KELİME-İ TEVHİD- İmâm-ı Gazâli




 
KELİME-İ TEVHİDİN MÂNASI

Kelime-i tevhid, iki lafızdan oluşur. Birinci kısmı "lâ ilâhe"dir. Mânası, "hiçbir ilâh yoktur" demektir. Bu kısmında kalmak küfürdür. İkinci kısmı "illallah’tır. Mânası, "ilâh olarak ancak Allah vardır" demektir. Bunu söylemek imandır. Kâfir ve münafıklar "lâ ilahe" kısmında kalıp küfre düştüler. Oysaki onlara, "Kapıda durmayın, içeriye geçin (hakka ulaşın) denilmişti.
Kur'ân-ı Kerîm'deki şu âyeti bu mânada anlamalıdır:
"Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, ona indirdiği kitaba ve daha önce indirmiş olduğu kitaplara inanın. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz koyu bir sapıklığa dalmıştır." (Nisa 4/136)
Gerçek müminler, aslî vatana (hakikate) ulaşmış, yani "illallah" menziline varmış kimselerdir. Onların durumu şu âyetle anlatılmıştır:
"Peygamberler ve müminler ona rabbinden indirilene inandılar. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler." (Bakara 2/285)
"Lâ ilahe" diyerek cehennemliklerden olanların ilki lanetlenmiş ve kovulmuş şeytandır. "İllallah" diyerek iman bahçesine giren ve cennetlik sınıfına dahil olan ilk kimse ise Hz. Âdem'dir. Bu nedenle cehenneme gireceklerin listesinin en başında şeytanın, cennetliklerin başında ise Hz. Âdem'in (a.s) ismi yazılıdır.
Şimdi "lâ ilahe" menzilinde durup da küfre düşen şeytana mı, yoksa "illallah" diyerek imana eren Âdem'e (a.s) mi katıldığını iyice düşün. Sakın şeytana uyma! Eğer şeytanın yolundan gidersen Âdem'in yolundan sapmış olursun, onunla olan bağın kopmuş olur ki o vakit şeytanî sıfatlarla sıfatlanmış olursun. Bu durumda sen şu âyette anlatılan kimselerden olursun:
"Allah, İblîs'e, 'Haydi git! Onlardan sana kim uyarsa bil ki cehennemde hepiniz tam bir ceza ile cezalandırılırsınız. Vesveselerinle gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlı askerlerinle haykırarak yürü, onların mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde bulun' dedi. Ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadde bulunur." (İsrâ 17/63-64)
Şayet Allah Teâlâ sana adaletiyle muamele edecek olursa seni âlem-i adle (cehennemliklere) ait listenin başına kaydedip iblîs'in ordusuna dahil eder. Yok eğer fazl ve keremiyle davranacak olursa seni âlem-i fazlın (cennetliklerin) defterine yazıp Hz. Âdem'in safına katar.
"Lâ ilahe" lafzı "illallah" lafzına bağlı olup, ikisi, birbirinden ayrılmaması gereken tek bir sözdür. "Lâ ilahe" zehir ise, "illallah" panzehirdir. Panzehiri olmayan zehri içen kimse nasıl helak olursa, aynı şekilde "lâ ilahe" deyip "illallah" demeyen kimse de helak olur. Kuşkusuz zehirden sonra panzehir içen kimse nefsini dizginlemiştir. Nefsine sahip olan kimse ile, nefsini helak eden kimse birbirinden çok farklıdır.
"Lâ ilâhe"yi "illallah" çizgisine kavuşturmadıkça, sen, kelime-i tevhid kalesinin dışındaki harabelerinden birinde kalırsın. "Lâ ilahe" kalenin yarısı olduğu için diğer yarısı olmaksızın kale tamamlanmış olmaz. Nitekim Allah Teâlâ, "Lâ ilahe illallah benim kalemdir" (Kaynağı ilk sayfada gösterildi) buyurmuştur. O halde sen "lâ ilâhe"yi "illallah"a bağladığında, bu kale tüm rükün ve kısımlarıyla tamamlanmış olur. Zira her kalenin dört rüknü vardır. Aynı şekilde "lâ ilahe illallah" dört kelime olup, her bir kelime tevhid kalesinin bir rüknüdür. Maddî şekil olarak durum böyle olduğu gibi, mâna yönüyle de böyledir.
