KELİME-İ TEVHİD- İmâm-ı Gazâli
KELİME-İ TEVHİDİN MÂNASI
Kelime-i tevhid, iki lafızdan oluşur. Birinci kısmı "lâ ilâhe"dir. Mânası,
"hiçbir ilâh yoktur" demektir. Bu kısmında kalmak küfürdür. İkinci kısmı
"illallah’tır. Mânası, "ilâh olarak ancak Allah vardır" demektir. Bunu söylemek
imandır. Kâfir ve münafıklar "lâ ilahe" kısmında kalıp
küfre düştüler. Oysaki onlara, "Kapıda durmayın, içeriye geçin (hakka ulaşın)
denilmişti.
Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyeti bu mânada anlamalıdır:
"Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, ona indirdiği kitaba ve daha önce
indirmiş olduğu kitaplara inanın. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklığa
dalmıştır." (Nisa 4/136)
Gerçek müminler, aslî vatana (hakikate) ulaşmış, yani "illallah" menziline
varmış kimselerdir. Onların durumu şu âyetle anlatılmıştır:
"Peygamberler ve müminler ona rabbinden
indirilene inandılar. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine
iman ettiler."
(Bakara 2/285)
"Lâ ilahe" diyerek cehennemliklerden olanların ilki lanetlenmiş ve kovulmuş
şeytandır. "İllallah" diyerek iman bahçesine giren ve cennetlik sınıfına dahil
olan ilk kimse ise Hz. Âdem'dir. Bu nedenle cehenneme gireceklerin listesinin en
başında şeytanın, cennetliklerin başında ise Hz. Âdem'in (a.s) ismi yazılıdır.
Şimdi "lâ ilahe" menzilinde durup da küfre düşen şeytana mı, yoksa "illallah"
diyerek imana eren Âdem'e (a.s) mi katıldığını iyice düşün. Sakın şeytana uyma!
Eğer şeytanın yolundan gidersen Âdem'in yolundan sapmış olursun, onunla olan
bağın kopmuş olur ki o vakit şeytanî sıfatlarla sıfatlanmış olursun. Bu durumda
sen şu âyette anlatılan kimselerden olursun:
"Allah, İblîs'e, 'Haydi git! Onlardan sana kim uyarsa bil ki cehennemde hepiniz
tam bir ceza ile cezalandırılırsınız. Vesveselerinle gücünün yettiğini yerinden
oynat, onlara karşı yaya ve atlı askerlerinle haykırarak yürü, onların mallarına
ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde
bulun' dedi. Ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadde bulunur."
(İsrâ 17/63-64)
Şayet Allah Teâlâ sana adaletiyle muamele edecek olursa seni âlem-i adle
(cehennemliklere) ait listenin başına kaydedip iblîs'in ordusuna dahil eder. Yok
eğer fazl ve keremiyle davranacak olursa seni âlem-i fazlın (cennetliklerin)
defterine yazıp Hz. Âdem'in safına katar.
"Lâ ilahe" lafzı "illallah" lafzına bağlı olup,
ikisi, birbirinden ayrılmaması gereken tek bir sözdür. "Lâ ilahe" zehir ise,
"illallah" panzehirdir. Panzehiri olmayan zehri içen kimse nasıl helak olursa,
aynı şekilde "lâ ilahe" deyip "illallah" demeyen kimse de helak olur. Kuşkusuz
zehirden sonra panzehir içen kimse nefsini dizginlemiştir. Nefsine sahip olan kimse ile, nefsini helak eden
kimse birbirinden çok farklıdır.
"Lâ ilâhe"yi "illallah" çizgisine kavuşturmadıkça, sen, kelime-i tevhid
kalesinin dışındaki
harabelerinden birinde kalırsın. "Lâ ilahe" kalenin yarısı olduğu için diğer
yarısı olmaksızın kale tamamlanmış olmaz. Nitekim Allah Teâlâ, "Lâ ilahe
illallah benim kalemdir"
(Kaynağı ilk sayfada gösterildi) buyurmuştur. O halde sen "lâ ilâhe"yi "illallah"a
bağladığında, bu kale tüm rükün ve kısımlarıyla tamamlanmış olur. Zira her
kalenin dört rüknü vardır. Aynı şekilde "lâ ilahe illallah" dört kelime olup,
her bir kelime tevhid kalesinin bir rüknüdür. Maddî şekil olarak durum böyle
olduğu gibi, mâna yönüyle de böyledir.
