MEZAR NOTLARI - MEHMED ALAGAŞ
MEZAR NOTLARI
İki
Gece lambası da dahil tüm ışıkları söndürdüm. Yatağa uzandım. Gecenin tam ortasıydı, henüz hiçbir horoz sesi duymamıştım. Son günlerde horozlar önceki geceler gibi erken vakitlerde ötmüyor.
Hava ılıktı, üstüme ince bir çarşafı örttüm. Odam karanlıktı, benden başka evdekilerin hepsi uykudaydı. Sessizliği dinlemeye başladım. Yarınımı düşündüm, mezara gidecektim, hazırlanmalıydım.
Kendimi bir kabrin içine koydum. Çarşafa Öyle doladım ki vücudumu, adeta kendimin kefeni yaptım. Gönlümden, Rabbimden başka herşeyi, Rabbimin rızasından gayri herbir şeyi dışarı atmaya çalıştım.
Kabrin içinde gibiyim artık.
Tekrar bu dünyaya dönüşün olmadığı, olamayacağı, inandığımız ama mahiyetini kavrayamadığımız, ancak peygamberlerin haber verdiği kadarıyle bilebildiğimiz, istesek de, istemesek de, hangi vakitte olacağını bilemediğimiz bir öte dünyanın giriş kapısından adımımı atmıştım artık.
Dönüp arkama, yaşadığım şu fani hayat çizgisinde yaptıklarıma baktım. Yarın yaparım diye ertelediğim, şu zaman bu zaman yaparım diye biriktirdiğim, nedense bir türlü eyleme dönüştüremediğim bir yığın yapılamamış, temenniden öte geçememiş, bana faydası olmayan arzular..
Utandım..
Nasıl çıkarım Rabbimin huzuruna? Evet tekrar arkama baktım, nefsime, şeytana, şeytanın dostlarına, nefsime uyarak yaptığım, derinliğiyle tevbesi, nedameti bile yapılamamış günahlarımın yığını. Bir anda okyanusun ortasında hissettim kendimi. Evet okyanusun dev dalgaları arasında, kendimi su üstünde tutacak hiçbir nesnenin ve ışık namına hiçbir şeyin olmadığı, koyu zifiri karanlık bir gecede suların içindeydim.
Sadece Rabbim ve O'nun rızası için halis niyetle yaptığım amellerime baktım,
baktım ki onlara tutunayım..
Ne yazık ki, onlar bir saman çöpü kadar küçük, birkaç saman çöpü kadar az göründü gözlerime.. Beni okyanusun suları arasında, kurtaracak kuvvete malik değiller....
Gecenin ilk horozu ötmeye başladı. Saydım, tam onüç kez öttü. Sabaha bir adım kala yatağımdan kalktım. Abdest aldım. Kur'an okudum, tevbe ettim, bilinçsiz tevbelerimden de Allah'a sığındım, yarın eğer yaşarsam, bu günümden farklı olsun dedim.
Rabbim, nasip edersen yarın kabristana gideceğim. Yaptıklarımın ve yapmam gerekirken yapmadıklarımın şerrinden Sana sığınırım. Beni ve müslüman kardeşlerimi hayırlara kavuştur...
Çoğu zaman ruhumun benden koparak, ızdıraplı ve anlamlı geziler yaptığı mezara, herşeyin gölgesinin iki katına çıktığı anda geldim. Mezar işçilerinin inşaat sesleri, uzaklardan gelen şehrin gürültüsü, ağaçlann hışırtısı, ağustos böceklerinin ötüşü kulaklanma değen seslerdi. Kovulmuş şeytanın şerrinden Rabbime sığınarak adımımı attım.
Toprağın altındaki ölülerin başuçlanna, cami kapılarındaki dilencilerin önlerine koydukları birer mendil parçası gibi, fatiha isteyen kimi mermer, kimi taş, kimi siyah beyaz tenekelere yazılı "Ruhuna Fatiha" yazısı beni üzdü ve düşündürdü!.
Kur'an'ın anası, Kitab'ın anası Fatiha, dirilerin yaşantısından koparılmış, mezar çerçevelerine oturtulmuş. Her gelen genellikle Fatihayı sadece ölülere okuyor.
Fatiha'nın anlamını düşündüm.
“Hamd, alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve din gününün Malik"i olan Allah'adır. Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.”
Acaba “Ruhuna Fatiha” denilen bu meyyitlerin, yaşadıkları hayatta Fatiha ile ilgileri neydi?
Bunlar yaşantılarında Fatihanın anlamına teslim olarak sadece Allah'a kulluk edip, sadece Allah'tan yardım bekleyen insanlar mıydı?
Gazaba uğrayanların ve sapıkların yolundan Allah'a sığmıyorlar mıydı?
