Abdurrahim Karakoç’la Yapılan Son Mülâkat

Abdurrahim Karakoç’la Yapılan Son Mülâkat
Doç. Dr. Mehmet ÖNAL
Abdurrahim Karakoç
Vatanın Şeref Kürsüsünde




...lambada titreyen alev üşüyor...


 
Bir akşam vakti…

Hasan Sağındık, İlker Kayalıoğlu ve Mehmet Önal… Abdurrahim Karakoç ile sohbet ediyoruz. Akşam… Asırların hâtırası bir ışık huzmesi altında titriyor, üşüyor… Ân’ı tesbit kolay değil.

Bunca yıldır Türk Edebiyatı vâdisinde at koşturmuş bir âile… Karakoçlar, bu millete, târihten miras kaldı… Biz, üstad Abdurrahim Karakoç’u görmenin coşkusuyla âdâb durmaya hazırlanıyoruz.

Ne mutlu bu âileye ve ne mutlu bize ki, edebiyat yoluyla hayatın hakîkatlerine mülâki olmak istiyoruz… Karşımızda birkaç devir yaşamış, bir asra yaklaşan sîni ile azametli, gönlü ile genç bir kahraman var. Ustanın tecrübelerinden faydalanmak ve irfânını tâlim etmek istiyoruz.

Meslekteki başarısının yanında çevresinde uyandırdığı saygı ve gönül iklimi ile İlker Kayalıoğlu Bey’in asırlarca söylenmemiş bir kelâm-ı kibarı tâlim eden suskunluğu, bize ilham veriyor. Bu sohbet için, saz ve gönül ustası Hasan Sağındık ev sahibi… Sanki ikram eden biziz; Hasan Sağındık’ta öyle bir nezâket ve sevinç var. Zahmetleri, çabaları, böyle bir sohbette üstad Karakoç’tan daha fazla müstefîd olmak için plânlanıyor…
 



Mehmet Önal: Muhterem Hocam, hoş geldiniz, safâlar getirdiniz… Sohbet için zaman ayırmanız büyük incelik.

Abdurrahim Karakoç: Hoş bulduk, teşekkür ederim.

Önal: İlk soruya sondan başlamak istedim hocam. Hepsini birden söylemek zor, biliyorum ama şâir, “şiirde şunları yaptım, şunları yapamadım” gibi bir soru sorsa, böyle bir muhasebe yapsa nasıl cevap verilir?

Karakoç: Yok sormadım… Nasip olanı yaptım, hepsi nasiptir. Ben öyle biliyorum ve işte bıraktım sonradan. Yeter dedim.

Önal: Öyle görünüyor… Şu sıralar az yazıyorsunuz. Hani, “şiir ciddi bir iştir, yazmak, çalışmak lazım” gibi gayretlerle bazı ustalar, sanatkârları besler, teşvik eder. Sizi hangi hocalar teşvik etti?

(Çok kesin bir cevap veriyor.)

Karakoç: Hiç kimse…

Önal: (İşte tanıdığım Abdurrahim Karakoç diyorum içimden. O böyle cevap verir. Israr etmem gerekli. Atalar ve ustalar, bize hilkatin hediyesi.) Ama birinden, birilerinden ateş almamız lazım.

Karakoç: Küçüklükten beri okurum. Rahmetli babam da okuyan bir adamdı. Cönkler vardı elinde. Baki’den, Nedim’den filan şiirler… Kerbela şiirleri de olurdu. Okurdu, hoşuma giderdi benim. Oradan ağabeyim şiire merak sardı. Ama birbirimize hiç benzemedik o ayrı. Şiirimiz çok farklı. İyi ki öyle oldu. Birbirimize benzeseydik bunlar birbirinden, etkilenmiş derlerdi.

Önal: Bir evde bunca şâir… Ayrı üslûplar, aynı kaynak… Âşık motifleri ile modern kavramlar ayrı ayrı kişilerde birleşiyor.

Hasan Sağındık: Evet, güzel tespit. Doğru, bunlar birbirlerini taklit ediyorlar derlerdi.

Karakoç: O daha farklı gitti, ama o da biliyorsunuz yine, hece vezni onda da var aynen.

Önal: Hece vezni var ama serbeste doğru yol alan Bahaeddin Hoca ve âşık tarzını modernleştiren Abdurrahim Hoca…

Karakoç: Öyle, iyi ki öyle olmuş.

Önal: Sizinkinin heceli olması, vezinli olması, ondan ayırt edildi.

Karakoç: Ben biraz daha halk adamıyım. Halkın içinden geldim, tamamen içindeyim.

Önal: Belki siz hissettirmeden söylemek istiyorsunuz. Bahaeddin Hoca’nın tasavvuftaki derinliği sizde de var. Sanat olduğunu okuyunca hissetmiyorsunuz; bu kavga şiiri diyorsunuz. Ama sonra çarpıyor. Ne şiirler var, sanat yönü ilk okunuşta anlaşılmıyor. Mesela Ahmet Haşim’den ya da Yahya Kemal’den bir şiir okuyorsunuz, bunun her tarafı sanat, tasannû diyorsunuz… Ama bazen Karacaoğlan, Âşık Veysel ya da sizin şiirlerinizi, okuyunca, bu sanat değil, başka bir şey… derken bir de bakıyorsunuz, çağrışım, tedâi sizi sarıyor. Mesela Mektuplarınız… O mektuplar, Türkiye tarihi gibi: Hasan’a Mektup, Doktor Bey’e Mektup, Mebus Bey’e Mektup…

Karakoç: Mektuplar, 27 Mayıs’la beraber çıktı. Ben yazıyordum, fakat öyle an geldi ki 27 Mayıs darbesi oldu. Birine yazmalıyım, mesaj göndermeli, Türkiye’ye gitmeli o mesaj, ama o günün şartlarında suç unsuru taşımamalı. Adını Hasan koydum. Bunu da ilk mektupta belirttim, “Mektup yazdım Hasan’a, ha Hasan’a, ha sana”. Ki herkese yazmış oldum, bir. İkincisi de benim şiirlerde köy çok geçer. Köy, Türkiye’dir.

Göz değdi köyümün güzellerine
Elif yâd ellere göçtü be Hasan
Sevgi size ömür dört kulaç önce
Ecel çorbasını içti be Hasan

İşte mektup…

Adalet felç oldu yürür değnekle
Neşe ne halt etsin soğan-ekmekle
Gönül delirdi de yol beklemekle
İsyan bayrağını açtı be Hasan

Bunlar o günün şartlarını şiirle karikatürize etmekte. O şiirlerde köy dedim, köy demeseydim, Türkiye olsaydı, beni içeri atarlardı.

Önal: Peki onlar önce dergilerde yayınlandı mı?

Karakoç: Evet… her şey Allah’ın takdiri... Ben aslında kimseye şiir filan göndermem. Bir gün baktım bir gazete, İzmir’de çıkıyor, benim gibi deli dolu bir adam bir köşede yazıyor. Şuna göndereyim bir şiir bakayım dedim.

Sağındık: Serdengeçti mi, deli dolu deyince… Osman Yüksel mi, yoksa Coşkuner mi?

Karakoç: Kemal Fedai Coşkuner. Tuttum bir şiir gönderdim, bir hafta sonra bir mektup geldi. Ben gazeteye şiir koymuyorum, ama her hafta bir şiir yazacaksın, ben dergi çıkaracağım, dergiyi sırf senin şiirlerin götürecek, dedi. Olur, dedim. Fedai Dergisi’ni çıkarttık. Kapak filan yok, karton değil kapak; üçüncü hamur kâğıt. Her sayı altmış bin satıyor, bu nasıl iştir o zamanlar?


Rahmetli Kemâl Fedâî Coşkuner

Sağındık: …ama şiirin öyle kâğıda basılanı daha makbul.

Karakoç: Kapağı filan olsa, kapağı da aynı kâğıt... Bir defasında bir yerlere gitmiştim, gönderemedim. Rahmetli, “Ne yapıyorsun?”, dedi. “Memleketin her yerinden o kadar çok mektup aldım ki, senin şiirin olmayınca dergi gitmiyor.” O günün şartları, Hasan’a Mektuplar yazıldı da yayımlandı. Doktor Bey, Hakim Bey filan… İşte beni tanıtan da onlar oldu.

