MEKTUBAT-I RABBANİ 349. MEKTUP

MEKTUBAT-I RABBANİ 349. MEKTUP



MEVZUU:

a) İmamet bahsi..

b) Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin hakikati ve onlann muhalifleri. Eh!-i sünnet’in ifrat ve tefritten uzak olduğu ki, bunun birini rafıziler, diğerini de hariciler tercih etmiştir.

c) Resulullahın ehl-i beytinin medhi, Allahu Taala ona ve âline salât ve selâm eylesin.

Bu münasebetle bazı hususların beyanı.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Muhammed Taki’ye yazmıştır.

Rahman Rahim Allah’ın adı ile.

Allah’a hamd olsun. Salât ve selâm Allah’ın Resulüne.. Sizlere dahi dualar etmekteyim.

Şunu bildirmek isterim ki: Fukaraya (dervişlere) muhabbet duymak, onlarla irtibat kurup kendileri ile ülfet etmek, bu taife-i aliyyenin sözlerini dinlemeye rağbet, bu üstün tabakanın vaziyetlerine ve işlerine meyilli olmak yüce Sultan Allah’ın en güzel nimetlerinden ve o yüce Zat’ın en büyük inayetlerindendir.

Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz, bu manadan olarak,, söyle buyurdu:

“İnsan sevdiği ile beraberdir.”

Bu mana icabı olarak, sevenleri onlarla olup yakınlık hareminde onların yedeğinde bulunan mahremleridir.

***

Ey Muvaffık,

Oğlum Hace Şerafeddin Hüseyin haber verdi ki, bütün bu güzel vasıflar onda vardır; hem de çeşitli meşguliyetleri olmasına rağmen.. Bu güzel muamele dahi, onca makbul olup özüne işlemiştir. Hem de, sınırsız meşguliyetlerinin bulunmasına rağmen.. Bunun için, Sübhan Allah’a hamd ü şükürler olsun.

Çünkü, sizin salâhınız, büyük bir cemaatın salâhı olup, felahınız dahi büyük bir topluluğun felahıdır.

Sözü geçen anlattı ki:

-Sizin kelâmınızı sever; sizin ilimlerinizi dinlemeye rağbeti vardır. Eğer kendisine, bazı sözleri yazarsanız, pek güzel ve pek yerinde olur.

Bunun için, bazı cümleleri, kabul olunur ümidi ile yazmak istedim.

Bilhassa, bugünlerde; imamet bahsi daha çok anlatıldığı ve bu babda her şahıs zan ve tahminle kelâm gördüğü için, istedim ki, bu bahiste zaruri olarak hiçbir satır yazayım. Bu arada, ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin hakikati ile, muhaliflerin mezhebini açıklayayım.

***

Ey Talib-i Necat… Ehl-i sünnet vel-cemaat alâmetlerindendir ki, Hazret-i Ebu Bekir (ra) ve

Hazret-i Ömer (ra) daha faziletli biline ve Hazret-i Ali ile (ra) Hazret-i Osman (ra) dahi sevile..

Hazret-i Ebu Bekir (ra) ile Hazret-i Ömer’in (ra) daha faziletli olduğu inancı ile, Hazret-i Osman (ra) ile Hazret-i Ali’nin sevgisi birleştirilir ise bu, ehl-i sünnet vel-cemaatın hususiyetlerinden olur.

Hazret-i Ebu Bekir (ra) ile Hazret-i Ömer’in (ra) daha faziletli oldukları sahabenin ve tabiinin icmaı ile sabittir. Bu mana imamların en büyüklerinden nakledilmiştir. Bunların biri de İmam-ı Şafii (m) olmuştur.

Şeyh Ebül-Hasan Eş’ari şöyle anlattı:

Hazret-i Ali’nin (ra) hilâfeti sırasında ve kendi ülkesinde, taraftarlarından büyük bir topluluk huzurunda şöyle dediği sabittir:

-Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer, bu ümmetin en faziletlileridir. Allah onlardan razı olsun.

Zehebi’nin anlattığına göre, İmam-ı Buhari’nin dahi ondan rivayet ettiğine göre Hazret-i Ali (ra) şöyle demiştir:

-Resulullah’tan (sav) sonra insanların en faziletlisi, Ebu Bekir, ondan sonra da Ömer, daha sonra da bir başka kimsedir. Bunun üzerine, oğlu Muhammed b.Hanefi’ye şöyle dedi:

-Sonra sensin…

Amma Hazret-i Ali (ra) ona şu cevabı verdi:

-Ben, ancak, Müslümanlardan bir kimseyim.

Hulasa… Hazret-i Ebi Bekir’in ve Hazret-i Ömer’in (ra) daha faziletli olma durumu, ravilerin çokluğundan ötürü, zaruret sınırına vardı. Bunu inkâr etmek dahi, ya cehaletten ileri gelir yahut taassuptan.

Şia’nın en ileri gelenlerinden olan Abdürrezzak, inkâr mecali bulamadığından gayr-i ihtiyari Hazret-i Ebu Bekir’in ve Hazret-i Ömer’in daha faziletli olduklarını söyledi. Allah onlardan razı olsun. Bu manada şöyle demiştir:

-Madem ki, Hazret-i Ali (ra), Hazret’i Ebu Bekir’i (ra) ve Hazret-i Ömer’i

(ra) kendisinden daha faziletli görmüştür; ben de bu görüşüne katılıp onları Hazret-i Ali (ra) üzerine daha faziletli olarak kabul etmeseydi; ben de

onların daha faziletli olduklarını saymazdım. Benim için vebal olur ki: Hem

Hazret-i Ali’yi seveyim; hem de onun arzusuna aykırı hareket edeyim.

Hazret-i Osman’ın (ra) ve Hazret-i Ali’nin (ra) hilâfetleri zamanında fitnelerin zuhuru ve insanların işlerinde karışıklık peydah olduğu; bu yüzden dahi insanların kalblerinde sınırsız sıkıntılar hasıl olup Müslümanlara arasına buğuz ve düşmanlık girdiği için, zaruri olarak, Hazret-i Osman’ı ve Hazret-i Ali’yi sevmek, bir şahsın Ehl-i sünnetten oluşuna şart sayıldı. Allah onlardan razı olsun. Ta ki, bu yüzden bilmeyen bir kimse, Hayrü’l-be-şer Resulullah’ın (sav) ashabına kötü zan beslemeye. Resulullah’ın halifelerine ve kaimmakamlanna buğuz ve adavet gizlemeye. Ona salât ve selâm olsun. Bu manadan olarak, Hazret-i Ali’yi (ra) sevmek, ehl-i sünnet olmanın şartı oldu. Her kimde ki bu mahabbet yoktur; o kimse, ehl-i sünnet haricidir.

O kimse ki, Hazret-i Ali’nin (ra) sevgisinde ifrat tarafı tutar ve yerinde olacak miktardan daha ziyadesine düşer ve bu mahabbette galeyana gelip Hayrü’l-beşer Resulullah’ın (sav) ashabına da söver, böylelikle de ashabın, tabiinin, selef-i salihinin yolunu dahi terk edip gider, bunun adına:

-Rafızi… denir.

Ehl-i sünnet, Hazret-i Ali’nin (ra) sevgisinde, rafızilerin ve haricilerin tuttuğu ifrattan ve tefritten uzak olarak, orta hallidirler. Hiç şüphe edilmeye ki, hak ortadadır, ifrat ve tefrit iki mezmum şeydir. Bu manadan olarak, İmam-ı Ahmed b.Hanbel, Hazret-i Ali’den (ra) naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:

“Sende İsa’dan yana bir benzerlik var. Yahudiler ona düşmanlık edip anasına bühtan attılar. Nasara dahi onu sevip kendisinde olmayan bir menzile oturttular.”

Yani Hazret-i İsa’ya:

-Allah’ın oğludur, dediler. , Bu manadan olarak, o iki zümre için Hazret-i Ali (ra) şöyle dedi:

-Her iki müfrit dahi helake vardı. O kadar ki, beni sevenler, bende olmayanı bende sabit gördü Diğeri dahi bana düşman oldu; bu düşmanlıkla bana iftira etti.

Hazret-i Ali (ra) bu cümlesi ile, haricilerin durumunu Yahudilere benzetti; rafızileri dahi, Nasaraya… Onlar bu durumları ile, hak olan ortanın bir yanına düştüler.

Hazret-i Ali’yi (ra) sevenleri ehl-i sünnetten saymayıp da onu sevmeyi rafızilere has bilen ne kadar cahildir, hayret! Hazret-i Ali’yi sevmek, rafızi alâmeti değildir; asıl rafızi alâmeti odur ki: Üç halifeden teberri edile.. Ashab-ı kiramdan teberri etmek ise, mezmum olup öyle yapan dahi ayıplanır.

Bu manada, İmam-ı Şafii’den şöyle bir şiir vardır.

Al-i Muhammed’i sevense rafızi

Şahid olsun ins ü cin benim rafızi.

Bu şiirle anlatılmak istenen şudur: Ali-i Muhammed’i sevmek, rafızilik değildir. Yani: Bazılarının sandığı gibi… Her ne kadar, bu sevgi için:

-Rafızilik… demiş olsalar da, mezmum olan rafızilik değildir.