Şayet onlarda bu vasıflar yoksa, kendilerine binlerce Fatiha okunsa ne olurdu ve ne kazandırırdı bu meyyitlere?
Sırat-ı müstakim, yaşayan insanların talip olmaları gereken bir yoldu. Yolunu bitirmiş meyyitler için “Bizi doğru yola ilet” duasının ne anlamı vardı? Öldükten sonra mı doğru yola gelecekler, öldükten sonra mı doğru yolun yolcusu olacaklardı?
Ben kendime ve yaşayan insanlara Fatihayı okudum.
Gösterişsiz, nişansız, bazı duyguların beni kendisine yönelttiği, baş ucuna yazısız kara bir taşın dikili olduğu mezarın yanında toprağa oturdum.
Gözümün baktığı her yön kabirdi..
Canlıyken, ölmemişken mezardaydım. Salih amellerden oluşan, yol azığının en az olduğu ve yarınlarda yapmayı umduğum güzel eylemlerin yapılamadığı, uzun emellerin beni oyaladığı, dünya sevgisinin kontrolsuz beni çepeçevre sardığı bir zamanda, geriye dönüşü olmayacak bir şekilde bu mezara gelebilirdim. Ve o zaman şu üstüne oturduğum toprağın altında “Keşke dünyada bir daha olsam, neleri yapmazdım” diyebileceğim faydasız inlemenin, arzunun, nedametin içine gömülür ve hesabımı bu ızdırapla vermeye başlamış olabilirdim.
Bu duygulan yaşarken bando sesleri duymaya başladım. Sesler gittikçe artarak mezara doğru geliyordu. Oturduğum kabirden kalktım, bir cenaze getiriliyordu. Bando eşliğinde, metruş, kravatlı, takım elbiseli, şehrin ileri gelenlerinden, zenginlerinden oluşan bir grup, resmi plakalı arabalar, üst rütbeli generaller, ölen general arkadaşları çelenklerle yan taraftaki özel mezarlığa getiriyorlardı.
Sarıklı, cübbeli, sakalsız, bıyıksız, kravatlı iki mezar imamı, mezar kapısında ekabire karşı saygı ve hürmetin abidesi gibi süklüm püklüm, el pençe tabutun arabadan inişini bekliyorlardı.
Bazıları ölü gömülürken kapıda bekleyip mezara girmediler. Belki abdestsiz mezara girilmez biliyorlardı. Belki de hiç gelmek istemedikleri bir yerdi burası!.
Her zamanki gibi geleneksel bir dizi halinde defin işi ikmal edildi. Ölünün üzeri çelenklerle kuşatıldı.
Olanları biraz geriden izliyordum. Herkes dağıldıktan sonra yavaş yavaş kabre doğru ilerledim. Çelenklerin üzerindeki yazılara gözüm İlişti. Bankalar, okullar, holdingler, bir takım resmi ve özel kuruluşlar, şahıslar, sanki yarış edercesine çelenk hazırlatmışlardı.
Kabire iyice yaklaştım, generalin konumunu düşünmeye başladım. Kimilerinin sevdiği, kimilerinin kızdığı bir general yatıyordu burada.
Görkemli üniforması ile.
“Nasılsın asker?” dedikten sonra, binlerce askerin hepbir ağızdan.
“Sağol” dediği general ölmüştü!.
Bunları düşündükten sonra kabre bakarak “Nasılsın general?” demek istemedim. Fakat generalin durumunu düşündükçe birbiri ardı sıra gelen sorularla karşılaşıyordum.
O şimdi kimin huzurunda?
O şimdi hangi hukuka göre ve hangi mahkemede nelerin hesabını verecek?
Allah'ın dünyadaki hükümlerine karşı çıkmışsa ve Allah'ın hükümlerine zıd hükümlerin yürütücüsü, koruyucusu, savunucusu olmuşsa, bu generali şimdi kim kurtarabilir?
Hangi şey onu Allah'ın katında kıymetlendirir, değerlendirir? Biimem hangi bankanın yüksek fiyatla hazırlattığı nadide çiçeklerden oluşan çelenk mi, yoksa kendisine parayla indirtilecek hatimler mi, mevlitler mi, alacağı parayı düşünen din görevlisi mi onu kurtaracak?.
Güneşin batımında mezardan ayrılıp yavaş yavaş şehre dönüyordum. Generalin öte dünyasını yaptıklarına göre değerlendirdiğimde, ona ve onun gibilere İnsan oldukları için acıdım ve bu dünyada hidayet bulmaları için dua ettim.
Mevtaya sormadığım, sormakta fayda görmediğim soruyu, yaşayan generallere sormak istedim.,
Nasılsın general!..
Hiç yorum yok