920’ye kadar bitirdiniz.
Eskiden vâlî gönderdiğiniz yerlere şimdi sefîr-i kebîr gönderiyorsunuz.
Son Bağdad vâlîlerinden biri, Süleyman Nazif Bey; Vâlâ Nureddin Bey’in
babası son Beyrut vâlîlerinden Nureddin Bey. Bıraktığımız Beyrut’u
görüyorsunuz. Bıraktığımız Lübnan’ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye’yi
görüyorsunuz. Bıraktığımız Irak’ı görüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye
meydanda. “Fitnenin evveli Şam, âhiri Şam.” Görüyorsunuz. Sefîr
gönderiyorsunuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendinize de dostluğunuz yok.
Uzuvlarımıza da dostluğumuz yok. Uzuvlarımıza dostluğumuz olsa… “Dost yüzünü göremezsem bu gözlerim nemdir benim” diyor. Biz dost yüzünü göremiyorsak gözlerimizin vazîfesi nedir? “Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi” diyor. “dilsizler haberini kulaksız dinleyesi”
diyor; kulağımıza dost değiliz. Gönlümüze dost değiliz. Gönlümüz
Beytullah değil. Kan deverân ettiren –ettiriyor mu ettirmiyor mu
benimki, o da meçhul- bir uzuv. Biz uzuvlarımızın da hakkını vermiyoruz.
Çünkü kendimize dost değiliz.
Kendisine dost olmayanlar, gayrıya dost
olamazlar. Kendileri ile barışa varamayanlar, gayrı ile barışa
varamazlar. Kaldı ki, savaş yoktur. Dünya, dostluk üzere halk
edilmiştir. Makâm-ı Mahmûdiyyet, Makâm-ı Ahmediyyet ve hepsinin müncer
olduğu Makâm-ı Ahadiyyet dostluk makamlarıdır. Derece derece dostluk
makamlarıdır. Ve Levlâke Sırrının Mazharı’na mevdû’dur.
Tarihe dost değiliz. Coğrafyaya da dost
değiliz. Coğrafyaya dost olmadığımızı göreceksiniz. Türkiye bir iç
harbin eşiğindedir. Bir doğu-batı meselesi çıkabilir. Anadolu
Beylerbeyliğini bile size çok görürler. Sonra, bu içinizdeki çocuklardan
Batı Trakya’yı yahut Kırım’ı kurtarmalarını ve belki orada yaşamak
imkânımız olup olmadığını araştırmak gibi bir gaflete düşeriz.
İnsanın
uykuya sırt çevirmesi lâzım. Peygamber-i Ekber uyumazlardı. Eğer
Türkiye’de insanlar, Türk insanı, Müslüman insan, Millet-i İslâmiyye’nin
insanı, İslâm Milleti’nin insanı, yeniden bir “ba’sü ba’de’l-mevt”
sırrını yaşamak istiyorsa, onu ihyâ etmek istiyorsa, yeniden bir ba’sü
ba’de’l-mevt’e doğmak istiyorsa, uykuyu kaldırmalıdır. Uykuya düşman mı
olalım? Hayır! Uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, politikaya
dost olmayalım. Her şeye dost olalım, hırs-ı mâl ve hırs-ı câha dost
olmayalım. Ben parayı sol elleri ile tutanların destanımsı, mucizemsi
hikâyeleri ile büyümüş bir arkadaşınızım.
“Feleğin kahpe başında paralansın parası”, “Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye” diyor büyük Hazret-i Neyzen. Kaddesallahu sırrâhul azîz, diyorum.
Belki şaşıracaksınız bir şâribü’l-leyli
ve’n-nehâr, bedmest bir zât-ı âliye öyle diyorum. Öyle demenin, bu
şekilde kendisini tekrîm etmenin dahi gerçekte tekrîm mânâsının dışında
kaldığına kailim; yetmiyor, bu tekrîm ve bu takdîs dahi yetmiyor.
Kusura bakmayın, ben, meslekinde konuşmak olan bir arkadaşınız değilim. Biraz önce, pek muhterem ve muazzez Süleyman Bey, “1948’de” dedi. Biraz sonra, “İlk geldiğiniz zaman”,
Ergun Bey, “ilk geldiğiniz zaman, Almanya’dan döndüğünüz zaman 1964’de
konuşmuştunuz” dedi. Beni müsâmaha ile karşılayın. Kelâmın hakkını
veremiyor olabilirim. Kelâma saygısızlık etmekten, Hakk beni vikaye
buyursun. Himâyet-i Azîzân’a ilticâ ederim. Burada bu itirâfımı da
yapayım.