Zira, rafıziliğin kötülüğü ancak şu manadan gelmektedir ki, diğerlerinden teberri edilip anlatılır. Ama onları sevmek cihetinden değil. Yani Al-i Muhammed’i sevmek…

Üstte anlatılan manadan ötürü Resulullah’ın (sav) ehl-i beytini sevenler, ehl-i sünnet vel-cemaattan olmaktadır. Ki bunlar: Hakikatta ehl-i beyt şiasıdır.

Şayet ehl-i beyte mahabbet davası güdenler, kendilerini dahi onların şiasından sayanlar, eğer mahabbetlerini ehl-i beyte kısıtlamayıp diğerlerinden teberri etmeden Resulullah’ın bütün ashabına tam manası ile tazim ve tevkir edecek olsalardı ve onların arasında geçenleri daha iyiye yormuş olsalardı bunlar dahi ehl-i sünnete dahil olmak sureti ile harici olmaktan ve rafızilikten çıkarlardı. Çünkü:

Ehl-i beyte mahabbetin olmayışı, hancılıktır.

Ashabdan teberri etmek, rafıziliktir.

Bütün ashaba saygılı olarak ehl-i beyti sevmek ise, sünnettir.

Hulasa Sünni olmanın binası, Resulullah (sav) Efendimizin ashabını sevmektir. İnsaf sahibi akıllı kimse odur ki: Ehl-i beyti sevmesine binaen ashab-ı kirama buğuz etmeye… Resulullah (sav) Efendimizin sevgisine uyarak, onların tümünü seve… Zira bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

“Bir kimse onları severse, beni sevdiği için sever, onlara bugzeden dahi bana buğzettiği için buğzeder.”

***

Biz, tekrar esas sözümüze dönelim. Deriz ki:

-Ehl-i sünnet vel-cemaatta, ehl-i beyt mahabbetinin olmayışı, nasıl zannedilebilir? Halbuki bunlar katında onlara mahabbet duymak, imanın bir parçası durumundadır. Yine onlar katında, son nefesin selâmetle verilmesi bunlara karşı beslenen sevginin kalbe yerleşmesine bağlıdır.

Bu Fakir’in muhterem pederi, pek çok zamanlarda, ehl-i beyt sevgisine rağbet ettirirdi. Kendisi dahi, zahir ve batın ilmini bilirdi. Bu manada derdi ki:

-Son nefesin selâmetle kapanmasında, ehl-i beyte olan mahabbetin büyük dahli vardır. Yerinde olur ki, bu hususta tam manası ile riayet edile.

Bu Fakir, onun ölümle sonuçlanan hastalığında yanında hazır idim. Az da olsa, bu aleme karşı bir şuuru vardır. O vakit bu kelâmını anlatıp o mahabbetin açıklanmasını istedim; o halet içinde şöyle dedi:

-Ben, ehl-i sünnet ehl-i beyt mahabbetine dalmışım. Böylece, yüce Hakkın şükrünü eda ediyorum. Ehl-i beytin mahabbeti, ehl-i sünnetin sermayesidir.

Ne var ki, muhalifler, bu manadan yana gaflet içindedirler. Onları orta halli sevmeyi bilmemektedirler. Kendileri için, ifrat tarafını tercih edip bunun ötesine de tefriti (sevgisizliği) sanarak, haricilik hükmü verdiler. Bunu da haricilerin mezhebi sandılar.

Bunlar bilmezler ki, ifrat ve tefrit arasında bir orta sınır vardır; bu da, hakkın merkezi ve doğruluğun yeridir. Bu durum dahi, ehl-i sünnet vel-cemaata nasib olmuştur. Allahu Taala, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin.

Asıl şaşılacak bir durum vardır ki; o da şudur: Ehl-i sünnet olanlar o kimselerdir ki, haricileri katletmişler ve ehl-i beyt düşmanlarını da kökünden temizlemişlerdi. Bu vakitte dahi, rafıziliğin ne ismi vardı; ne de resmi. Olanlar olsa da, yok hükmünde idiler.

Bunlar kendi fasit inançlarına göre, ehl-i beyti sevenleri rafızi tasavvur ettiler. Ehl-i sünneti dahi bu alâkadan dolayı, rafızi olarak hayal ettiler.

Bu ne şaşırtıcı bir muameledir ki, ifrat derecede muhabbet olmayışından dolayı, ehl-ı sünneti bazan haricilerden sayarlar; bazan da onlarda mahabbetin kendisi olduğu için rafızi sayarlar.

Yine bunları, cehaletlerinden ötürü görürsün ki: Muhammed’e sevgi izhar eden ehl-i sünnetten büyük velileri kendi zanlarına göre rafızilerden sayarlar.

Diğer üç halifeye tazim edip saygılı olmaya teşvik eden ve ifrat derecede muhabbetten dahi men eden pek çok büyük ehl-i sünnet alimlerini dahi harici sanırlar.

Ah! Bin kere ah! Bilhassa bu münasebet almayan cür’etlerinden dolayı.

Mahabbetin ifratından ve tefritinden Allahu Taala bizi korusun…

Mahabbetin ifratından dolayıdır ki, mahabbetin tahakkuku için, üç halifeden teberriyi şart koştular. Hatta diğerlerinden de… İnsaf gerek. O mahabbetin manası nedir ki, husulü için, Resuluilah’ın (sav) naiplerinden ve yerine kaimmakam olanlardan teberri şart olur? Hatta o Hayrü’l-beşer’in (sav) ashabına sövülüp taan dahi o mahabbetin şartı olur? Allah onların tümünden razı olsun.

Onlara göre, ehl-i sünnet olanların günahı o ki: Ehl-i beytin mahabbeti ile ashabın tümüne saygı göstermeyi birleştirmişlerdir; ikisini bir arada görmüşlerdir. O kadar ki: Onlardan hiçbirini, aralarında münazaaların olmasına rağmen, kötülükle anlatmazlar. Onları beşeri saplantılardan ve nefsani arzulardan tenzih ederler. Yani aralarında geçen işlerden dolayı. Bunu da, Resulullah’ın sohbetine tazim için yapar; onun ashabına ikram babında yerinde görürler. Durum böyle olmasına rağmen, haklıya haklı; batıla da batıl olduğunu söylerler. Ama, bu batıl olma durumunu, heva ü hevesten tenzih edip görüşe ve içtihada havale ederler.

Rafıziler ehl-i sünnet vel-cemaât olanlardan ancak şu şartlar altında razı olurlar:

a) Kendileri gibi, sair ashab-ı kiramdan teberri edecekler.

b) Kendileri gibi, bu büyüklere kötü zanda bulunacaklar. Nitekim, haricilerin rızası dahi şunlara bağlıdır:

a) Ehl-i beyte düşmanlık güdülecek.

b) Al-i Muhammed’e dahi buğuz edilecek.

Resulullah Efendimize salâtlar ve selâmlar. Ashabın, dahi hepsinden Allah razı olsun.

Bir ayet-i kerime meali:

“Rabbimiz, bize hidayet eyledikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Bize, katından rahmet hibe eyle; zira sen hibesi en çok olansın.”(3/8)

***

Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet vel-cemaat büyükleri katında, birbirleri ile münazaa vaktinde, Resulullah (sav) Efendimizin ashabı üç fırkaya ayrılmıştır:

a) Delil ve içtihad ile, haklı oluşun Hazret-i Ali tarafından olduğunu bilmiş olanlar.

b) Delil ve içtihad ile, hakkı olmanın diğer tarafta olduğunu görmüşlerdir.

c) Çekimser duranlardır. Bunlar, delil ile hiçbir tarafı tercih etmemişlerdir.

üstte anlatılan manadan ötürü, içtihadları iktizasına göre, Hazret-i Ali (ra) tarafına birinci taife için yardım gerekli oldu.

İkinci taifeye ise, içtihadlarının müeddi olduğu manada, diğer tarafa yardım etmeleri gerekli oldu.

Üçüncü taifeye ise, durmak gerekli oldu. Bunlar hakkında, birinden birini tercih etmek hata oldu.

Durum anlatıldığı gibi olunca, her fırka, kendi içtihadına göre amel edip kendilerine vacib olan ve uhdelerine düşen ile amel etti. Bu manadan ötürü, onlar hakkında ayıplamanın ne yeri olur? Onlara taan etmek nasıl yakışık alır? Bu hususta İmam-ı Şafii’nin şöyle dediği anlatılmıştır:

-O bir kandı, Allahu Teala, ellerimizi ondan temiz bıraktı; biz de dilimizi ondan yana temiz tutalım.

Aynı mana, Ömer b.Abdülaziz’den de anlatıldı. Allah onlardan razı olsun.

Üstte anlatılan ibareden de anlaşılıyor ki, bir tarafın haklı olduğu, diğer tarafın dahi hatalı olduğu üzere dudak oynatmak, onların her birini, hayrın dışında bir mana ile anlatmak dahi yerinde değildir.

Resulullah (sav) Efendimizin bir hadis-i şerifinde bu manayı şöyle anlattı:

“Ashabım anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz.”

Bunun açık manası şudur:

-Ashabım, aralarındaki münazaa dolayısı ile veya başka bir hususta anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz; bir tarafı, diğer taraf üzerine tercih etmeyiniz.

