Necmeddin-i Kübrâ

Necmeddin-i Kübrâ



Türkistan ulularından Ahmed bin Ömer (1145-1221)


Ebû’l-Cennab Necmeddin-i Kübrâ el-Hivakî el-Harezmî



Allah’a ulaştıran yollar, mahlûkâtın nefesleri adedincedir.”
Ticaretle meşgul bir ailenin çocuğu olarak 1145 yılında Harezm’in Hive şehrinde dünyaya geldi. Harezm, Nîşâbur, Hemedân, Isfahân, Mekke ve İskenderiye gibi o dönemin ilim ve irfan merkezlerinde tahsil ve terbiyesine devam eden Kübrâ, İskenderiye’de iken rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisine “Ebu’l-Cennâb” (dünyanın cazibedar güzelliklerinden ve ahirette rüsva olmaktan kaçınan) künyesini vermiş, hadis ilmiyle meşgul olduğu için kendisine iltifat etmiş ve gecelerini Kur’ân okumaya ayırmasını tavsiye etmiştir.
Yaşı kırka yaklaştığında medrese ve tekke ilimlerinin tevhidini yapmış seyr û sülukunu tamamlamış kamil bir mürşid olarak tekrar Harezm’e dönmüştü. Dergahında öğrendiklerini öğretmeye tecrübelerini aktarmaya başladı. Vaaz ve irşadları büyük bir rağbet gördü.
Türkistan bölgesinin en meşhur sufilerinden biri olan Ahmed bin Ömer ikinci lakabını “Şeyh Veli-tıraş” (Veli yetiştiren şeyh, Allah dostu yetiştiren mürşid) oldu.  Şöyleki Necmeddin Kübra Hazretleri bazen manevi coşku ile kendinden geçerler; bu sırada mübarek nazarIarı her kime ilişirse, onu “Velilik” mertebesine eriştirirlerdi.
Necmeddîn-i Kübrâ Hârizm’de irşâd faaliyetlerini sürdürürken, Moğollar Hârizm’i istila eder ve katliamlara girişir. Bunun üzerine Kübrâ, altı yüz kadar mürîdini toplar, ölüm tehlikesinden dolayı şehri terk edip, kendi ülkelerine giderek Allah yolunda hizmete devam etmelerini emreder. Kendisi ise, ilerlemiş yaşına rağmen ülkesini savunmak üzere düşmanla savaşmaya karar verir. Hârizm’in merkezi olan Gürgenç (Köhne Ürgenç)’in istilası sırasında, orada kalan bir grup mürîdiyle birlikte düşmana karşı savaşırken şehit düşer. Böylece, nefis ve şeytana karşı ömrü boyunca gerçekleştirdiği “manevî cihâd”ın, büyük cihadın yanında, “küçük cihâd” denilen, dış düşmana karşı vatan savunmasını da bilfiil icra ederek, şehitlik payesiyle Rabbi’nin huzuruna çıkma bahtiyarlığına ulaşır.
Moğollarla “dişe diş” mücadele ederken harp meydanında şehit olan hazretin son anlarını tarihçiler şöyle naklederler:
Moğol askerini saçından yakalayan Kübrâ, bir üçüncü kişinin kılıç darbesiyle şehid olurken hiç kimse elini açıp askerin saçını kurtaramamıştır. Nihayet saçının kesilmesiyle hedeflerine ulaşabilmişlerdir. Hz. Pir Mevlânâ da şu beytiyle bu olaya telmihte bulunmuştur:
Bir elden nûş edip iman şarabın
Bir elde perçem-i kâfir tutarlar


Na’şı harab olan Dergah’a defnedilmiştir. Daha sonra kabir ve dergah külliye haline gelmiştir. Günümüze ulaşan Köhne Ürgenç yakınındaki türbesi Türkistan bölgesinin en çok ziyaret edilen mekanlarından biridir. Necmeddin-i Kübra, Türkistan’daki insanların dini hayatlarına yön verirken şeriat, tarikat, hakikat dengesine özellikle dikkat etmiş, tartışmalı konular girmeden rehberliğin gereklerini yerine getirmiştir.
Sohbetlerinden:


Veli, riyazet veya daha değişik mücahede yollarıyla, beden ve cismaniyetini aşıp, kalb ve ruhun hayat mertebesine, dolayısıyla da Hak yakınlığına ulaşan, derken şahsı adına fenâ bulup yeni bir mânâ ile bekâya eren Allah’ın hususî iltifat, ihsan ve teveccühlerine mazhar hak eri demektir. Böyle bir hak dostu, bu pâye ile bulacağı her şeyi bulmuş ve başka arayışlardan da kurtulmuş demektir.
Şeriat gemi gibidir, tarikat deniz gibidir, hakikat inci gibidir. Kim inciyi elde etmek isterse gemiye biner, denize açılır ve inciye ulaşır. Bu sıralamaya tâbi olmayan inciyi elde edemez.
Zikirle ilgili ayet ve hadislere temas ettikten sonra sözü kalp gözüne getiriyor: “Zikir bir nurdur. Kalbi kapladığı ve hakimiyeti altına aldığı zaman kalp gözünü nurlandırır. Böylece daha önce görmesine engel olan karanlık yerlerde bile eşyayı bu kalp gözü ile görebilir. Nitekim ölüm döşeğindeki bir kimse yanında hazır olanların göremediklerini görebilir. Bu konuda Hak Teala şöyle buyurmuştur. Andolsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir. [Kaf, 22]
İsteseler de istemeseler de canlıların nefislerindeki zikir, alıp verdikleri nefeslerdir. Çıkan ve giren her solukta Allah (c.c)ın ismi vardır. Bu da “he” sesidir. Çıkan “he” nin kaynağı kalptir, inen “he” nin kaynağı ise Arştır. “Hû” kelimesindeki vav ise ruhun ismidir. Şeyhlerden biri müridlerine şöyle demişti: “Size bir belâ ve musîbet geldiği zaman sakın oh! demeyin. Çünkü bu şeytanın ismidir.Çünkü hı’nın çıkış yeri kalp dediğiniz kurb makâmından uzaktır. “Âh” deyin. Bu Allah’ın ismidir. “vah”, “vah” da böyledir. Çünkü bu, “Hû”nun ters dönmüş şeklidir. Nefis rahatı bulunca istirahat eder, keyflenir ve: “Oh! der, yan gelip yatar. Çünkü şeytanın sevgilisi ve dostu bu kelimedir. Kadehleri kardeşinin ve dostunun ismi ile yudumlar. Kendisine musibet ve belâ oku isabet edince yine oh der. Halbuki nefs-i mutmainne ise bilakis darda kaldığı zaman “Allah, Allah”der. Bu isim, yani “ha”, İsm-i azam’a bitişecek kadar bir noktaya ulaşır. İsm-i azam’ın başlangıcı da Allah’tandır. Çünkü Allah kelimesi bütün cemâl ve celâl sıfatlarını içine alan zat ismidir. Fakat daha sonra keşfin artmasıyla mânası açıklık kazanır, Allah kelimesinin harfleri azalır ve o zaman sen “hû”dersin ve hû hazır, yakîn ve sabit olan Zat’a işarettir. (gâibe işaret değildir)
Herşeyden sonra Allah’ı gördüm, sonra onu herşeyle beraber gördüm. Daha sonra ise herşeyden önce O’nu gördüm.
Cüneyd Bağdadî şöyle diyor: “İçinde olduğumuz durumu sultanlar bilseydi, o hali elde etmek için muhakkak bize kılıçlarıyla savaş açarlardı”.
Necmeddin-i Kübra, havatır-ı nefs olarak bilinen nefsin mesaj ve telkinlerini açıklarken şöyle buyurur: “Müridlere gelen havâtırın en şiddetlisi budur. Çünkü nefs insanın iç dünyasının kralı gibidir. Ordusunu ise şehvet, hevâ, heves, hayvanî ruh meydana getirir. Mürid ise o anda kördür, tehlikeleri göremez. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt edemez… Nefis, insani bünyede domuz hırsı, köpek düşmanlığı,  panter kızgınlığı, kurt fesadı, tilki hilesi, maymun ihtirası, eşek şehveti, öküz arzusu, şeytan hilesi ve hased ateşi ile dolu olarak bulunur. Ya ilahî tabiatımızdaki bu Hayvanî sıfatları melekî sıfatlara yükseltiver, halimizi en güzel hale tebdil eyleyiver…”
Necmeddin-i Kübrâ, Kübreviyye yolunun tohumlarını attıktan sonra her insan gibi o da alem-i cemâl’e intikal etti. Geriye iki tür tohum ve meyveleri kaldı: Eserler ve müridler.
Pek çok kerameti bulunan Necmüddın Kübra Hazretleri’nin mübarek nazarlarıyla kemale eren ve başkalarını kemale erdirecek dereceye erişen mensuplarından, Kübreviyye’ye mensup gönül mimarlarının en kıdemlileri, tanınmış olanlarını şunlardır:
Şeyh Necmeddin Dâye (1177-Rey 1256-Bağdad)
Şeyh Mecdüddin Bağdadi (1161-1210)
Şeyh Sadeddin Hammûye (v. 1252)
Şeyh Razıyyüddın Ali Lala (v. 1244)
Şeyh Alâüddevle Simnânî (v. 1336)
Şeyh Ali Hemedânî (v. 1385)
Şeyh Baba Kemal Cendî (v. 1385)
Şeyh Seyfeddin Baharzi (v. 1259)
Şeyh Bahauddin Veled-i Belhi (1151-Belh 1231-Konya)
(Hz. Pir Mevlana Celaleddin Rumi’nin peder-i âlileri)
Necmeddin Kübra’dan ve halifelerinden feyz alanların sayısını çoğaltmak mümkündür. Çünkü yetiştirdiği insanlarla ilgili verilen rakamların en küçüğü altmıştır.
Zamanının çoğunu mürîd yetiştirmeye adayan Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), eser telif etmekten de geri durmamıştır. Varlığı bilinen ve nüshaları günümüze kadar ulaşan başlıca eserleri şunlardır:
el-Usûlü’l-Aşere: Hacmi küçük olmasına rağmen, en meşhur ve etki alanı en çok olan bu eseri, Akrebü’t-Turuk adıyla ve daha başka adlarla da bilinmektedir. Kübrâ bu eserin girişinde, Allah’a ulaşmanın üç farklı yolundan(tarîk) bahseder.
- Tarîk-i Ahyâr: ibadet ve amel-i sâlih ile dindarlığı gerçekleştirenler.
- Tarîk-i Ebrâr: riyâzet ve mücâhede ile iç dünyalarını imâr edenler
- Tarîk-i Şuttâr: Aşk ve cezbe ile manen Allah’a doğru seyir halinde olanlar.
Devamında tasavvuf yolunun on temel esasını (usûl-i aşere) ele alıp izah eder ki, bu esaslar da şunlardır: Tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, devamlı zikir, Allah’a teveccüh, sabır, murâkabe, rızâ. Bu tasnif daha sonraki yüzyıllarda sufiler arasında çok yaygınlık kazanmıştır. Bu eser, XVII. asırda İsmail Hakkı Bursevî tarafından “Te’vilât-ı Necmiyye” adıyla tercüme ve şerh edilmiş, böylece Osmanlı sınırları içinde şöhreti daha da artmıştır.