Mesleklere de dost olmak var. Büyük
Osmanlı, kurduğu fütüvvet düzeninde, bazı meslekleri fütüvvet düzeninin
içine almamış. Sayyâdları almamış, -avcıları-. Kassâbları almamış,
-kasapları-. Her mahalleye bir kasap lâzımdır beyefendiler, o siz
olmayın. Kan dökücü olmayın. Maktûl olun, katil olmayın. Mazlûm olun,
zâlim olmayın. Size kassâb olmak, sayyâd olmak, dellâk ve dellâl olmak
yakışmaz. Dellâkler, vücudumuzdaki kiri önümüze koyarlar, Allah’ın
Settârü’l-Uyûb vasfını rencîde ederler. Dellâller, iki kişinin
mâbeyninde bir kişiyi iltizâm etmek durumunda kalırlar. Dellâl olmayın,
dellâk olmayın, kassâb olmayın, sayyâd-ı bî-insâf olmayın. Bazı
mesleklerin de, mesleklere sülûk da… Onlara düşmanlık ilân edilmemiş,
cem’iyyette onların da bir fonksiyonu var. Cem’iyyet, onları da bu
edebin dışında olanlara bırakmış, yahut bunu bilmeyenlere bırakmış.
Buradaki cehl, cehl dolayısıyla makâm-ı aftadır. Cehl bir nevi sebeb-i
afdır. Seyr-i sülûkda, cehl, makâm-ı mâzeret sebebi değildir. Öyleyse
bazı mesleklere sülûk edemezsiniz. Bazı meslekler de dost meslekler
değildir.
Tarihe dost, kişinin kendi uzuvlarına
dost, komşuya dost, coğrafyaya dost ve bazı mesleklere dost! Öyle ise,
öyleyse âdeta her şey tanzîm edilmiş. Hani, çok açık tanzîm edilmiş. Ne
güzel söylüyor onu, Melûl Hoca, kendi melâli içinde,
kendi rıfkı içinde. Kendisine karşı rıfk üzere değildi de, gayrıya
karşı, bu memleketin halkına karşı melâl üzere idi ve hakîkaten melûl Meriç’di. Ne güzel söylüyor:
“Her dâveti hep mağfiret, âsâniyyet,
Marûf-ı safa, münker-i nefsâniyet,
Tahkîk ile bi’n-netice öğrendim ki,
İslâmiyyetle birdir insâniyet.”
Yine bunun şevkini de söylüyor:
“Her zerrede şevk-i sermediyyet görünür.
Mahz-ı ezelliyet ebediyyet görünür.
Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte,
Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür.”
[Rıfkı Melûl Meriç]
“Dikkatle bakınca âlem-i hilkatte, Mahbûbiyyet Muhammediyyet görünür”…
Beyefendiler, günâhlarınız bile şevk
içinde olsun eğer günâh işleyecekseniz. Şevki seçiniz. Aşkı seçiniz. Ben
aşksız insanlar görüyorum; huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar,
gülüyorlar, vitrinlere bakıyorlar; hâlâ büyük büyük pazarlıklar
peşindeler, hâlâ büyük büyük ihâlelere giriyorlar. Türkiye’nin içinde
bulunduğu felâketi idrâk etmiyorlar, huzur içindeler. Onun için onlara
küsüm, onun için onlara kırgınım. Onun için, kırgınlıkta bir feyz
buluyorum. Çünkü, -vâ’d-i ilâhîde hulf yok, Allah vâ’dinde sâdıkü’l-emîn
olduğu için-, Allah diyor ki, “Gönlü kırık olanlarla beraberim”. Onun
için gönlüm kırık. Onun için gönlümdeki kırıklığı hiçbir şey, hiçbir
şevk, hiçbir neş’e bir mânâda tashîh etmiyor. Bir felâketin
eşiğindesiniz. Felâket mukadderdir, lâyetegayyer gibidir. Ola ki,
kurbiyyeti olan bir zât-ı akdes ilticâ ede. Yoksa muhakkakdır.