Lâkin, ehl-i sünnet uleması topluluğu, kendilerine delillerle zahir olan manadan ötürü hakkın Hazret-i Ali (ra) tarafından olduğuna; muhaliflerinin dahi, hata yoluna girdiklerine zahib olmuşlardır. Ne var ki, burada anlatılan hata, içtihada dayalı bir hata olduğundan, levm etmekten ve taanda bulunmaktan uzak olmaktadır. Tahkirden tenzih edilip ayıplamaktan dahi beri kılınmıştır.

Hazret-i Ali’nin (ra) şöyle dediği nakledilmiştir:

-Kardeşlerimiz bize asıl geldiler; ama onlar ve küffardır, ne de fasıklar. Zira, kendilerinden küfrü ve fışkı atacak tevilleri vardır.

***

Gerek ehl-i sünnet, gerekse rafıziler; her ikisi de, Hazret-i Ali’ye (ra) karşı savaşanları hatalı bulup hakkın, onun tarafında olduğunu söylerler. Ne var ki, ehl-i sünnet, tevilden naşi:

-Hata…

Lâfzı üzerine fazla bir şey ıtlak etmezler. Yani Hazret-i Ali’ye (ra) karşı savaşanlar için onlara taan edip ayıplamaktan dillerini tutarlar. Bu babda, Hayrü’l-Beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbeti hakkına riayet ederler;



ona salât ve selâm olsun. Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: “Ashabım hakkında, benden sonra garaz tutmayınız.”

Yani ashabımı ayıplayıp onlara kin, garaz bağlamaktan sakının; bu manada Allah’tan korkun. Zira, bu cümlede geçen, lâfza-i celâli, işin ehemmiyetine göre, tekid için kullanılmıştır.

Resulullah (sav) Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:

“Ashabım yıldızlar gibidir; hangisine uysanız, hidayete erersiniz.”

Ashab-ı kirama tazim ve onlara karşı saygılı olmak babında çokça hadis-i şerif varid olmuştur. Bu manadan ötürü, onların tümüne karşı izzet ikram göstermek yerinde olur. Onlann yanılmalarını dahi, iyiye yormak lâzımdır. Bu meselede, ehl-i sünnetin yolu budur.

Rafizilere gelince… bu babda galeyana gelmektedirler. Hatta o kadar ileri gitmektedirler ki, Hazret-i Ali (ra) ile savaşanların küfrüne hükmetmektedirler. Onlar hakkında çeşitli taan edip ayıplamanın çeşitli sözlerini kullanarak, dillerini kirletmektedirler.

Eğer gaye, hakkın Hazret-i Ali (ra) tarafında olduğunun zuhuru, ona karşı savaşanların hatalarını da izhar ise, bu hususta ehl-i sünnetin tercih ettiği yol yeterlidir; itidal üzeredir.

Din büyüklerine taanda bulunmak, dinden ve diyanetten uzaktır. Nitekim, rafıziler bu yolu tutmuşlardır. Sanmışlardır ki, Resûlullah’ın ashabına kötü söylemek, dinleri ve imanlandır. O ne kötü bir dindir ki; onun en büyük parçası Resûlullah’ın (sav) naiplerine sövüp onun halifelerine kötü söz etmektir.

Bid’at ehli taifeden her biri, bir bid’at yolunu tutup onunla ehl-i sünnetten ayrıldı. Ne var ki, harici ve rafızi fırkaları, onların tümü arasında haktan ve doğrudan en uzak olanıdır. Cidden durum budur. Din büyüklerine sövüp lanet okumak, onların imanlarının en büyük parçası olunca, onların haktan yana nasıl nasibi olabilir?

Rafıziler, on iki fırkaya ayrılmıştır. Bütün bu fırkalar, Resulullah (sav) Efendimizin ashabına küfür eder ve Hulefa-i Raşidin’e sövmeyi dahi kendilerine göre ibadet(!) olarak itikad ederler. Ve bu cemaat, kendilerine:

-Rafızi, isminin verilmesinden sakınırlar ve inanırlar ki, rafıziler kendilerinden başkasıdır. Şu manadan ötürü ki: Hadis-i şeriflerde, rafıziler hakkında, çok şiddetli tehditler vardır.

Keşke onlar; rafızilik sözünün manasından sakınıp Resûlullah’ın (sav) ashabından teberri etmekten dahi sakınmış olsalardı.

Hindistan beldelerinin Hanud’u, yani Mecusileri dahi, kendilerine:

-Hanud, ismini verip küfürden sakınırlar ve kendilerini küffardan saymazlar. Sanırlar ki: Dar-ı harpte olanlar küffardır. Bu anlayışta da yanılırlar. Çünkü her iki sınıf da, küfrün hakikati ile tahakkuk etmiştir.

Bunlar, Resûlullah’ın (sav) ehl-i beytini de kendileri gibi sanmışlardır. Onları da hayal etmişlerdir ki, Hazret-i Ebu Bekir’e (ra) Hazret-i Ömer’e (ra) düşmandırlar. Yine bu taife ehl-i beytin ileri gelenlerine iki yüzlülük hükmü verip onları münafık sanırlar; aldatmacı olarak kabul ederler. Yine sanırlar ki Hazret-i Ali (ra) Hutefa-i Raşidin ile otuz sene, münafık arkadaşlığı gibi, tü’kat hükmü ile arkadaşlık etti. Hakları olmadan yersiz olarak, onlara tazim edip saygı gösterdi. Bu ne biçim muameledir ve ne biçim cemilekârlıktır!…

Eğer Resûlullah’ın (sav) ehl-i beytine mahabbet, Resulullah’a mahabbet sebebi ile olmakta ise, yerinde olur ki, Resûlullah’ın (sav) düşmanlarına dahi, aynı şekilde düşman olalar. Onlara dahi, ehl-i beyt düşmanlarına sövmekten daha çok sövüp lanet edeler. Halbuki, bu taifenin hiçbirinden, Ebu Cehil’e sövüp lanet eden duyulmamıştır. Halbuki o, Resûlullah’ın en şiddetli düşmanlarından idi. Resulullah’a (sav) dahi, her çeşit ezayı ve cefayı yapmıştır. Durum böyle olmasına rağmen, onların hiçbiri, Ebu Cehil’in kötülüğünü anlatma babında dilini oynatmamıştır.

Hazret-i Ebu Bekir’e gelince, erkekler arasında, Resulullah (sav) Efendimize en sevgili olanıdır. Kendi bozuk kanatlarına göre, onu da, ehl-i beyte düşman bilip ona sövüp taan etmekle dillerini uzatırlar. Kendisi ile münasebeti olmayan işleri ona bağlarlar. Bu nasıl dindir ve nasıl diyanettir!..

Allah saklasın… Takdir eylemesin ki, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer ve sair ashab-ı kiram Resûlullah’ın (sav) ehli beytine düşman olalar. Allah onlardan razı olsun. Resulullah (sav) Efendimizin âline buğzedip adavet besleyeler.

Keşke bu insaf libasından soyunanlar, ashab-ı kiramın büyüklerinin ismini söylemeden ehl-i beyt düşmanlarına sövselerdi ve din ulularına kötü zan izhar etmeselerdi; o zaman, bu hususta ehl-i sünnet ile aralarında muhalefet kalmaz, kalkardı. Zira, ehl-i sünnet dahi ehl-i beyt düşmanlarına adavet ederler. Onları taan ederek ayıplarlar.

Ehl-i sünnetin iyilikleri arasındadır ki, küfrün her çeşidine girip o hali ile müptelâ olan belli bir şahsın dahi küfrüne kail olup da; cehennemlik olduğunu söylemezler. İşin sonunda tevbe edip İslâm dinine girme ihtimali olduğundan, ona lanet edilmesine dahi cevaz vermezler.

Onların…

-Lanet, sözü edilmesine verdikleri cevaz, bir şahıs tayini edilmeden mutlak olarak umum kâfirler üzerinedir. Bilhassa, kesin delille, son nefesini kötü olarak verdiği bilinmeyen bir kimseye öyle bir lanet edilmesine asla cevaz vermezler.

Rafizilere gelince… hiç sakınmadan, Hazret-i Ebu Bekir’e (ra) ve Hazret-i Ömer’e (ra) lanet okumakta ve ashabın ileri gelenlerine dahi sövüp taan etmektedirler. Hem de, hiç aldırış edip korku duymadan… Allahu Teala, onları doğru yola hidayet eylesin.

Bu bahiste, ehl-i sünnet ile, onların muhalifleri arasında büyük bir ihtilâf vardır. Bu dahi, iki makamda olmaktadır. Şöyle ki:

BİRİNCİ MAKAM

Ehl-i sünnet, dört halifenin de hilâfetinin hak olduğuna kaildirler. Bu dört halifeden her biri için derler ki:

-Hakkı ile halifedir.



Şu manadan ötürü ki; mugayyebattan haber yolu ile, bu babda hadis-i şerif varid olmuştur ve şudur “Benden sonra hilâfet otuz senedir.”

Anlatılan bu müddet dahi Hazret-i Ali’nin (ra) hilâfeti ile sona erip tamam olmuştur.

Bu hilâfet tertibi dahi hak üzeredir.