Önal: Onlar olmasaydı da bir vesileyle tanıtma mümkün olurdu.

Karakoç: Zor olurdu belki de… En güzel tarafı o oldu. Rahmetli, kitap çıkaracağım ne diyorsun dedi. Olur dedim. Kapağını ben yapayım dedim, olur dedi. Ben yaptım. Kalemle.

Önal: Grafik işi devam ediyor mu?

Karakoç: Bıraktım. Biliyorsunuz ki üzerindeki şiir el yazımdandır. Postacı şiirim.

Eylen bir haber ver, acele gitme,
Sevgilimden mektup var mı postacı?
diye. Onu kapağa koyduk.
Yok deyip de beni perişan etme,
Sevgilimden mektup var mı postacı?

Tel çekmiştim giden ayın üçüne
Cevap gelmez korku düştü içime
Karıştır çantayı bir bak içine
Sevgilimden mektup var mı postacı
Uykumu dağıtan korkulu düşler
Gün biter her gece yeniden başlar
Bir evet dünyayı bana bağışlar
Sevgilimden mektup var mı postacı
Hiç haber çıkmadı geçti on pazar
Beklerim saatler yıl kara uzar
Zarfının üstünde Karakoç yazar
Sevgilimden mektup var mı postacı

Önal: Kaç yaşındasınız o zaman?

Karakoç: Bunları yazarken mi? 23-24 yaşlarında.

Önal: İnsanların kendilerini ispat için uğraştığı yıllarda siz sanatkâr olarak Türk basın hayatında…

Karakoç: Sanatkâr olduğumu da bilmiyordum. Fakat yaşıtım olan arkadaşlarım şöyle diyorlardı. “Ya ne kadar çok okuyorsun, ne yazıyorsun böyle?” Yazmak, okumak güzel bir şey... Niye böyle konuşuyorsunuz? “Ya köy yerinde bunun ne anlamı var?” dediklerinde, göreceksiniz Türkiye’de ve Türkiye’nin dışında da ismim duyulacak, dedim. “Ankara dururken İstanbul dururken seni kim tanıyacak?” derlerdi.


Karakoç gençlik yıllarında

Önal: Şimdi Ahmet Kabaklı’da ben okuyorum sizi, bir de Cumhuriyet dönemi Türk şiirini yazan başka sanatçılarda okuyorum. Mesele edebiyat tarihleri var elimizde, komisyonların. Şimdi tanıdığım için bu sanatkârları, gençlere soruyorum, “Nasıl buluyorsunuz, ne diyorsunuz?”. Yahya Kemal, Âşık Veysel, Karacaoğlan… Şiirlerindeki tepki, muhabbet ve şahsa indirgeniş neyse sizin şiirlerinizdeki indirgeniş de o. İnsanda şöyle bir tatmin duygusu oluyor. Mehmet Akif bir dönemdi, evet, Yahya Kemal bir dönemdi, ama biz de bir dönemmişiz. Yani Karakoç şiiri bunu veriyor. Biz de bir dönemmişiz. Hem de kimsenin Cumhuriyet devri Türk edebiyatında taşlamaya, eleştiriye cesaret edemediği bir zaman.

Karakoç: Sonra halk edebiyatında taşlama da bitmişti. Seyranî Dede’de kalmıştı en son.

Önal: Taşlama yeniden çıktı Cumhuriyet döneminde böylece.

Karakoç: Benimle başladı, kimse yapamıyordu ondan sonra.

Önal: Peki bu taşlama birikimle mi mizaçla mı alakalı?

Karakoç: Mizaç. Dayanamam hemen çabuk kızarım; öfkelendi mi, dinlemem. Taşlamayı kimseden de öğrenmedim.

Önal: Taşlama, 70’den sonra mı?

Karakoç: 60’ta, hatta 58’de. Önce kendi yakınlarımdan başladım taşlamaya, hicvetmeye.

Aziz dostum, av zamanı geldi mi?

Kekliklerin ötmesinden ne haber?

Mız Durdu’nun oğlu asker oldu mu?

Mezolar’ın Fatma’sından ne haber?

… Köyümün hepsini yazdım, uzun şiir. İnsanların karakterine göre. Geçenlerde beni gördüler: “Yahu iki tane kaldı senin şiirlerde geçenlerden” dediler. Öbürleri vefat etmiş.

Önal: Köye tarih düşmüş şiirler.

Karakoç: Esasında öyleydi. Şimdi birisi bunu almış, kendine mal ediyor. Ozanlık taslayan biri. Hatta kasete filan okuyor. Bu şiiri. Dedim, “Hakko’ların Mehmed’i, Karıcıyı, Ümmet Çavuşu filan bilir mi, var mı memleketlerinde böyle kişiler?” Birkaç kişi sıkıştırınca bunu böyle, “Ya öyle, benim değil onun.” diyormuş. Mecbur diyecek.

Önal: Ama taklitler aslını yaşatır.

Karakoç: Kötüdür.

Önal: Taklidin aslını yaşatmasında bir muhabbet yok mu?

Karakoç: Nazireler vardır, bazıları aslından daha güzel olur. Biri nazire yapmış, fakat o nazire, aslından daha üstün bir şiir… ayrı mesele.

Önal: Yahya Kemâl’in nazireleri… çoğu için aslından iyidir derler.

Karakoç: Yahya Kemal büyük şair.

Önal: Biyografisini okudukça, hangi okullara gitmiş, nasıl yetişmiş, hangi dünyaları görmüş, insanda hayranlık uyandırıyor.

Karakoç: Orası öyle de, şairliği Allah vergisi.

Sağındık: Yahya Kemal’le ilgili bir yorumunuz vardı. “İstanbul’un yumruk kadar şâiri” diye.

Karakoç: Yumruk kadar demedim ben aslında. “Gitmiş, yumruk gibi oturmuş İstanbul’un ortasına, Ankara’nın nesini sevmiş, İstanbul’a dönüşünü. Anadolu’yu sevsin biraz da” dedim.

Sağındık: Öyle yazmışlar ama.

Karakoç: Terbiyesizlik.

Sağındık: Manşet aynen şöyle: “Yahya Kemâl, İstanbul’un yumruk kadar şairidir.”

Karakoç: Yumruk kadar değil o.

Sağındık: İfâde aynen böyle.

Önal: Kim yazıyor bunu?

Sağındık: Yeni Düşünce’de miydi, nerede yayınlandı o?

Karakoç: Yok, başka bir yerde yayınladılar bu röportajı da.

Sağındık: Okudum ben onu.

Karakoç: Evet, ustalığına diyecek yoktur, fakat şiirinde Anadolu yok. Anadolu’yu biraz da çileli olduğu için mi reddediyorlar? İstanbul’un ortasında oturuyorlar.

Önal: Belki yanlış anlaşılmış.

Karakoç: Yahya Kemal’in şairliğine söz eden adam deli, ahmaktır.

Önal: Şimdi, görünüşte kaba bir format var. Halk kültürünü estetik olarak bir halk şiirinde işlemek de kolay değil.

Karakoç: Değil tabii…

Önal: Mesela sizin şiirleriniz, eski halk şiiri dediğimiz gruba girmiyor. Bunlar Cumhuriyet dönemi edebiyatının şiirleri.

Karakoç: Girmez, bazıları Karacaoğlan’dan mülhem… yok değil, karakter olarak Dadaloğlu’na Köroğlu’na biraz daha yakın.


A.Karakoç bir televizyon programında

Önal: Peki bu dörtlükler ve hece, birikimle mi alakalı, mizaçla mı?

Karakoç: Mizaçla… Gazeteye yazdığım her yazıda bir dörtlük vardır. O anda, daktiloya kâğıdı taktığımda çıkar, önceden yazmam.

Önal: Yani malzeme hazır…

Karakoç: O dörtlüğü yazana kadar iki sayfalık yazı daha kolay bana. Bu dörtlük işi zor…

Önal: Zor, bence de zor. Çünkü bazen öyle felsefî dörtlükler geliyor ki karşımıza.

