İSTANBUL'UN FETHİ VE FATİH-PROF. DR. M. ES'AD COŞAN
29. 05. 1990 FETİH KONUŞMASI
İSTANBUL'UN FETHİ VE FATİH
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Bizi yaratan, yaşatan, sayısız nimetlerine garkeden, doğru yolu bilmemiz, hidayete ermemiz ve cennetine girmemiz için, engin rahmetinden ve fazl u kereminden bizlere peygamberlerin ekmel ve azam ve efdal ve ahsen ve alası, Ahmed ü Mahmud u Muhammed-i Mustafa'sını gönderen ve o Rasûl-ü Ekrem'e sözlerin en yücesi ve en güzeli olan Kur'an-ı kerim'i indiren, bizleri ümmetlerin en büyüğü ve en şereflisi kılan, adedimizi şu sıralarda bir milyara ulaştıran Ulu Rabbımıza sonsuz hamd ü şükr ü senalar olsun.
Ve Allah'ın hak Peygamberi, iki cihan serveri, mü'minlerin önderi, insanlığın rehberi, àsîlerin melcei, çaresizlerin eşfaı, Livâül-Hamd'in mâliki, Makàm-ı Mahmûd'un sahibi, başımızın tacı, dertlerimizin ilacı, gözümüzün nuru, gönlümüzün süruru, Cenab-ı Hakk'ın Habîb-i edibi, enbiyânın hàtemi ve rusüllerin ekremine ve onun temiz âline, pak ashabına, mübarek ahfadına ve cümle etbâına; ve hàssaten verese-i enbiyâ, hulefâ-i rusül, ümenâ-i ümmet olan ulemâ-i àmilîn, meşâyih-ı vâsılîn, sadât-ı kâmilîn ve esâtize-i mükemmilînimize, yâni selâsil-i turuk-u aliyyemizin mensubları pirlerimiz ve mürşidlerimize ve onlara bağlı ariflere, halifelere, sàlihlere ve müridlere hadsiz hesapsız salât ü selâm olsun!..
Emmâ ba'd:
Ebül-gazavati vel-fütûhat, sàhibül-hayrât u vel-hasenât, sultanül-guzât vel-mücâhidîn, nâsırul-islâmi vel-müslimin, kàhirül-kefereti vel-mütemerridîn, mazharu medhin-nebiyyir-rahîmil-ümmî, bil-hadîsiş-şerifil-kerimin-nebevî, fatihul-büldâni vel-memâlikil-kesira vel-konstantîniyye ve nâilül-makàmâtı ved-derecâtil-aliyye;
Es-sultanül-a'zam, vel-hakànül-muazzam, vel-gàzi, vel-mukàtil, vel-mücâhid, ves-saîd, vel-kàid, vel-müsafir, vel-mürtahil, veş-şehid, cennet-mekân, firdevs-àşiyân, ab-rûy-i saltanat-ı Osmânî, Es-Sultan, Muhammed Hàn-ı Sânî ibn-i Sultan Murad Han ibn-i Sultan Çelebi Muhammed, aleyhimül-afvü vel-gufrân, ver-rahmeti ver-rıdvân Hazretlerinin ve onun mübarek ordusu mensubları şehidlerin ve gazilerin ve sâir din büyüklerimizin ve mevtâmızın ve cümle mü'minîn ü mü'minât ve müslimîn ü müslimâtın ruhları için El-Fâtihah!..
..........................
Kimdir, bu hatırası üzerine toplandığımız Fâtih Sultan Muhammed Han?..
Nice nice orduları yenen, beylikleri, devletleri, imparatorlukları yıkan, çağ kapayıp çağ açan, ülkeler fetheden, tarihe nice şerefli sayfalar ekleyen zât-ı muhterem...
Bize içinde yaşadığımız şu dünyanın en güzel şehrini, iki kıtanın birbirine yanaştığı, iki deryanın birbirine kavuştuğu tarih ve tabiat hazinesi, hasnâ ve müstesnâ, bî misl ü bahâ beldeyi hediye eden; ama bizim türbesine bile doğru-düzgün, temiz-pâk bakamadığımız şehen şâh-ı mükerrem...
