ŞEHABEDDİN SÜHREVERDİ VE KARINCALARIN DİLİ



ŞEHABEDDİN SÜHREVERDİ Kaddesellâhü sırrahu’l azîz

 VE KARINCALARIN DİLİ

Şeyh Işrak, Şeyh Maktul, Şeyh Şehid ve Şehab-ı Maktul lâkapla­rıyla tanınan Ebu’l-Fütuh Şeyh Şehabeddin Yahya bin Habeş bin Emirek Sühreverdi hicri 549’da (m. 1154-1155) İran’ın Zencan vi­layetine bağlı Ebher ilçesinin Sühreverd köyünde dünyaya geldi.
Sühreverdi, ilk eğitimini kendi köyünde tamamladı. Daha son­ra, felsefeye, özellikle İbn-i Sina’nın görüşlerine şiddetle karşı çıka­cak olan Fahruddin-i Razi ile birlikte, o dönemde İran’ın ilim mer­kezi konumunda olan Merağe şehrine giderek Şeyh Mecdüddin-i Ceylî’den hikmet ve fıkıh usûlü dersleri aldı.
Merağe’de bir müddet kaldıktan sonra ilim tahsilini tamamla­mak üzere İsfahan şehrine gitti. Orada Zahiruddin Kari namıyla meşhur bir mantıkçının yanında İbnu Şahlan es-Sevî’nin Beşâir ad­lı eserini okudu.
Sühreverdi’nin Merağe ve İsfahan’daki bu iki hocası dışında el­bette başka hocaları da olmuştur ama maalesef bunların kim olduk­ları hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Sühreverdi, Merağe ve İsfahan şehirlerinde felsefe, mantık, fı­kıh, hadis, tefsir ve edebiyat başta olmak üzere, o dönemde medre­selerde okutulan bütün dersleri okudu. Eserlerinden onun mate­matik, astronomi ve ulum-ı garibe denilen ilimlerden de haberdar olduğu anlaşılmaktadır.
Sühreverdi, İsfahan’da bulunduğu dönemde sufilerle tanışmış, Beyazid Bestami kaddesellâhü sırrahu’l azîz ve Hallacı Mansur gibi ariflerin etkisinde kalmış­tır. Büyük bir ihtimalle yine bu dönemde, Antik İran felsefesi veya kendi deyimiyle Husrovanî hikmetin temel esaslarıyla tanışmıştır.
Sühreverdi, İsfahan’da ilim tahsilini bitirip sufilerle tanıştıktan sonra uzun seferlere çıktı. Anadolu ve Suriye’ye gitti. Uzun bir za­man Diyarbakır, Miyafarkin (Silvan), Hani ve Mardin şehirlerinde kaldıktan sonra Konya ve Sivas’a gidip Sultan II. Kılıçarslan’nı oğul­ları Berkyaruk, Melikşah ve Süleyman’a ders verdi. Sonra tekrar Di­yarbakır’a döndü, oradan da Suriye’ye giderek Selahattin Eyyubi’nin oğlu ve Halep şehrinin hâkimi Melik Zahirin isteği üzere, şehid olacağı güne kadar Halep’te kaldı.
Sühreverdi, bu zaman zarfında nefsini terbiye etmeyi esas alarak zamanının çoğunu itikâf ve ibadetle geçirmiş, kendisini çetin riya­zetlere adamıştır.
Sühreverdi’nin Halep şehrinin ulemasıyla olan İlmî tartışmala­rı Melik Zahir’in kulağına gittiği zaman, Sühreverdi’yi şehrin ön­de gelen âlimlerinin katıldığı bir münazaraya davet etti. Melik Za­hir bu münazara sırasında Sühreverdi’nin düşüncelerinden çok et­kilendi ve kendisine, Halep’te kalıp ders vermesi için gerekli orta­mı hazırladı.
Melik Zahir’in Sühreverdi’yi sevip kollaması, her gün kendisiy­le görüşmesi ve Sühreverdi’nin kimseden korkmadan açık sözlü­lükle bildiklerim anlatması şehir ulemasının rahatsızlığına neden oldu. Sühreverdi’yi Melik Zahir’e şikâyet etmekle bir fayda elde edemeyeceklerini bildiklerinden, altında mühürlerinin olduğu şi­kâyetnameyi Selahattin Eyyubi’ye gönderdiler. Haçlılarla savaş ha­linde olan Selahattin Eyyubi, ulemanın desteğinden mahrum kal­mamak için oğluna Sühreverdi’yi öldürmesi emrini verdi. Melik Za­hir, babasını bu karardan vazgeçirmek istediyse de başarılı olama­dı, sonunda istemeyerek de olsa babasının emrini yerine getirdi.
Melik Zahir, tahta oturduğu zaman, Sühreverdi’yi çekemeyip Selahattin Eyyubi’ye şikâyet ederek öldürülmesine sebep olan âlimlerden bazılarını öldürdü, bazılarının da mallarına el koyup zindana attı.
Sühreverdi’nin hangi tarihte şehadet makamına ulaştığına dair kesin bir bilgiye sahip değiliz. Bazıları onun hicri 586’da, bazıları da 588’de öldürüldüğünü söylemişlerdir ama 587 (m. 1191) tarihi ilim âleminde daha çok kabul görmüştür.
Sühreverdi’nin nasıl şehid edildiği hakkında da kesin bir bilgi­ye sahip değiliz. Bazıları onun kılıçla, bazıları boğularak, bazıları da aç bırakılarak öldürüldüğünü söylemişlerdir. Öğrencisi Şehrzuri, Sühreverdi’nin hayatını kaleme aldığı yazının son kısmında onun şu cümlesini nakletmektedir:
‘Her şeyin kaynağı olan Allah’a ka­vuşmam için beni bir evde hapsedin, yiyecek ve içecek vermeyin.’
Buradan, Sühreverdi’nin Melik Zahir’den, hakkında verilen ölüm hükmünü bu şekilde uygulamasını talep ettiği anlaşılmaktadır. Me­lik Zahir’in de bu isteği kabul ettiği rivayet edilmektedir.