Önal: Biliyorsunuz ki Türk kültürü çok değişik bir mecraya doğru gidiyor. Şekil, format, hece, koşma, bunların hepsi unutulmuş, unutuluyor. Sanki bunlar yeni bir yoruma giriyor.

Karakoç: Dikkat edilirse bende ayrı ayrı denemeler de var, üçlü kıtalar, dörtlü değil. Sonra sürrealizm dediğiniz şeyler de var.

“Çelik testereyle kestim suları,
Yıkadım duvara astım suları,
Düşümde düşüme girdim dün gece.”

Önal: Bunlara icat diyoruz. Sizin şiirlerinizin belki en önemli karakteristiği buluş. Daha evvel hiç kurulmamış isim tamlamaları, sıfat tamlamaları; hiç olmamış mazmun, mecaz sistemi var. Edebiyat tarihleri sizi önce Vur Emri’yle tanıyor.


Karakoç: Evet, onunla tanındım. En çok baskı yapan da o.

Önal: Ama o Vur Emri, sanki önce bir dış yapı gibi, siyasal, sosyal yapı gibi. Asıl sanat bunlarda.

Karakoç: Vur Emri… Esas şiirlerim oradaydı. Hicivlerin hepsi orada, aşk şiirleri onda… Değiştirdik, bazı yerleri ayrıldı. Aşk şiirleri Dosta Doğru’ya alındı.

Önal: Peki kimi vuracağız o zamanki gündeme göre? Dikkat ederseniz sağcılık-solculuk zımnında Vur Emri yaşandı. Yani Vur Emri sadece Abdurrahim Karakoç’un değil, zamanın bir ismi…

Karakoç: Türkeş kürsüye çıktığında, sunucu onu okuyor. Başka şiirler de okuyor içinden. Vur Emri yazmış Türkeş, “Vurun!” diyor. Türkeş’e mal ettiler kitabımı neredeyse. Sonra anlaşıldı.

Önal: 12 Eylül’de kaç dosya açıldı onun için…

Karakoç: Memlekette, belediyede çalışıyorum. Başsavcı, kaymakam, bölük komutanı bizim oraya geldiler. Bahçede sohbet ediyoruz belediyenin. Kaymakam solcuydu. Başsavcıya , “Savcı Bey, bu, öyle bir kitap yazmış ki adı Vur Emri. Şiirlerini, fikriyatını okursan gidersin tak tak on kişiyi vurursun.” diyor. Dedim ki, “Burada hiç kimseyi vurmadılar. Burada hiç öyle bir şey yok.”

“Burayı tesir altına almışsın tamamen”, dedi. “Sizinkiler pasaport istiyorlar sizinkilerin oralara, emirleri altına aldıkları yere” dedim. “Ben onlardan mıyım?” dedi.

Hepsi bizim evlatlarımız.

Önal: Biz, güncel sosyal yapının içinde başka bir varlık sarayı inşa ediyoruz şiirle. Bu inşayı da Cenab-ı Hak sizin kaleminizle yaptırıyor. Dikkat ederseniz, demin saydık, Suları Islatamadım, Beşinci Mevsim… Türk edebiyatında yeni isim tamlaması, yeni sıfat tamlaması ve yeni kelime grubu anlayışına rehberlik eden eserler. Mazmun böyle doğuyor.

Karakoç: Belki öyledir. Dediğim bu Vur Emri’ne bakıyor, böyle düşünüyor. Savcı okudu, “Yok, Kaymakam Bey, bakın bu Türk tarihini alıyor, inceliyor.” dedi. Yüzbaşı, Kaymakam’a işaret ediyor, bana yüklensin diye.

Önal: Benim okuduğum şiirlerde bir tasavvuf dokusu var. Bu tasavvuf dokusunun da, şimdi bir gönülden geleni var, bir de birikimden geleni var.

                    Düştü can evime dördüncü cemre
                    Dünyayı üçüncü gözümle gördüm.
                    Dört yüz seksen beş gün çekti bir sene
                    On altıncı aya takvimsiz girdim.
                    Aynalara baktım, korku gösterdi
                    Saatler her sabah kırkı gösterdi
                    Namlular, nişanlar Türk’ü gösterdi
                    Hayatım boyunca hedefte durdum.
                    Gül sundum yediler, koklamadılar
                    Armağan can verdim, saklamadılar
                    Gittim… Gelir diye beklemediler
                    Kaybolan gölgemi yollara sordum.
                    Getirdim yanıma ay’ı bir karış
                    Ölçtüm ki dağların boyu bir karış
                    Şehri bir adım, köyün bir karış
                    Damlada denizdir en küçük derdim.
                    Savurdum, eledim, seçtim zamanı
                    Yaprak yaprak tel tel açtım zamanı
                    Haftada üç asır geçtim zamanı
                    Nereye gittimse zamansız vardım
                    Yırtıldı ruhlara çizdiğim resim
                    Yazık, kulaklara sığmadı sesim
                    Yaşadığım şimdi beşinci mevsim
                    Çağın çilesini sırtıma sardım.


Karakoç: Benimki gönülden gelen. Fakat diğer tasavvufçulara benzememeye de azami gayret gösteririm. Farklı olanı ararım.

Önal: Mesela şu yaş ilerledikçe dağın bir karış olması. Belki sizin üslubunuza uyuyor ama burada bir karış dağ… Ne dağlar var, yanına gidince bir karış olduğunu anlıyorsun. Biz ne dağlar gördük, yanına vardık, daha eteklerindeyiz. Halbuki zirvesinde olmamız lazım. Hani, yanındayken dahi hasretim sana… Bu Beşinci Mevsim’de zaten tasavvufî bir terim.

Sağındık: Kitabın girişinde açıklaması var. Orada sanıyorum şöyle diyor: “Huzurevinde, cezaevinde, normal hayatın dışındaki insanların hayatını dört mevsimle nasıl izah edebilirsiniz? Üç göz yeter mi görmeye?” Bir de Gökçekimi de aynı minvaldedir, değil mi?

Karakoç: Gökçekimi, isyandır.

Önal: Gökçekimi bir vakıa ve gerçek. Siz onu sanki yerçekimine mukabil bir mazmun olarak söylediniz. Bilimde gökçekimi var.

Sağındık: Abdurrahim Bey şöyle diyordu sanırım. Günahlarımız ve lüzumsuz fazlalıklarımızın hepsini yer çeker ve yer alır altına. Ruhlar ve manevi şeyler yükselmeyle, dolayısıyla gökçekimiyle alakalı.

Karakoç: Bunun dışında, fizikî olanı da kastediyorum. Bir ağaç düşünün, 100 metre diyelim, yükseliyor, bunu ne çekiyor yukarıya, aşağıya doğru gitsin haydi. İkincisi, bakıyoruz gökyüzü bomboş, uçaklar gidiyor, ama bir zaman geliyor ki milyonlarca ton su yağıyor oradan. O suyu oraya kim çekti? Gökyüzünde nasıl durdurdu? Mesela ruhlar, bir çekimle göklere gidiyor.

Önal: Ruhlar çekiliyor, peki bu ruhlar yağmur olup yağmayacak mı bir gün? Çünkü biz teori olarak suların nasıl çekildiğini biliyoruz da dördüncü cemreyi bilmiyoruz.

Karakoç: Meksika’da, dünyanın en yüksek ağacı var; Sequia. Bilim adamları kesiyorlar. 100 metrenin üstünde ağaçlar. Tabanda 1 metre kare içerisinde ne kadar su var? 100 metre yüksekte de aynısı var. En altta ne kadar su varsa en yüksekte de aynı miktarda, denk.

Önal: Akıl alacak gibi değil.

Karakoç: Akıl almaz tabii.

Önal: Yukarı nasıl çıkıyor? Tabiatta dördüncü cemre var mı?

Karakoç: Yok ama, üç demişler. Havaya, toprağa, suya düşer. İnsanın kalbine düşen cemreyi söylemiyorlar.

