Salih Mirzabeyoğlu: “ŞARTLAR TÜRKİYE’Yİ TARİHÎ MİSYONUNU ÜSTLENMEYE ZORLUYOR!”-Faruk Selim- Baran Dergisi
Salih Mirzabeyoğlu:
“ŞARTLAR TÜRKİYE’Yİ TARİHÎ
MİSYONUNU ÜSTLENMEYE ZORLUYOR!”
Faruk Selim
Başlıktaki
ifâde, S. Mirzabeyoğlu’nun bundan 20-25 yıl önce yapmış olduğu bir tesbit.
Bugün de geçerliliğini koruyor…
“Şartlardan”
kasıt anlaşılıyordur herhâlde, anlaşılmıyorsa bile “görülüyordur”… (Suriye,
Mısır, Irak, Libya başta olmak üzere…)
Türkiye’de
ise, 17 Aralık’tan sonra;
Siyasetin
ve tarihin akışının nasıl değiştiğini gördük; “şartların zorlaması” ne mânâya geldiğini de…
Bugünkü
siyasî ve politik zeminde gelinen nokta açısından, gayet rahatlıkla
söyleyebiliriz ki:
“Erdoğan bir zarurettir!”
(Bu
ifâdeyi, İslamcı “80 kuşağı” hatırlayacaktır; Üstad’ın Rapor’larda Demirel için
–o şartlarda- kullandığı bir ifâde.)
17 Aralık “tarihî” bir dönüm
noktasıdır!
Bu tarihe
gelinceye kadar ne olmuşsa olmuş –bu olanlar içinde en önemlisi “askerî
vesayetin” sonlandırılmasıdır- bu tarihten sonra;
“Yeni bir tarih”
başlamıştır!..
Bu “yeni
tarih”in bir anlamı da;
İBDA
Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun bundan 25 yıl önce yaptığı “Mucizevâri” tesbitin
“doğrulanmış” olmasıdır:
“Şartlar
Türkiye’yi TARİHÎ MİSYONUNU üstlenmeye zorluyor!”
Bu
tesbitte:
Bir;
Mirzabeyoğlu’nun ileriyi görüş ufkunun derinliğini, eşya ve hadiselerin –hadi
“gelişmelerin” diyelim- O’nu nasıl doğruladığını…
İki; “Tarihî
Misyon”un NE OLDUĞU, bunun içini dolduranın kim olduğu ve bu “misyonun” bir
fikir sistemi-ideolocya olarak örgüleştirilmiş bulunduğu, -sorunun içindeki cevab olarak- bir kere daha apaçık görülmektedir!
Görene;
“Mucize gibi” bir şey bu!
25 yıl
öncesinden “bugünü” gösteren bir tesbit!..
O yüzden
diyoruz;
17
Aralık’a gelinceye kadar ne olmuşsa olmuş, 17 Aralık’tan sonra siyasî-tarihî
akış yepyeni bir “kimlik”
kazanmıştır.
Burada,
bazı “zübük siyasetçilerin”, ‘On yıldır-12 yıldır beraberdiniz’ vesair yaklaşımlarının
bir anlamı olmadığını-kalmadığını belirtelim. Zaten o “kırılma” yaşanmamış
olsa;
“Siyaset ve tarihin akışı
değişmiştir!”
demenin bir anlamı olmazdı!
“Tarihî
Misyon” deyince,
“Aha!..
Valla bizi işaret etti, hadi arkadaşlar koro hâlinde sövmeye başlıyoruz.
“Tarihî Misyon” sövme demek, eğer başarırsak; tarihte ilk defa ‘söverek iktidar
deviren’ biz olacağız, ha gayret!...”
Gibi bir
şey anlayan(“uygulama” bu)lara da şunu hatırlatalım; bırakın ilkel
“alışkanlıklarınızı” politika sanmayı. Adam seksen yaşında İslâm’a girse, “Sen
geçmişte şöyle böyleydin” mi diyeceksiniz?..