Risâle ile’l-Hâimi’l-Hâifi min Levmeti’l-Lâim: Bu eserin baş tarafında zâhir ve bâtın temizliği yapılmadan Rabbânî huzura çıkılamayacağını anlattıktan sonra, bu temizliğin gerçekleşmesini sağlayacak olan şu on husus üzerinde durur: Beden temizliği (tahâret), halvet, devamlı susma, devamlı oruç, devamlı zikir, teslimiyet, hatıra bir şey getirmeme (masivayı düşünmeme), kalbi şeyhe rabtetme, mecbur kalınca uyuma, yeme-içmede orta yolu izleme. Bu eserde tarîkat mensubu mürîdlerin riayet etmeleri gereken prensipler ve onların önemi üzerinde durulmuştur.


Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl: Kübrâ, bu mühim eserinde, manevî hayatında yaşadığı şahsî tecrübeler ve derunî müşahedeler üzerinde durmuş ve bu çerçevede tasavvufî düşüncelerini aktarmıştır. Bu özelliğiyle eser, bir dervişin kaleminden nakledilen orijinal bir “tasavvuf psikolojisi” hüviyeti taşır. Bundan dolayı olacak ki, Batı dünyasında en çok tanınan tasavvufî eserler arasında yer almaktadır.

Kübrâ’nın bu üç eserinin, -el-Usûlü’l-Aşere’nin Bursevî şerhiyle beraber- Türkçe tercümesi, Mustafa Kara tarafından Tasavvufî Hayat adıyla neşredilmiştir (İstanbul, 1980).
Bunların dışında, onun Âdâbu’s-Sûfiyye, Risâle-i Necmüddîn, Sekînetü’s-Sâlihîn ve Risâle-i Sefîne adlı eserlerinin de varlığı bilinmektedir.