Önal: Hem Allah vergisi hem kabiliyet işi. Bazı insanlar var, mesela İstanbul’da yaşamış, onca kitap okumuş, Profesör olmuş ya da diyelim fikir adamlığı yapmış, yazmak istiyor, yazamıyor.

Karakoç: Saz çalmaya çok merak sardım bir zaman. İyi saz çalan biri vardı, gel bana öğret, dedim. Sazı eskittik ama yok, olmuyor, çalamıyorum. Olmadı işte. İkincisi, lastik sapanlar vardır ya, kuş avlamak için. Bizim bahçede kuş kaynardı. Bizim Ertuğrul, on tane taş alır, ya dokuz ya on tane kuş vururdu. Ama ben yüzlerce sapan eskittim, bir tane vuramadım… Uçanı, kaçanı tabancayla vuruyorum ben. Fakat onunla vuramadım… İşte Allah kabiliyeti bir yere veriyor, bir yere vermiyor.

Sağındık: Abdurrahim Bey’in bence en büyük özelliklerinden biri de, şiirleriyle birkaç nesil insan yetişmiştir. Şu an, Türkiye’de bu birkaç nesil üzerinde çok ciddi emeği var, hakkı var, bir yerde.

Önal: Kimdir mesela kendisinden feyz alanlar? Sağındık: Çoktur.

Önal: Şahıstan ziyade nesil… Bizim nesil de feyizlendi.

Sağındık: Ben öğrenciliğim zamanında hatırlıyorum. Bizim dönemde şiirlerini okumayan hiç kimse yoktu. Herkes okuyordu.


Mehmet Önal ve Abdurrahim Karakoç

Önal: Şimdi 50 yaşını geçtim. Abdurrahman Bey’in şiirleri de, şahsı da bir efsaneydi üniversitede. Derlerdi ki, “Abdurrahim Karakoç buradan geçmiş, şurada toplantı yapmış…”

Sağındık: Bir de yine enteresan bir şey var. Bir kişi, çok bilgisi olmadan Abdurrahim Karakoç’un bütün şiirlerini okusa, içinde geçen isimleri, kelimeleri merak etse, bir sözlük araştırsa, dinini, imanını, Osmanlı’yı, peygamberini öğrenir, çıkar.

Önal: Terminolojiden şiirlere bir dizin yapılsa Türk kültürünü ve İslam kültürünü yansıtan birçok kelimeyle karşılaşırız. Peki bu kültür nasıl oluyor? Abdurrahim Karakoç’u Alparslan Türkeş ve Muhsin Yazıcıoğlu merhumlardan ayrı düşünemeyiz. Bilhassa 1990’dan sonra. Devlet adamı da besleniyor. Bu şiirlerden.

Sağındık: Öncesi de var ama.

Önal: Öncesi ayrı... Ben 90’dan sonra diyorum. Öncesi o bir üstat.

Sağındık: Şimdi Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’le bir sünnet programına katılmıştık. O zaman milletvekiliydi. Yan yana oturuyormuşsunuz. Ben de sahnedeydim o zaman. Hasan Çağlayan’ın çocuğunun sünnetiydi. Size demiş; “Bunlar ne güzel eserler, sözleri de size ait.”



Karakoç: Abdullah Gül mü? Kibar adamdır. Allah muhafaza etsin.

Sağındık: Biz kahramanlık türküleri yazıyorduk, demişsiniz… Şiir farklı bir dünya.

Karakoç: İstismar etmeseler…

Sağındık: Hani bir Sultan bir dergâha girmek istemiş de, onlar almamışlar ya. Buranın bir kere tadını alırsanız, sultanlık yapamazsınız diye. İşin o tarafı da var.

Önal: Bazı estetik kelimeler var, onlarla mazmun kurmak kolay. Aksülamel, ebru, efsane, efsun gibi... Ama Abdurrahim Bey’in şiirlerinde egzotik, aristokratik, bürokratik bir kelimeye rastlamıyoruz. Şu dörtlüğe bakalım:

Ben avcı olurum, o ceylan olur
Kovalar dururum kendi gölgemi
Umut toprak olur dert zaman olur
İp takar sürürüm kendi gölgemi

Karakoç: Sade Türkçe, milletin anlayabileceği şekilde.

Önal: Günlük dil yani.

Karakoç: Şiirlerimi yazarken buna dikkat ederim. Osmanlıca kelimelerden on bine yakın ezberlemiştim, sözlüklerden… Sonra baktım ki şiirimi öldürecek, hepsini unuttum. Onunla şiir yazılmıyor. Ben yazsam karşıdaki anlamayacak.

Önal: Peki şiir, yazı dilinden mi daha çok besleniyor, söz dilinden mi besleniyor sizce?

Karakoç: Şiir, esasen söz dilinden besleniyor.

Önal: Sizin ve Bahaeddin Karakoç’un şiirlerinde köy kültürü şehirli ağzıyla anlatılıyor.

Karakoç: Ağabeyiminki farklıdır.

Önal: Ama biz ayırt edemiyoruz bazen, çok güçlük çekiyoruz.

Karakoç: Şiir halkın anlayabileceği tarzda olursa güzel oluyor. Ben halk şiiri yazıyorum. Halkın anlamadığı halk şiiri ne işe yarar? Şiir, hedefine ulaşmalı. Bir kurşunun hedefine gitmesi önemli değilse niye silah kullanasınız ki?

Karakoç: Bilmez misin… Sanat, silahtır.

Önal: Bu silahı nerede kullanacağız?

Karakoç: Şiirde, karikatürde, resimde, romanda…


Mehmet Önal, İlker Kayalıoğlu, Abdurrahim Karakoç

Önal: Ben, savaşı en çok nefisle mücadelede severim.

Karakoç: Nefsini yenmediğin müddetçe olmaz. Şimdi soruyorum size, Abdurrahim Karakoç’u hırsızlıkla, yalancılıkla, sahtekârlıkla, kibirle, gururla tenkit edebilecek bir kimse var mı? Yok, niye? Can atıyorlar öyle bir şey bulsalar beni rezil etmeye de, bulamıyorlar. Dürüst olacaksın. Bu şiir için de değil, her zaman. İnancımız için. Allah Resulünün ümmeti olacaksan dürüst olacaksın. Taptuk Emre’nin dergâhına Yunus Emre kaç sene odun taşımış, bakmışlar hiç eğri odun getirmiyor. Sebebini sormuşlar, buraya eğri odun bile yakışmaz demiş. Bizde ise şu an en yüksek makamlara eğri adamlar geliyor.

Önal: Benim ilk gençlik yıllarımda kürsüye çıkarlardı, “Kör dünyanın göbeğine, Hak yol İslam yazacağız, Kuşların gözbebeğine, Hak yol İslam yazacağız.” derlerdi. Lise yıllarımdı sanırım.

Karakoç: O şiiri anlatayım. Ben bunu yazdım. Fakat daha yayımlamadım. 60’lı yıllar. Bekir Berk vardı. Yıllarca nur hizmetinde bulunmuş. Avukat…

Önal: Allah gani gani rahmet eylesin. Üstad Bekir Berk Bey’in çok hizmeti vardır.


Merhum Üstad Bekir Berk

Karakoç: … Rahmetli Bekir Berk, Elbistan’a kadar gelmiş, oradan da bizim tarafa geldi. Oturduk, sohbet ettik, “Karakoç, bir şiirin yok mu okuyacak?” dedi, “Al, yeni yazdım” dedim. Sevindi rahmetli. Onlar tanıttı bu şiirimi, otobüslerde filan söyleyerek…

Önal: Şakirt talebeler sizin şiirlerinizi çok sevmiş anlaşılan.

Karakoç: Evet sevdiler ve o talebeler şiirlerimi yaydılar. Benim şiirlerimin yayılmasına vesile olan bir başka üstad… Kemal Fedai Coşkuner… Bu şiir de böyle yayıldı… Her bir şiir bir şekilde yayılıyor işte.

Önal: Ben Hacettepe’de talebeyken halk şiirinin 20. yüzyıl örneği olarak hocalar bir şiir okurlardı.

Karakoç: Kimler mesela?