Meseleye
dönersek;
“Şartlar
Türkiye’yi tarihî misyonunu üstenmeye zorluyor…”
Bu
mucizevî derinliğe sahip tesbitin ışığında bakarsak;
17
Aralık’tan sonra, Erdoğan ve Türkiye’nin “tarihî
misyona” dönüş çabası ve ZORLUĞUNU bütün şiddetiyle yaşadığını söyleyebiliriz…
(Aslında
bana göre, 17 Aralık’tan önce, sn. Başbakan’ın; “Mirzabeyoğlu Dâvâsı”nın çözüleceğini, bir tv kanalında, kamuoyu
önünde açıkladığı ilk tarihtir, “başlangıç
tarihi…”)
“Tarihî
Misyona” dönüş çabalarının başladığı böylesine “tarihî bir süreç”tir 17
Aralık’la başlayan süreç:
“Yeni
Devir- Yeni Paradigma”
17
Aralık’ta “Batı’nın kurduğu yeni tezgah (örtülü işgali ılımlı İslâm’la
sürdürme) çökmüştür!
“Devlet
geleneğimizin” 70-80 yıldır Batıcı işgal altında olduğu sır değil… 80’lerden
sonra, “Kemalizm’le sürdürülemez” olan bu işgal, bilindiği üzere, Özal’la biraz
“esnetilerek”, nihayetinde Irak işgali öncesi, “ılımlı İslâm’la” yeniden
kurgulanmaya çalışıldı… Uzatmayalım:
Bu tezgâh, “Batı’nın tezgâhı”ydı, Batı ve Amerika’nın…
17
Aralık’ta; bu tezgâhı bir tekme işe deviren Erdoğan oldu!
Yani, “temel çelişki” giderilemedi…
Temel
çelişki Batı ve İslâm’dı, şimdi de öyle… 17 Aralık’tan sonra temel çelişki
bütün haşmetiyle bir kere daha ortaya döküldü.
Bugüne
gelinceye kadar, “örtülü işgali”,
adına cemaat dedikleri “ajan yapılanma” ile SAĞLAMA ALDIKLARINI düşünen
Amerika-Batı ve İsrail’in hesapları bozuldu…
Bu Arada “Tarihî Bir Fırsat”
Doğdu
Gerçek
bir “bağımsızlık” fırsatı…
Uzun
uzun tahlillere gerek yok;
Erdoğan
17 Aralık’ta bu tekmeyi savurmasaydı,
asla böyle bir fırsat doğmayacaktı.
(Bu
süreçten önce, “ajan yapılanma” eliyle tasfiye edilen ‘derin devlet’ ve ilk
defa bir iki konuda Amerika’ya “Hayır!” dedikleri için cezaevlerine doldurulan
“askerî erkân”, malûm…)
Evet, ilk defa Türkiye için “tam
bağımsızlık” fırsatı doğdu…
Fakat bu
defa da çok garip bir şey oldu:
“Antiemperyalist, Millici, Batı
ve Amerika karşıtı bağımsızlıkçı”
unsurlar:
“İşte
bütün kurum ve kuruluşlarıyla iktidar, BATI
VE AMERİKA’YA DİRENMEYE çalışıyor, bu gerçeği görmezden gelemeyiz! Tam
bağımsızlık için küçük hesapları bir tarafa bırakıp, Batı ve Amerika’ya karşı;
Türk’üyle, Kürd’üyle, solcusu ile İslâmcısı ile omuz omuza duruyoruz,
duracağız!”
Demediler,
diyemediler… (Amerikan şirketi
Tıvıtır’ın derdiyle dertlenmeyi seçtiler.)