İnsan kendi kendisiyle dost olsa, insan
kendi kendisine karşı saygılı olsa, sâcid ile mescûd secdede bir olur,
hâl-i tevhîdde olur. İnsanın, biraz önce ubûdiyyet ve rubûbiyyet dengesi
olarak söylediğimiz insanın, kendi kendisini gözden geçirmesinin, kendi
içine bakmasının, kendi karanlığını kendi aydınlığı ile aydınlatmasının
tek mihengi, tek ölçüsü, secdede sâcid ile mescûdun ayniyeti, tevhîdî
hâlidir. Onun için Şâh-ı Velâyet, vücûdlarına saplanan okun secdede iken
çıkarılmasını istediler.
Ben konuşmayı bilmediğim için, içimden
geleni söylemeye çalışıyorum. Akıl kutsaldır beyler. Dîn-i mübîn, akıl
sâhiplerine teklîf edilir. Dîn-i mübîn, şerîat-ı garâ, akıl
sâhiblerinedir teklîf. Fakat akıl akılsızlara gereklidir. Aklı olanlar,
aşkı seçsinler ve aklı terketsinler. Akla mâlik oldukları halde… Asıl
saltanat, asıl saltanat-ı ilâhiyye mâlik olduğu şeyi terketmektedir.
Allah, hiç şüphesiz, her verdiği nimeti, hamde vesîle olsun diye,
nimetini üzerimizde görmek ister.
Size diyorum ki, tarihe dost… ama bir
yerde diyeceğim ki, ölüme dost olunuz. Âhiret dünyada başladığına göre,
dünya ve âhiret tefrîki bizim izâfî değerlerimiz olduğuna göre, biz
dünya ve âhireti kendimiz tefrîk ettiğimize göre, hadd-i zâtında kendisi
bir olduğuna göre, Bir’de bir olduğuna göre, ölüm ve yaşam diye iki
ayrı şey olmadığına göre; o zaman, nasıl kendimize dost olmak
mecbûriyyetinde isek, ölüme de dost olmak mecbûriyyetindeyiz. Çünkü
ölüm, insana gözünün akının siyahına yakınlığından daha da yakındır.
Peygamber-i Ekber, “Ölüm, insana, gözünün akının siyahına olan yakınlığından daha yakındır.”
buyuruyorlar ve asıl daha güzeli, yine Peygamber-i Ekber buyuruyorlar
ki, “Ölüm, mü’minin tuhfe-i cânıdır”. Sâhib’ine, Rabb’ına canını hediye
etmesidir, tuhfedir.
Yaşama sevincini yitirmemek, amma hiçbir
şeye yerinmemek ve sevinmemek mesleki İslâm’ındır. Bunalım, Batı
insanınındır. Batı insanı zann ile melûftur. Batı insanı hayâlperesttir.
Batı insanı tecessüs ile ma’lûldür. Ve Batı insanı vehimlidir. Doğu
insanı yerinmez ve sevinmez, tekrar söylüyorum. Mecelle’de ne güzel, ne
güzel bunlar anlatılmıştır, vehme itibâr yoktur. Mecelle, bunu fevkâlade
güzel, kendi izzeti içinde, kendi Kelâmullah’a nisbeti içinde, Kur’ân-ı
Mecîd’e nisbeti içinde vehme itibar olmadığını ve asıl tam ta’rîfiyle
tevehhüme itibar olmadığını bildirmiştir. Yine, zaten hatâsı zâhir olan
zanna da itibâr yoktur.
Şimdi
bazı hukukî meseleler söylemek istemiyorum. Hangi Marksist diyebilir
ki, toprakta mâlikiyyet yoktur? Ben size, yine Kelâm-ı Kadîm’e göre
diyorum ki, toprakta mâlikiyyet olmaz. Toprağın, ancak topraktan
müteneffi olanlar –ve müteneffi olmak için de ona hizmet edenler, hâdim
olanlar, ancak ondan müteneffi olurlar. Ve buradaki sistem de çok
âşikârdır. Bunların bir disiplin içinde îzâhı artık gerekmektedir. Vakit
gelmiştir.
Burada vakit için de bir şey söyleyeyim.
Vakte de dost olmak gerekir. Çünkü, beyefendiler, vakit de mahlûktur.