Bir bayram hatıramı nakletmek istiyorum: Yıllar önceydi. Bir dînî bayramımızda çocuklarımı nereye götürürüm, diye düşünürken, Fâtih Sultan Mehmed Han aklıma geldi. Küçüklerin ellerinden tuttum. Bu şehri bize miras bırakan, hediye bırakan, yâdigâr bırakan o muazzam Sultanın ziyaretine götürmeyi ilk vazifemiz bildim. Fâtih Camii'nin avlusuna, haziresine geldik; türbe kapalıydı. Camlarından içerisini göstermek istedim, camlar kapalıydı. Çevresine baktık, çevresi tozlu, topraklıydı. Saçaklarına baktık; yağmur almış, ahşapları çürümüş, sarkmıştı. Oğlum dayanamadı, dedi ki:
"--Baba, büyüdüğüm zaman ilk işim, Fâtih Sultan Mehmed Han'ın türbesini tamir etmek olacak!"
O bize beldeler bağışlamış, biz onun türbesini korumaktan aciz; süslemekten, ziyaretçilere açık tutmaktan gafil, torunlar...
Bundan 537 yıl önce, yine böyle bir 29 Mayıs'ta ve ne garip tesadüf ki, yine böyle bir salı günü, uzun ve azimli ve sabırlı ve inançlı bir muhasaranın sonunda, kat kat müstahkem surları parçalayarak, derin hendekleri aşarak; şairin dediği gibi, "Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah" ile, tekbir ve tehliller ile, mansur ve mesrur, şâkir ve muzaffer bu şehre girmeye muvaffak olan ve eşsiz Serasker! Bembeyaz atı üzerinde, ak yüzlü, şahin bakışlı, yiğit komutan!..
Bazı tarihçiler onu dünyanın en büyük siyasi şahsiyeti olarak ileri sürmüşler. İskenderlerden, Roma imparatorlarından, Dârâlardan üstün tutmuşlar. Osmanlı hükümdarları içinde şeksiz şüphesiz en büyük asker, en büyük devlet ve siyaset adamı, en büyük alim ve hatta mucid.. Yaptığı ve başardığı ve ortaya koyduğu akıl almaz işlerle, Osmanlılar'ın asırlarca sürecek olan refah ve saadetini hazırlamış bir müstesna şahsiyet..
Yirmiye yakın devleti ve bu arada iki imparatorluğu tarihten, coğrafyadan silen şahsiyet.. 30 yıldan fazla süren saltanatında zevke, sefaya dalmamış, seferden sefere koşmuş bir mücahid...
Arkadaşlarım beni Amasra'ya götürmüştü. Bartın'dan ilerde, Karadeniz'in müstesna güzellikte bir beldesi.
"--Ne kadar güzel Hocam, değil mi?" dedi, götüren mühendis kardeşimiz, tepeden muhteşem manzaraya bakarken.
"--Evet, çok güzel!" dedim.
"--Fâtih Sultan Mehmed burayı fethettikten sonra, bir nefes alımı dahi durmamış, dinlenmemiş, sefere devam etmiş." dedi.
Güzellikler kendisini bağlamayan bir kimse. Dağları aşmak için cübbesinin eteklerini bağlayıp, şahin burnundan ve sakalından ter damlayıncaya kadar yaya, yokuşları tırmanan bir kişi. Bir azim timsâli...
Trabzon seferinde, yolları gerçekten sarp ve aşılmaz bir dağa gelmiş. Atla da gitmek mümkün değil; atından inip, eteklerini beline sokup, dağa yaya olarak tırmanmış. Öyle yorulmuş ki, alnından akan terler burunları ucundan ve sakallarından nisan yağmuru gibi yere dökülmüş.
Fâtih'in bu halini gören, kafiledeki Sâre Hatun demiş ki:
"--A sultanım, Trabzon nedir ki, savaş meydanlarının şehsuvarı attan insin, yaya yürüsün ve yorulsun?"
Fâtih Sultan ona şöyle derin derin bakıp demiş ki;
"--Bizim buralara gelişten maksadımız kale fethetmek ve servet kazanmak değildir. Buraları müslümanlara açmak, vatan yapmaktır. Allah'ın rızasını ve cihadın sevabını kazanmaktır. İslam'ın kılıcı bizim elimize emanet edilmiş. Eğer bu zahmeti çekmezsek, bize Gazi demek yalan olur; bundan dolayı çektiğimiz sıkıntılardan, daha çoğunu da çeksek yine azdır."
Kaleler fethetmiş, surlar yıkmış, amma şehirler yapmış, iktisada büyük önem vermiş. Osmanlı hazinesini görülmemiş seviyelere yükseltmiş. Büyük bayındırlık hamleleri gerçekleştirmiş. Hayatında 308 cami inşa etmiş. Peygamber SAS Hazretleri'nin hadis-i şerifi mâlûmunuzdur:
"--Kim Allah Rızası için bir mescid bina ederse, Allah da ona cennette bir köşk ihsân eder." Ya da diğer rivayetlerde "Emsalini ihsan eder." diye müjdelemişti, Peygamber SAS Efendimiz.