Ehl-i sünnet muhaliflerine gelince… üç halifenin haklı hilâfetini kabul etmeyip inkâr ederler; onların hilâfetini dahi, zorbalığa ve tağallübe bağlarlar. Hazret-i Ali’den (ra) başkasını hak üzere imam olduğuna itikad etmezler.

Bu üç halifeye Hazret-i Ali’den (ra) gelen biati dahi, iki yüzlülüğe hamlederler. Ashab-ı kiram arasındaki arkadaşlığı dahi, nifak olarak kabul ederler. Aralarındaki mudarayı dahi hilekârlık, kandırmacılık tasavvur ederler. Çünkü, bunların fasit inançlarına göre, Hazret-i Ali’nin (ra) muvafıkları, onun muhalifleri ile, iki yüzlülük hükmünce münafık arkadaşlığı etmiştir. Dilleri ile, izhar ettikleri kalblerindekinin aksidir.

Bu taifenin kanaatına göre; Hazret-i Ali’nin (ra) muhalif tarafı, kendisinin ve kendisine muvafakat edenlerin düşmanıdır. Hazret-i Ali’nin (ra) ashabı dahi, nifak yollu olarak öbürlerinin ahbabıdır. Dostluk suretinde düşmanlık izhar etmişlerdir.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; Resulullah (sav) Efendimizin bütün ashabı, bunların bozuk inançlarına göre münafık idi; hilekâr ve aldatmacı idi. Dış durumları ile, içlerinde sakladıklarının aksini izhar ederlerdi. Böylelikle bu ümmetin şerlileri(!) bu firaka göre ashab-ı kiramdır. Yine bunlara göre, sohbetlerin en şerlisi ve kötüsü de, Hayrü’l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbetidir. Zira, onlara göre, böyle olan ahlâk-ı zemime ondan gelmiştir. Yine, asırların dahi, en şereflisi, ashab-ı kiramın bulunduğu asırdır. Zira, onlara göre o devir; nifak, adavet, buğuz ve hasedle doludur. Halbuki, Allahu Teala, ashab-ı kiram için, Kur’an-ı Mecid’inde şöyle buyurdu:

“…kendi aralarında merhametlidirler.”

Allahu Teala, onların kötü itikadlarından bizleri korusun.

Bu taifenin anlattığına göre, eğer bu ümmetin sabıkları anlatıldığı gibi, kötü ahlâkla muttasıf idiyse, onlara sonradan katılanlarda nasıl hayır bulunur?

Bu taife, Kur’an ayetlerinde ve hadis-i şeriflerinde gelen; Resulullah (sav) Efendimizin sohbetinin fazlına, ashab-ı kiramın dahi faziletine, bu ümmetin dahi hayırlı ümmet olduğuna dair manaları hiç görmemişlerdir. Yahut onu görmüşler velâkin, ona inanıp tasdik etmemişlerdir.

Halbuki, Kur’an ve hadis, ancak ashab-ı kiramın tebliği ile bize ulaşmıştır. Ashab-ı kirama taan edilince durum nasıl olur? Onların sebebi ve onların yolu ile, Kur’an dahi zaruri olarak taana uğramış olur. Böyle bir manadan dolayı Allah’a sığınırız.

Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca, her halde bu zümrenin kasdı dini iptal edip Resulullah (sav) Efendimizin şeriatını inkâr etmektir. Dış. surette, ehl-i beyte mahabbet izhar edip hakikatte onun şeriatını iptala çalışırlar.

Keşke bunlar, Hazret-i Ali’yi ve onun taraftarlarım hallerine bıraksalardı da, onları mekir ve nifak ehlinin damgası olan iki yüzlü olmakla damgalamasalardı.

Yine onların anlattıklarına bakılarak; Hazret-i Ali’nin (ra) taraftarlarında ve muhaliflerinde ne gibi bir hayır olabilir ki? Onlar birbirleri ile, tam otuz sene münafık olarak arkadaşlık etmişlerdir. Hile ve aldatmaca ile birbirleri için geçinmişlerdir. Şimdi bunlara nasıl itimad edilir!..

Yine bu zümre, ashaptan bu Hüreyre’ye (ra) taan ederler. Ama, bilmezler ki, ona taan etmekle şer’i hükümlerin yansına taan etmek vardır. Bu manadan olarak, muhakkikin ulema şöyle demiştir:

-Dini hükümlere dair üç bin hadis-i şerif gelmiştir.

Yani sünnet olarak, seri hükümlerden üç bin hüküm tesbit edilmiştir.

Ve bu hükümlerin bin beş yüzü, Ebu Hüreyre’nin rivayeti ile tesbit edilmiştir.

Üstte anlatılana göre, Ebu Hüreyre’ye (ra) taan etmek, şer’i hükümlerin yansına taan etmektir.

Bu hususta, İmam-ı Buhari şöyle anlattı:

-Ebu Hüreyre’nin ravileri ashab-ı kiramdan ve tabiin-i izamdan sekiz yüzü (veya altı yüzü) geçer. Bunlardan bir tanesi de İbn-i Abbas olup İbn-İ Ömer dahi ondan rivayet etmiştir. Enes b.Malik ve Cabir b.Abdillah dahi onun ravileri arasındadır. Allah onlardan razı olsun.

Ebu Hüreyre’ye taan yolunda, Hazret-i Ali’den (ra) nakledilen hadis iftira yollu bir hadistir. Nitekim bunu, ulema tahkik etmiştir.

Resulullah (sav) Efendimizin Ebu Hüreyre’ye (ra) fehimli olması yolundaki duası dahi, ulema arasında bilinen bir şeydir. Ebu Hüreyre (ra) bizzat kendisi bunu şöyle anlatmıştır:

-Resulullah (sav) Efendimizin bir meclisinde hazır idim. Şöyle buyurdu:

“Sizden kim ridasını yayar ki, ona makalemi feyiz olarak bırakayım da; onu kendisine sardıktan sonra, bir daha onları unutmaz.”

Bunun üzerine üzerimde bulunan örtüyü yaydım; Resulullah (sav) Efendimiz feyiz makalesini ona bıraktıktan sonra, alıp göğsüme bastırdım. Bundan sonra da hiçbir şey unutmadım.

Din büyüklerinden bir şahsı, sırf bir zanla Hazret-i Ali’nin (ra) düşmanı bilmek ve ona sövmeye, taan ve lanet etmeye cevaz vermek insaftan uzaktır.

Bütün bu anlatılanlar, ifrat derecede olan mahabbetin afetlerindendir. O dereceye vardılar ki, neredeyse boyunlarını iman bağından sıyıracaklar.

Bir an, faraza Hazret-i Ali (ra) için, ikiyüzlü olmak cevazına varılsın. O halde, Hazret-i Ebi Bekir ve Hazret-i Ömer hakkında daha faziletli olduklarını anlatan tevatüren kendisinden nakledilen rivayetlerine ne derler?

Tıpkı bunun gibi, hilâfeti zamanında ve memleket idaresi altında iken, üç halifenin haklı olduklarına dair kendisinden sudur eden kelâma ne derler? İkiyüzlülük, ancak şunun için kullanılır ki: Kendi hilâfet hakkını gizleyip üç halifenin dahi hilâfetinin batıl olduğunu da izhar etmeye. Amma, üç halifenin hilafette haklı olduklarını izhar edip Hazret-i Ebu Bekir’in ve Hazret-i Ömer’in daha faziletli olduklarını beyan etmek, kendi başına bir iş olup ikiyüzlülüğün ötesindedir. Doğru sözlü olmaya ve iyiye yormaktan başka yanı yoktur. Bu mana, ikiyüzlülükle kaldırılacak gibi değildir.

Şu da bir gerçektir ki, üç halife ve diğerlerinin faziletleri hakkında çok hadis-i şerif gelmiştir. Bunlar meşhur olup manada tevatür haddine gelmiştir. Hatta, bunlardan bir cemaat, cennetle müjdeli olmuştur. Bu hadis-i şerifler için ne diyebilirler? Çünkü, ikiyüzlü olmak, peygamberlere caiz değildir. Zira, enbiyaya tebliğ gereklidir. Onlara salât ve selâm olsun. Kaldı ki, bu hususta, Kur’an ayetleri dahi nazil olmuştur; onlar ise, ikiyüzlülük tasavvur edilemez. Allahu Teala, onlara insaf versin.

Sonra…

Akıllı olanlar katında malum bir durum vardır ki, şudur İkiyüzlü olmak korkaklıktan gelir. Böyle bir sıfatın dahi Allah’ın Arslanı Hazret-i Ali’ye bağlanması münasebetsiz bir şey olur. Beşeriyet hükmüne göre, böyle ikiyüzlü olma durumuna, bir iki saat veya bir iki gün cevaz verilse yeri olur. Amma, Allah’ın Arslanı için böyle bir sıfatı otuz sene kadar sabit görmek, bu müddet içinde de ikiyüzlü olmakta ısrar ettiğine kail olmak, cidden kötü bir şeydir. Halbuki ulema şöyle demiştir:

-Küçük günahlar üzerinde ısrarla devam edip durmak büyük günahtır.

Bu mana açısından bakılınca, şikak ve nifak erbabının sıfatlarından bir sıfat üzerine ısrar edip devamlı durmak için ne hüküm vardır? N’olurdu, keşke bu işin ne kadar çirkin olduğunu anlayabilselerdi?