Tevhid kalesinin rükünlerini şöylece sıralamak mümkündür: Namaz, oruç, hac,
zekât, (bir de kale olarak nitelendirdiğimiz) kelime-i şehâdet. İslâmiyet bu beş
esas üzerine kurulmuştur.
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, insanlık şehrindeki tevhid kalesi kalbin
korumasındadır. Bu şehrin sakinlerinden olan kulak, göz, el ve ayak
kalbin kölesi ve hizmetçisi olup istemeseler de kalbin emirlerine uymak
mecburiyetindedirler. Evet, bu uzuvlar kalbin isteklerini yerine getirmek, ona
muhalefet etmemek üzere yaratılmışlardır. Kalbin emretmesi üzerine göz bakar,
kulak duyar, el tutar, ayak yürür. Eğer kalp bu uzuvlara bu hareketlerin aksini
emrederse yine yaparlar. Kısaca, bunlar kalbe itaat etmek zorundadırlar.
Şayet kalp mülkünde zulmediyorsa, emrindeki uzuvları zulüm, fesat, muhalefet ve
inat gibi kötü işlerin yapılmasında kullanır. Meselâ, göze haram şeylere
bakmasını, kulağa kötü sözleri dinlemesini, el ve ayağa haramla meşguliyeti
emreder ki böylece onlar hakikati göremez ve duyamazlar. Şu âyetler, insanın bu
halini anlatmaktadır:
"Onlar, manen sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu sebeple doğru yola
dönmezler" (Bakara 2/18)
"And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık. Onların kalpleri
vardır, ama anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidirler; hatta daha da aşağıdırlar. İşte gafil
olanlar bunlardır."
(A'râf 7/179)
Kalp kendi memleketinde adaletle hükmederse, bu uzuvları taat ve ibadet etmekte
kullanır. Yani, göze iyiye, güzele bakmasını; kulağa faydalı şeyleri
dinlemesini, diğer uzuvlara da hayır işlemelerini emreder ki bunun neticesinde
bereket hâsıl olur, kalbin meydanı temizlenir, saflaşır. Kalbin bu haline
Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle işaret buyurmuştur:
"Bedende bir parça et vardır ki o iyileşince bedenin hepsi iyileşir, o
hastalanırsa bedenin hepsi hastalanır. İşte o, kalptir."
(Buhârî, imân, 39; Müslim, Müsâkat, 107; İbn Mâce, Fıten, 14; Dârimî,
Büyü', 1)
Kelime-i tevhid; kapısı, kapıcısı ve bekçisi olan sağlam bir kale olup,
kapıcının hakkını vermeden içeri girmek mümkün değildir. Yani "lâ"nın sırrından
geçmeden "illa"nın ispatına varamazsın.
Gerçekte bir şeyi yok etmek veya var etmek senin işin değildir. Çünkü mevcut
olmayan bir şey zaten yoktur. Aynı şekilde, var olan bir şeyin de ispata
ihtiyacı yoktur. Varlığı bulunmayan bir şey, mevcut değildir; var olan da zaten
mevcuttur.
"Lâ ilâhe illallah" dört kelime, on iki harf gibi görünmesine karşın gerçekte
bir kelime ve dört harften ibarettir.
Allah lafzı mutlak bir doğru olup, inkârı ve nefyi mümkün değildir. "Lâ ilahe"
ifadesi de mutlak mânada bir nefiydir. Zira bir şeyin sübûtu ve vücudu tasavvur
edilmedikçe nefyedilemez. Nitekim "lâ" harfi, sübûtu ve vücudu tasavvur
edilebilen bir şeyi nefyetmek için kullanılır.
Yani bu, başka tanrıların mevcudiyeti mânasında olmayıp; eşi ve benzeri, ortağı
ve zıddı olmayan Allah'ın varlığını tekit ve ispat için kullanılmıştır. Bunun
aksini düşünen kimse müşriktir. (Yani
bir kimse, Allah'tan başka ilâh yoktur derken, O'nun tek ilâh olduğunu ifade
etmiş ve ispatlamış olur. Kelime-i tevhidle, başka ilâhlar var da onları
inkâr edip Allah'ı kabul etmek anlatılmıyor. Yüce Allah'ın yanında başka ilâhlar
kabul etmek şirktir. Lâ ilahe illallah "tek ilâh var, o da Allah'tır" demektir (çev.))