Sahabeden bir zat kalktı, dedi ki:
"--Ya Rasûlallah! Yol güzergahındaki o çardaklılar da, o hurma direklerinden, dallarından yapılan mescidcikler de bu hükme dahil midir?"
Peygamber SAS buyurdu ki:
"--Evet dahildir; onların süpürülmesi, süprüntülerinin bir kenara toplanması, yani içlerinin temiz tutulması, cennetteki huri kızların mehirleridir."
Bir mescid için böyle olursa, 308 cami inşa etmiş bir sultanın ahiretteki mükâfatı ne olur?
Ege'yi ve Karadeniz'i bir Türk iç denizi haline sokmuş; boğazların, İstanbul ve Çanakkale boğazları'nın rejimini kurmuş, kalelerle iki tarafını tahkim etmiş. Şimdi, o boğazlardan can düşmanımız, tarihî düşmanımız, düşman gemilerinin geçmesine bile dur diyecek gücümüz yok. Çanakkale'deki kalesinin kitabesini, inkılabın ve örfi idarenin günlerinde, oraya bakan bir yüzbaşı, eski yazıdır diye demir tarakla tarattırmış, kazıtmış, yok etmiş.
Çok geri seviyede iken aldığı Türk donanmasını, denizciliği ile meşhur Venediği de geçerek o devrin bir numaralı deniz kuvveti haline getirmiş. İtalya yarımadası çizmesinin ökçesini, Otranto kalesini Osmanlı toprağına katmış.
Devlet teşkilatında büyük hamleler yapmış. İstanbul Üniversitesini kurmuş! Devrinin bir çok ilmini hızla öğrenmiş, bir çoğunda gerçek alim payesini ihraz etmiş, hatta dehâ eseri göstermiş, buluşlar yapmış; uçan füzeler, şâhî toplar, havadan, tepelerden gülle aşıran havan topları icad etmiş. Gemilerini, tarihin görmediği bir şekilde dağ ve tepe dalgalarından aşırmış.
Arapça ve Farsça'dan başka Türkçe'nin oldukça değişik bir lehçesi oluşuna rağmen Çağatay lehçesini; teb'asının dilleri olması hasebiyle, Yunanca'yı, Latince'yi, Sırpça'yı, İtalyanca'yı, İbranice'yi öğrenmiş. Hocalarına sonsuz hürmet göstermiş, daima ellerini öpmüş. Molla Gürâni kendisinden 12 yaş büyük, Akşemseddin kendisinden 42 yaş daha büyük. Yılmaz Öztuna'nın iddiasına göre Mevlevi tarikatına müntesip imiş. İntisap ettiği çelebi, Emir Adil Çelebi, 1461'de ahirete irtihal etmiş olan postnişin.
Şiir ve sanata çok önem vermiş. Şaşılacak bir şey ki, divanı sadece àşıkàne şiirlerle dolu. İnsan başka şey tahmin ediyor, başından sonuna tarıyor; demek ki delikanlık çağında yazdı ve öteki şairlerin yaptığını yapamadı. Bazı şairler delikanlılık çağında yazdığı şiirlerini imha etmiş; Mehmet Akif gibi ve daha başkaları imha etmiş, bu imha edememiş.
Şiirleri àşıkàne, garip... Şiirde mahlası Avnî... Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin avn ü inayetine mazhariyyet temennisiyle olsa gerek. Çok dillerde dolaşan;
İmtisâl-i câhidû fillâh oluptur niyyetim,
Din-i İslâm'ın mücerred gayretidir, gayretim.
şiiri galiba onun değil. Çünkü bu şiirin sonunda Avnî mahlâsını kullanmamış şair, Muhammed mahlâsını kullanmış;
Ey Muhammed, mu'cizâtı Ahmed-i Muhtar ile,
Umarım gàlib ola a'dâ-yı dîne devletim!
demiş. Demek ki Avnî mahlâsını kullanmadığına göre, Fâtih değil. Bir başka Fâtih Muhammed. Belki Haçova zaferinin galibi III. Mehmed, belki IV. Mehmed; IV. Mehmed olduğunu sanıyorum.
Bu muhteşem şahsiyet, bu eşsiz, emsalsiz insan, bir başka milletin büyüğü olsaydı; cihanı, hatırası için velveleye verirlerdi. Biz 500. Fetih yıldönümü'nde, hükümet zoruyla, fetih şenliklerini bile zar zor yapabilmiştik, yapamamıştık, 1953'te.