Türkistan sufilerinden Necmeddin-i Kübrâ Hazretleri’nin Tarikat Silsilesi
Seyyid-i Kainat Muhammed Mustafa (SAV.)
Hazret-i Ali bin Ebi Talib
Hz. Hasan
Hz. Hüseyin
Hz. Zeynelâbidin
Hz. Muhammed Bâkır
Hz. Cafer-i Sadık
Hz. Musa Kazım
Hz. Ali Rıza
Hz. Maruf Kerhî
Hz. Serî Sakatî
Hz. Ebu Ali Ruzbarî
Hz. Ebu Osman Mağribî
Hz. Ebu Kasım Gürkanî
Hz. Ebu Bekir Nessâc
Hz. Ebu’n Necib Sühreverdi
Hz. İsmail Kasri
Hz. Ammar bin Yasir / Rûzbihan Baklî
Hz. Necmeddin Kübra (Tarikat Piri)
(Allah Onlardan razı olsun ve sırlarını yüceltsin)
Tasavvuf tarihinde ve Türk Tasavvuf düşüncesinde derin izler bırakmış olan Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.), sahip olduğu engin manevî tecrübelerinin yanında, Ehl-i Sünnet itikadına ve şer’î kurallara sıkı sıkıya bağlı, zâhir-bâtın bütünlüğü ve dengesini esas alan ve mürîdlerini de bu istikamette yetiştiren bir tasavvuf büyüğüdür. O, Allah’a ulaşma konusunda, insanları belli kalıplar içine sıkıştırmadan, her insanın kendi meşrebine uygun olan bir yolu benimsemesi gerektiği anlayışındadır. Nitekim, el-Usûlü’l-‘Aşere’nin daha başında, “Allah’a ulaştıran yolların, mahlûkâtın nefesleri sayısınca olduğunu” ifade etmekle, bu hususa dikkat çekmektedir.
Necmeddin-i Kübra bölge insanına yeni bir ufuk açmış, dini hayata yeni bir coşku getirmiş, aşk ve muhabbet merkezli yeni bir dünyanın temellerini atmıştır. bir taraftan Yesevî dervişleri diğer taraftan Nakşibendî dervişleri ile beraber canların gönül dünyasını mamur hale getirilmiştir. Bu tohum o kadar güçlü olmuş, bu gayretin kökleri o kadar derinlere inmiştir ki, bin yıla yaklaşan süre içinde hayatiyetini hiç kaybetmemiştir. Bugün bölge insanı Ahmed Yesevî, Bahâeddin Nakşibendî  ile birlikte Ahmed bin Ömer’i tanımakta ve rahmetle anmaktadır.
Mevlam cümlemizi cümlesinin şefaatına mazhar eyleye…
Necmeddîn-i Kübrâ (k.s.) hazretlerini bu vesileyle rahmetle yâd ederken sözlerimize onun el-Usûlü’l-Aşere’sini şerh eden İsmail Hakkı Bursevî’ hazretlerinin, mezkûr şerhte yer alan güzel ve hikmetli bir manzûmesine de yer verelim.

Gel beri gel, mâsivâdan uzlet et.
Ba‘dehû Mevlâ ile var sohbet et.
Basmak istersen bisât-ı kurbete,
Nefsine bas, işbu yolda gayret et.
Sırr-ı Hakk’a mess ise âhir murâd,
Bâtını tathîre evvel himmet et.
Ger “yedu’llâh” sırrına vâkıf isen,
Mürşid-i kâmil elin tut bey‘at et.
Âb-ı feyz-ı Hak ile pâk olmağa,
Pâklarla gece gündüz ülfet et.
Mâsivâ efkârını dilden gider,
Hakkıyâ Hak ile üns et, râhat et!
Necmeddin-i Kübra’nın yaklaşık sekiz asır önce kaleme aldığı “Fevâihu’l-Cemâl”inin son satırları ise bizim de son satırlarımız olsun:
“Bütün bu anlatılanlar Allah’a yönelmek isteyenler için bir misâldir. Böylece bu tadı alanların zevki, aşıkların aşkı, ariflerin nuru, sevenlerin aşk ateşi, özlem duyanların sür’ati, vecd halini yaşayanların vecdi, mücahede hayatı yaşayanların, keşf ehlinin meyveleri, dua ve münacaatta bulunanların sırlarıyla kurtuluşa erenlerin üslubunu kavramak mümkün olur.
Bu kitaba Allah’a yönelenler için bir ibret vesilesi olsun, ihlaslı olanlara da yol göstersin diye “Fevâihu’l-Cemâl ve Fevâtihu’l-Celâl” adını verdim.
“La ilahe illallah Muhammedurresululah” diyen herkese, cümle ümmet-i Muhammede dünya ve ahirette af, afiyet, mağfiret ve rahmet, cümle yaradılmışa da hidayet niyaz ediyorum. Allah Kerîm, Mennan, Mecîd ve Hannân’dır. Allah’a hamd, seçtiği mümtaz kullarına da selam olsun!”

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.