KELİME-İ TEVHİDİN MEYVESİ
"Lâ ilahe illallah", ilâhî sırların perdesini açar ve kalbi, onu kirletip yüce
Hakk'ın tecellilerini perdeleyen tozlardan temizler. Kalp arşını temizleyerek
onu Cenâb-ı Hakk'ın tecellisine mahzar ve nazarına layık bir mahal yapar. Bu
itibarla Allah Teâlâ, Davud'a (a.s), "Ey Dâvûd! Bana kalp evini temizle de orada
bulunayım. Gökler ve yer beni içine alamazken mümin kulumun temiz kalbi beni içine aldı"
(Bk. Sehâvî, el-Makasıdü'l-Hasene, nr. 990) buyurmuştur.
Mâsivâya (Allah'tan gayrisine) nazar edip kirlendiğin, ilim ve derece
üstünlüğüne güvendiğin ve varlık âleminde Allah'tan başkasını gördüğün sürece
"lâ ilahe" nefyi senin içindir. Ne zaman eşyayı her şeyin sahibi olan Allah'ın
birliğine (tevhid) delil kılıp, onlarda hakkı görürsen işte o an "lâ"dan
kurtulur "illa"ya ulaşırsın.
"Allah de, sonra da onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar."
(En'âm 6/91) Bu
âyette belirtildiği gibi sen ne zaman fâni şeyleri anmayı bırakır, baki olan
Allah'ın zikriyle meşgul olursan kelimenin tam anlamıyla Allah demiş olur, mâsivâdan
yüz çevirirsin.
"Allah" kelimesini oluşturan "elif, lâm ve hâ" harflerinden her birinin özel bir
mânası ve işareti vardır.
Elif, Allah'ın kendi zâtıyla kaim olduğuna, varlığının mahlûklardan hiçbirine
bağlı olmadığına işarettir. Lâm, mülkiyet ifade eder; Cenâb-ı Hakk'ın tüm
mahlûkatın gerçek sahibi olduğunu gösterir. Hâ harfi ise, hidayeti simgeler;
göklerde ve yerde olanların hepsine hidayet eden, yani onların yolunu
gösterenin, yapacağını öğretenin Allah olduğunu belirtir. Bu konuda Kur'ân-ı
Kerîm'de, "Allah göklerin ve yerin nurudur (yani yerde ve gökte ne varsa hepsine
hayat veren, yol gösteren Allah'tır)" buyurulmuştur.
(Nûr 24/35)
Bunları şöyle anlamak da mümkündür: Elif, Cenâb-ı Hakk'ın kendi nimetini her
tarafa yaymak suretiyle halk ile ülfet ettiğine; lâm, halkın Hak'tan yüz
çevirdiğine; hâ, Allah dostlarının aşk ve muhabbet içinde kaldıklarına
işarettir. Şairin biri bu nükteleri şu şekilde mısralara aktarmıştır:
Elif, halkla ülfet etmek;
Lâm, kınamaktır şeytanı.
Hâ, O'nun aşkıyla coşmak;
Ve... Uyarmaktır insanı.
Basiret gözünü aç! Âlemdeki her şey "lâ ilahe illallah"
der. Sen şu âyetin haberine kulak ver:
"Yedi gök, yer ve bunların arasında bulunanlar O'nu tesbih eder. O'nu hamd
ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihini anlamazsınız.
O, gafur ve halîmdir."
(İsrâ 17/44)
Bu hakikat şairin mısralarında şöyle dile gelmiştir:
Her şeyde vardır apaçık bir âyet;
O'nun birliğine eder delâlet.
Tevhid güneşinin
sadece senin üzerine doğduğunu mu sanırsın? Bu iş senin bildiğin gibi olmayıp,
kuşlar dahi O'nun için saf saf olmuş, O'na dua ve teşbih etmektedirler. Sizin diğer mahlûklara kıyasla daha
üstün, daha azametli ve faziletli oluşunuz mükellef olmanız-dandır. Yoksa size
ihtiyaca binaen bu özellikler verilmiş değildir. İyilik ve üstünlük Allah
tarafından verilmiş bir nimet olup, Kur'ân-ı Kerîm'de bu nimet şöyle
hatırlatılmıştır:
"And olsun ki, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onların çeşitli vasıtalarla karada
ve denizde intikalini sağladık; onları temiz şeylerle rızıklandırdık ve
yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık"
(İsrâ 17/70)
Allah Teâlâ sizi ademiyet (yokluk) sırrından
varlık sahasına getirmiş ve size, kulluk vazifenizi yerine getirerek, Allah'ın
bir tek olduğunu anlamanızı emretmiştir. Sizlere vücut verilmiş olması herhangi
bir ihtiyaç sebebiyle veya ilâhî sıfatların size muhtaç olduğundan ve vahdâniyyet sıfatının sizin
şahâdetinize bağlı bulunduğundan dolayı değildir. Zira O'nun sıfatları hiçbir şahidin
şahadetine
bağlı değildir ve inkarcının inadıyla da gizli ve kapalı bir hale gelmez.