Önal: Bir tanesi rahmetli Yetik Ozan... Yetik Ozan, şiirden anlardı.

Ellerin yurdunda çiçek açarken
Bizim il’e kar geliyor gardaşım
Bu hududu kimler çizmiş gönlüme
Dar geliyor dar geliyor gardaşım.

Şimdi, burada Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu yok, ama Balkanlardan Çin Seddi’ne kadar bir Türk milleti var. Afrika’dan Kuzey Kutbu’na kadar da bir Türk dünyası var. Fakat bu coğrafyanın dışında bir de “Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam” anlayışıyla dünya ve ahiret vurgusu var. Dar geliyor kardeşim bu hayat bana. Zaten dar gelmezse âlim olamazsın.

Karakoç: Onu bir fotoğrafla çok daha güzel bir hale getirmişlerdi. Vaktiyle bir ülkücünün cenazesi kalkarken, kar yağıyor, omuzlarda götürüyorlar cenazeyi. Altında da o şiir.

Önal: Lise yıllarında gördük o şiiri

Sağındık: Bunları besleyen şeyler nelerdi? Neden böyle düşündünüz bunları yazdınız? Yemiş, içmiş, gezmiş, kendini normal zanneden, ortama alışmış adamlar gibi olmadınız hiç. Önal: 1960-1980 arası olaylar bu şiirlerin malzemesi olmasa da teşviki oldu, değil mi?

Karakoç: Evet, bir yerde de öyle diyorum zaten. Hırsızlar, namussuzlar, ahlaksızlar bana malzeme taşıdı diyorum. Yardımcım oldu onlar diyorum.

Sağındık: Evet, Gökçekimi’nde bunları yazmıştınız.

Önal: Hasan’a Mektuplar, 1960-1980 arası bir sosyal, siyasal özet. Edirne’den Kars’a kadar sosyal hayat… Mesela biz Osmanlı’nın sosyal tarihinin yanında siyasî tarihini de okuduk.

Karakoç: Türkçülük hakkında şiirlerim var ama ırkçılardan değilim.

Bilir misin gardaş Türk illerinde
Havada yıldızlar dağda kar üşür
Tutsak soydaşların türkülerinde
Dört mevsim ötede bir bahar üşür.
Ezanlar buz tutmuş minarelerde
Yaylalar dermiş ki töremiz nerede
Yolların hasretle bittiği yerde
Her dağ yamacında bir mezar üşür.”

Sağındık: Kaya Kuzucu bunu besteleyip okumuştu.

Önal: Abdurrahim Bey, rahmetli Dilaver Cebeci gibi…


Dilaver Cebeci

Karakoç: Çok severdim, Allah rahmet eylesin, değerli insandı.

Önal: Hem de kendisi malum, ilmiyle sanatı yan yanaydı. Yaşaması da samimiydi.

Karakoç: Çok samimiydi. Onun bana yapmış olduğu bir iyilik var. İstanbul’a gitmiştim yeğenlerime, o da duymuş, oraya geldi. Çıktık, gidiyoruz. “Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu hasta.” dedi. “Hadi ona gidelim.” Evine gittik, hastaydı. Eskiden dostumdu, göremiyordum çoktandır. Neyse hasret giderdik, sonra kalktık. Bu olaydan bir ay sonra da Niyazi Bey vefat etti. Dilaver, çok iyiydi, mert adamdı.


Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu

Sağındık: Bir de gazetedeyken Bahtiyar Vahapzade’yi ziyarete gitmiştik.

Karakoç: Burada Numune Hastanesi’ndeydi. Fotoğrafçıyı da yanıma aldım, gittim. Güzel adamdı, iyi şairdi sonra. Yalnız bir şeye hâlâ üzülürüm. Elçi Bey, Türkiye’deymiş, hasta. Duydum, gitmeye niyet ediyorum, gidemedim bir türlü. Epey geciktim. Dediler, “Elçi Bey, sizinle görüşmek istiyor”… “Niye daha önce söylemediniz?” dedim. Beni bulamamışlar. Mustafa ve Sevgi Kafalı’ya söylemiş. Onlar da benim adresimi bulamamışlar. Halbuki beni bilirler, adresim belli. Geciktiler, gittiğim zaman da komaya girmişti kendisi. “Mutlaka görüşmem lazım onunla, bazı söyleyeceklerim var.” demiş. Yüz yüze görüşemedik, nasip olmadı.

Önal: Veysel Karanî de Hz. Muhammed’i görememiş. Çok enteresan… Ya başka üstadlar…?

Karakoç: Ben Âşık Veysel’le bir vesileyle görüştüm.

Önal: Sivas’a mı gittiniz?

Karakoç: Yok.

Önal: Nerede görüştünüz?

Karakoç: Maraş’ta.

Önal: Gezici âşık olarak mı geldi oraya?

Karakoç: Evet.

Önal: Bir ara öyle yaşamış Âşık Veysel.

Karakoç: Ben Maraş’tayım. Millî Eğitim’deyiz. Şevket Bulut vardı. Allah rahmet eylesin. Sohbet ederken kapıdan birileri girdi, bir yer sordular, döndüler çıktılar. Birisi “Ya, bu Veysel idi.” dedi. Koştular, getirdiler geri.

Önal: Hangi yılda oluyor bu olay?

Karakoç: 1970’lerde. Neyse getirdiler. Konuştuk. “Burada da var bir şair.” dediler. “İyi bakalım, okusun bir şiirini.” dedi. Ben de okudum. Şiiri bitirdiğim zaman kör haliyle kalktı, beni buldu, öpmeye başladı. “Allah’ıma şükürler olsun. Bu saha boş kalır diyordum, ne boş kalması, dolmuş taşmış.” diyor. Ağladı neredeyse.

Önal: Sanatta sorumluluğa çok güzel bir örnek... Her sanatçıda yoktur bu.

Karakoç: Bir daha okuttu, başka şiir okudum. Yine sarılıyor. Ondan sonra bir yerde daha görüştük.

Önal: Peki, Cenab-ı Hakk’ın bu manevi halleri takdim için sizleri seçtiğini hissediyor musunuz, böyle bir his geçiyor mu içinizden? Boşuna size âşık demezler, şair demezler ve Kur’an’daki Şuara Suresi’ne sizi muhatap etmezler. Bizim niye muhatap olacağımız bir hâl yok? Şuara Suresi’ne muhatap olan bir meslek.

Karakoç: İşte bu yüzden de riskli bir meslek. Ben Maraş’tayım, dediler ki “Dündar Taşer burada.” 27 Mayısçılardan biri.


Merhum Dündar Taşer

Sağındık: Beşiyle tanıştım demiştiniz, kimlerdi onlar?

Karakoç: Türkeş, Ahmet Er, Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ ve bir kişi daha vardı. Hatırlayamadım şimdi. Neyse vardık Dündar Taşer’in konuştuğu yere. Çok kalabalık, o da oturmuş konuşuyor. Milliyetçi Öğretmenler Derneği’nde. Yanımda bir iki adam var, benim ismimi söylediler görüşmem için. “Ben o adamla görüşmeyeceğim.” dedi. Sordum: “Derdin ne, niye görüşmüyorsun, ne yaptım ben sana?” “Daha ne yapacaksın,” dedi “İnsan bir şiir okur, hoşuna gider, güler, neşelenir; başka bir şiir okur, üzülür; başka bir şiir okur, galeyana gelir, heyecanlanır; ben senin bir şiirini okudum mu bu üçünü de hissediyorum. Bir ağlıyorum, bir gülüyorum, bir düşünüyorum, başka hallere giriyorum. Bu yaptığın doğru mu?” dedi. Kalktı, bana sarıldı rahmetli. Bu bir Kurmay Subay; biliyor, Doktor Bey’i de kendi okudu.

Önal: Bu kadar çok aydınla görüşmenin darısı bulaşıyor.

Karakoç: İyi oluyor görüşmek. Ben istedim bazılarıyla görüşmek, bazıları da kendileri benimle görüşmek isterlerdi. Biliyorsunuz Osman Yüksel Serdengeçti’ye gidip gelmelerim çoktu. Ayrı bir âlemdi o.