Vakit de halkedilmiştir. Vaktin de bir eceli vardır. İnsanın eceli gibi,
vaktin de bir eceli vardır. Ve vakit de mahlûktur. Şair doğru söylüyor,
“vakit dar olsa gerek”
diyor. Vakit dardır. İnsan ömrü kısadır. Bu Osmanlı’dan kalan halk,
kendisini gözden geçirsin. Biz İ’lâ-yi Kelimetullah üzere Allah’ın
vazifelendirdiği halkın devamı mıyız? Yine kendimizi gözden geçirelim,
biz Hakk’ın ayâli olan halk mıyız? Biz Hakk’ın ayâli olan halk mıyız,
kendimizi gözden geçirelim. Yine kendimizi gözden geçirelim, Ensâr’dan
mıyız, Muhâcirîn’den miyiz? Hangi ahlâk ile, Allah’ın ahlâkı ile
tahalluk etmiş miyiz? Kim karşımızda Muhâcirîn’dendir, kim Ashâb ahlâkı
ile ahlâklanmıştır, kim Ensâr’dandır? Öyleyse oturup kendi kendimizi de…
Başımızı ellerimizin arasına alarak, her türlü silâhı terk ederek, “Ben
nefsimi katlettim, hem şehîdim hem gâzî” diyerek, cihâdın küçüğünden
büyüğüne dönerek; “Ben nefsimi katlettim, hem şehîdim hem gâzî”yim
diyebilerek, bunu demenin iffetini yaşayarak, bunu diyebilmenin
temrînini icrâ ederek; kendimize karşı saygılı olarak; kendimize karşı
çok halîm, selîm ve kerîm olmadan gayrıya karşı çok halîm, selîm ve
kerîm olarak; gayrıya karşı rıfk ile, hilm ile; gayrıya asıl dost
olarak, ama önce kendimize dost olarak; tarihimize, coğrafyamıza,
ağacımıza, komşumuza, uzuvlarımıza, dişimize… Peygamber-i Ekber
buyuruyorlar ki fem-i saâdetlerinden, “Diş fırçalamak farz olacaktı.”
Eğer Peygamber-i Ekber’in Ümmet’inden ağzında dişi olmayanlar varsa,
bir tanesi bile delikse, ağzı bomboşsa, onların Kelime-i Şehâdet
getirmekten adeta utanmaları gerekir. Hayâ sâhibi olmaları gerekir.
Dişimize bile saygıyı emrediyor, bütün uzuvlarımıza, sonra gönlümüze,
sonra insanımıza, sonra vakte… Yani dostluk.
Sözümüzün başına dönüyorum, yani aşk. “Aşk gelicek cümle eksikler biter”
dendiği doğrudur. İlmin kîl u kâl olduğu doğrudur. Çünkü gerçek olan
aşktır. Doğru söylüyor Eşrefoğlu, gayet tabiî Hakk kelâmı ediyor, şiir
yazmak gayreti içinde değil. Diyor ki, “Gökten belâ yağmur gibi yağsa /
Başını ana tutmaktır adı aşk”. Tabiî, Yunus doğru söylüyor, “Aşk gelicek cümle eksikler biter”
diyerek. Tabiî, bunlar doğru. Tabiî, biz meczubu yanlış anlıyoruz. Biz
istiğrâkı yanlış anlıyoruz. Biz aşkta müstağrâk olmayı yanlış
kıymetlendiriyoruz.
Ve Peygamber-i Ekber yine söylüyorlar…
Bir zaman, bir küçük çalışma yapıyordum. Okur-yazar olmamam buna mâni
oldu. Bilemedim, emri bilemedim, kıymetini bilemedim, kendimi bilemedim,
kendime saygısızlık ettim. Ama bu saygısızlık esnâsında Yunus’la meşgul
oldum. Yunus’da kırka, elliye yakın beyit ve mısrâ yakaladım. İlm-i
hadîsde ileride değilim, ama gördüm ki, Yunus’un çok sevilen mısrâları
ve beyitleri hadîs tercümeleri. Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Sevdiklerinize sevginizi izhâr ediniz.” Yunus diyor ki, “Sevdiğimi söylemezsem, sevmek derdi beni boğar.” Görüyorsunuz ki, hilkât muhabbet üzere ve aşk üzere halkedilmiş.
Benim size emânet sözüm yok. Dost ol
kişidir ki… Şimdi emânetimi geri alıyorum. Bu kadar emânet diye
konuştuktan sonra, şimdi kendimi geri alıyorum. Ben de size emânetim.