Bunlar, Hazret-i Ebu Bekir’in (ra) ve Hazret-i Ömer’in (ra) önde olmasına şunun için razı olmayıp kaçtılar: Zira Hazret-i Ali (ra) küçük düşüp ihanete uğramaktadır. Yani kendi fasit zanlarına göre.

Üstte anlatılan mana dolayısı ile de, Hazret-i Ali (ra) için ikiyüzlü olmanın isbatını tercih ettiler. Ne var ki, bu sıfatın şenaatini anlayamadılar. Eğer onun şenaatına karşı anlayışları olsaydı; iki işin daha hafifini tercih ederlerdi.

Bu manada derim ki:

-Hazret-i Ebu Bekir’i (ra) ve Hazret-i Ömer’i (ra) önde görmekte Hazret-i Ali (ra) için bir küçüklük yoktur. Zira onun hilâfet hakkı olduğu üzere bakidir. Velayet derecesi, hidayet rütbesi, irşad menzilesi dahi olduğu üzere yine bakidir. Amma, onun ikiyüzlü olma isbatında onun için bir noksan ve ihanet vardır. Zira bu sıfat, nifik erbabının hususiyetleri arasındadır. Mekir ve hile erbabının ayrılmaz vasıfları arasında sayılır.

***

İKİNCİ MAKAM

Bu kısım, ashab-ı kiram arasında geçen meselelere ayrılmıştır.

Şöyle ki:

Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Ehl-i sünnet vel-cemaat, hayrü’l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin ashabı arasında geçenleri ve aralarındaki münazaaları iyiye yormuşlardır. Bu işleri de, nefsani arzudan ve batıla saplantıdan uzak kabul edilmişlerdir. Zira, Resulullah (sav) Efendimizin sohbetinde; onların nefisleri pak olmuştur. Gönül sahaları dahi, düşmanlıktan, çekemez olmaktan, hasetten yana temizlenmiştir.

Bu babda netice söz şudur Madem ki, onlardan her birinin kendine has görüşü ve içtihadı vardın her müçtehide dahi ictihadi uyarınca amel etmek vaciptir; artık değişik görüşler sebebi ile zaruri olarak, bazı işlere dair aralarında bir müşacere ve muhalefet lâzım gelmiştir.

Onlardan her birinin, kendi görüşüne uyması doğrudur. Bu manadan ötürü onların muhalefetleri, muvafakatları gibidir. Zira hak içindir; nefsani heva ve heves, nefs-i emmareye ittiba için değildir.

Hazret-i Ali’nin muhaliflerini, rafıziler tekfir etmektedirler; bunlar hakkında çeşitli şenaatin yapılmasına ve taan edilmesinin her türlüsüne cevaz vermektedirler.

Biraz duralım.

İçtihada kalan işlerin bazılarında; Resulullah (sav) Efendimizin hükmüne dahi ashabın muhaletleri kötü olmamıştır; bunun için de, ayıplanmamışlardır. O zaman vahyin nüzulü devam etmesine rağmen, bu işten onları almak babında bir mana çıkmamıştır.

Şimdi gelelim işin özüne:

Nasıl olur da, içtihada dayalı bazı işlerde, Hazret-i Ali’ye muhalif olanlar kâfir olur? Ona muhalif davrananlar dahi, ne sebeple, taana uğrayıp ayıplanırlar? Böyle bir şey nasıl olur ki, muhaliflerin pek çoğu ehl-i İslâm’dan idi; sahabe-i kiramın ileri gelenlerinden idi. Hatta onların bazıları, cennetle müjdeli idi. Mana böyle olunca, onları tekfir etmek, öyle kolay bir iş değildir.

Bir ayet-i kerime meali:

“Ağızlarından çıkan öyle bir kelime ki, çok büyük.”(18/5)

Zira, kendilerine taan edilip kalan muhalifler o kadar çoktur ki, dinin ve şeriatın yarısına yakın bir kısmı onlar tarafından tebliğ edilmiştir. Bunlara taan edilince, dinin yansından itimad kalkar.

Sonra, bunlar nasıl taana hedef edilir ki: Bunlardan hiçbirinden, hiç kimse, gelen rivayeti reddetmemiştir. Ne Hazret-i Ali, ne de diğerleri. Allah onlardan razı olsun.

Sahih-i Buhari ki, Allahu Teala’nın kitabından sonra, kitapların en sahihidir; bu durumu şia dahi tasdik etmiştir. Bu Fakir, şianın en ileri gelenlerinden Ahmed Tibeti’nin şöyle dediğini dinlemiştir:

-Buhari kitabı, Allah’ın kitabından sonra, kitapların en sahihidir.



Bu eserde, Hazret-i Ali’ye muvafakat edenlerin rivayetleri olduğu gibi, ona muhalefet edenlerin dahi rivayetleri vardır. Burada muvafakat ve muhalefete binaen bir tercih yapılmamıştır. Bu eserde Hazret-i Ali’den (ra) rivayet edildiği gibi, Muaviye’den (ra) dahi rivayet edilmiştir. Eğer onun rivayetinde taan şaibesi olmuş olsaydı; asla rivayetini kitabına dere etmezdi. Bundan başka, hadis tenkidçileri dahi, hadis-i şerif rivayetlerinde, muhalefeti, taan menşei olarak almamışlardır. Böyle bir tefrik yapılmamıştır. Şu hususun da bilinmesi yerinde olur ki bütün işlerde, Hazret-i Ali’nin (ra) haklı olması gerekmez. Böyle bir kat’iyet yoktur. Keza, muhaliflerinin dahi tüm işlerde hatalı olmaları gerekmez, isterse muharebe işinde, hak Hazret-i Ali (ra) tarafından olsun. Zira, tabiinden birinci asrın uleması ve müçtehid imamlar, ondan başkasının çoğu meselelerde yolunu da tercih etmişlerdir. Bilhassa ihtilaflı hükümlerin çoğunda; Hazret-i Ali’nin yoluna göre hüküm vermemişlerdir. Eğer hak, tamamen onun tarafına kaymış olsaydı; onun hilâfına hüküm vermezlerdi.



Kazi Şüreyh tabiindendi; içtihad sahibi idi. Hazret-i Ali’nin (ra) mezhebi ile hükmetmedi. Nübüvvete mensubiyeti dolayısı ile, Hazret-i Ali’nin oğlu Hüseyin’in şehadetini makbul saymadı. Allah onlardan razı olsun. Müçtehidler dahi, Şüreyh’in kavline göre amel edip onun yolunu tuttular; oğulun, babası için yapacağı şehadete cevaz vermediler.



Hazret-i Ali’nin (ra) görüşüne muhalif olan diğer meselelerde tercih edilen kavi çoktur. Bu mana, mütebbi ve musanniflere gizli değildir. Tafsil edilmesi uzun olur.



Durum üstte anlatıldığı gibi olunca, Hazret-i Ali’ye (ra) muhalefette itiraza yer yoktur. Onun muhalifleri dahi taana uğrayıp ayıplanan kimseler olamazlar.



HAZRET-İ AİŞE (Allah ondan razı olsun).



Hazret-İ Aişe’ye gelelim. Alemlerin Rabbı Allah Sevgilisinin sevgilisi idi. Taa, bu alemden intikal edinceye kadar, onca makbul ve manzur olmuştur. Resulullah (sav) Efendimiz, vefatı ile sonuçlanan hastalığında, onun hücresinde kalmıştır. Mübarek ruhu da onun hücresinde iken kabzolundu. Bu anda, onun göğsünde idi. Defni dahi, onun pak hücresine yapıldı. Bütün bu şereflerle beraber, kendisi bilgin ve içtihad ehli idi. Allah ondan razı olsun. Resulullah (sav) Efendimiz, dinin bir parçasını ona havale etmişti. Müşkillerin halli işinde ashab-ı kiram, ona müracaat ederdi. Muğlak meselelerin hallini onun vasıtası ile bulurlardı.



Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, böyle Sıddıka Müctehide birine, Hazret-i Ali’ye (ra) muhalefeti sebebi ile taan edip ona lâyık olmayan şeyleri yakıştırmaya çalışmak cidden münasebetsiz bir iştir. Resulullah (sav) Efendimize imandan dahi uzaktır.



Eğer Hazret-i Ali (ra), Resulullah (sav) Efendimizin damadı ve onun amcası oğlu ise, Hazret-i Aişe-i Sıddıka dahi onun pak zevcesi ve makbul sevgilisi idi. Resulullah (sav) Efendimize ve bütün ehl-i beytine salât ve selâm.



Bundan evvel, senelerce, Fakir’in âdeti şöyle idi: Bir yemek piştiği zaman, ondan bir hisseyi, Resulullah (sav) Efendimizin âl-i abası olan Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’in ruhaniyetlerine mahsus kılardım. Allah onların hepsinden razı olsun.



Sonradan, Resulullah (sav) Efendimizi rüyada gördüm; kendisine selâm verdim; fakat o, bana teveccüh ötmedi. Bir başka yana teveccüh etti. Bu sırada Fakir’e şöyle dedi:



-Ben, yemeği, Aişe’nin evinde yerim. Her kim yemek gönderecek ise, Aişe’nin evine göndersin.