Önal: Nerede buluşuyordunuz Serdengeçti’yle? Nerede görüşüyordunuz?

Karakoç: Ben onun dergilerini devamlı okurdum. Memlekette alır alır okurdum.

Önal: “Bu Millet Neden Ağlar?”, ağlaya ağlaya okurduk.

Karakoç: Ankara’ya geldim, aklıma düştü. Ankara’da olduğunu biliyorum, bir iki yerden sorunca dedi ki birileri, “Dericiler Caddesi’nde Deniz Palas Otel var. Onun altında bürosu var.” Araya araya buldum. Vardım ki tek başına oturuyor rahmetli. Arkalar hep kitap dolu, ama öyle düzenli, sistemli bir yığın yok. “Selamün Aleyküm” dedim. “Ve Aleyküm Selam.” dedi. Şöyle bir baktı. “Dur, kendini tanıtma bakayım.” dedi. Tanışmadık daha hiç. Hasan’a Mektuplar çıkmıştı ama benim fotoğrafım yoktu onda. Ben ayakta bekliyorum. Düşünüyor, masanın üstüne eğiliyor, bir bana bakıyor, bir eğiliyor. “Sen Abdurrahim Karakoç olmayasın.” dedi. “İsabetli bir teşhis de nasıl oldu bu?” dedim. “Vallahi kapıdan girdiğinde, selam da verirken ben senin çehrende bir başkalık hissettim.” dedi. “Senin yüzünde, simanda apayrı bir şeyler gördüm. Bu adam boş adam değil, memleketin çilesini çekenler biri olmalı, diye düşündüm. Kim olabilir diye düşünüyordum. Doktor Bey, Hâkim Bey, İsyanlı Sükût, bunlar aklıma gelince başkası yazamaz bunları dedim.” Oturduk, sohbet ettik. Bazı şeyleri sordum. Onu en çok seven adam hala yaşıyor. Süleyman Arif Emre. Osman Ağabeyi o kadar çok severdi ki. Osman Ağabey, çok sertti.

Önal: Serdengeçti, Necip Fazıl’ı çok severdi, değil mi?

Karakoç: Necip Fazıl büyük adam, sevilecek adam da ama onu bir güzel de tenkit ederdi.

Önal: Necip Fazıl’ın edebiyat açıkları hakkında en çok malzeme veren yazarlardan biridir zaten kendisi.

Karakoç: Şimdi, diyormuş ki Necip Fazıl, “Osman, ben küçük su dökmeye gidiyorum.” Serdengeçti, “Estağfurullah efendim.” diyormuş. Necip Fazıl, “Ya, bunun neresine estağfurullah diyorsun.” deyince, “Size küçüğü yakışmaz da onun için böyle söyledim…”


Abdurrahim Karakoç, Maraş’ta

Karakoç: Bundan büyük tenkit olmaz.

Önal: Bir gün Osman Yüksel koşa koşa gelmiş, “Aman efendim, siz yola çıkacaktınız, treni mi kaçırdınız yoksa?” “Osman, ben treni kaçırmam, kovdum gitti.” demiş.

Sağındık: Serdengeçti’nin matbaası bodrumda imiş. Biraz da karanlıkmış. Necip Fazıl, içeri girince bakmış etrafa Osman’ı göremiyor tabii, “Burada tek hücreli amip bile yaşamaz, sen nasıl yaşıyorsun?” diye bağırmış.


Osman Yüksel Serdengeçti

Karakoç: Ben orada tanıştım kendisiyle, öyle onun dediği gibi de değildi. 1. katta idi.

Önal: Matbaa kazanıyor muydu?

Karakoç: Kendisinin matbaası yoktu zaten. Dergi çıkarttırıyor, kitap bastırıyordu. Bir gün otururken, “Ben bir yere kadar gideceğim. Gel sen otur burada.” dedi. Onun koltuğuna oturdum. Bir sele de şeftali var. “Gelen olursa bundan verirsin.” dedi. Karşısı da çay ocağı. “Çay da söylersin.” dedi. “Olur.” dedim. O gitti, ben otururken dört kişi geldi. O zamanın MTTB’nin başkanı Atilla Özer filan da var. Oturdular, onlarla sohbet ediyoruz. Şeftali ikram ettim, çay söyledim. Bir adam geldi, iri yarı. “Osman Abi, nerede?” dedi. “Gel, otur biraz. Gelecek.” dedik. Neyse oturdu, benim yanıma. Göğsünde hukuk rozeti vardı. “Şeftali alır mısın?” dedim. “Teşekkür ederim, karpuz yemiştim.” dedi. Çay geldi, çaya da öyle dedi. Bir tanesi sigara tuttu. Sigarayı alıcı. Sigara tutan gence, “Bırak o sigarayı. O karpuz yemişti.” dedim. O da, “Demez olaydım, kendi gibi birini oturtmuş buraya. Başkası oturmaz ki, hiç hayatımda görmedim.” dedi.

Karakoç: Hüseyin Üzmez’miş. Osman Abi geldi, anlattılar bunu. “Bugüne kadar benim koltuğumda oturan başka birisini gördün mü? Oraya oturan benim gibi bir insan olur.” dedi.

Önal: Onun çok tatlı bir eleştiri, hiciv kabiliyeti vardı. Hem de malum, hoş bir sanatı vardı. Bilhassa nasihatte çok hoştu. Ben kendisini tanımadım ama dinledim ve kitaplarını okudum. Bir arkadaşımız, “Biri atsız, biri kafadan geçti (Serdengeçti
için). Bunlar nasıl adamlar?” derdi.

Karakoç: Serdengeçti, milletvekili olmuş, ilk defa meclise giriyor. Kravat yok, pantolon ütüsüz, tıraş da olmamış. Koymamışlar içeri polisler. “Yahu, ben milletvekiliyim.” deyince “Git işine, deli misin?” filan demişler. Tanıyan milletvekilleri, “Yahu ne yapıyorsunuz, milletvekili o.” deyince selâm durmuşlar. Şimdi varıyor, döner kapıdan girecek. Kapı döndükçe o da dönüyor. En sonunda birisi içeri sokuyor. “Allah belasını versin. Daha girmeden döneklik başladı.” diyor. Espriyi çok severdi.

Sağındık: Serdengeçti’nin bu nükteleri, 80’li yıllarda Türk Edebiyatı dergisinde yayımlanmıştı. Şuara Suresi bahsi açıkta kaldı yalnız. Şimdi şairler bu noktada ikiye ayrılıyor malum. Şiir yazmak için kendilerini bir sürü lüzumsuz şey kullanmak zorunda hissedenler Bir diğeri de, Peygamberin övgüsüne ya da tavsiyesine mazhar olan işte “Yaz, yaz ki onların direncini kırasın.” dediği Hassan Bin Sabit’ler. Şairler ikiye ayrılıyor bu noktada. Onun için biraz bıçak sırtı bir iş.

Karakoç: Ben çok büyük âlimlere sordum. Cevap verdiler ayet, hadis okuyarak. “Yazılacak ama nefsin için değil, inancın için.” dediler.

Sağındık: Zaten bu noktada yazdıklarınız, sizin, Peygamberin tavsiyesine mazhar olan gruba girdiğinizi gösteriyor. Benim esas sormak istediğim şu. Yunus Emre ile ilgili, yazdığı şiirlerin bir kısmıyla ilgili özellikle âlimlerden çok ciddi tepkiler var son zamanlarda. “Bana seni gerek seni” şiiri mesela. Âlimler, bu şiirin aşkın bir ifade olduğunu, fazladan söylenmiş bir şey olduğunu ifade ediyorlar. Çünkü cennetin kula yeteceğine, orada huzura, kurtuluşa ereceklerine dair ayetler var. Bunun ötesi, kulun isteyebileceği bir şey değildir, dolayısıyla Yunus Emre burada sınırı aşmıştır diye çok ciddi kaynaklarda yazılar var. Düşüncelerinizi almak istedim.

Karakoç: Sen inandın mı?

Sağındık: Ben inandım.