Sadece Öcalan ve Perinçek hariç… Onlar da bir yere kadar… (Özellikle Perinçek’in “akit röportajı”ndan sonra, “şaşkın ve perişan dili” diğer sol, kürt
vesair unsurlarda da görülebilir…)
Aslında
Türkiye’de siyasetin ne kadar “zübükleştiğini” gösteren bu tablo, bende fazla
hayâl kırıklığı doğurmadı…
Hep
tekrarladığımız bir şey vardı:
Diyorduk
ki;
Sosyalistler
sosyalist olsun… Milliyetçiler milliyetçi olsun… Liberaller liberal,
demokratlar demokrat olsun, Milliciler millici, İslâmcılar İslâmcı olsun; herkes kendi ideoloji ve ilkelerine sadık
olsun…
Tüm
bunların “ortak paydası”; Batı ve Amerika’ya karşı;
“TAM BAĞIMSIZLIK” olsun!..
Böyle
olmadı:
Antiemperyalistler,
“antiemperyalistliği”, Milliciler “milliciliği”, Batı karşıtları “Batı
karşıtlığını”, Ulusalcılar “ulusalcılığı” bir tarafa BIRAKIP, Amerika’nın “dayatmalarına direnen”,
bütün kurum ve kuruluşlarıyla “direnmeye çalışanları” HEDEF ALDI…
Daha 17
Aralık’a kadar, siyasî iktidarı, “Batıcı… Amerikancı… Gayri milli.. Ulusal
değerlere düşman…” vesair diye suçlayanlar, bir anda Batı-Amerika ve onun
içteki uzantısı “ajan yapılanma” ile omuz omuza aynı hizâda saf tutmakta hiçbir
“sakınca”(!) görmediler…
Bunun
çok derin sosyolojik açıklamaları olabilir, fakat oralara hiç girmeden,
kestirmeden söyleyelim; bu “zübükleşme”den
başka bir şey değil!
(Ne de
olsa, “darbecilerin” kendilerine demokrat, hırsızların liberal dediği bir
ülkede yaşıyoruz, “İslâm’ı” Amerika’daki Fetullah’tan, “demokrasiyi” Çevik
Bir’den öğreniyoruz… Böyle bir ülkede her türlü “zübükleşme”nin normal
karşılanması da normal…)
Meseleye
dönecek olursak; “17 Aralık süreci” neyi
ifâde ediyor?
Bir: Batı, Amerika ve İsrail,
içerdeki “ajan yapılanma” vasıtasıyla Erdoğan’ı tasfiye etmek istiyor…
Buna
bağlı Türkiye gerçeği; ilk defa bir Başbakan, Amerika ve Batı’nın bu
“dayatmasına” boyun eğmiyor, direniyor… Daha önemlisi, bu saldırıyı
püskürtüyor. Temizliyor, önünü iliklemiyor, hazırola geçmiyor… Ve daha
önemlisi, biz bunları “ilk defa” görüyoruz…
(Gerçek devrimci Mütefekkir Üstad’ın
Özal yoluyla oluşturmak istediği iklimi hatırlayınız… O iklimin şimdi
oluştuğunu…)
İki; 17 Aralık sonrası, Erdoğan’ın “ajan
yapılanma”ya karşı almış olduğu tavır ve bu yapılanma ile mücadeleyi MGK’da bir
“devlet politikası”na dönüştürmüş
olması… (Bunun ne mânâya geldiğini görmek için, biraz “devletten, politikadan,
iktidardan, bürokrasiden” bunların yapısal niteliklerinden, “insan” unsurundan
anlamak lazım… Tabii “cemaatın” ulaştığı örgütlü gücü, operasyonel yeteneğini,
devâsa boyutlara ulaşmış “başedilemeyen” enformasyon gücünü, “sinsi
karakterini” vesair de göz önünde bulundurmak lâzım…)
Üç; MİT’in tarihinde ilk defa gerçekten
“Millileşme” çaba ve gayreti…
(Bu
arada bunları “Tarihî misyonu
üstlenme”ye dair söylüyorum, bunun işretleri ve zorlukları anlamında…)
“7
Şubat”la başlayan ve daha sonra MİT tırlarını hedef alan “Batıcı saldırı” malûm… Yine tarihinde ilk defa MİT’in ve
Müsteşarının Amerika, Batı ve İsrail tarafından bu kadar açık bir şekilde doğrudan hedef alınmış olması da
–körler için görme kılavuzu- niteliğinde…
(Amerika
ve İsrail’in bunları doğrudan hedef tahtasına koyup “kelle koparmaya” çalışması, bizim antiemperyalist(!) Amerika ve
Batı karşıtlarına(!) hiçbir şey ifâde etmiyor…)
Dört; 17 Aralık’ın ilk günlerinde ABD
elçisine gösterilen tavır…
Beş; En son Alman Cumhurbaşkanı’na
gösterilen tavır…
Bu ve
buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz…
Sağı ve soluyla,
İslamcısı ve Laikleriyle, Amerika ve Batı karşısındaki “ezikliği” kabul
etmeyen, ilk defa; “Millet ve şahsiyet”
kavramlarının boşaltılmış içini doldurmaya çalışan bu tavırların, Türk
siyaseti için çok büyük “yenilikler”
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz!...