Yarasalar dahi güneşin varlığını bilirler. Fakat gözlerinin kusurlu olması
sebebiyle onu göremezler. Güneş doğunca yerlerine çekilip uyurlar. Onlar gecenin
varlığının da farkına varırlar. Yarasaların güneş ışığını görememesi güneş
ışıklarından kaynaklanmaz; onların gözlerinin bu ışıkları görebilme
kabiliyetinin olmayışından kaynaklanır.
Allah
Teâlâ ezelî ve ebedîdir. İster şahadet edin, ister inkâr edin; yani
isteseniz de istemeseniz de bu böyledir. Eğer şahadet ederseniz bu,
O'nun ezeliyet sıfatının bir tecellisi olarak size ikram edilen
nasibinizdir. Yok eğer
inkâr ederseniz, bu hiçbir şey ifade etmez. Çünkü ezelî ve ebedî olan
bir şeyin
varlığı, hadis olan (sonradan yaratılan) bir şeye bağlı değildir.
Bilakis hadis
olan bir şeyin mevcudiyeti kadîm
olana bağlıdır. Bütün varlıkların O'na muhtaç olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de
şöylece
ifade edilmiştir:
"Ey insanlar! Siz fakirsiniz. Allah ise zengindir, her türlü hamd'e ve
övgüye lâyıktır. O dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni kimseler yaratır. Bu
Allah'a zor değildir." (Fâtır 35/15-17)
Eğer sen fakir isen, Allah'ın huzuruna zenginler gibi; zelil isen azizler gibi;
zayıf isen güçlüler gibi gelme! Allah'ın divanına aczini, fakrını itiraf ederek
gelirsen bilmiş ol ki sabreden fakirler O'nun yanında olurlar. Zelil ve kalbi
kırık bir vaziyette varırsan şüphesiz O, kalbi kırık olan kimselerle beraberdir.
O'nun huzuruna O'nu zikrederek gidersen O da seninle birlikte olur. Nitekim âyette,
"Beni anın ki ben de sizi anayım"
(Bakara 2/152) buyurulmuştur.
O'na muhabbetin varsa, "Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler"
(Mâide5/54)
âyetinin müjdesine ulaşırsın.
O'na yakınlık peyda ederek geldinse, "Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir
kulaç yaklaşırım, kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim. Kulum
nafile ibadetlerle bana yaklaşır, ben de onu severim. Sevdiğim zaman onun gören
gözü, duyan kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Kulum artık benimle
görür, benimle duyar, benimle tutar, benimle yürür"
(Buhârî, Rikak, 38; ibn Mâce, Fiten, 16; Begavî, Şer-hu's-Sünne, 1/142;
Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, nr. 7880) kudsî hadisinin sırrına
mazhar
olursun.
Şu hadis de O'na yakın olan kulların haline
işaret etmektedir:
"Allah kıyamet gününde, 'Ey âdemoğlu, aç kaldım beni doyurmadın, hasta oldum
halimi
sormadın' der. Bunun üzerine kul, 'Yâ rabbi, sen âlemlerin rabbi iken ben seni
nasıl doyurayım, sana nasıl su vereyim!' diye sorar; Allah da, 'Benim
kullarımdan biri hastalandı, sen onun hal ve hatırını sormadın. İzzet ve
celâlime and olsun ki, onun hal ve hatırını sormuş olsaydın beni onun yanında
bulurdun' der." (Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 517; Müslim, Birr, 43; İbn
Hibbân, Sahîh,nr. 269)
KELİME-İ TEVHİDİN HAKKI
Tevhidi sermaye yap! Lüzumsuz şeylerden arın! Asıl zenginliği fakirlikte
(Allah'a boyun bükmede), azizliğini ise O'na karşı zelillikte ara. Zikrullah'ı
şiar edin! İlâhî muhabbet, kaftanın; takva, gömleğin olsun! Azığa, bineğe ve
emniyete ihtiyacın varsa, fakirliği azık, kalp kırıklığını binek, zikri emniyet
edin! Muhabbetullah'ı yegâne dost bil! Yolculuğunun maksat ve gayesi O'na
yaklaşmak olsun.