Karakoç: Aman inanma, hiç inanma. Yunus Emre, ne diyor? “Bana seni gerek seni.” Sen dediği Allah sonuçta. “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim, Aşkın ile övünürüm, bana seni gerek seni.” diyor.

Önal: “Bizim kapı dost kapısı; girene canımız kurban; selâm, muhabbet tapusu; verene canımız kurban.” Sen de bestede kullandın bunu, değil mi? Tasavvufa giriş yani bu, bunu da söyledin.

Karakoç: Benimkilere öyle diyenler olur. Öyle çok insan var.

Sağındık: Yok, sizin şiirlerde bu tarz aşkın ifadeler yok.

Karakoç: “Yolun sonu görünüyor.” diyen kimdi? Bak, mesela o. Ona da diyorlar. “Kılavuzun gereği yok, Yolun sonu görünüyor.” diyor. Neymiş, kılavuz Peygamberdir. O ayrı, bu ayrı mesele, Allah’ını seversen. Yani, her şeyi götürüp Peygamber’e dayamayın, dili dayamayın. Bilmediğinizi yapmayın. “Kılavuzun gereği yok, Yolun sonu görünüyor.” Bizde de, görünen köy kılavuz istemez, derler.

Sağındık: Bu zaten normal düz bir cümle. Nasıl yanlış anlıyorlar ki?

Karakoç: Yok, Kılavuz dedim mi Peygamber’dir diyor. Yapmayın, etmeyin. Asıl yobazlık bu işte.

Önal: Bir mutasavvıfa sormuşlar, tasavvufun konusu nedir, diye. Tasavvufa girmeyecek konu yoktur, demiş. Tasavvuf, İslam’ın da hayatın da merkezinde olan bir şey. Abdurrahim Bey’in şiirlerinde satır aralarına oturmuş bu. Açık açık takdim etmiyor, satır aralarında seziliyor. Bunu en iyi bilenlerden birisi de sensin Hasan… Şiirin ilk hesaba çekeceği adam şairdir. Biz sıradan insanlarız, ama bu itiraflar tarihe kalacak. Ve sorumluluğumuz şudur; ola ki üç beş nesil bundan faydalanacak.

Sağındık: İnşallah.

Karakoç: Şair, düşünür adamdır; bazen bizim mantığımızın dışına çıkar. Kendi de bilmez onun çıktığını. Şurada yazmışım mesela:

Çokta kederlenir, azda gülerim
Ustura ağzında düşüncelerim
Deliliktir belki… bırakın kalsın.
Doğan her bebeğin hakkı var bende
Öğütülen benim her değirmende
Ne sonu… ne ilki… bırakın kalsın.
Sevdam büyüdükçe dünyam dar olur
Zamandan çıktığım zamanlar olur
Ve öyle güzel ki… bırakın kalsın.
Saatler ya geri, ya hep ileri
Kıran yok hileli terazileri
Umutlar ırakta… bırakın kalsın.
On binlerle sohbet on bin nafile
Dönmüyor toprağa giren kafile
Öfkeler yürekte… bırakın kalsın.
Ne yarım tam yarım, ne bütün tamam
Yolcular anlamaz, ben anlatamam
Tren son durakta… bırakın kalsın.
Gelir beni yakar suya düşen kor
Düşünen baş çekmek dert çekmekten zor
Kutsaldır bu yara… bırakın kalsın.
Dursun ayazına uyandığın kış
Dursun ki şevk ile sürsün bu yarış
Lüzum yok bahara… bırakın kalsın.
Yıkılır, yırtılır her kalın perde
Hesaba çekilir dünya mahşerde
Yazın şu duvara… bırakın kalsın.”

Önal: Tezat’ın dost olduğu bir yapı. Yapı, buradaki mazmunlarla, aranıyor, öyle mi?


Karakoç: Öyle geliyor, ben hiçbir şeyin müsveddesini yapmamışım önceden. Hiçbir şiirimin. Daktiloya takmışım çıkmış. Bazen beğenmediğim oluyor, hafif geliyor. Güçlü olmadığının ben de farkındayım. Fakat onu değiştiremiyorum, elim varmıyor. İnsan, kendi çocuğuna ameliyat yapabilir mi?

Ömür dediğiniz nedir?
Üç gün hilâl, üç gün bedir
Haftaya boş kalır sedir
Say bir karış, say bir adım
Geçti gitti, anlamadım…”

Şu sedir boş kalacak yani. Biz gideceğiz.

Önal: Sanat bir bakıma varoluşu anlama çabası, değil mi?



                                                            



                                                            

Karakoç: Fakat bir de zekâ meselesi var. Bunların örgüsünü yapabilmek. Bir adama çeşit çeşit ipler ver. Yanına da tezgâhı ver. Bir şey dokuyamaz.

Önal: Peki, hayatı tam anladım diyebiliyor muyuz bu şiirlerden sonra?

Karakoç: Tam anlaşılmaz. Ne hayat tam anlaşılmış
ne de şiir… Şiir nedir, diyorlar bana çok
defa soruyorlar. Bugüne kadar birisi bilseydi
bir daha sorulmazdı. Demek ki bilinmiyor, hep
soruyorlar.

Önal: Varlığın sırrı mı şiir, varoluşun…?

Karakoç: Yok, sır içinde bir parça.

Önal: Sırrın bütünü ne ile alakalı?

Karakoç: Sırrın bütününü biz taşıyamayız. Hani Hz. Musa aleyhisselâm göreyim dedi. Dağa bak, dediler. Dağ dayanamadı parçalandı. Bize de tüm sırrı vermiş olsa biz götüremeyiz.

Önal: Bizdeki, sır okyanusundan bir zerre mi?

Karakoç: Bir zerre, bir damla alıyoruz.

Önal: O da şiir diye böyle söylenip duruyor. Sanat böyle bir şey…

Karakoç: Evet, sanat böylece… şu kıtalar dediklerine benzer:

Canlı bir kitapsın yazarı Mevlâ
Açık dur, kitaplar seni okusun
Yüzünde şavklansın nazar-ı Mevlâ
Eğilsin mehtaplar seni okusun.
Kasırga ol döne döne zikir et
Her nefese on bin misli şükür et
Şüphe burgacında Hakk’ı fikir et
Uyansın girdaplar seni okusun.
Erisin geceler gündüze gel ki
Kalmasın tek engel bir düze gel ki
Secdede Rabb’ınla yüz yüze gel ki
Minberler, mihraplar seni okusun.
Ezelin, ebedin şifresi sende
Menfinin, müspetin şifresi sende
Çözülsen de olur, çözülmesen de
Sorular, cevaplar seni okusun.
Aşktan, estetikten, ahenkten yana
Şiir, resim, müzik imrensin sana
Camiler, sebiller gelsin lisana
Hayırlar, sevaplar seni okusun.
Bedenin coğrafya, tarihtir dünün
Ayrı ayrı sayfa saatin, günün
Dört kapısı açık dursun gönlünün
Âlimler, erbaplar seni okusun.
Nefret boşta kalsın aşk ile dol da
Işık kılavuz ol gittiğin yolda
Kur’an’dan feyz alan bir mektup ol da
Yazdığın kitaplar seni okusun.”

Yani bunlar, halk şiiri tarzında ama öyle Karacaoğlan’ların, Emrah’ların şiiri değil.

Önal: Bundan 32-33 sene evvel sizinle bir röportaj yapıldı. Sadık Tural da yazısını yazdı. Sonra edebiyat tarihleri, Abdurrahim Karakoç’u eleştiri şairi, taşlama şairi, sosyal hayatın problemlerini anlatan şair şeklinde tanıtmaya başladılar. Divan mecmuasında yapılmıştı bu.

Karakoç: Sonra da kitapta yazdı o. Zamanın Elinden Tutmak isimli kitapta.


Önal: Onu tashih etti, oraya yazdı. Anadolu’nun problemlerini şehre getiren bir sanatkâr olarak ondan bugüne, 32-33 senede neler değişti? Sizde ne tür farklı birikimler oldu? Şiirinizde bir yol haritası belirlendi mi yoksa o şiir anlayışı devam mı ediyor?