Fâtih'i benim övmem gereksiz; öven övmüş, asırlar önceden Peygamber SAS Efendimiz'in övmesi mazhariyetine erişmiş bir kimse. Şâir:
Hâcet-i meşşâta nist, rûy-i dilâramra
"Güzel yüzün süsleyiciye, süse ihtiyacı olmaz!" diyor; çünkü zaten güzel.
Bizim için, Fâtih'in nasıl yetiştiği büyük önem taşıyor. Çünkü Fâtih bir meyvadır. Meyvayı bir ağaç hasıl eder. Ağacı da çevresi, toprağı, iklimi besler. Fâtihi de devri ve muhiti ve etrafındaki mübarek insanlar yetiştirdi ve geliştirdi. Bu dehayı yetiştiren kültür muhiti, eğitim ve ahlak sistemi, bizim için son derece önemli. Fâtihler yetiştiren bir vasat, Fâtihler yetiştiren bir çevre..
Neden Fâtih çeşitli kültürleri tanıdığı halde, Rumu, İtalyanı, Boşnağı, Rusu, Trabzonluyu, Gürcüyü, daha başka nice insanları tanıdığı halde, hatta gayr-i müslim hocaları ve sanatkar dostları olduğu halde, diyar diyar gezdiği halde, niye dejenere olmadı, niye bozulmadı?.. Niye bu devrin imam-hatip okulundan mezun olan talebesi, Avrupa'ya ihtisasa gittiği zaman dejenere olup geliyor da, Risâle-i Nur talebesi kardeşimiz döndüğü zaman ağlayarak bana, "Hocam her şeyimi kaybettim!" diye itirafta bulunuyor da, bu Fâtih Sultan Mehmed niye dejenere olmadı?..
Niye zaferden ve saltanattan başı dönmedi? Niye zenginlik ve ihtişamdan şımarmadı? Niye bazı halef ve selefleri gibi ıyş ü nûşa dalmadı? Zevk ü sefâya kapılmadı? Kendinden önce, (isimlerini zikretmeyelim de gıybet olmasın) bazı alimlerin tariz yollu, "Bari caminin dört köşesine de dört tane meyhane yaptırsan, yaptırsaydın!" diye ta'rizde bulunduğu ecdadı gelmiş-geçmiş. Kendinden sonra hareme kapanıp, ömrünü, hiç sefersiz, zevk ü ıyş ü nûş ile geçirmiş, şiirle, şarapla tükenmiş selefler yaşamış. Niye Fâtih, onların hiçbirisinin durumuna düşmedi?..
Çünkü çok sağlam hocalarda, çok takvâ ehli alim ve fazılların elinde yetişti. Hoca, bir insanın asıl mayasını veren... Herhalde bir de, ana ve babasının ve ecdadının en temiz kazanç yollarından biri olan gazâ yoluyla elde ettikleri helâl rızıkla beslenmiş olmasından...
Tekniğinden, teknolojisinden, ilminden, irfanından, uyanıklığından, zekâsından, dehâsından sebepler bulunabilir, muvaffakiyeti için amma, o sebeplerin hepsi daha fazlasıyla Huneyn'de, kâfirlerin önünde yenilen sahabe ordusunda yok muydu?..
Bir takvâ kusuru, bir benlik duygusu, bir gönlü Allah'tan gayrı bir başka şeye bağlamak, bir fethin ve nusretin ancak Allah'tan geldiğine olan inançtaki küçük tezelzül, başında Peygamber bulunan bir sahabe ordusunun müşriklerin karşısında yenilmesine sebeb oluyor.
Zaferin bir tek sebebi var: Ahlâk-ı İslâmiyye, sabır, takvâ ve daha nice mezâyâ-yı İslâmiyye...
Bu vasıfları Fâtih Sultan Mehmed cennet-mekân, Molla Gürânî hocasından alarak eğitime başladı. Onun zamanına kadar, zekâsının ifratından dolayı, hocalara râm olmamış, diz çökmemiş, söz dinlememiş; naz etmiş, niyaz etmiş, kaytarmış, okumamış; hocalar da "Padişah şehzadesidir, sultan çocuğudur." Diye yüklenememişler üzerine...
Sultan II. Murad Han, aleyhir-rahmetü vel-gufran, üzgün; "Şehzadem 5 yaşına geldi, hâlâ okuyamadı, Kur'an-ı Kerim'i sökemedi; bu ne haldir?" diye telaşta. Evlâdını has müslüman yetiştirememenin endişesi yüreğine düşmüş, dertleşiyor. Hacdan dönen Molla Yegan (Rh.A) diyor ki:
"--Efendim, Mısır'da bir alimle tanıştım, emsali yok. Takvâ ehli, dünya malına karşı müstağni, ciddi, derin bilgili. Onu tavsiye ederim, şehzademizi o yetiştirebilir." diyor.