Eğer Allah ile yaptığın bu ticarette kâr ettinse bil ki her şeyi kazanmış;
zarar ettinse her şeyi kaybetmişsin demektir.
Yapmış olduğun bu ticarette, canını ve malını alıcı mı, yoksa satıcı mı olduğunu
bir düşün. Şayet alıcı olup canını ve malını O'na vermekten kaçınmış isen zarar
etmişsin demektir. Şu âyet bu kimselerin halini anlatır:
"İşte onlar, hidayeti (hakkı) bırakıp sapıklığı
daldılar da alışverişleri kâr getirmedi. Zaten doğru yolu bulamamışlardı."
(Bakara 2/16)
Eğer, canını ve malını Allah'a satıcı isen kâr etmişsin demektir; işte o zaman
şu âyetin müjdesine erersin:
"Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin
canlarını ve mallarını cennete karşılık satın almıştır. Allah bunu Tevrat, İncil
ve Kur'an'da üzerine bir hak olarak vaad etti. Verdiği sözü Allah'tan daha
çok tutan kim vardır! Öyleyse yaptığınız alışverişe sevinin, bu büyük bir
kazançtır." (Tevbe 9/111)
Hangi gruba dahil olduğunu anlamak istersen şu âyeti oku:
"Müminler, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, O'nun âyetleri okunduğunda
imanları artan, rablerine güvenen, namazlarını dosdoğru kılan, kendilerine
verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf edenlerdir."
(Enfâl 8/2-3)
Eğer, O anıldığında kalbin titriyor, azaların ürperiyorsa, "Onların bedenleri ve
kalpleri Allah'ın zikriyle yumuşar"
(Zümer 39/23) âyetinin sırrına mazhâr
olmuşsundur. Bu durumda sen, kendini Allah'a satıcılar topluluğuna dâhil olan
kimselerdensindir.
Yok eğer senden bu gibi haller sâdır olmaz, "lâ ilahe illallah" sözü duvar veya
tavan gibi
herhangi bir sözden farksız olursa, bil ki sen, hidayeti ve hakkı terk edip
nefsinin keyfini alan gruptansın. Şu âyet sana veyl okumaktadır:
"Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte
bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler."
(Zümer 39/22)
Allah'ın âyetlerinden nasibi olmayan kimsenin "lâ ilahe illallah" demesi ona
fayda sağlamaz. Zira kalbi mânadan yoksun olan, âyetlerden nasibi olmayan
kimsenin, puta ve haça tapan kimseden, taştan veya kumdan hiçbir farkı yoktur.
Şu âyet seni düşündürmeli:
"Sonra yine kalpleriniz katılaştı, taş gibi hatta daha katı oldu. Nitekim taşlar
arasında içinden ırmaklar çağıldayan, yarılıp su çıkanlar vardır. Allah
korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir."
(Bakara 2/74)
Müslüman'ın kalbi, âyette belirtildiği üzere, taş gibi kaskatı olursa kâfirin
kalbi nice olur. Tevhid ehli ve O'nun zikriyle meşgul olan kimse bu durumda
olursa, kâfirlerin ve gafillerin halini artık sen düşün.
Gaflet uykusundan uyandığın, sarhoşluk batağından kurtulduğun anda, bu
anlattığımı anlayabilir, söylediğimi bilebilirsin. Şüphesiz ki sen önce anlayıp
sonra anlatmakla ve ilkin bilip sonra bildirmekle emrolundun. O halde bilmediğin
şeyi söyleme, anlamadığın şeyi anlatma.
Kelime-i tevhidi iyice anlamadan, kalbinde özümlemeden söylüyorsan hakikatte onu
söylemiş olmazsın. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Vay o namaz kılanların haline ki,
onlar kıldıkları namazdan gafildirler"
(Mâûn 107/4-5) buyurulmuştur.