Sühreverdi’nin Sembolik Hikâyeleri

Sühreverdi, büyük bir filozof olmasının yanı sıra büyük bir ede­biyatçı olduğunun da delili olan hikâyelerinde, birçok arif ve mu­tasavvıfın yaptığı gibi, herkesin muhtevasını anlayamayacağı sem­bolik bir dil kullanmıştır. Bu eserler, son bin yıllık İran edebiyatın­da, edebî özellikleri açısından eşi bulunmayan yapıtlardır. Hikâye­ler her ne kadar farklı mevzuları işliyor gibi görünse de aralarında derin felsefî ve irfanî bağlar vardır.
Sühreverdi’nin hikâyelerinde üç kaynak dikkat çeker. Bunlardan ilki, belki de en önemlisi, tabir yerindeyse Sühreverdi’nin hareket merkezi olan Kur’ân-ı Kerim’dir. Zira o, tüm hikâyelerinde Kur’an’a başvur­muş, Kur’an’dan ayetler getirmiş, hatta Aşk’ın Hakikati ve Batıya Yolculuk risalelerini Kur’an’daki kıssalardan esinlenerek yazmıştır. Onun hikâyelerinin diğer bir hareket kaynağı antik İran hikâyeleri­dir. Zira hikâyelerinde İran edebiyatında önemli bir yere sahip olan Anka Kuşu, Zaloğlu Rüstem gibi sembollerden yararlanmıştır. Bu hikâyelerinin diğer bir özelliği de muhtevasından ve hedefinden de anlaşıldığı gibi irfanı olmalarıdır. Sühreverdi hikâyelerinde, sembo­lik bir dille, salikin irfanî riyazetlere nasıl başlayacağını, bu yolda karşılaşacağı zorlukları ve bu zorluklardan sonra elde edeceği irfanî lezzetleri anlatmaya çalışır.
Sühreverdi’nin hikâyelerini hangi tarihte kaleme aldığı bilinme­diği gibi bu hikâyelerin yazılış sıraları da bilinmemektedir. Aşağıda örnek olarak bir hikâyesi sunulmuştur.

Karıncaların Dili Hakkında

Bu hikâye yapı bakımından Sühreverdi’nin diğer tüm hikâyele­rinden farklı olup bir yerine birçok sembolik hikâye bir arada anla­tılmıştır.
Sühreverdi, hikâyeler mecmuası olan Karıncaların Dilini, bir dostunun kendisinden seyr ü sülük yollarını örnek hikâyelerle an­latmasını istemesi üzerine yazdığını belirtmiştir.
Mecmuanın ilk hikâyesi, karıncaların, yaprakların üzerinde gördükleri billurlaşmış birkaç şebnem damlasının aslı hakkındaki tartışmaları üzerinedir. İkinci hikâye, kaplumbağaların suda yüzen renkli bir kuş görmeleri ve aslı hakkında tartışmaları; üçüncü hi­kâye, Bülbül’ün Süleyman’la karşılaşması; dördüncü hikâye, Keyhüsrev’in elindeki dünyayı gösteren kadeh; beşinci hikâye, bir adamın cinlerin büyüğüyle tanışması; altıncı hikâye, Yarasalar ile Bukalemun arasındaki husumet; yedinci hikâye, Hüdhüd’ün bay­kuşlarla karşılaşması; sekizinci hikâye, bahçesinde çok güzel ta­vuslar olan padişah; dokuzuncu hikâye, İdris aleyhisselâmın Ay ile olan müna­zaraları hakkındadır. Onuncu ve on birinci bölümlerde nasihatler yer alır. Nihayet, elindeki feneri güneşin önüne tutan budala bir çocuğun, annesine ‘Neden güneş fenerimin ışığım yok etti?’ diye sormasıyla başlayan irfanî hikâyeyle mecmua sona erer.