II. Murat, Molla Gürânî isimli bu mübarek zatı çağırıyor, diyor ki:
"--Şehzâdem Kur'an'ı sökemedi; size tevdi eylesek lütfeder misiniz?"
Diyor ki:
"--Hay hay! Kur'an'ı öğretmek en şerefli şey;
(Hayruküm men taallemel-kur'ân, ve allemeh.) 'Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir.' Ama, ben talebemin sultan çocuğu olduğuna bakmam; hakederse cezayı verir, döverim."
"--Ellerin dert görmesin; nur ol, istediğini yap!" diye izin almış.
Yanında sopayla Manisa Sancağında bulunan 5 yaşındaki Fâtih Sultan Mehmed Han'ın yanına varıyor, Molla Gürânî. Haber veriyorlar:
"--Yeni hocan geldi." diye.
Küçük şehzade, çıtı pıtı, ateş gibi, cin gibi, civa gibi. Hocasının karşısına geliyor, elini öpüyor, kaşını şöyle kaldırıp;
"--Hocam bu yan taraftaki asa veya sopa ne ola?" diye soruyor.
Molla Gürânî diyorki:
"--Bu te'dip sopasıdır. Seni okutmağa geldim; eğer okumazsan, tembellik edersen, seni bu sopa ile te'dip edeceğim, niyyetim budur."
Fâtih Sultan Mehmed gene kaşını kaldırıp; başı önünde ama meydan okurcasına, diyor ki,
"--Lala, Hocam! Ben ki bir sultan çocuğuyum, beni böyle sopayla te'dip etmek ne mümkün?" derken ilk sopayı o zaman yiyor ve anlıyor ki, bu hoca öteki hocalar gibi değil..
Kısa zamanda Kur'an-ı Kerim'i de söküyor; öteki ilimleri de söküyor ve ilimde o eşsiz mertebelere doğru yürüyor.
Sultanlığında, (yalnız şehzadeliğinde 5 yaşında bir çocukken değil, sultanlığında da) Molla Gürânî ona karşı çıkmıştır. Molla Gürânî'nin yanına geldiği zaman, Fâtih; Sultanken de onun elini öpmüş. Bir keresinde, Honaz kalesinin yetiştirdiği büyük fazıl Taceddin Muhammed İbni İbrahim Efendi'nin oğlu, Fâtih devrinin en büyük dört meşhur müderrisinden biri Hatipzade Muhiddin Efendi'yi azlediyor:
"--Azlettim seni müderrislikten, çık git, ne yaparsan yap!" gibi muamele..
Molla Gürânî Padişahın karşısına dikiliyor, diyor ki:
"--Ya o azli geri alırsın, ya da biz bütün ulema senin ülkeni terk ederiz; alimin kadrini bilen bir başka hükümdarın diyarına gideriz."
Fâtih, azlini geri alıyor.. Yani devir, sultanların hüküm sürdüğü devir değil, alimlerin hüküm sürdüğü devir...
Fâtih Sultan Mehmed Han, Fâtih Camii'ni yaptırdıktan sonra, 8 tane medrese yapıyor, çevresine; dört tane Karadeniz tarafında, dört tane Marmara tarafında, 8 medrese yapıyor; herbirine en büyük alimleri tayin ediyor ve;
"--Buraya ancak müstehak olanları, istidatlı olanları, imtihanı kazananları yerleştirin; bu medrese odalarını lâlettayin insanlara vermeyin, yüksek talebelere verin!" diyor, bir nizamname koyuyor ortaya.
Bir zaman sonra da medresenin yönetiminden talepte bulunuyor:
"--Ben de merak ediyorum, burada okunan ilimleri, dinlemek istiyorum; acep bana da bir oda verir misiniz?" diye müracaat ediyor.
Onlar da diyorlar ki:
"--Senin koyduğun kaidelere göre imtihan olman lâzım; kabiliyetli değilsen, sana odayı veremeyiz."
Şahsiyetlerin büyüklerine bakın!.. Yani sadece Fâtih büyük değil, devrin alimleri de büyük, adamları da büyük, hepsi büyük... Hızır Çelebi, İstanbul'un ilk belediye reisi, ilk kadısı. Karşı taraftaki Kadıköy kendisinin mukàtaası olduğu için ismi oradan almış; ama Kadıköylüler'in hiçbiri bilmez, Hızır Çelebi kimdir, bu Kadıköy'e niçin o isim verilmiştir; o tarih derneğiyle biz öğreteceğiz inşaallah, inşaallah yakın zamanda.