Bu
yenilikler, “millet ve şahsiyet” kavramına yabancılaşmış olanların
anlamlandırabileceği şeyler değil tabii ki…
Bunlar,
bu “tarihi çatışma”da, kaba bir
bakışla bile görülebilecek hususlar…(“Siyasî deha” olmanıza gerek yok…)
Bu
tarihi kapışmada, Mirzabeyoğlu’nun;
“Şartlar
Türkiye’yi TARİHÎ MİSYONUNU ÜSTLENMEYE zorluyor” tesbitindeki, zorluğu ve zorlamanın nasıl olduğunu da
görebiliriz… (Tıvıtır’ın derdiyle dertlenmekten gözünüze perde inmediyse
tabii…)
Kabak
gibi meydanda duran bütün bu gerçekleri yok sayıp, bir de “siyaset yaptığını”
sanıyorsan, durum gerçekten vahim demektir, ister solcu ol, ister aşırı dinci,
farketmez!
Yani,
bir CIA projesi olarak üretilen ve
devletin can damarlarında yuvalanmış olan “ajan
yapılanmaya” tekme savururken bile, Başbakan’ın “ayağını tutmaya çalışmak” siyaset değildir!
(Bütün
bunlardan daha önemlisi, Başbakan bu mücadeleyi tek başına veriyor. Sevilay Yükselir ve arkadaşlarını da
unutmamak lâzım… Özellikle benim favorim; Sevilay Yükselir, Fidel Okan, Abdurrahman Şimşek, Ferhat
Ünlü, Melih Altınok, Murat Çiçek, Kezban Hatemi… Bu isimler niye önemli?..
Şunun için; Gazeteciliği –dolayısıyla siyaseti- siyasetin içinden, doğrudan
“muhataplarına” karşı yaptıkları için… Yani? Hariçten gazel okumuyor adamlar; Tehlikenin büyüklüğünü gösteriyorlar, “ajan
yapılanma”yı deşifre ediyorlar, Amerika ve İsrail’in Türk devletinin
damarlarında hangi maske ile dolaştığını
gösteriyorlar. “Yolsuzluğun” ulaştığı boyutu, “hırsızlığın” –İslâm’ı Amerika ve İsrail’in çıkarları
doğrultusunda ters yüz etme- çapını sergiliyorlar…)
“TAM BAĞMSIZLIKÇI” MİLLİ BİR
DURUŞ!
Toparlarsak…
Erdoğan’ın 17 Aralık’tan sonra sergilediği duruş, hiçbir şekilde öncesi ile
kyaslanamaz!
“Ajan
yapılanma”nın BÜYÜK İHANETİNİ görmüş
olması, bu “ihanet” karşısında aldığı tavır ve duruş:
Tam bağımsızlıkçı milli bir
duruştur!..
Bu
“duruş” karşısında;
Nice
“antiemperyalistin” antiemperyalistliği, ulusalcıların ulusalcılığı, nice Batı
ve ABD karşıtlarının “karşıtlığı”, nice solcunun solculuğu “palavraya” çıkmış, bu “milli duruş” karşısında EZİLMİŞLERDİR!..