Karıncaların Dili

Tüm varlıkların tasdikiyle mutlak vücuda layık, varlıkların yegâne yaratıcısı ve her şeyin hakikati olan Allah’a hamd olsun. İnsa­noğlunun serveri Muhammed Mustafa’ya ve ehlibeytinin pak ruh­larına da selam olsun.
Yanımda hatırı sayılır aziz dostlardan biri, benden, seyr ü sülük yollarını kendisine anlatmam için örnek hikâyeler istedi. Ben de eh­li olmayanlardan uzak tutması şartıyla bu isteğini kabul ettim. ‘Ka­rıncaların Dili’ olarak adlandırdığım bu hikâyede beni muvaffak kılması için Allah Teâlâ’dan tevfik istedim.

Birinci Bölüm

Birkaç çalışkan karınca, rızık aramak için bir çöle doğru gitti. Tesadüfen bir sabah vakti, dalda yaprakların üzerinde billurlaşmış birkaç şebnem damlası gördüler.
Biri sordu: ‘Bu nedir?’
Diğeri, ‘Bu damlaların aslı topraktır’ dedi.
Başka biri, ‘Denizdir’ diye itiraz etti.
Derken tartışmaya başladılar.
Aralarında sözü sayılır bir karınca vardı, onlara dedi ki:
‘Biraz sabredin, bunun neye meyilli olduğunu görelim. Zira her şey ken­di kaynağına doğru çekim halindedir. Taş yerden alınıp havaya atıl­dığında asıl yeri ve kaynağı toprak olduğu için, ‘her şey aslına dö­ner’ kaidesine binaen tekrar toprağa iner. Karanlığa meyleden şeyin aslı karanlıktır ve nuru arayan her şey de nurdandır.’
Karıncalar bunları dinlerken güneş etrafı ısıttı ve şebnem billur şeklinden çıkıp aslı olan gökyüzüne doğru gitti. Böylece karıncalar onun topraktan olmadığını anladılar. ‘Nur üstüne nur! Allah dile­diği kimseye nurunu iletir. Allah insanlara böyle misaller verir.’[1] ‘Ve gidiş Rabbinedir. ‘[2] ‘Güzel söz ona yükselir ve salih amel de onu yükseltir.[3]

İkinci Bölüm

Sahilde birkaç kaplumbağa yaşıyordu. Bir gün deniz kıyısında gezerlerken renkli bir kuşun suda yüzdüğünü gördüler. Bu kuş, ba­zen suyun altına dalıyor, bazen de üstüne çıkıyordu.
Kaplumbağalardan biri sordu: ‘Acaba bu, suda mı yoksa gökyü­zünde mi yaşayan varlıklardan biridir?’
Diğeri cevap verdi: ‘Suda yaşayan varlıklardan biri değilse suda ne arıyor?’
Başka bir dedi ki: ‘Eğer bu, suda yaşayan varlıklardan biri ise suyun dışında yaşayamaz.’
Kaplumbağalar arasında güngörmüş bir hekim vardı, dedi ki: ‘Dikkatlice onu izleyin. Eğer susuz yaşayabiliyorsa suda yaşayan varlıklardan biri değildir ve suya da ihtiyacı yoktur. Bunun delili, sudan ayrıldıktan sonra hayatına devam edemeyen balıktır.’
Aniden bir rüzgâr esmeye başladı ve denizin suyu dalgalandı. Kuş uçup gökyüzüne gitti.
Kaplumbağalar o hekime dediler ki: ‘Bize daha fazla bilgi ver.’
Hekim, Mekkeli Hz. Ebu Talib’in, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin vecd ve korku­su hakkındaki ‘Eğer Allah ondan akıl düzeninin elbisesini kaldırır­sa, mekân da kendisinden kalkar’ sözünü söyledi.
‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem vecd halinde iken gözlerinin önünden mekân hica­bını kaldırıyorlardı.’
Hasan bin Salih’in ‘muhabbet’ babının ‘hillet (dostluk)’ makamı hakkında diyorlar ki:‘Onun için mekânı aşıp görmek aşikârdı (ko­laydı).’
Büyükler; akıl, mekân, hava ve cisim’i hicaplardan saymışlardır. Hüseyin bin Mansur, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hakkında diyor ki: ‘Mekândan gözleri kapalıydı.’ Başka biri diyor ki: ‘Sufi iki âlemi ve üstteki iki âlemi görür.’
Ayrıca ekabir, hicaplar ortadan kalkmadıkça şuhûdun mümkün olmadığı ve şuhûd mahalline gelen cevherin hâdis ve mahluk oldu­ğu konusunda da hemfikirdirler.’
Bütün kaplumbağalar itiraz edip dediler ki: ‘Mekânda olan cev­her, nasıl mekân dışına çıkıp boyut ve yönden ayrılır?’
Hekim cevap verdi: ‘Ben de bu yüzden bu uzun hikâyeyi anlat­tım.’
Kaplumbağalar bağırarak, ‘Ey Hekim! Seni yanımızdan kovu­yoruz’ dediler ve hekimin üstüne toprak atıp kendi kabuklarına girdiler.