Söz kalsın ve devam etsin. İbtidâ’da kelâm vardı tabiî. Biz, kelâmı
selâm ile itmâm ettik. Selâmdan başladık, kelâmı tüketiyorum. Dost ol
kişidir ki, öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede Peygamber-i
Ekber’in yatağında yatar, Şâh-ı Velâyet’tir. Dost ol kişidir ki, mağara
arkadaşıdır, Yâr-ı Gâr’dır, Ebû Bekr’dir. Ve bütün delikleri tıkadıktan
sonra, yılanın gelmesi muhtemel son deliği tabanı ile tıkar ve oradan
O’nu yılan ısırır.
Bir vakittir… Bir vakittir diyerek size bu mânâda da bir şey söylemeyeyim. Yalnız yine dostluk için, hani “Susayınca çağıldak sesi” diyor, “Kara ekmeğimin akça mayası” diyor. Size bir dostluk şiiri okuyarak, bana hakkınızı helâl etmenizi taleb edeyim. Diyor ki:
Dost, dost diye deli derviş gezdiğim,
Bir ağladığım, bir güleyazdığım,
Adını dağa taşa kazıdığım
Benim bir tanem dost, gözümün nuru!
Tutmaz elim, topal ayağım uğru,
Amansız kara bahtımdan ötürü
Kan ter dolandığım yollar gölgesi.
Kara ekmeğimin akça mayası,
Susayınca çağıldak sular sesi,
Biraz sonra diyecek ki, “Gözyaşımı gözden
gizli silenim”. “Susayınca çağıldak sular sesi”, “Kara ekmeğimin akça
mayası.” Şiire dönüyorum:
Ay aydınlığım, gün ışığım, canım,
Bayramım, bolluğum, yemişim, yenim,
Gözyaşımı gözden gizli silenim!
Pek garipçe kaldım köyümde, ıssız,
Otsuz, ocaksız, akılsız, ayvazsız.
İki elin kanda olsa, durma, tez
Dağ başını duman almadan beri,
Eyüb sabrım, eyi düşlerim yoru,
Yet bu yana! Avarayım, yet, yürü!
[Ahmet Muhip Dranas]
Eyi düşlerimin yorumu, kara ekmeğimin akça mayası, susayınca çağıldak sular sesi… Dost budur. Hakk dost!
Şimdi, bir şey daha, bir emânet daha
söyleyeyim. Hep cezbeden, aşktan bahsettim. Fakat size ehl-i aşk için de
bir hadîs-i nebevî söyleyeceğim. Peygamber-i Ekber buyuruyorlar ki, “Ehl-i aşk ile meşveret eylemeyiniz.”
Onlar ehl-i temkîn değillerdir. “Ehl-i aşk ile meşveret eylemeyiniz.
Zira onların kalpleri muhterik, akılları maslûb olduğundan re’y-i
tedbîrleri olmaz.”
Ve kelâm, ölüme dostluğa kadar kelâm
burada tükeniyor. Kelâmı tükettim. Yine selâma dönmüş oldum. Ve size
diyorum ki, gözü ışımış olun. Çünkü sabah oluyor. Şeb-i yeldâdan geçtik,
küfür bitti. Küfür bir zatta kemâlini bulmuştu, bitti. Şimdi onun
önünde duruyorlar, şimdi putperestliği onun önünde icrâ ediyorlar. Nifâk
bir zatta idi, o da bitti. Riyâ devrini geçiyoruz beyler. Hiçbir tünel
ebedî değildir; ebedî olursa adına tünel denmez. Hiçbir tünel ebedî
değildir. Ve Yahya Kemal Bey yanlış söylüyor, “İmân bir şevk olan zamanlar geçti”
diyor. Geçmemiştir. İmân bir şevk olan zaman tekrar gelmiştir.
Ebedîdir. Her zaman öyledir. Her zaman imân bir şevktir. O zaman
geçmemiştir. Onun vakt-i eceli… Hani, onun vakti henüz ecelsizdir;
sonunda mukadderdir o.
Son sözüm: “Nefesler pâyende ola. Demler, safâlar müzdâd ola. Kulûb-ı âşıkan küşâde ola…”
Bana hakkınızı helâl ediniz.
Hiç yorum yok