Tevhid kalesinin rükünlerini şöylece sıralamak mümkündür: Namaz, oruç, hac, zekât, (bir de kale olarak nitelendirdiğimiz) kelime-i şehâdet. İslâmiyet bu beş esas üzerine kurulmuştur.
Ey kardeşim, bilmiş ol ki, insanlık şehrindeki tevhid kalesi kalbin korumasındadır. Bu şehrin sakinlerinden olan kulak, göz, el ve ayak kalbin kölesi ve hizmetçisi olup istemeseler de kalbin emirlerine uymak mecburiyetindedirler. Evet, bu uzuvlar kalbin isteklerini yerine getirmek, ona muhalefet etmemek üzere yaratılmışlardır. Kalbin emretmesi üzerine göz bakar, kulak duyar, el tutar, ayak yürür. Eğer kalp bu uzuvlara bu hareketlerin aksini emrederse yine yaparlar. Kısaca, bunlar kalbe itaat etmek zorundadırlar.
Şayet kalp mülkünde zulmediyorsa, emrindeki uzuvları zulüm, fesat, muhalefet ve inat gibi kötü işlerin yapılmasında kullanır. Meselâ, göze haram şeylere bakmasını, kulağa kötü sözleri dinlemesini, el ve ayağa haramla meşguliyeti emreder ki böylece onlar hakikati göremez ve duyamazlar. Şu âyetler, insanın bu halini anlatmaktadır:
"Onlar, manen sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu sebeple doğru yola dönmezler" (Bakara 2/18)
"And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık. Onların kalpleri vardır, ama anlamazlar; gözleri vardır, ama görmezler; kulakları vardır, ama işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidirler; hatta daha da aşağıdırlar. İşte gafil olanlar bunlardır." (A'râf 7/179)
Kalp kendi memleketinde adaletle hükmederse, bu uzuvları taat ve ibadet etmekte kullanır. Yani, göze iyiye, güzele bakmasını; kulağa faydalı şeyleri dinlemesini, diğer uzuvlara da hayır işlemelerini emreder ki bunun neticesinde bereket hâsıl olur, kalbin meydanı temizlenir, saflaşır. Kalbin bu haline Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle işaret buyurmuştur:
"Bedende bir parça et vardır ki o iyileşince bedenin hepsi iyileşir, o hastalanırsa bedenin hepsi hastalanır. İşte o, kalptir." (Buhârî, imân, 39; Müslim, Müsâkat, 107; İbn Mâce, Fıten, 14; Dârimî, Büyü', 1)
Kelime-i tevhid; kapısı, kapıcısı ve bekçisi olan sağlam bir kale olup, kapıcının hakkını vermeden içeri girmek mümkün değildir. Yani "lâ"nın sırrından geçmeden "illa"nın ispatına varamazsın.
Gerçekte bir şeyi yok etmek veya var etmek senin işin değildir. Çünkü mevcut olmayan bir şey zaten yoktur. Aynı şekilde, var olan bir şeyin de ispata ihtiyacı yoktur. Varlığı bulunmayan bir şey, mevcut değildir; var olan da zaten mevcuttur.
"Lâ ilâhe illallah" dört kelime, on iki harf gibi görünmesine karşın gerçekte bir kelime ve dört harften ibarettir.
Allah lafzı mutlak bir doğru olup, inkârı ve nefyi mümkün değildir. "Lâ ilahe" ifadesi de mutlak mânada bir nefiydir. Zira bir şeyin sübûtu ve vücudu tasavvur edilmedikçe nefyedilemez. Nitekim "lâ" harfi, sübûtu ve vücudu tasavvur edilebilen bir şeyi nefyetmek için kullanılır. Yani bu, başka tanrıların mevcudiyeti mânasında olmayıp; eşi ve benzeri, ortağı ve zıddı olmayan Allah'ın varlığını tekit ve ispat için kullanılmıştır. Bunun aksini düşünen kimse müşriktir. (Yani bir kimse, Allah'tan başka ilâh yoktur derken, O'nun tek ilâh olduğunu ifade etmiş ve ispatlamış olur. Kelime-i tevhidle, başka ilâhlar var da onları inkâr edip Allah'ı kabul etmek anlatılmıyor. Yüce Allah'ın yanında başka ilâhlar kabul etmek şirktir. Lâ ilahe illallah "tek ilâh var, o da Allah'tır" demektir (çev.))