Üçüncü Bölüm

Bülbül dışında, bütün kuşlar Süleyman’ın dergâhında toplan­mışlardı. Süleyman bir kuşu görevlendirip Bülbül’ü yanına çağırdı.
Süleyman’ın mesajı Bülbül’e ulaştığında, Bülbül o zamana kadar yuvasından dışarı çıkmamıştı. Dostlarıyla istişarede bulundu: ‘Bu elçi yalan söylemiyor. Süleyman emretmiş, onunla görüşmemiz ge­rekiyor. Eğer o yuvanın dışında ve biz de içeride olursak onunla gö­rüşmemiz mümkün olmaz, ayrıca o bizim yuvamıza da sığmaz. Başka bir çare yok.’
İçlerinden yaşlı olan biri dedi ki: ‘Eğer ‘Kavuşacakları güne ka­dar’[4] ‘Hepsi toplanıp huzurumuza getirileceklerdir’ [5] ‘Onların dö­nüşü yalnız Bizedir’ [6]‘Güçlü padişahın yanında güzel koltuklarda’[7] vaadi hak olursa, elçinin söyledikleri doğrudur. Ve bu meselenin tek bir çözüm yolu vardır. Eğer o bizim yuvamıza sığmıyorsa, biz yuvamızı terk edip onun dergâhına gideriz. Aksi takdirde, onunla görüşmemiz mümkün olmaz.’
Cüneyd’den tasavvufun ne olduğunu sordular. Cüneyd kaddesellâhü sırrahu’l azîz bu beyti okudu:
Kalbim zengin olur, önceden zengin olduğu gibi
Vardık, önceden olduğumuz gibi

Dördüncü Bölüm

Keyhüsrev’in elinde dünyayı gösteren bir kadeh vardı. Bu ka­dehle gaybdan ve kâinattan istediği bilgiyi elde edebiliyordu. Kılıfı deriden olan bu kadehin on tane açıcı ipi vardı. Keyhüsrev gaybdan bir haber almak istediği zaman bu kadehi ağaç yontan makinanın içine koyuyordu. Bütün ipleri açıldığında kadeh kılıfından çıkmı­yordu ama ipleri bağlandığı zaman Keyhüsrev kendisini ağaç atöl­yesinde buluyordu.
Keyhüsrev, güneş gökyüzünün orta yerine geldiği zaman bu ka­dehi karşısına koyuyordu ve kadehe büyük ışık nurları yansıdığı zaman âlemin bütün ince ayrıntıları görünüyordu. ‘Yeryüzü düm­düz edildiği zaman. İçindeki şeyleri atıp boşaldığı zaman. Ve ken­di yaratılışına uygun Rabbine boyun eğdiği zaman. ‘[8] ‘O gün hiç­bir sırrınız gizli kalmaz.’[9] ‘Her nefis öne ne sunduysa ve geriye ne bıraktıysa bilir.’ [10]
Üstadımdan dünyayı gösteren kadehin vasıflarını işittiğimde
Dünyayı gösteren kadehin kendisi bendim
Dünyayı gösteren kadehten şarabı yâd edin
O defnedilmiş kadeh, bizim keçe elbiselerimizdir
 Şu şiir Cüneyd’indir.
Nur yollan eğer başlarsa ortaya çıkar
Gizli zahir olur cemaate haber verir

Beşinci Bölüm

Bir gün bir adam, cinlerin büyüğüyle tanışıp kendisine, ‘Seni ne zaman görebilirim’diye sordu.
Cin şöyle cevapladı:
Beni görmek istediğin zaman, ateşe buhur otu at ve evde demir gibi ses çıkaran her şeyi dışarı koyup pence­reye bak. ‘Elini onlara ver ve selam de. ‘ Sonra bir dairenin içinde otur. Buhur otu yanınca beni görürsün. ‘Onlar dışındakiler için kö­tü bir misaldir.’
Cüneyd’den tasavvufun ne olduğunu sordular. Cüneyd dedi ki:
‘Onlar ehli beyttir ve onların dışındakiler oraya giremezler.’
Hace Ebu Said Harraz diyor ki:
‘Bütün sıfatlarımı Melik için anlattı
Meclisten kaybolduğum zaman sıfatlarım da kayboldu
Ben burda olmadığım zaman gaybetimin eceli vardı
Fena budur anlayın, ey hissin çocukları’
 Bu beytin cevabında demişler ki:
‘Geldi de anlamadım yanıma gelişini
İnsanların ben ve hemcinslerim hakkında söyledikleri şey dışında’
 Büyüklerden biri diyor ki: ‘Halkın Rabbini müşahede etmek için bağlılıklardan el çekip soyut ol.’ Ve ben bunları yapıp şartları­nı yerine getirdiğimde ‘Yeryüzünü, Rabbinin nuruyla nuranî kıl­dım ve kendim de arasında hakkla durdum.’ Ayrıca denilmiştir ki: ‘Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun ve selam zalimlerin vah­şet nedeni, şeriat olan o anlaşmanın üzerine olsun.’