Hızır Çelebi'nin huzuruna Fâtih Sultan Mehmed Han sanık olarak çıkıyor. Mimarla başı derde girmiş; mimarı kubbeyi Ayasofya'dan küçük yaptı diye, cezalandırdığı için; mimar sultanı dava ediyor; devrin hükümdarını, devir açmış, devir kapatmış, orduların başbuğu, astığı astık-kestiği kestik sanılan insanı dava ediyor.
Hızır Çelebi'nin yanına geliyorlar. Geçiyor sedire oturuyor; sedir var, arkasında minder var; yaslanacak, oturacak padişah; öyle alışmış. Hızır Çelebi diyor ki:
"--Sultanım, burası adalet divanıdır. Sanık mevkiindesin, in şuraya otur!" diyor.
Diz çöktürüyor, karşısına oturtuyor. Rum, mimar Rum; sanık: Sultanül-guzatı vel-Mücahidîn Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul Fâtihi!.. Dava görülüyor. Fâtih Sultan Mehmed haksız, mahkum oluyor. Fâtih Sultan Mehmed Han'ı, Hızır Çelebi mahkum ediyor. Var mı böyle hakimler şimdi?..
Sanık (Fâtih) dava bittikten sonra kalkıyor, diyor ki:
"--Çelebi Efendi! Allah senden razı olsun. Eğer ben sultanım diye bana meyletseydin, adaletten inhiraf eyleseydin, seni kılıcımla te'dip edecektim." diyor.
Mahkum edilen Sultan, mahkumiyet kararı veren hakimi tebrik ediyor. Hızır Çelebi minderini kaldırıyor, altından eğri bir hançer çıkartıyor, padişaha gösteriyor.
Padişah soruyor:
"--Bu hançer ne ola, Çelebi Efendi?.."
Diyor ki:
"--Sen de ben sultanım diye hükm-ü şeriat'a rıza göstermeseydin, seni bu hançerle hançerliyecektim."
Hakime bak, adaleti gör! Allah şefaatlerine erdirsin...
Akşemseddin'in onu nasıl teşvik ettiğini, konuşmacı kardeşlerim daha önce söylediler. Hiçbir ümidin kalmamış gibi göründüğü günlerde; gün görmüş, umur görmüş, savaşlara girmiş-çıkmış, sadrazamların, vezirlerin, seraskerlerin:
"--Aman sultanım, bu İstanbul'la pek oynamayalım! Avrupa'nın bütün düveli karşımıza düşman gelir, her taraftan saldırırlar, başımızı belâdan belâya atarız. Vaz geçelim bu fetihten; şöyle bir kuvvetlice vergiye bağlarsak muhasarayı kaldıralım!" dedikleri zaman, Akşemseddin Hz.leri ısrar ediyor:
"--Hayır! Daha şiddetli olarak muhasaraya devam edilsin!"
Venedik'ten ikmal geliyor. Gemileri Türk donanması karşılayacak ama, onların gemileri dev gibi, bunların gemileri kayık gibi, mavna gibi kalıyor yanında, silah eşitliği yok, sataşması, savaşması mümkün değil; yani bir tırla, küçük bir Anadol gibi aralarında fark var herhalde, Allahu a'lem. Gemiler geri kaçıyorlar. Fâtih Sultan Mehmed hırsından kendini kaybediyor, denize atını sürüyor! Hemen kaptan-ı deryâsını azlediyor. Başarı kazanamamış, başarısızlığı sabit olana, göreve devam yok! Emanetler ehillerine veriliyor, nâehilden hemen alınıyor. Prensibin güzelliğine bakın!..
Fetih gününü Akbıyık Sultan'a ve Akşemseddin'e, iki ak, iki mübarek kimseye sormuş. "Akbıyık Sultan meczub bir kimse idi, gün vermedi." diyor menkabeler. Akşemseddin gün vermiş ve mekân tayin etmiş; şuradan ve şu günde fetih olacak diye mekân vermiş.
Neden?.. Neden olacak; o kadar sene önce fethi müjdeleyen Peygambere hüsn-i ittibâdan... Fâtih Sultan Mehmed fetih gecikince, günler uzayınca her çareye baş vuruyor;
"--Ordunun içinde haram yemiş olanlar, harama bulaşmış olanlar varsa, para vereceğim, lütfen çıksınlar, ayrılsınlar, gitsinler! Darılmayacağım, takibat yapmayacağım." diye yalvarıyor.