KELİME-İ TEVHİDİN MEYVESİ

"Lâ ilahe illallah", ilâhî sırların perdesini açar ve kalbi, onu kirletip yüce Hakk'ın tecellilerini perdeleyen tozlardan temizler. Kalp arşını temizleyerek onu Cenâb-ı Hakk'ın tecellisine mahzar ve nazarına layık bir mahal yapar. Bu itibarla Allah Teâlâ, Davud'a (a.s), "Ey Dâvûd! Bana kalp evini temizle de orada bulunayım. Gökler ve yer beni içine alamazken mümin kulumun temiz kalbi beni içine aldı" (Bk. Sehâvî, el-Makasıdü'l-Hasene, nr. 990) buyurmuştur.
Mâsivâya (Allah'tan gayrisine) nazar edip kirlendiğin, ilim ve derece üstünlüğüne güvendiğin ve varlık âleminde Allah'tan başkasını gördüğün sürece "lâ ilahe" nefyi senin içindir. Ne zaman eşyayı her şeyin sahibi olan Allah'ın birliğine (tevhid) delil kılıp, onlarda hakkı görürsen işte o an "lâ"dan kurtulur "illa"ya ulaşırsın.
"Allah de, sonra da onları bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar." (En'âm 6/91) Bu âyette belirtildiği gibi sen ne zaman fâni şeyleri anmayı bırakır, baki olan Allah'ın zikriyle meşgul olursan kelimenin tam anlamıyla Allah demiş olur, mâsivâdan yüz çevirirsin.
"Allah" kelimesini oluşturan "elif, lâm ve hâ" harflerinden her birinin özel bir mânası ve işareti vardır.
Elif, Allah'ın kendi zâtıyla kaim olduğuna, varlığının mahlûklardan hiçbirine bağlı olmadığına işarettir. Lâm, mülkiyet ifade eder; Cenâb-ı Hakk'ın tüm mahlûkatın gerçek sahibi olduğunu gösterir. Hâ harfi ise, hidayeti simgeler; göklerde ve yerde olanların hepsine hidayet eden, yani onların yolunu gösterenin, yapacağını öğretenin Allah olduğunu belirtir. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah göklerin ve yerin nurudur (yani yerde ve gökte ne varsa hepsine hayat veren, yol gösteren Allah'tır)" buyurulmuştur. (Nûr 24/35)
Bunları şöyle anlamak da mümkündür: Elif, Cenâb-ı Hakk'ın kendi nimetini her tarafa yaymak suretiyle halk ile ülfet ettiğine; lâm, halkın Hak'tan yüz çevirdiğine; hâ, Allah dostlarının aşk ve muhabbet içinde kaldıklarına işarettir. Şairin biri bu nükteleri şu şekilde mısralara aktarmıştır:

Elif, halkla ülfet etmek;
Lâm, kınamaktır şeytanı.
Hâ, O'nun aşkıyla coşmak;
Ve... Uyarmaktır insanı.

Basiret gözünü aç! Âlemdeki her şey "lâ ilahe illallah" der. Sen şu âyetin haberine kulak ver:
"Yedi gök, yer ve bunların arasında bulunanlar O'nu tesbih eder. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, gafur ve halîmdir."  (İsrâ 17/44)
Bu hakikat şairin mısralarında şöyle dile gelmiştir:

Her şeyde vardır apaçık bir âyet;
O'nun birliğine eder delâlet.