Altıncı Bölüm

Günün birinde birkaç yarasa ile bir bukalemun arasında husu­met oluştu ve aralarında şiddetli bir tartışma çıktı. Yarasalar, içe çö­kük felek yuvarlak olup Yıldızlar Reisi ortaya çıktığında kendisini yakalayıp istedikleri cezayı vermek için bukalemunu esir almaya karar verdiler.
Kararlaştırdıkları vakitte yuvalarından çıktılar ve zavallı bukale­munu karanlık yuvalarına çekip hapsettiler.
Sabah olduğunda toplanıp düşündüler: ‘Bu bukalemunu nasıl bir cezaya çarptıralım?’
Ortak bir kararla bukalemunun ölüm hükmünü verdiler. Sonra ölüm fermanını nasıl uygulayacakları hakkında meşveret ettiler: ‘Hiçbir ceza güneşe bakmaktan daha kötü değildir.’
Yarasalar kendi hayat şartları içinde, güneşin altında ölmenin en kötü ceza olduğunu düşündüler. Bukalemunu güneşin önüne bı­rakmakla tehdit ettiler.
Bukalemun ise Allah Teâlâ’dan böyle bir ölümü istiyor ve güneşin al­tında olmayı şiddetle arzuluyordu.
Hüseyin Mansur diyor ki:
Bana itimat edenler, beni öldürün
Öldürülmemde hayatım var
Hayatım ölümümdedir
Ve ölümüm hayatımdadır
 Yarasalar güneş çıktığında azap çekerek ölmesi için bukalemu­nu yuvasından çıkarıp güneşin önüne attılar. Bu ceza bukalemun için yeni bir hayattı. ‘Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma­yın. Hayır onlar Rableri katında diridirler, rızıklanmaktadırlar. Al­lah’ın kendi fazlından onlara verdikleriyle sevinç içindedirler.[11]
Eğer yarasalar verdikleri bu cezanın, bukalemun için ne büyük bir ihsan olduğunu bilselerdi, kendi zatlarında var olan güneşi gö­rememe eksikliğinden haberdar olup öfkeden ölürlerdi.
Ebu Süleyman Darâni diyor ki: ‘Eğer gafiller, ariflerin sahip ol­dukları lezzetten haberdar olsalar, hemen o anda orada ölürler.’

Yedinci Bölüm

Bir gün Hüdhüd kuşu yoldan geçerken baykuşlarla karşılaştı. Dinlenmek için baykuşların yaşadığı yere kondu. Arapların yanın­da da meşhur olduğu gibi, baykuşların gözleri gündüzleri kördür ama Hüdhüd kuşunun gözleri çok iyi görür.
Hüdhüd kuşu o gece baykuşların yuvasında kaldı. Baykuşlar Hüdhüd kuşuna çeşitli konularda sorular sordular. Hüdhüd kuşu sabah yola düşeceği zaman baykuşlar itiraz ettiler: ‘Ey miskin, bu ne biçim bir âdettir! Sabahları yolculuğa çıkılır mı?’
Hüdhüd kuşu şaşırdı: ‘Ne tuhaf sözler söylüyorsunuz, yolculuk vakti sabahtır.’
Baykuşlar şaşırdılar: ‘Deli misin? Sabah karanlığının nedeni olan güneş gökyüzündeyken ve her yeri karartmışken nasıl görebi­lirsin?’
Hüdhüd kuşu itiraz etti: ‘Siz tam aksini söylüyorsunuz, tüm ışıklar güneştendir. Bütün varlıklar güneşin nuruyla aydınlanıp gö­rünür ve aydınlatıcı her ne varsa güneşe benzetilir.’
Baykuşlar Hüdhüd kuşuna sordular: ‘Öyleyse neden herkes sa­bahları karanlıklar içinde kalıyor?’
Hüdhüd cevap verdi: ‘Siz, herkesin size benzediğini zannedi­yorsunuz. Oysa herkes sabahları görür. Ben şu an görüyorum. Gü­neş doğunca perdeler kalktı ve bu âlemde her şey bana ayan olma­ya başladı. Şu an görüp derk edebiliyorum.’
Baykuşlar bunu duyunca hep birden bağırdılar: ‘Bu kuş karan­lık günün, aydınlık olduğunu söylüyor.’
Sonra gagaları ve pençeleri ile Hüdhüd kuşunun gözlerine sal­dırdılar. Gün ışığında görmemeyi hüner sayan baykuşlar, Hüdhüd kuşunu tehdit ettiler: ‘Ey gündüzleri gören! Eğer dediklerinden vazgeçmezsen seni öldürürüz.’
Hüdhüd kuşu kendi kendine düşündü: ‘Bunlar gözlerime saldı­rıyorlar. Eğer kör numarası yapmazsam hem kör olurum, hem de öldürülürüm.’
Bu sırada Hüdhüd kuşuna, ‘halkın anladığı dilde kendileriyle konuşması’ ilham edildi. Gözlerini yumup dedi ki: ‘Şimdi ben de sizin mertebeye indim ve hiçbir şeyi göremiyorum, kör oldum.’Bunu duyan baykuşlar Hüdhüd kuşundan el çektiler. Böylece Hüdhüd kuşu, baykuşlar arasında İlâhî sırrı ifşa etmenin küfür ol­duğunu anladı. Eğer iddiasında ısrar etseydi, öleceği güne kadar çi­le çekip kör yaşamaya mahkûm olacaktı.
Defalarca anlatayım dedim
Zamanların içinde ne sır varsa
Ama kılıç ve arkadan gelecek darbe korkusundan
Dilimin üstünde binlerce çivi var
 Çabuk nefes alıp veriyor ve şöyle diyordu: ‘Muhakkak ki iki ta­rafımda bulunan ilmi açıklayacak olursam öldürülürüm. ‘(Hadis-i şerif) ‘Eğer hicaplar ortadan kalkarsa yakînimden bir şey artmaz. ‘ (Hz. Ali) Sonra bu ayetleri okudu:
‘-Şeytan onları doğru yoldan çe­virmiştir ki- Allah ‘a secde etmesinler diye; -o Allah ki- gizlileri or­taya çıkarır.[12] ‘Hiçbir şey yoktur ki hâzineleri yanımızda olmasın ama biz onu ancak belirli ölçüde indiririz.’[13]