Yâni fethin gecikmesi bir şomluktan, bir uğursuzluktan, bir haramlıktan olmuştur diye, ordusunun içinde öyle kimseler varsa, ayrılmasını istiyor. Daha fazla insan olsun, kuvvet gelsin diye düşünmüyor.
Neden?..
(İnnemâ tunsarûne ve turzaküne biduafâiküm.) "Zafer, zayıf, güçsüz sandığınız, Allah indinde kavî olan Allah erleri sayesindedir, Allah'ın lütfuyladır." Haramdan hayır hasıl olmaz, zalimden hayır hasıl olmaz, haramzâdeden hayır hasıl olmaz diye, onları ayıklamaya çalışıyor.
Bu böyle devam etmiş asırlar boyu. Kànunî Süleyman, Süleymaniye Camii'ni yaptırdığı zaman:
"--Hiç namazını terketmemiş bir insan varsa, açılışını o yapsın caminin!" demiş, öyle devam etmiş.
Kerâmet gösterip, suya seccade salmışsın;
Rumeli yakasın, dest-i takvâ ile almışsın!
diyor şairler. Fütuhat'ın takvâ ile olduğunu biliyorlar, onun şuurundalar o mücahitler. Can pazarındalar, hergün ölümle karşı karşıyalar. Oyuncak değil ki, her an ölebilir insan, murdar da gidebilir, makbul ve mardî de gidebilirler.
Onlar bizim gibi yaşamadılar; onlar ölmek için savaşa girdiler. Her gün yeniden ölmek niyetiyle, her gün yeniden şehid olmak azmiyle yaşadılar. O insanlarda gıll ü gış olur mu? Bu muzafferiyetin sebebi o takvâ, o güzel ahlâk, o helâllik.
Fâtih Sultan Mehmet Han, fetih gecikince, Akşemseddin Hazretlerine sordurmuş:
"--Ne zaman, nasıl olacak bu? Olmadı, olmuyor..." gibilerinden.
Akşemseddin'in oğlu, rivayete göre, babasının çadırına gidiyor; başka bir rivayete göre Fâtih Sultan Mehmed gitmiş, ama hocaefendi çadırın kapısına nöbetçi koymuş, "Kimseyi içeri almayasın!" demiş. Çelebi içeri girmek isteyince;
"--Babam öyle emretti, alamam!" diyor.
Çelebi dolaşıp, çadırın örtüsünü kaldırıp, oradan bakmış. (Fâtih'in olduğu rivayette, Fâtih hançerini çekmiş, hışmıyla, bana va'detti de olmayacak bu diye, cart yırtmış çadırı, öyle bakmış.) Kupkuru, tamtakır bir çadır, süssüz, ziynetsiz bir çadır, secdeye kapanmış, secde çevresi göz yaşlarıyla ıslanmış, başından serpuşu düşmüş gitmiş, "Aman yâ Rabbi!.." diye dua ediyor.
Sonra başını secdeden kaldırmış:
"--Elhamdü lillâh, elhamdü lillâh, niyazımız kabul oldu; fetih müyesser oldu." diyor.
O anda da Ulubatlı Hasan'ın ve askerlerinin surlara çıktığını münâdiler bağırmağa başlıyorlar. O secdede anlıyor bu durumu; görerek, duyarak değil, kerametle...
Buna benzer bir hikâye de Şemseddin-i Sivâsî ile III. Mehmed arasında olmuştur. Şemseddin-i Sivâsî, Halvetiyye meşayihinin ulularından, kutb-u zaman, Kara Şemsî lakabıyla maruf, büyük veli, kerametleri zâhir, mübarek zat. Sivas'ta, Tokat'ta, Amasya'da bulunmuş. Menâkıb-ı Çar Yâr-ı Güzîn'in müellifi. Aşıkàne, müessir şiirlerin nazımı, şairi.
Rüya görmüş. Ertesi sabah yaşlı ihvanından birine diyor ki:
"--Bir rüya gördüm, bize sefere çıkmak, Allah yolunda savaşmak işaret olunuyor."
O yaşlı mürid diyor ki:
"--Efendim, siz zaten cihadın en büyüğünü yapıyorsunuz; insanın nefsiyle cihad etmesi, cihadın en büyüğüdür. Yaşlısınız, vücudunuz dayanmaz; sefer uzundur, meşakkatlidir, zordur."
"--Evet nefisle cihad, cihad-ı ekberdir amma, bu rüyânın alâmeti oldur ki, bir sefer-i hümâyuna da katılmamız gerekir."