Bunun üzerine, Fakir’e yakin hasıl oldu ki; onun mübarek teveccühünün olmayışı, Fakir’in Hazret-i Aişe’ye yemeğe ortak etmeyişimdir. Bundan sonra, Hazret-i Aişe başta olmak üzere, bütün ezvac-ı tahiratı ehl-i beytten hemen hepsini o yemeğe ortak eyledim. Tevessülümü dahi, ehl-i beytin tümüne yapar oldum. Halbuki Resulullah (sav) Efendimize, Hazret-i Aişe cihetinden gelen eza ve cefa, Hazret-i Ali (ra) cihetinden gelen eza ve cefadan daha çoktur. Bu mana dahi, insaf sahibi akıllılara gizli değildir.



Üstte anlatılan mana, şu takdire göredir: Hazret-i Ali’ye (ra) sevgi gösterip tazim etmek, Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi, ona akrabalığı dolayısı iledir.



Amma o kimse ki, Hazret-i Ali’nin mahabbetini müstakilen alır; bu mahabbet işinde, Resulullah (sav) Efendimizin sevgisine bir medhal kalmaz; böylesi bahis dışı olup kabil-i hitap dahi değildir. Zira, böylesinin garazı, dini iptal edip şeriatı yıkmaktır. Resuiullah (sav) Efendimizin tavassutu olmadan bir yol tutmak ister. Muhammed’den (sav) alıp Ali’ye rağbet ettirmek ister. Böyle bir şey sırf küfür olup zındıklığın dahi aynıdır. Hazret-i Ali (ra) böyle bir şeyden beridir. Onların yaptıklarından eza duymaktadır.



Çünkü, ashabı ve Resulullah (sav) Efendimizin damatlarını sevmek; Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi ile olmakta ve onlara tazim, tekrim etmek dahi, Resulullah (sav) Efendimize tazim ve tekrim dolayısı ile olmaktadır. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:



“Bir kimse onları severse, benim sevgimle sever.”



Aynı manadan olarak, bir kimse de, onlara buğzederse, Resulullah (sav) Efendimizin buğzu için buğzeder; bu manada dahi Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:



“Bir kimse, onlara buğzederse, benim buğzum için buğzeder.”



Bu hadis-i şerifin daha açık manası şu demeye gelir:



-Ashabıma taalluk eden mahabbet, aynen bana taalluk etmektedir. Onlara olan buğuz dahi, aynen bana taalluk eden buğuzdur.



***



TALHA VE ZÜBEYR (Allah onlardan razı olsun).



Ashab-ı kiramın büyüklerinden olup cennetle müjdeli on kişi arasında bulunuyorlar. Bunlara taan edip ayıplamak hiç münasip bir iş değildir. Bunlara lanet edip tard edenlerin bu yaptıkları kendilerine aittir.



Hazret-i Ömer (ra) vefatından sonra, hilâfet işini şuraya bıraktı. Bu şura azalan altı kişi idi. O altı kişiden ikisi bunlardı. Bunun da, kalanların birini diğerine karşı tercih etme delilini açıktan bulamadığı için yaptı.



Bu ikisi, kendi arzulan ile, hilâfet nasibini bıraktılar. Her ikisi de tek tek şöyle dedi:



-Ben hilâfet hazzımı bıraktım.



Talha o zattır ki, Resulullah (sav) Efendimize karşı kötü edep tavrı takındığından, babasını öldürdü; başını da getirdi. Bu fiilinden dolayı da, Kur’an’da sena edildi.



Zübeyr öyle bir sahabedir ki, onun katili cehennemlik olacaktır. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz söyle buyurdu:

“Zübeyr’i katleden cehennemliktir.”



Bu durumda, Zübeyr’e lanet etmek de, onu öldürmekten daha az değildir. Ona lanet eden de, öldüren de aynıdır.



Elhazer… Sonra yine elhazer… Sonra yine elhazer… Sakınmak gerektir. Bilhassa din büyüklerine taan etmekten ve İslâm büyüklerini zemden sakınmalıdır. Onlar öyle zatlardır ki, İslâm kelimesinin ilâsı, Seyyidü’l-enam Resulullah (sav) Efendimize yardım için bütün güçlerini harcamışlardır. Dinin teyidi için, gece gündüz gizli, aşikâr mallarını harcamışlardır.



Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi için; aşiretlerini, kabilelerini, çocuklarını, karılarını, vatanlarını, su kaynaklarını, ziraatlarını, ağaçlarını, ırmaklarını bıraktılar. Resulullah (sav) Efendimizin kendisini, kendi nefislerine tercih ettiler. Onun sevgisini, kendi sevgilerine tercih ettiler. Keza, mallarından ve zürriyetlerinden daha üstün tuttular.



Bunlar, öyle zatlardır ki, sohbet şerefine nail olmuşlardır. Bu sohbette dahi, nübüvvet bereketlerini bulmuşlardır. Vahyi müşahede ettiler; yani vahyin gelişini. Meleğin huzuru ile de müşerref oldular.



Harika halleri ve mucizeleri gördüler. O kadar ki, onların gaybleri şehadet oldu. İlimleri de ayn oldu.



Onlara öyle yakın hali ihsan edildi ki, onlardan sonra, hiç kimseye öylesi ihsan edilmedi.



Hatta, başkalarının Uhud dağı kadar yaptıkları altın sadakası, bunların bir veya yarım ölçek kadar yaptıkları arpa sadakasına denk olmaz.



Bunlar, öyle zatlardır ki; Allahu Teala, kendilerini Kur’an-ı Mecid’de sena edip kendilerinden razı olmuştur. Bunlar dahi, Allahu Taala’dan razı olmuşlardır.



Allahu Teala şöyle buyurdu:



“…İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları ise, şöyledir: Filizini yarıp çıkarmış, giderek onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, sapları üzerinde doğrulup kalkmış bir ekine benzerler. Bu ekicilerin de hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teşbih) onlarla kâfirleri öfkelendirmek içindir.“(48/29)



Allahu Teala, onlara öfkelenip gayz edenlere:



“Küffar..”(48/29)



ismini verdi. Bunun için, küfürden hâzer edilip sakınıldığı gibi, onlara öfkelenip gayz etmekten dahi sakınmak gerek.



Bu yolda basarı ihsan eden Allah’tır.



***



öyle bir cemaat düşünelim ki, Resulullah (sav) Efendimize anlatılan manada bağlılıkları sıhhat kazanmıştır. Onun katında makbul ve manzur olmuşlardır Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. Bunlar, bazı işlerde, birbirlerine muhalif tutuma girer ve bu sebeple aralarında bazı atışmalar olur ise, kendi görüşlerinin ve içtihadlarının gereğini yaparlarsa, kendilerine taan etmenin ve yaptıklarına itirazın yeri olmaz.



O kadar ki, o yerde hak ve doğru, ihtilâfın aynıdır; başkasının görüşüne uymamaktır.



Görmez misin ki imam-ı bu Yusuf’un, içtihad derecesine ulaştıktan sonra Ebu Hanife’ye uyması hatadır. Doğrusu, kendi görüşüne uymasıdır. Hatta imam-ı Şafii, sahabenin kavlini kendi görüşünden önde tutmazdı. Ama, hangi sahabe olursa olsun; ister Hazret-i Sıddık, isterse Hazret-i Ali olsun, Allah onlardan razı olsun. Elbette doğruyu, kendi görüşü ile amel etmekte bulurdu, isterse bir sahabenin kavline muhalif olsun.



Üstte anlatılan manaya göre, sahabe olmayan ümmetten bir kimsenin, ashabın görüşlerine muhalefet yeri olunca; birbirlerine muhalif görüşlere sahip oldukları için nasıl taat edilir, ne şekilde taana uğratılabilirler?



Bu arada şunu da söylemek isterim ki:



-Ashab-ı kiram, içtihada dayalı meselelerde, Resulullah (sav) Efendimizin reyine dahi muhalefet etmişlerdir. Ama, onların bu ihtilâfına bir zem gelmiş değildir. Hem de, o zaman, vahiy geliyordu. Bu ihtilâfları için bir engel çıkmadı. Nitekim, bu mana daha önce de anlatıldı. Şayet onların ihtilâfı, Hak katında razı olunan makbul olmayan bir şey olsaldı, elbette bunun için, engelli bir emir gelirdi. Muhalifler için, şiddetli tehdid emirleri nazil olurdu.



Görmez misin ki; seslerini, Resulullah (sav) Efendimizin sesinden yüksek tutan bir cemaat için, mani emir geldi. Bunun için, şiddetli tehdid ayeti nazil oldu. Bu manada, Allahu Teala şöyle buyurdu:

“Ey iman edenler, seslerinizi, Resûlullah’ın sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi, sözle ona bağırmayın. Siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.”(49/2)



Bedir gazası esirleri hakkında büyük bir ihtilâf vuku buldu. Bu babda Hazret-i Ömer ve Saad b.Muaz esirlerin katline hükmettiler. Diğerleri dahi, fidye karşılığı olarak, serbest bırakılmasını istediler. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimize göre, makbul olan görüş, onları fidye karşılığı serbest bırakmak oldu.



Bundan başka yerlerde dahi, çok ihtilâflar vardır.