Sekizinci Bölüm

Bir padişahın, içinde dört mevsimde meyveler, çiçekler ve türlü nimetler bulunan, ortasında büyük akarsuların aktığı ve akarsula­rın etrafında çok renkli kanatlara sahip tavus kuşları gibi değişik kuşların toplanıp öttüğü, kısaca akla gelen her türlü nimet ve hayal edilen her güzelliğin bulunduğu çok güzel bir bağı vardı.
Bu padişah bir gün, tavus kuşlarından birini, kendi bedeninde­ki ve kanatlarındaki güzellikleri göremeyecek şekilde deri bir pos­ta koymaya karar verdi. Üstelik sadece bir deliği açık olan kapalı bir kafesin içine konulmasını ve hayatta kalıp kuvvetini elden verme­mesi için önüne bir miktar yem bırakılmasını emretti.
Böylece uzun bir zaman geçti. Tavus kuşu kendisini, padişahı, bağı ve diğer tavus kuşlarını unuttu. Kendisine baktığı zaman yal­nızca değersiz bir deriden ibaret olduğunu ve karanlık bir yuvada yaşadığını görüyordu. Hatta, bu deriden daha uygun bir beden ve içinde yaşadığı bu karanlık kafesten daha iyi bir yuvanın olmadığı­nı kendince kabullenip inandı. Eğer biri, yaşadığı bu hayattan da­ha iyi bir hayatın olduğunu ve yaşadığı bu yerden daha güzel bir yerin olduğunu iddia etse, bu sözlerini küfrünün ve cehaletinin göstergesi olarak kabul edecek duruma gelmişti.
Ama bazen rüzgâr estiğinde, ağaçların, filizlerin, benefşelerin, yasemenlerin, diğer çiçek ve bitkilerin kokuları yaşadığı kafesin deli­ğinden içeri sızınca, ıstırap hissiyle birlikte anlatılamayacak bir lezzet duygusu tüm bedenini kaplıyor, neşeyle doluyordu. Ama bu şevkin neden kaynaklandığını bilmiyordu. Zira her şeyi unutmuştu. O deri­den başka bir giysi, o kafesten başka bir âlem ve o yemlerden başka bir gıda tanımıyordu. Ancak, tavus kuşlarının seslerini, ötüşlerini ve diğer kuşların nağmelerini işitince yine o eski şevk ve isteği fark edi­yor, ama bu seslerin ve latif rüzgârın kaynağını hatırlamıyordu.
Üzerime esen ağır rüzgâr diyor ki
Ben geldim yanına Resulün Habibinden
 Tavus kuşu uzun bir müddet bunların kaynağı hakkında dü­şündü: ‘Acaba bu güzel kokan rüzgâr nedir? Bu güzel sesler nere­den geliyor?’
Ey parlayan şimşek
Hangi taraftan parlıyorsun
 Bu soruya cevap bulamıyordu.
Eğer o karanlık imarete teslim olunursa
Ben ve benden başkaları için toprağın katmanları vardır
Sevinç ya da darlığa teslim oldum
Münadî kabirden ona doğru sesleniyor
 Kendisini ve vatanını unutmuş olması onu cahil kılmıştı. ‘Ken­dileri Allah’ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unut­turmuştur.’[14] Ama ne zaman bağdan bir rüzgâr esse veya kuş sesle­rini işitse, içinde sebebini anlayamadığı bir özlem duyuyordu.
Padişah, ‘Kuşu o kafesten ve deri posttan çıkarın’ emrini vere­ne kadar tavus kuşu günlerini bu şaşkınlık içinde geçirdi. ‘O bir tek korkunç sesten ibarettir.’ [15]Kabirlerinden çıkıp Rablerine doğru koşuyorlar.’ [16] ‘Kabirlerdeki şeyler altüst edildiği zaman. Göğüslerdeki sırlar hasıl olduğu zaman. Şüphesiz Rableri o gün on­lardan kesin olarak haberdardır.’[17]
Tavus kuşu o kafesten kurtulunca bağın ortasında olduğunu fark etti. Kendi bedenine, bağın güllerine, fezasına ve dinlenme yer­lerine baktı. Farklı kuş türlerinin seslerini ve ötüşlerini gördü, ken­di haline üzüldü. ‘İşlediğim kusurlardan dolayı yazıklar olsun ba­na’[18] ‘Perdeni üzerinden kaldırdık, bugün gözlerin pek keskin­dir.’ [19] ‘Can boğaza dayandığı zaman. Siz o sırada bakar durursu­nuz. Biz ona sizden daha yakınız ama siz göremezsiniz.’ [20] ‘Hayır sonra bileceksiniz. Yine hayır, sonra bileceksiniz.’[21]