Tevhid güneşinin sadece senin üzerine doğduğunu mu sanırsın? Bu iş senin bildiğin gibi olmayıp, kuşlar dahi O'nun için saf saf olmuş, O'na dua ve teşbih etmektedirler. Sizin diğer mahlûklara kıyasla daha üstün, daha azametli ve faziletli oluşunuz mükellef olmanız-dandır. Yoksa size ihtiyaca binaen bu özellikler verilmiş değildir. İyilik ve üstünlük Allah tarafından verilmiş bir nimet olup, Kur'ân-ı Kerîm'de bu nimet şöyle hatırlatılmıştır:
"And olsun ki, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onların çeşitli vasıtalarla karada ve denizde intikalini sağladık; onları temiz şeylerle rızıklandırdık ve yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık" (İsrâ 17/70)
Allah Teâlâ sizi ademiyet (yokluk) sırrından varlık sahasına getirmiş ve size, kulluk vazifenizi yerine getirerek, Allah'ın bir tek olduğunu anlamanızı emretmiştir. Sizlere vücut verilmiş olması herhangi bir ihtiyaç sebebiyle veya ilâhî sıfatların size muhtaç olduğundan ve vahdâniyyet sıfatının sizin şahâdetinize bağlı bulunduğundan dolayı değildir. Zira O'nun sıfatları hiçbir şahidin şahadetine bağlı değildir ve inkarcının inadıyla da gizli ve kapalı bir hale gelmez.
Yarasalar dahi güneşin varlığını bilirler. Fakat gözlerinin kusurlu olması sebebiyle onu göremezler. Güneş doğunca yerlerine çekilip uyurlar. Onlar gecenin varlığının da farkına varırlar. Yarasaların güneş ışığını görememesi güneş ışıklarından kaynaklanmaz; onların gözlerinin bu ışıkları görebilme kabiliyetinin olmayışından kaynaklanır.
Allah Teâlâ ezelî ve ebedîdir. İster şahadet edin, ister inkâr edin; yani isteseniz de istemeseniz de bu böyledir. Eğer şahadet ederseniz bu, O'nun ezeliyet sıfatının bir tecellisi olarak size ikram edilen nasibinizdir. Yok eğer inkâr ederseniz, bu hiçbir şey ifade etmez. Çünkü ezelî ve ebedî olan bir şeyin varlığı, hadis olan (sonradan yaratılan) bir şeye bağlı değildir. Bilakis hadis olan bir şeyin mevcudiyeti kadîm olana bağlıdır. Bütün varlıkların O'na muhtaç olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de şöylece ifade edilmiştir:
"Ey insanlar! Siz fakirsiniz. Allah ise zengindir, her türlü hamd'e ve övgüye lâyıktır. O dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni kimseler yaratır. Bu Allah'a zor değildir." (Fâtır 35/15-17)
Eğer sen fakir isen, Allah'ın huzuruna zenginler gibi; zelil isen azizler gibi; zayıf isen güçlüler gibi gelme! Allah'ın divanına aczini, fakrını itiraf ederek gelirsen bilmiş ol ki sabreden fakirler O'nun yanında olurlar. Zelil ve kalbi kırık bir vaziyette varırsan şüphesiz O, kalbi kırık olan kimselerle beraberdir. O'nun huzuruna O'nu zikrederek gidersen O da seninle birlikte olur. Nitekim âyette,
"Beni anın ki ben de sizi anayım" (Bakara 2/152) buyurulmuştur.
O'na muhabbetin varsa, "Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler" (Mâide5/54) âyetinin müjdesine ulaşırsın.
O'na yakınlık peyda ederek geldinse, "Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım, kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim. Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşır, ben de onu severim. Sevdiğim zaman onun gören gözü, duyan kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Kulum artık benimle görür, benimle duyar, benimle tutar, benimle yürür" (Buhârî, Rikak, 38; ibn Mâce, Fiten, 16; Begavî, Şer-hu's-Sünne, 1/142; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, nr. 7880) kudsî hadisinin sırrına mazhar olursun.
Şu hadis de O'na yakın olan kulların haline işaret etmektedir:
"Allah kıyamet gününde, 'Ey âdemoğlu, aç kaldım beni doyurmadın, hasta oldum halimi sormadın' der. Bunun üzerine kul, 'Yâ rabbi, sen âlemlerin rabbi iken ben seni nasıl doyurayım, sana nasıl su vereyim!' diye sorar; Allah da, 'Benim kullarımdan biri hastalandı, sen onun hal ve hatırını sormadın. İzzet ve celâlime and olsun ki, onun hal ve hatırını sormuş olsaydın beni onun yanında bulurdun' der." (Buhârî, Edebü'l-Müfred, nr. 517; Müslim, Birr, 43; İbn Hibbân, Sahîh,nr. 269)