Öyleyse, Allah'ı zikrettiğinde her yerin kalp kesilmeli; O'nun için konuştuğun
vakit her yanın dil olmalı, O'nu her tarafın kulak kesilmiş bir vaziyette
dinlemelisin ki, soğuk demire çekiç vuran kimse gibi, boşuna yorulmuş olmayasın.
Bir şair demiş ki:
Ölürüm aşkınla seni her zikredişimde,
Gafletinle düşerim mahrumiyet ve hüzne.
Kalp kesilirim gönlümün her titreyişinde;
Ne acı kalır, ne elem, yanar ateşinde.
KELİME-İ TEVHİDİN HÂKİMİYETİ
"Lâ ilahe illallah" bütün mâna ve hakikatiyle sana hâkim olduğu zaman kalbinin
içerisinde yegâne hükümran o olur. Artık hiçbir yabancı kalp evine giremez.
Kendi evinde nefsinin hükmü geçmez. Orada kalıp kalmama hürriyetin elinden
alınır. Malûm olduğu üzere hükümdar bir şehri ele geçirdiği zaman oranın altını
üstüne getirir, oranın azizlerini zelil kılar.
Aynı şekilde, kalbin tam manasıyla kelime-i tevhidin hükmü altına girince, senin de sıfatların değişir; kibrin tevâzuya, malla gururlanma azla kanaat etmeye, varlığın yokluğa, baki olma hevesin fâni olmaya, tüm kötü sıfatların iyiye inkılâp eder. Zahirî üstünlüğün hakiki üstünlüğe döner. Çirkin sıfatların ağacı kökünden kesilir, küfür ve atalet dikenleri ezilir, teşbih ve temsil kabukları temizlenir; oraya iman ve tev-hid tohumu dikilir. Orada Allah'ı tenzih ve tefrîd fidanları yeşerir. Böylece senin güzel sıfatların çoğalır. Allah Teâlâ'nın şu âyeti bu meseleyi veciz şekilde açıklamaktadır.
"Verimli toprak rabbinin izniyle iyi ürün verir. Çorak toprak kötü ürün verir. İşte biz, şükreden bir topluluk için âyetleri böyle yerli yerince açıklarız." (A'râf7/58)
Her sultanın saltanatı ve hükümranlığı belli bir müddet devam eder. Lâkin "lâ ilahe illallah" bunun dışındadır. Onun saltanatı ilelebet devam edecektir. Hükmü -öncekilerin ve sonrakilerin isteğine bakılmaksızın- herkesi kuşatmış, göklerde ve yerde olanların hepsini kaplamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de buna işaretle,
"Göklerde ve yerde bulunan herkes kul olarak rahmana gelir" buyurulmuştur. (Meryem 19/93)
Bunların bazısı aşk ve şevkle, itaat etmiş bir halde; bazısı da istemeyerek, zoraki bir şekilde O'nun huzuruna gelirler. "Göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez sadece Allah'a secde ederler. Gölgeleri de uzayıp kısalarak O'na secde etmektedir" (Ra'd 13/15) âyet-i kerimesi bu konuda söylenen şeyleri özetle ifade etmektedir.
Aynı şekilde, kalbin tam manasıyla kelime-i tevhidin hükmü altına girince, senin de sıfatların değişir; kibrin tevâzuya, malla gururlanma azla kanaat etmeye, varlığın yokluğa, baki olma hevesin fâni olmaya, tüm kötü sıfatların iyiye inkılâp eder. Zahirî üstünlüğün hakiki üstünlüğe döner. Çirkin sıfatların ağacı kökünden kesilir, küfür ve atalet dikenleri ezilir, teşbih ve temsil kabukları temizlenir; oraya iman ve tev-hid tohumu dikilir. Orada Allah'ı tenzih ve tefrîd fidanları yeşerir. Böylece senin güzel sıfatların çoğalır. Allah Teâlâ'nın şu âyeti bu meseleyi veciz şekilde açıklamaktadır.