Dokuzuncu Bölüm

Hazreti İdris aleyhisselâm tüm yıldızlarla ve gezegenlerle konuşuyordu. Aya sordu:‘Neden nurun bazen azalıp bazen çoğalıyor?’
Ay dedi ki: ‘Bil ki benim cismim siyah, düz ve cilalıdır. Kendi­me ait bir ışığım da yoktur. Ama güneşin karşısına geçtiğimde, maddelerin aynadaki yansımaları gibi, güneşin nuru da benim cis­mime yansır ve karşısında kaldığım zaman boyunca kendisinden nur alırım. Güneşe en yakın olduğum an, nurum hilalden doluna­ya çıkar.’
İdris aleyhisselâm tekrar sordu: ‘Güneş ile ne kadar dostluğunuz var?’
Dedi ki: ‘Güneş ile karşılaştığım zaman, kendime baktığımda güneşi görüyorum. Zira herkesin bildiği gibi, güneşin misali bende zahirdir. Ve cismimin yüzeyi cilalı olduğundan güneşin ışığıyla dol­muştur. Dolayısıyla kendime her baktığımda güneşi görüyorum.
Aynayı güneşin karşısına koyduklarında güneş suretinin kendi­sinde zahir olduğunu görmüyor musun? Eğer aynanın gözleri ol­saydı ve güneşin karşısına geçip kendisine baksaydı, sadece güneşi görürdü. Hatta ayna, metal dahi olmuş olsa, ‘Ben güneşim (Ene şemsün)’ derdi. Çünkü kendisinde güneşten başka bir şey görmez­di. Ve eğer bu durumda ‘Ben Hakk’ım (Enel Hakk)’ veya ‘Benim mertebem çok yücedir’ derse özrü Hakk’ın nezdinde kabuldür.’

Onuncu Bölüm

Bir evde sakin olan, yön’e sahipse evi de yön’e sahiptir. Eğer ev bir yön’e sahip de o evde oturan kişi yön’e sahip değilse, yön’ün kendisini nefy etmemiz gerekir. ‘Ben kalpleri kırık olanların ya­nındayım. ‘ Bu yüzden Allah mekândan ve yönden münezzeh olup hataları bağışlayandır. ‘Gayret edenlerin, gelmeye gayret ettikleri kadar. ‘
Evdeki her şey ev sahibine benzer. Ama hiçbir zaman ev ve ev sa­hibi bir değildir. ‘Hiçbir şey Ona benzemez; O işitendir, görendir. ‘[22]

Onbirinci Bölüm

Hayra mani olan her şey kötü ve doğru yola hicap olan her şey küfürdür. Nefsin sahip olduklarına razı olmak ve sülük yolunda onunla uzlaşmak acizlik, kendine güvenmek de abesle iştigaldir. Eğer amaç Hakk ise tümüyle Hakk’a yönelmek ihlastır.