KELİME-İ TEVHİDİN HAKKI

Tevhidi sermaye yap! Lüzumsuz şeylerden arın! Asıl zenginliği fakirlikte (Allah'a boyun bükmede), azizliğini ise O'na karşı zelillikte ara. Zikrullah'ı şiar edin! İlâhî muhabbet, kaftanın; takva, gömleğin olsun! Azığa, bineğe ve emniyete ihtiyacın varsa, fakirliği azık, kalp kırıklığını binek, zikri emniyet edin! Muhabbetullah'ı yegâne dost bil! Yolculuğunun maksat ve gayesi O'na yaklaşmak olsun.
Eğer Allah ile yaptığın bu ticarette kâr ettinse bil ki her şeyi kazanmış; zarar ettinse her şeyi kaybetmişsin demektir.
Yapmış olduğun bu ticarette, canını ve malını alıcı mı, yoksa satıcı mı olduğunu bir düşün. Şayet alıcı olup canını ve malını O'na vermekten kaçınmış isen zarar etmişsin demektir. Şu âyet bu kimselerin halini anlatır:
"İşte onlar, hidayeti (hakkı) bırakıp sapıklığı daldılar da alışverişleri kâr getirmedi. Zaten doğru yolu bulamamışlardı." (Bakara 2/16)
Eğer, canını ve malını Allah'a satıcı isen kâr etmişsin demektir; işte o zaman şu âyetin müjdesine erersin:
"Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını cennete karşılık satın almıştır. Allah bunu Tevrat, İncil ve Kur'an'da üzerine bir hak olarak vaad etti. Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır! Öyleyse yaptığınız alışverişe sevinin, bu büyük bir kazançtır." (Tevbe 9/111)
Hangi gruba dahil olduğunu anlamak istersen şu âyeti oku:
"Müminler, Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, O'nun âyetleri okunduğunda imanları artan, rablerine güvenen, namazlarını dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarf edenlerdir." (Enfâl 8/2-3)
Eğer, O anıldığında kalbin titriyor, azaların ürperiyorsa, "Onların bedenleri ve kalpleri Allah'ın zikriyle yumuşar" (Zümer 39/23) âyetinin sırrına mazhâr olmuşsundur. Bu durumda sen, kendini Allah'a satıcılar topluluğuna dâhil olan kimselerdensindir.
Yok eğer senden bu gibi haller sâdır olmaz, "lâ ilahe illallah" sözü duvar veya tavan gibi herhangi bir sözden farksız olursa, bil ki sen, hidayeti ve hakkı terk edip nefsinin keyfini alan gruptansın. Şu âyet sana veyl okumaktadır:
"Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler." (Zümer 39/22)
Allah'ın âyetlerinden nasibi olmayan kimsenin "lâ ilahe illallah" demesi ona fayda sağlamaz. Zira kalbi mânadan yoksun olan, âyetlerden nasibi olmayan kimsenin, puta ve haça tapan kimseden, taştan veya kumdan hiçbir farkı yoktur. Şu âyet seni düşündürmeli:
"Sonra yine kalpleriniz katılaştı, taş gibi hatta daha katı oldu. Nitekim taşlar arasında içinden ırmaklar çağıldayan, yarılıp su çıkanlar vardır. Allah korkusundan yuvarlananlar vardır. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir." (Bakara 2/74)
Müslüman'ın kalbi, âyette belirtildiği üzere, taş gibi kaskatı olursa kâfirin kalbi nice olur. Tevhid ehli ve O'nun zikriyle meşgul olan kimse bu durumda olursa, kâfirlerin ve gafillerin halini artık sen düşün.
Gaflet uykusundan uyandığın, sarhoşluk batağından kurtulduğun anda, bu anlattığımı anlayabilir, söylediğimi bilebilirsin. Şüphesiz ki sen önce anlayıp sonra anlatmakla ve ilkin bilip sonra bildirmekle emrolundun. O halde bilmediğin şeyi söyleme, anlamadığın şeyi anlatma.
Kelime-i tevhidi iyice anlamadan, kalbinde özümlemeden söylüyorsan hakikatte onu söylemiş olmazsın. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan gafildirler" (Mâûn 107/4-5) buyurulmuştur.
Öyleyse, Allah'ı zikrettiğinde her yerin kalp kesilmeli; O'nun için konuştuğun vakit her yanın dil olmalı, O'nu her tarafın kulak kesilmiş bir vaziyette dinlemelisin ki, soğuk demire çekiç vuran kimse gibi, boşuna yorulmuş olmayasın. Bir şair demiş ki:

Ölürüm aşkınla seni her zikredişimde,
Gafletinle düşerim mahrumiyet ve hüzne.
Kalp kesilirim gönlümün her titreyişinde;
Ne acı kalır, ne elem, yanar ateşinde.


KELİME-İ TEVHİDİN HÂKİMİYETİ

"Lâ ilahe illallah" bütün mâna ve hakikatiyle sana hâkim olduğu zaman kalbinin içerisinde yegâne hükümran o olur. Artık hiçbir yabancı kalp evine giremez. Kendi evinde nefsinin hükmü geçmez. Orada kalıp kalmama hürriyetin elinden alınır. Malûm olduğu üzere hükümdar bir şehri ele geçirdiği zaman oranın altını üstüne getirir, oranın azizlerini zelil kılar.
      Aynı şekilde, kalbin tam manasıyla kelime-i tevhidin hükmü altına girince, senin de sıfatların değişir; kibrin tevâzuya, malla gururlanma azla kanaat etmeye, varlığın yokluğa, baki olma hevesin fâni olmaya, tüm kötü sıfatların iyiye inkılâp eder. Zahirî üstünlüğün hakiki üstünlüğe döner. Çirkin sıfatların ağacı kökünden kesilir, küfür ve atalet dikenleri ezilir, teşbih ve temsil kabukları temizlenir; oraya iman ve tev-hid tohumu dikilir. Orada Allah'ı tenzih ve tefrîd fidanları yeşerir. Böylece senin güzel sıfatların çoğalır. Allah Teâlâ'nın şu âyeti bu meseleyi veciz şekilde açıklamaktadır.
      "Verimli toprak rabbinin izniyle iyi ürün verir. Çorak toprak kötü ürün verir. İşte biz, şükreden bir topluluk için âyetleri böyle yerli yerince açıklarız."
(A'râf7/58)
      Her sultanın saltanatı ve hükümranlığı belli bir müddet devam eder. Lâkin "lâ ilahe illallah" bunun dışındadır. Onun saltanatı ilelebet devam edecektir. Hükmü -öncekilerin ve sonrakilerin isteğine bakılmaksızın- herkesi kuşatmış, göklerde ve yerde olanların hepsini kaplamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de buna işaretle,
      "Göklerde ve yerde bulunan herkes kul olarak rahmana gelir" buyurulmuştur.
(Meryem 19/93)
      Bunların bazısı aşk ve şevkle, itaat etmiş bir halde; bazısı da istemeyerek, zoraki bir şekilde O'nun huzuruna gelirler. "Göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez sadece Allah'a secde ederler. Gölgeleri de uzayıp kısalarak O'na secde etmektedir"
(Ra'd 13/15) âyet-i kerimesi bu konuda söylenen şeyleri özetle ifade etmektedir.
Herkesin O'na teslim olduğunu ifade eden bir diğer ayet şudur:
"Rabbin âdemoğlunun belinden zürriyetlerini almış ve, 'Ben sizin rabbiniz değil miyim?' diye onları kendilerine şahit tutmuştu. 'Evet buna şahidiz dediler. Kıyamet günü, 'Biz bundan habersizdik' dememeniz için sizinle bu anlaşmayı yaptık." (Araf 7/172)
Bu âyeti şu şekilde tefsir etmek mümkündür:
Âlem-i fazl (gerçek müminler) isteyerek, âlem-i adl (kâfirler) ise istemeyerek, "Evet, sen bizim rabbimizsin" dediler.
Allah Teâlâ, onları Âdem'in (a.s) belinden çıkardıktan sonra iki fırkaya ayırdı. Âlem-i fazl (cennetlikler) Âdem'in (a.s) sağında, âlem-i adl (cehennemlikler) ise solunda yer aldı. Bunun akabinde Allah Teâlâ her iki gruba da anlama, işitme ve konuşma melekesi verdi. Daha sonra onlara hitap etti ve onları kendilerine şahit tuttu. Onların hepsi Allah'ın bir tek olduğunu ikrar ettiler ve "Evet, sen bizim rabbimizsin" dediler.
Bu iki gurubun ikrarları arasında çok ince bir fark vardı. Şöyle ki âlem-i fazl (cennetlikler) isteyerek, hemencecik o anda; âlem-i adl (cehennemlikler) ise istemeyerek, gevşek bir eda ile, "Evet" dedi.Onlardan bu şekilde söz alınması, kıyâmet günü, "Bizim bundan haberimiz yoktu!" dememeleri içindi.
Bu fırkaların âlem-i kudretten âlem-i hikmete geçmesiyle birlikte içlerinde gizli bir şekilde bulunan "Allah'ın varlığı ve birliği" fikri kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Müminler, içlerindeki bu sese kulak vererek tam bir inançla "evet" demek sûretiyle sözlerini tutmuşlar, kâfir ve münafıklar ise doğruluğuna tam olarak inanamamış bir halde "evet" dediği için verdikleri ahde vefa gösterememiş, mîsakı bozmuşlardır.
İşte bu sebeple Allah Teâlâ müminleri övgü ile anarak, "Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar" (Ra'd 13/20) buyurmuştur.
Allah, kâfirler ve münafıkları kınayarak, "Allah'a söz verdikten sonra ondan cayanlar, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yer yüzünde bozgunculuk yapanlar yok mu. İşte lânet ve Cehennem onlar içindir." (Ra'd 13/15) buyurmuştur.
Allah'a karşı verilen bu "evet" sözü, kıyamet meydanında, müminlerin emânete riayet etmeleri sebebiyle lehlerinde; kâfirlerin ise emânete hıyanet etmeleri nedeniyle aleyhlerinde şahitlik yapar. Daha sonra herkesin amellerinin yazılı olduğu, herkesin üzerine şehâdet edecek olan bir kitap gönderilir. Bu hakikat Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde belirtilmiştir:
"Her insanın amelini boynuna dolarız ve kıyamet günü, onun için açılmış bir kitap çıkarırız. 'Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak senin nefsin sana yeter' deriz." (İsra 17/13-14)
Allah Teâlâ, seni nefsin üzerine şahit tutarak, verdiğin sözü unuttuğunu, zalim ve cahil olduğunu sana hatırlatır. Böylece sen ikrardan inkâra düştüğünü kabul edersin.
 

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.