Karakoç: Devam ediyor. Faydalanan çok oldu. Çok değerli ilim adamları, edebiyatçılar, siyasetçiler faydalandı bunlardan. Gerektikleri yerlerde kullandılar şiirleri. Abdurrahim Karakoç dediğiniz zaman tanıyorlar, yanlarına gitseniz bilmezler.

Önal: Anadolu âşıkları şu anda sizi taklit ediyor.

Karakoç: Edenler var. Hepsi değil de halk şiirinde, heceyle yazanlar. Bir ekol gibi…

Önal: Birkaç damar var Türkiye’de; onlardan biri de Karakoç damarı, diyebilir miyiz?

Sağındık: Mesela destanda Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gibi. Sonra yenisi de gelmedi galiba.

Karakoç: Destan şairi olarak Türkiye’de iki isim tanırım ben. Basri Gocul ve Niyazi Yıldırım…

Önal: Peki, taşlama şairi bu Mihriban şiirini nasıl yazıyor?

Karakoç: Hani derler ya, dört başı mamur. Bende hem taşlama var, hem koçaklam… hem aşk şiiri var, hem tasavvuf… hem sıradan şiirler…

Önal: Tasavvuf eğitimi herhalde yaşarken alındı.

Karakoç: Ben tasavvuf diye yazmıyorum ama öyle isabet ediyor.

Önal: Peki burada ilhama mı inanıyorsunuz, çalışmaya mı?

Karakoç: İlhama inanıyorum. Zekâma da inanıyorum. O zekâyı Allah verdi. Onunla onu birleştiriyor, ben değilim bunu yapan. Yani iki lüzumlu şeyi birbirlerine karşılıklı getiren güç İlahîdir. İnsan, hakan da olsa, komutan da olsa, büyük sanatkâr da olsa ya iyide ya kötüde onun ruhunda hangi maya varsa o tarafa gönderiyor Allah.

Sağındık: Şiiri neden bıraktınız? Siz şiir yazıyorsunuz, yazabilecek durumdasınız. Tekrara düşmekten mi korktunuz?

Karakoç: Evet. Unutkanlığımdan korktum. Eskisi gibi değilim. Şu anda o eski düşüncem, o eski heyecanım yok. Yazacağım, bu sefer zayıfladım mı ne gereği var?

Önal: Aynı kuvvette, Mihriban ayarında yazamam mı dediniz?

Karakoç: Bazı şairler, yaşlandıkça tekrara düştüler. Eski güçleri kalmadı. Çok gereği yok o zaman da. Mesela bir Kel Ali’yi düşün. Padişahın başpehlivanı. Kırk elli sene başpehlivanlık yapıyor. Sonra Koca Yusuf geliyor, sırtının üstüne vuruyor. Muhammed Ali de öyle oldu. Hiç yenilmemiştin. Niye döndün tekrar? Bunları görünce rahatsız oldum. Aynı duruma düşmeyeyim dedim. Enerjim eskisi gibi değil, hâfızam…

(Üstad burada susuyor…)

Önal: Şiirleriniz sosyal hayatta en çok nerelerde kullanılmalı?

Karakoç: Sohbetlerde olur, siyasetçilerin kullandıkları var. Mitinglerde oluyor. Bestelere de yol açıyor. Güzel şiir olmasa beste zaten yürümez.


Önal: Biz en çok eğitimde kullanıyoruz bu şiirleri. Anadolu delikanlısının uzman olması biraz da bu şiirlere bağlı... Bu şiirle hocalar, görünen yoluyla görünmeyeni anlatıyor ki o da diğer insanları eğitsin. Zaten kendisi dışında birine faydalı olmayan insanın Ganj’daki timsahtan farkı olmaz. Şiir, bize bunu öğretiyor. Mesela talebe diyor, “Hocam başka bir şey varmış, hocam hayat başka bir şeymiş. Gördüğüm her şey gördüğümden başka. Anladım ama şahsıma uygulayamıyorum.”

Sağındık: Allah, bazı insanların isimlerini unutturmuyor. İyi manada da kötü manada da... İçerisinde diyelim ki büyük tasavvuf ehli de var. Öğrenci yetiştiren, bir yol açmış, o işi öğreten kişileri unutturmuyor. Onları hiç unutmayız. Abdulkadir Geylani’leri, Şah-ı Nakşibendi’leri… Osmanlı sultanlarından yine ismini unutmadığımız, bir defada söyleyebildiğimiz padişahlar var. Bunları unutmayız biz. Şimdi bu yönüyle bakınca Cenab-ı Allah Abdurrahim Karakoç’un ismini hep zirveye mi çekiyor. Niye? Çünkü Karakoç’un şiirlerinde İslam’ın, inancın karşısındaki herkese karşı bir duruş var. Kılıcı, kalkanı eline almış, “İslam’a laf ettirmem.” diyen bir Karakoç var. Allah kendi davasını dünyada savunan insanın ismini çekmez mi göndere?

Önal: Bir de İslam’ın hor görüldüğü zamanlarda yapıyor bunu. O zaman Müslüman olmak ateş, bir alev: Yobazsın, gericisin...

Sağındık: Bu karşı duruşun yanında onun içini de dolduran, millete güzel şeyler anlatan bir şair var.

Karakoç: Bunları yazarken belliydi, risk alıyordum. O devirlerde o kadar zordu ki. Mahkemelere gittim, Allah’a şükür hepsinden de beraat ettim. Deli dolu konuştum, ettim. Beni kimler vermedi ki mahkemeye. İyi dediğimiz de verdi kötü dediğimiz de. Haberal’la mahkememiz devam ediyor, Zekeriya Beyaz da üç dört defa vermişti mahkemeye.

Beni dinle ey Kadı
Bozuldu işin tadı
Zulümse eğer adı
Kenan yapsa da aynı
Yunan yapsa da aynı.”

Şevket Kazan, beni mahkemeye verdi. Hem şiirimi marş olarak kullanıyorlardı... En çok tenkit ettiğim adam Süleyman Demirel’dir. Bir kere bile mahkemeye vermedi. (…)

Önal: Muhterem Hocam, birkaç saattir size çok zahmet verdik. Bu bilgiler edebiyat sahasında çok kişinin ufkunu açacak inşallah. Önce bizler öğrendik. Size çok teşekkür ederiz. Allah ömrünüzü, nefesinizi semereli eylesin.

Karakoç: Allah razı olsun. Çok teşekkür ederim.



Üstad Abdurrahim Karakoç ile konuşmamız geç saatlere kadar sürdü.

Kendisinden çok istifade ettik. Elini öpüp hayır duasını aldık. Son konuşmalarımızda Bahaeddin Karakoç üstadımızı da yad ettik. Karakoçlar birkaç nesil Türk vatanında üstad oldular. Eserleri bizlere yeni ufuklar vermeye devam ediyor. Her iki ustanın önünde hürmetle eğiliyoruz.

Abdurrahim Hoca’yı kaybettik.Mekânı cennet olsun.

Bahaeddin Karakoç’un ömrü uzun sırrı kavi olsun diyoruz.


HAK YOL İSLAM
 

 
Kör dünyanın göbeğine
Hak yol İslâm yazacağız.
Kuşların göz bebeğine
Hak yol İslâm yazacağız.

Yola, ağaca, pınara
Esen yele, yağan kara
Yağmur yüklü bulutlara
Hak yol İslâm yazacağız.

Koç burcuna, yay burcuna
Bebeklerin avucuna
Minarelerin ucuna
Hak yol İslâm yazacağız.
Bucak bucak, köşe köşe
Kara taşa, kor-ateşe
Yıldıza, aya, güneşe
Hak yol İslâm yazacağız.

Askerlerin miğferine
Kağnıların tekerine
Buda´nın tunç heykeline
Hak yol İslâm yazacağız.

Her kapının eşiğine
Her sofranın kaşığına
Balaların beşiğine
Hak yol İslâm yazacağız.
  Herkes duyacak, bilecek
Saklanmaz gayrı bu gerçek
Yaprak yaprak, çiçek çiçek
Hak yol İslâm yazacağız.
  Abdurrahim Karakoç
 




Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.