"Verimli toprak rabbinin izniyle iyi ürün verir. Çorak toprak kötü ürün verir. İşte biz, şükreden bir topluluk için âyetleri böyle yerli yerince açıklarız." (A'râf7/58)
Her sultanın saltanatı ve hükümranlığı belli bir müddet devam eder. Lâkin "lâ ilahe illallah" bunun dışındadır. Onun saltanatı ilelebet devam edecektir. Hükmü -öncekilerin ve sonrakilerin isteğine bakılmaksızın- herkesi kuşatmış, göklerde ve yerde olanların hepsini kaplamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de buna işaretle,
"Göklerde ve yerde bulunan herkes kul olarak rahmana gelir" buyurulmuştur. (Meryem 19/93)
Bunların bazısı aşk ve şevkle, itaat etmiş bir halde; bazısı da istemeyerek, zoraki bir şekilde O'nun huzuruna gelirler. "Göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez sadece Allah'a secde ederler. Gölgeleri de uzayıp kısalarak O'na secde etmektedir" (Ra'd 13/15) âyet-i kerimesi bu konuda söylenen şeyleri özetle ifade etmektedir.
Herkesin O'na teslim olduğunu ifade eden bir diğer ayet şudur:
"Rabbin âdemoğlunun belinden zürriyetlerini almış ve, 'Ben sizin rabbiniz değil
miyim?' diye onları kendilerine şahit tutmuştu. 'Evet buna şahidiz dediler.
Kıyamet günü, 'Biz bundan habersizdik' dememeniz için sizinle bu anlaşmayı
yaptık." (Araf 7/172)
Bu âyeti şu şekilde tefsir etmek mümkündür:
Âlem-i fazl (gerçek müminler) isteyerek, âlem-i adl (kâfirler) ise istemeyerek,
"Evet, sen bizim rabbimizsin" dediler.
Allah Teâlâ, onları Âdem'in (a.s) belinden çıkardıktan sonra iki fırkaya ayırdı.
Âlem-i fazl (cennetlikler) Âdem'in (a.s) sağında, âlem-i adl (cehennemlikler)
ise solunda yer aldı. Bunun akabinde Allah Teâlâ her iki gruba da anlama, işitme
ve konuşma melekesi verdi. Daha sonra onlara hitap etti ve onları kendilerine
şahit tuttu. Onların hepsi Allah'ın bir tek olduğunu ikrar ettiler ve "Evet, sen
bizim rabbimizsin" dediler.
Bu iki gurubun ikrarları arasında çok ince bir
fark vardı. Şöyle ki âlem-i fazl (cennetlikler) isteyerek, hemencecik o anda;
âlem-i adl (cehennemlikler) ise istemeyerek, gevşek bir eda ile, "Evet"
dedi.Onlardan bu şekilde söz alınması, kıyâmet günü, "Bizim bundan haberimiz
yoktu!" dememeleri içindi.
Bu fırkaların âlem-i kudretten âlem-i hikmete geçmesiyle birlikte içlerinde
gizli bir şekilde bulunan "Allah'ın varlığı ve birliği" fikri kendiliğinden
ortaya çıkmıştır.
Müminler, içlerindeki bu sese kulak vererek tam
bir inançla "evet" demek sûretiyle sözlerini tutmuşlar, kâfir ve münafıklar ise
doğruluğuna tam olarak inanamamış bir halde "evet" dediği için verdikleri ahde
vefa gösterememiş, mîsakı bozmuşlardır.
İşte bu sebeple Allah Teâlâ müminleri övgü ile
anarak, "Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar" (Ra'd 13/20) buyurmuştur.
Allah, kâfirler ve münafıkları kınayarak,
"Allah'a söz verdikten sonra ondan cayanlar, Allah'ın bitiştirilmesini
emrettiğini ayıranlar ve yer yüzünde bozgunculuk yapanlar yok mu. İşte lânet ve
Cehennem onlar içindir." (Ra'd 13/15)
buyurmuştur.
Allah'a karşı verilen bu "evet" sözü, kıyamet meydanında, müminlerin emânete
riayet etmeleri sebebiyle lehlerinde; kâfirlerin ise emânete hıyanet etmeleri
nedeniyle aleyhlerinde şahitlik yapar. Daha sonra herkesin amellerinin yazılı
olduğu, herkesin üzerine şehâdet edecek olan bir kitap gönderilir. Bu hakikat
Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde belirtilmiştir:
"Her insanın amelini boynuna dolarız ve kıyamet günü, onun için açılmış bir
kitap çıkarırız. 'Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak senin nefsin sana
yeter' deriz." (İsra 17/13-14)
Allah Teâlâ, seni nefsin üzerine şahit tutarak, verdiğin sözü unuttuğunu, zalim
ve cahil olduğunu sana hatırlatır. Böylece sen ikrardan inkâra düştüğünü kabul
edersin.
Hiç yorum yok