Resulullah (sav) Efendimizin, vefatına çıkan hastalığında yaptığı taleb üzerine, kendisine getirilen kâğıt meselesindeki ihtilâf dahi bu kabildendir. Bunu istemekle, Resulullah (sav) Efendimiz ona bir şeyler yazmak istiyordu.



Bu taleb karşısında, bir cemaat, kâğıdın getirilmesini istedi; diğer cemaat ise, buna mani oldu. Hazret-i Ömer (ra) kâğıdın getirilmesine razı olmayanlar arasında idi. Şöyle dedi:

-Allah’ın kitabı bize yeter.

İşte bu sebepledir ki, Hazret-i Ömer’e (ra) sataşanlar sataştı ve onu ayıplayıp dil uzattılar. Halbuki, böyle bir şey, hakikatte taan yeri değildir.

Hazret-i Ömer (ra) şunu biliyordu ki, vahiy zamanı kesildi. Semavi hükümler dahi tamam oldu. Hükümlerin isbatı için dahi, görüş ve içtihaddan gayrı mecal yoktur. Bu meyanda Resulullah (sav) Efendimiz ne yazacak olsa, o yazılacak şeyde, başkalarının da karışması olacaktır. Zira, o yazılacak şeyler içtihada dayalı olacak.

“Ey basiret sahipleri ibret alınız.”(59/2)

Ayet-i kerimesinde mana hükmüne göre, en doğrusu, bu rahatsız halinde Resulullah (sav) Efendimizin başını ağrıtmamaktır; ondan başkasının görüşü ve içtihadı ile yetinmektir.

Bunun için de şöyle dedi:

-Allah’ın kitabı bize yeter.

Yani kıyas ve içtihad mehazı olarak Kur’an-ı Mecid yeter. Ondan hüküm çıkarmak isteyenlere de yeterlidir. Hazret-i Ömer’in (ra) burada:

-Kitab… olarak hususi manada söylenmesinden murad mümkündür ki; Resulullah (sav) Efendimizin yazmak sadedinde olduğu hükümlerin mehazı Kur’an’dır; sünnet değildir. Bunu karinelerle biliyordu; onun için de:

-Bize sünnet yeter, demesine yer yoktur.

Bu hususta, Hazret-i Ömer’in (ra) mani olması, o sıkıntılı halinde, Resulullah (sav) Efendimizin başını ağrıtmamaktı. Bu da, bir şefkat ve acıma hissinden doğuyordu.

Resulullah (sav) Efendimizin bu kâğıt isteme emri, istihsan için olup vücup için değildir. Ta ki diğerleri, onu istinbat meşakkatından müsterih olalar.

Şayet, Resulullah (sav) Efendimiz, vücub için:

-Bana getirin, manasında, ısrarla emredip üzerinde dursaydı; mücerred ihtilâf sebebi ile ondan vazgeçmezdi.

*** Burada şöyle bir soru çıkabilir:

-Resulullah (sav) Efendimizin öyle buyurduğu vakit, Hazret-i Ömer (ra) şöyle dedi:

-Hele onu iyi anlayınız. (Yani kendinde mi değil mi? Bu söz ne manaya?) Bu cümleden murad nedir? Bunun için şu cevabı verebilirim:

-Her halde, Hazret-i Ömer (ra) anladı ki, o vakitte bu kelâm, Resulullah (sav) Efendimizden, hastalık sebebi ile bir kasd ve bir ihtiyar olmadan südur etmiştir. Ki bu mana:

-Yazayım, buyurmasından da tevehhüm ediyor. Zira Resulullah (sav) Efendimiz ümmi idi. Asla bir şey yazmamıştı. Aynı zamanda şöyle de buyurmuştu:

“Benden sonra dalâlete düşmeyesiniz.”

Din ki kemalini bulmuştur; nimet ki, tamam olmuştur; onunla Mevtanın rızası dahi hasıl olmuştur; bundan sonra nasıl delâlet tasavvur edilir? Bu bir saat içinde ne yazmaya kadir olur ki, onunla dalâlet ilk defa ola? Bu yirmi üç sene içinde yazılanlar yetmedi mi? Bu durumda, o müddet içinde yazılanlarla dalâlet def olmamış; bu şiddetli hastalığın varlığında bir saat içinde bir şey yazacak ve bununla da dalâlet def olacak!..

işte üstte anlatılan manalardan, Hazret-i Ömer anladı ki: O kelâm Resulullah (sav) Efendimizin mübarek dilinden bir kasd olmadan cereyan etmiştir. Yani beşeriyete binaen. Bunun için de şöyle demek istedi:

-Bunun manasını kendisinden sorarak ikinci kere tahkik ediniz.

Bu ihtilâf esnasında, sözler yükselince, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

“Kalkınız, ihtilâf etmeyiniz.”

Zira, peygamber yanında niza iyi olmaz.

Bundan sonra, artık öyle bir şey söylemedi; ne divitten anlattı; ne de kâğıttan.

***

Şunun da bilinmesi gerekir ki, bazı içtihada bağlı meselelerde, ashab-ı kiramdan gelen ihtilâf, hem de Resulullah (sav) Efendimize nisbetle, Allah korusun, eğer onda heva, batıla saplantı şaibesi olsaydı; o zaman iş, mürted zümresine katılmaya varırdı ve başı İslâm bağından çıkarmak olurdu.

Çünkü, Resulullah (sav) Efendimize karşı edep dışı hareket ve kötü muamele küfürdür. Böyle bir şeyden Allahu Teala, bizi korusun. Herhalde bu ihtilâf:

“Ey basiret sahipleri, ibret alınız.”(59/2)

Manasındaki, yüce emre göre idi. Şundan ki, bir kimsede, içtihad rütbesi var ise, başkasının içtihadına uyması ve içtihada dayalı meselelerde başkasının görüşüne gitmesi hatadır; bundan nehyedilmiştir.

Evet, bu arada şunu da belirtelim ki, görüşün ve içtihadın veri olmayan münzel hükümlere uymaktan başka çare yoktur; onlara boyun eğmek dahi vacibtir.

Burada son bir söz de şu ki: iki asırda yaşayanlar, zorlamadan uzak olup ibareleri güzelleştirmeye de ihtiyaçları yoktu. Bütün ihtimamları batın mananın ıslahı idi. Onların zahiri nazardan atılmış olup asla öyle bir şeyin mülâhazası yoktu.

O asırda, edeplere riayet etmek, hakikat ve mana itibarına göre idi; yalnız zahir ve suret itibarına göre değildi. Onların hali dahi, Resûlullah’ın (sav) emrine imtisal idi. Muameleleri dahi, Resûlullah’ın (sav) razı olmadığı şeylerden sakınmak idi.

Onlar, babalarını, analarını, kadınlarını Resulullah (sav) uğruna feda ettiler.

İhlâs ve itikadlarının tamlığındandır ki, Resulullah (sav) Efendimizin tükürüğünü dahi, yere düşmeye bırakmazlardı. O kadar ki, onu alır; yüzlerine, bedenlerine sürerlerdi. Tıpkı bir hayat suyu gibi.

Resulullah (sav) Efendimizin kanı alındıktan sonra; onu içem kasdları dahi, kemal manada ihlâstan gelir. Bu da, meşhur olup bilinen bir manadır.

Şayet bu büyüklerden, yalan ve hile dolu olan bu asır ehline göre; Resulullah (sav) Efendimize karşı edep dışı bir şeyin sudur ettiği vehmini verirse, onu da iyiye yormak lâzım gelir. O vehmi veren ibarenin hasılı dahi giderilmelidir. Hangi kısımdan olursa olsun, o lâfızlar mülâhaza edilmemelidir.

İşte selâmet yolu budur. Başarı ihsan eden Sübhan Allah’tır.

*** Burada şöyle bir şey sorulabilir:

-İçtihada dayalı işlerde, hata yeri olduğuna göre; o zaman, Resulullah (sav) Efendimizden nakledilen tüm hükümlere itimad nasıl olur? -Bunun için, şu cevabı veririm:

-İçtihada dayalı hükümler, gelecekte ve ikinci halde, semavi hükümler durumuna girmiştir. Zira, enbiyanın takririni hata üzere tutmak caiz değildir.

Hüküm çıkaranların içtihadı, değişik görüşleri sübut bulduklatn sonra; Hak katından bir hüküm inerdi; hakkı batıldan ayırdedip doğruyu dahi hatadan ayırırdı. Resulullah (sav) Efendimizin zamanında, bütün hükümler; hatadan mahfuz olarak, kati’i sübut kazandı. Zira, onlar, önden sonra kesin vahiy ile sabit oldu.

Bu hükümleri çıkarmakla, asıl gaye şu idi ki: İçtihad edip hüküm çıkaranlara; çeşitli inayetler gele ve keramet dereceleri de yüksele. Yandan da, doğruyu bulan da değişik derecelerine göre sevaba nail olalar.

İçtihada dayalı meselelerde; müçtehidlerin derecelerinin yükselmesi, bu hükümlerin de kat’iyet kazanması vardır.

Evet, nübüvvet zamanının bitiminden sonra içtihada dayalı hükümler, zanniyet olup amel için faydalıdır; itikad için tesbit edilmiş değildir. Böyle değildir ki, onları inkâr eden kâfir ola. Meğer ki, müçtehidlerin toplu olarak üzerinde karar kıldıkları bir hüküm ola. Bu dahi, itikad için tesbit edilmiş buluna.