Onikinci Bölüm

Bir budalanın elinde, güneşin önünde tuttuğu bir fener vardı. Dedi ki: ‘Anne, güneş fenerimin ışığını yok etti.’
Annesi dedi ki: ‘Evden çıktığın zaman, bilhassa güneşin karşısı­na geçtiğin zaman hiçbir şey bâkî kalmaz.’
Fenerin ışığı yok olmaz; ne var ki göz daha azametli bir şey gör­düğünde küçük olanı göremez olur. Güneşin önünden kaçıp eve giden herkes hava aydınlık dahi olsa hiçbir şey göremez. ‘Onun üzerindeki her şey fanidir. Ancak Celal ve İkram Sahibi Rabbinin zâtı bakîdir.[23] ‘O, İlktir, Sondur, Açıktır, Gizlidir. O, her şeyi hak­kıyla bilendir.’ [24]
Hikâye bitti.

Hikayeler için Yorumlar

Mecmuanın ilk hikâyesindeki, birkaç çalışkan karıncanın rızık peşinden çöle doğru gitmesinden kasıt, insanın karşılaştığı sorun­lar ve bu sorunları bertaraf etmek için gösterdiği çabadır. Yaprakla­rın üzerinde billurlaşmış birkaç şebnem damlasının aslını sormala­rı, insanın soru soran zamirine delalet eder. Yani insan birçok soru­nu olmasına rağmen hakikatleri araştırmaktan gafil olmaz. Şebnem damlasının aslı hakkındaki farklı görüşler, insanların farklı farklı düşüncelere sahip olduğunu gösterir.Sözü sayılır bir karınca’dan kasıt, mürşiddir. Şebnem damlasının aslının gökyüzü olmasından kasıt, varlıkların asıllarının ilâhı olmalarıdır.
İkinci hikâyede, asıllarından habersiz olan ve dünyanın işlerine dalan insanlar anlatılmaktadır. Bu hikâye, asıllarım unutmuş insan­ların, yol gösterici mürşid gelip kendilerine hakikati hatırlatması durumunda da bunu anlayıp kabul etmeyeceklerine delalet eder.
Üçüncü hikâyedeki bülbülden kasıt, insan-ı kâmil; Süley­man’dan kasıt, ruhu’l-a’zam veya Allah Teâlâ’dır. Bülbülün Süleyman’la görüşmesinden kasıt, insan-ı kâmilin, Hakk’ın dergâhına varma­sıdır.
Dördüncü hikâyede yer alan, Keyhüsrev’in dünyayı gösteren kadeh’i, ilahî nurların yansıdığı kalptir. Deri kılıftan kasıt, insan be­deni; on ip’ten kasıt ise, insanın zahirî ve batınî duyularıdır.
Beşinci hikâyedeki, beni görmek istediğin zaman, ateşe buhur otu at ve evde demir gibi ses çıkaran her şeyi dışarı koy, cümlesiy­le, madde ve cisim âlemi anlatılmaktadır.
Altıncı hikâyedeki yarasalar, Hakk’ın nurundan kaçan insanla­rı temsil eder.Bukalemun’dan kasıt, Hallacı Mansur gibi insanlar­dır. Güneşin nuruyla cezalandırmak ve öldürmekten kasıt, fena fillahtır.
Yedinci hikâyede, herkesin anlama kabiliyetinin farklı oldu­ğu ve herkese anladığı dille konuşulması gerektiği vurgulanır.
Hikâyedeki baykuşlardan kasıt, Hakk’ın nurundan kaçanlar; hüdhüdten kasıt ise Sühreverdi ve Hallaç gibi insanlardır.
Sekizinci hikâyedeki padişah Allah’tır. Tavus’tan kasıt, Hak’tan uzak düşmüş insandır.Bağ’dan kasıt cennettir. Deri post tan kasıt dünyadır.
Dokuzuncu hikâyede, vahdet-i vücudun hakikati anlatılmıştır. Orada Güneş’ten kasıt Allah Teâlâ ve Ay’dan kasıt, tecelliye ulaşmış saliktir.
Kaynak:
Şehabeddin Sühreverdi,
Cebrail’in Kanat Sesi hzl: Sedat Baran,
1. Baskı: Sufi: Şubat 2006, İstanbul

[1]  Nur, 24/35
[2]  Necm, 53/42
[3]   Fatır, 35/10
[4] Tevbe,9/77
[5]   Yasin, 36/32
[6] Gaşiye, 88/25
[7]   Kamer, 54/55
[8]   İnşikak, 84/3-4-5
[9] Hakka, 69/18
[10] İnfitar, 82/5
[11] Al-i İmran, 3/169-170
[12] Neml, 27/25
[13] Hicr, 15/21
[14] Haşr, 59/19
[15]    Saffat, 37/19
[16]   Yasin, 36/51
[17] Adiyat, 100/9-10-11
[18]   Zümer, 39/56
[19] Kaf, 50/22
[20]  Vakıa, 56/83-84-85
[21] Tekasür, 102/3-4
[22]   Şura, 42/11
[23] Rahman, 55/26-27
[24] Hadid, 57/3

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.