Sağından
soluna, anasından yavru muhalefetine kadar, panik hâlinde Pensilvanya’nın
yolunu tutmuşlardır.
Ne kadar
vahim bir manzara…
Hani
demiştik ya; solcular “solcu” olsun, Milliyetçiler “milliyetçi”, “dinciler”
Müslüman…
İşte
apaçık “örtülü işgali” bitirme davranışı
karşısında bile, herkesin YALANI açığa çıktı böylece… “Alışkanlıklarla muhalefetin” gideceği başka da bir nokta yok!
Sorular
çok basit:
Neye muhalefet ediyordun? Amerika ve Batı ile “işbirliği”
içinde olmasına mı, Amerika ve Batı’nın DAYATMALARINA karşı durmasına mı?...
Cemaate
mi, “cemaatle ittifakına” mı, “cemaat-ajan yapılanma”nın İNİNE GİRME
teşebbüsüne mi?
MİT’in
Amerika ve Batı çıkarları doğrultusunda, kendi insanıyla savaşmasına mı,
tarihinde ilk defa “Millileşme” çabalarına mı?
Sen neye
MUHALİFSİN gerçekten?..
TARİHÎ BİR ADIM:
MİRZABEYOĞLU
İÇİN BAŞLATILAN “ÇÖZÜM SÜRECİ…”
Bütün
bunlarla beraber…
Bunlardan
daha önce ve önemlisi:
Erdoğan:
“Mirzabeyoğlu Dâvâsını çözeceğiz”
diyerek tarihî bir adım atmıştır! –Ki bu, bizce, Kürt meselesinde başlatılan
“çözüm süreci”nden daha önemli ve DAHA
İLERİ bir adımdır…
Bizim
“çözüm sürecini” de TEK başına başlatmıştır!
Bundan daha ileri bir adım
düşünülebilir mi?..
Evet,
düşünülebilir…
“Mirzabeyoğlu
Dâvâsını çözeceğiz!” diyerek tarihî bir adım atan ve “Millî çözüm sürecini” başlatan Erdoğan, bundan DAHA İLERİ BİR ADIM
atarak:
“Mirzabeyoğlu ve O’nun
geliştirdiği “FİKRÎ KONSEPT”e bu ülkenin ihtiyacı var!..”
Derse,
deyiverirse?..
(“Ulaa,
eyvah eyvah, bizim sövmemize gerek kalmayacak, n’apcaz şimdi!”)
“Şartlar
Türkiye’yi TARİHÎ MİSYONUNU üstlenmeye zorluyor!”
Diye bir
derinliğe ve ufka sahip devrimci bir fikir adamının “etrafındaki siyaset dehâlarına”(!)
gerek ve ihtiyaç kalmayacak. “Eyvah, eyvah…”
“Zorlama”,
bütün kurum ve kuruluşlarıyla toplumu içine aldığına göre?..
Bu
meseleye doğrudan bağlı:
“Mirzabeyoğlu Türkiye’nin bir
değeridir, hem de en büyük değeri!”
Gerçeğinin, “etraf” tarafından örtülüp, O’nun dar ve küçük bir zümreye hapsedilmek
istenmesi… Bu gerçeğe nisbetle en
temel çelişki de şu:
“Nasıl oluyor da dünyanın en
entelektüel, en devrimci fikir adamının etrafında(!) en cahil, en kaba, en
görgüsüz bir şekilde, O’nunla toplum ve aydınlar arasına barikatlar örerek –güya O’nu sahiplenirken(!)-
etkisizleştirmeyi, O’nun dâvâsını savunurken, O’nu yalnızlaştırmayı
başarıyoruz?..”