HATİME

Bu mektubu, Resulullah (sav) Efendimizin ehl-i beytinin faziletlerini anlatan güzel bir HATİME ile bitirelim. Ona, âline ve ashabına salât ve selâm olsun.

İbn-i Abdilberr, Resulullah (sav) Efendimizin söyle buyurduğunu anlattı:

“Ali’yi seven beni sevmiş olun Ali’ye buğzeden bana buğzetmiş olur; Ali’ye eziyet eden bana eziyet etmiş olur; bana eziyet eden dahi Allah’a eziyet etmiş olur.”

Tirmizi, Hâkim ihracı ile sahih olarak Büreyre’den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:

“Allauh Taala, dört kimseyi bana sevmeyi emretti; onları kendisinin de sevdiğini bana haber verdi.”

Bu arada şöyle denildi:



-Ya Rasulallah, onları bize isimlendir. Bunun üzerine Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:“Ali, onlardandır.”

Ravinin dediğine göre üçü dahi şunlardır: Ebu Zer, Mikdad ve Selman. Taberani ve Hakim’in İbn-i Mes’ud’dan naklen çıkarıp anlattıklarına göre, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: “Ali’ye bakmak ibadettir.” Bu hadis-i şerif, hasen isnadı ile anlatılmıştır. Buhari ve Müslim, Bera’nın şöyle dediğini anlattılar:

- Resulullah (sav) Efendimizi gördüm; Hasan onun boynunda idi; söyle buyuruyordu:

“Allahım, ben bunu seviyorum; sen de sev.” Buhari, Ebu Bekir’den naklen şöyle dediğini anlattı:

- Resulullah (sav) Efendimiz minberde idi. Hasan dahi onun yanında olup bir halka bir de ona bakıp şöyle buyuruyordu:

“Bu oğlum, seyyiddir. Her halde, Allahu Teala onunla Müslümanlardan iki cemaatın arasına düzeltecektir.”

Tirmizi, Üsame b. Zeyd’in (ra) şöyle dediğini anlattı:

- Resulullah (sav) Efendimizi gördüm; Hasan ve Hüseyin dahi dizleri üstünde idi. Şöyle buyurdu:

“Bu ikisi, benim oğlum, kızımın oğludur. Allah’ım, ben bunları seviyorum; bunları seveni de seviyorum.”

Tirmizi, Enes b.Malik’in şöyle dediğini çıkarıp anlattı:

- Resulullah (sav) Efendimize şöyle soruldu:

-Ehl-i beytinden hangisi sana daha sevgilidir?

Bunun üzerine, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:

“Hasan ve Hüseyin.”

Mesur b.Mahzeme, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlatmıştır:

“Fatıma, benden bir parçadır; ona eza eden bana eza etmiş olur.”

Bir başka rivayette ise, şöyle buyurmuştur:

“Ondan şüphelenen benden şüphelenmiş olur; ona eziyet eden dahi bana eziyet etmiş olur.”

Hakim’in, Ebu Hüreyre’den naklettiğine göre, Resulullah (sav) Efendimiz, Hazret-i Ali’ye (ra) şöyle buyurmuştur:

“Fatıma, bana göre senden daha sevgilidir; sen dahi, bana göre, ondan daha azizsin.”

Hazret-i Aişe’nin (ra) şöyle dediği rivayet edildi:

-İnsanlar, Resûlullah’ın (sav) rızasını taleb ederek, hediyelerini vermek için, Aişe’nin gününü beklerlerdi. Sonra şöyle devam etti:

-Resûlullah’ın (sav) zevceleri iki bölüktü: a) Hazret-i Aişe, Hafsa, Safiye, Sude…

b) Ümm-ü Seleme ve diğerleri.

Ümm-ü Seleme bölüğü söze gelip kendisine dediler ki

-Resulullah ile konuş; insanlara söylesin de, onlar da hediyelerini Resulullah’ı (sav) buldukları yerde versinler.

Ümm-ü Seleme, Resulullah (sav) ile konuştu; bunun üzerine Resulullah (sav) ona şöyle dedi:

“Bana eziyet etme. Zira vahiy Aişe’den başka bir kadının örtüsü altında iken bana gelmedi.”

Bunun üzerine Ümm-ü Seleme der ki:

-Sübhan Allah’a tevbe ederim ya Resulallah, kim sana eziyet edebilir?

Bundan sonra o kadınlar, Hazret-i Fatıma’yı davet edip Resulullah’a (sav) elçi gönderirler. Gelip Resulullah (sav) Efendimize durumu anlatınca, Resulullah (sav) şöyle buyurur:

“Benim sevdiğimi sen de sevmez misin?”

Hazret-i Fatıma, bunun için:

-Evet, severim, deyince, şöyle buyurur: “O halde, bu Aişe’yi sev,” Hazret-i Aişe (ra) diyor ki:

-Resulullah (sav) Efendimizin kadınları arasında, Hazret-i Hatice’yi (ra) kıskandığım kadar hiç kimseyi kıskanmadım. Halbuki onu görmedim. Onun anılması çoktu. Resulullah (sav) her ne zaman bir koyun kesse, onun bir parçasını alır; Hazret-i Hatice’nin yakınlarına yollardı. Çoğu zaman şöyle derdim:

-Sanki Hazret-i Hatice’den başka kadın dünyada yok mudur?

Resulullah ise şöyle derdi:

“O olacağı kadar olmuştur. Ve ondan bana çocuk dünyaya gelmiştir.”

İbn-i Abbas (ra), Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:

“Abbas bendendir, ben dahi ondanım.”

Deylemi, Ebu Said’den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:

“Yakınlarım hakkında, bana eziyet edenlere karşı gazabım şiddetlenmektedir.”

Hakim, Ebu Hüreyre’den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğu anlatıldı:

“Hayırlınız, benden sonra, ehlime hayırlı olanınızdır.”

İbn-i Asakir, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğu Hazret-i Ali’den naklen anlattı:



“Her kim, ehl-i beytime (kötü manada) el atarsa, kıyamette ona yeterim.”



İbn-i Adiy ve Deylemi, Hazret-i Ali’den naklen, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı: “Sıratta en sabit olanınız, ehl-i beytim ve ashabıma mahabbette

şiddetli olamnızdır.” Bir şiir:

İlâhi, Beni Fatıma hakkına; Son nefesi bağla kavl-i iman..

Duamı ister kabul et ister red; Dostum Al Resule, girip saflarına..

***

Allahu Teala, Resulullah Efendimize; nebilerden, resullerden mukarreb melâike-i kiramdan tüm kardeşlerine ve sair kulların tümüne salât ve selâm eylesin.



Bütün nimetlerin sahibi olan Allaha şeriat dışında şükredilemez.
Din ve bu mânada söylediğimiz şeriat iki kısımdır: İtikad ve amel. Yani,  Ehl-i Sünnete inancına göre iman ve ibadet.
İtikad edilmesi çok lazım olanlar: Allah kendiliğinden vardır; şimdi var olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacaktır; varlığının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünkü o’nun varlığı zaruridir. O mekanda, olamaz. Allah birdir, yani şeriki, benzeri yoktur.


Vacibü’l vücud olmakta ve uluhiyette ve ibadet olunmaya hakkı olmakta ortağı yoktur.

Ortağı olmak için Allanın kâfi olmaması, müstakil olmaması lazımdır; bunlar ise kusurdur, noksanlıktır.

Vücup ve uluhiyyet için noksanlık olamaz. O kâfidir, müstakildir, yani kendi kendinedir;

o halde şerike, ortağa ihtiyacı yoktur. Aksi, bir kusurdur, ve vücuba ve uluhiyyete yakışmaz.

Görülüyor ki, şeriki olduğunu düşünmek ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor.

Şerik bulunmasını düşünmek, şerik bulunmayacağını meydana çıkarıyor. Demek ki, Allah birdir.

Allahın kâmil, noksan olmıyan sıfatları vardır ki, hayat ( diri olmak ), ilim ( bilmek ), sem’ ( işitmek ), basar ( görmek ), kudret ( gücü yetmek ), irâde ( istemek), kelâm ( söylemek ) ve tekvin ( yaratmak )tır. Bu sekiz sıfata, subutî sıfatlar denir.

Bu sıfatları da kadim’dir, yani sonradan olma değildir ve kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i sünnet alimleri böyle bildirmektedir.

Allah cisim değildir, cisimden değildir, madde değildir, araz, yani hâl değildir. Mekanı yoktur, zamanlı değildir, bir şeye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudutlu, bir şeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafta, bir cihette değildir. Bir şeye mensup değildir, bir şeye benzemez, misli ve zıddı yoktur.

Anası, babası, zevcesi, çocukları yoktur. Allah baba, diyen kafir olur.

Bunların hepsi mahlukta, sonradan yaratılanlarda olan şeylerdir ve hepsi noksanlık ve kusur alâmetleridir. Bütün bunlar ise selbî sıfatlardır. “

———–

İMAM-I RABBANi MÜCEDDİDİ ELF-İ SANİ AHMED FARUKi SERHENDi

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.