Temel
çelişkilerden bir tanesi bu…
Başbakan,
“Mirzabeyoğlu Dâvâsı”nda “çözüm süreci”ni başlatarak, bu çelişkiyi de ortadan kaldırma yolunda önemli bir başlangıç yaptı…
Daha
“çelişki” çok var da, en önemlilerinden bir tanesi buydu;
“Nasıl
oluyor da, NFK tarafından ‘Beklenen
Fikir Kahramanı’ olarak takdim edilen devrimci
bir entelektüeli, “bizim dar ve
havasız sokağa hapsedip”, yanına kimseyi yaklaştırmamayı başarıyoruz(!)?..”
Bu nasıl bir “bağlılıktır”, nasıl bir “içgüdüdür”, nasıl bir “etraftır”, nasıl
bir “siyasî dehâ”dır, nasıl bir mücadeledir?..
Bu
açıdan bakıldığı zaman da, “Reis”in göstermiş olduğu hassasiyet çok İLERİ BİR ADIMDIR!... Meseleyi, “bizim dar ve havasız sokağın” dışına
taşırması bakımından.
Bu
arada, “hatırlayan” var mı bilmiyorum;
Mirzabeyoğlu,
“DEVLETİ AYDINLARIN YÖNETMESİ GEREKTİĞİNİ” SAVUNAN BİR FİKİR ADAMIDIR!…
İlkokulu başarıyla, liseyi zar zor veya torpille bitirenlerin değil…
Neymiş?..
Hep beraber tekrarlayalım:
“Devleti
aydınların yönetmesi gerektiğini” savunan bir fikir adamı!...
Fakat
bunda da, o tuhaf “içgüdü” çıkıyor
hemen ortaya;
Mirzabeyoğlu
aydınların ilgi odağı haline gelmeye
başlayınca, “bizimkiler” başlıyor onlara hırlamaya… (Normalde “köprü” olması gerekirken, bunlar
“köpürüyor”…)
Başa
dönersek:
Tarihî günler
yaşıyoruz. Unutmayalım ki, bugün gelinen
nokta, bir “sonuçtur…” Gerekçesi, sebebi ne olursa olsun, ortada bir
“sonuç” var… Bu şartlar içinde de; “Erdoğan bir zarurettir!...”
(Bu
çerçevede, Radikal’de –cemaate
yakınlığı ile bilinen- (20 Nisan 2014 ve 27 Nisan 2014 tarihli) Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden Murat Sevinç’in; “Erdoğan’ı BAŞYÜCELİK uygulamaları içinde
olmakla” eleştirdiği iki makale var. Bu bazı mevzuların “dıştan nasıl
göründüğüne” iyi bir örnek… Demek ki “karşıdan bakınca” bile görülebilen
hususlar var. Bu iki makaleyi daha sonra değerlendirebiliriz.)
Diğer
bir husus:
17
Aralık’tan sonra, bütün “siyasî
dengelerin” altüst olduğu ortada… Birçok farklı siyasî kesimlerin bir uçtan
öbür uca nasıl savrulduğu da… Bunlar içinde en çok göze çarpan, aşırı dinci
bazı gruplarla, antiemperyalist bazı grupların; Amerikan şirketi TIWITIR’ın özgürlüğünü savunma müşterekliğiydi…
“Antiemperyalizmin”(!)
geldiği bu noktayı, son yılların en
ironik “politik açılımını”, olağanüstü bir “sitcom” keyfiyle izlerken,
gülmekten sandalyem devrildi, yere düştüm, kolum incindi ve kafam kırıldı, tam
o anda da bende jeton düştü;
“Ulan”
dedim kendi kendime, “bunlar iktidarı da
bu yolla devirmeye çalışıyor olabilirler!.. Amerikan şirketinin derdiyle
dertlenen bir antiemperyalizm; Erdoğan’ı da krize sokup, koltuğundan
düşürebilir! Acaba, Batılıların “şark kurnazlığı” dedikleri böyle bir şey mi
ki?..” Vallahi süper ya!...
Neyse,
ben çabuk toparlandım…
Fakat;
“Antiemperyalizm” Amerikan şirketi TIWITIR özgürlükçülüğü “politik açılımını”
nasıl toparlayacak bilmiyorum.
GERÇEĞE
SAYGI –I-
Netice
olarak…
E. A.
Poe, buyuruyor ki:
“Gerçek
her zaman kuyunun dibinde değildir.”
Bunu
daha Türkçeleştirip, kendi dilimize çevirirsek, daha doğrusu şöyle olabilir:
“Gerçek her zaman derinlerde bir yerde
değildir, bazen gözümüzün önündedir…”
Onu
görmek için sadece bakmanız yeter…
Mevzumuz
ile alâkalı, gözümüzün önünde duran gerçek şudur:
Türkiye’de
çok büyük değişim ve hamlelere imza atan “Reis”;
Kürt
Meselesi için başlattığı “çözüm süreci”nden sonra, bizce bundan daha TARİHÎ VE İLERİ BİR ADIM daha atarak,
tek başına;
“Mirzabeyoğlu Dâvâsı” için de
“ÇÖZÜM SÜRECİNİ” başlatmıştır!...
Evet, bu
tarihî bir adımdır!
Evet, bu
“Kürt sorunu” için başlatılan “çözüm süreci”nden “DAHA İLERİ BİR ADIM”dır!
Gerçek
budur ve “derinlerde bir yerde” değil,
gözümüzün önündedir!...
Bu
gerçeği görüp, ona göre süreci hızlandıracak, zorlayacak çalışmalar içerisine
girmesi gerekirken, şahsî kin ve garezlerine “siyaset kılıfı” giydirip (O’nun adını ve dâvâsını) alet etmek?...
“Düşmanın” bile yapacağı şey değil!
Şirretliğinizi
ve azgınlığınızı, geçici bir süre “sınır boylarına” doğru giderek oralarda gösterin…
Sevgili
arkadaşlar, değerli gönüldaşlar, kıymetli okuyucular, mübarek izleyiciler,
muhterem seyirciler, aşırı “makaleşörler”, fanatik “dürüstler”, kasmayın, boş
yere kasılmayın:
“Mirzabeyoğlu
Dâvâsı”nın “çözüm sürecini” baltalayacak, sabote edecek, süreci zarara sokacak,
akâmete uğratacak “eylem ve söylemlerden” uzak duralım!
Bunu
görmek ve anlamak için “siyasî deha” olmaya gerek yok!
Biraz
insaf ve iz’ân sahibi olmak, sonuçları (O’nu) ilgilendiren bir konuda bir nebze
hassasiyet göstermek kâfi. Bu kadarcık bir “insanlığı” hangi insan “bağlı”
olduğu insandan esirger?...
“Çözüm
Süreci”nin adresi belli olmuştur!
Madem ki
bu “dâvânın” çözüm adresi belli olmuştur;
Üç beş
gün, “eline, diline, beline”, klavyene, çenene, içgüdülerine sahip ol!
Başkasının cebinden, başkasının hayatı üzerine “cömertlik”(!) yapıp, bunu da
“siyaset” diye sunmayalım… Bunu anlamak için ilkokul diplomasına bile gerek
yok, lütfen!
“Reis”in
tek taraflı olarak başlattığı;
Mirzabeyoğlu
için çözüm süreci, tehlikeye atılacak, üzerine kumar oynanacak bir süreç
değildir.
(Devletin,
PKK’ya bile silah bıraktırdığı bir ortamda, biz bu “çene düşüklüğünü”
bıraktıramazsak –ki silah bırakmaktan daha zor(!) demek ki- bizim “çözüm
süreci” ciddi bir risk altında demektir! “Çene” bıraktırma konusundaki görüşme
ve pazarlıklarımız sürüyor. Umarım kısa zamanda sonuç alırız.)
Hülâsa:
Koskoca
adamlar “silah bıraktı” –“çözüm süreçleri”nin gereği böyle…- siz de, “anlayın”
artık da!...
Baran Dergisi 385. sayı
Hiç yorum yok