Sivas'ta kılıç yaptırmağa başlıyorlar, ok yaptırmaya başlıyorlar, yay yaptırmaya başlıyorlar, kalkan yaptırmağa başlıyorlar. Çünkü Şeyh sefere gider de müridler durur mu?..
III. Mehmed Avusturya'ya karşı, yaptıkları hainliklerden, zalimliklerden, hunharlıklardan dolayı bir sefer düzenlemeyi irade buyurmuş. belki o şiirin de sahibi; o şiiri de izah edeceğim izin verirseniz:
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile,
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir fikretim!
İki şeye dayandırıyor: Bir fazl-ı Hak: Allah'u teala Hazretleri'nin fazlı, ikramı, ihsanı... Bir de Allah erlerinin himmetleriyle... Yâni, baştan aşağı kâfiristanı kahretmek düşüncesindeyim, ama neyle?.. Allah'ın fazlıyla, erenlerin himmetiyle...
Ona niyet etmiş, onun için civardaki mazanne-i kirama, evliyaullah olarak hüsn-i zan beslenen kimselere, meşâyiha haberler gönderiyor:
"--Seferimiz olacak, siz de lütfedip katılın, irşad buyurun bizleri, seferlerimizi mübarekleştirin!" diye ulak salıyor.
Haberci İstanbul'dan Sivas'a geliyor, şeyhe padişahın fermanını, nâmesini öpüp, başına koyup sununca; şeyh efendi:
"--Zâten biz bir senedir hazırlık yapmaktaydık." diyor.
Bu haber padişaha götürülünce, padişah sevincinden uçuyor, mânevî olumluluğu, tebşîratı sezdiği için...
Şemseddîn-i Sivâsî merhale merhale Sivas'tan İstanbul'a gelirken, Aziz Mahmud-u Hüdâî İstanbul'dan üç konak mesafede, İzmit'te onu karşılamağa gidiyor. Neden?
Kadr-i zer zerger şinased, kadr-i gevher gevherî
"Altının kıymetini kuyumcu bilir, mücevherin kadrini mücevherci bilir." O gelenin kim olduğunu biliyor da, üç konak ileriye ona hoş geldin demeğe gidiyor.
Zamane gazetelerinden biri de diyor ki:
"--Bu şeyhler hep birbirleriyle uğraşırlar, rekabet ederler."
Sen ne anlarsın cahil adam? Onların aleminden ne anlarsın, onların alemi senin alemin mi?..
Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri hemen saraya filan gitmemiş, aziz Mahmud-u Hüdâî Hazretlerinde, Üsküdar'da misafir olmuş. Padişah soruyor, haber gönderiyor: Sorulsun kendisine:
"--Acaba, savaş için hazırlık kendisine işaret edildiğine göre, savaşın àkıbeti hakkında da bir beşaret var mı? Bir zafer ihtimali, alâmet görülmüş mü?" diye soruyor.
Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri buyurmuş ki:
"--Evet sultanım vardır, inşaallah zafer alem-i İslâm'ındır."
Sefere çıkıyorlar. Kimbilir ne tatlı sefer, ne ilâhî sefer, ne mübarek yolculuk!.. Düşmanın çeşitli zulüm haberleri geliyor; falanca kaleyi teslim şartlarıyla almışlar, ama, kadın-kız dememişler, kılıçtan geçirmişler, şöyle yapmışlar, böyle yapmışlar, kafirler!.. Bunlar hınçlarını arttırıyor. Nihayet iki ordu Haçova'da karşılaşıyor.
Düşman pürsilah, teknolojisi ilerlemiş. Zırhlı, toplu, tüfekli... Yani eskisi gibi bilek gücüyle iş bitmiyor, "Delik demür çıktı, mertlik bozuldu." Eski bilek gücünün, pehlivanlığın değeri gerilerde kaldı. Adam yanaştırmıyor ki yanına, tutup yere çalasın, sırtını yere yapıştırasın; uzaktan endaht ediyor.
Haçova meydan savaşında pür-pulat tepeden tırnağa demirli, çelikli Avusturya ordusu, haçlı kuvvetleri, birçok yerden kuvvet toplamışlar, 200 bin kişi Osmanlı ordusuna saldırıyor. Bir iki diretme, Osmanlı ordusu çöküyor; geriye doğru kaçmağa başlıyor yeniçeriler... O kadar ilerliyor ki düşman, padişahın otağ-ı hümayununun yakınına kadar geliyor da, Bolu'lu aşçılar, et doğramak için kullandıkları satırlarla düşmanla çarpışmağa başlıyorlar.
O arada, padişah düşmanın eline geçmeyeyim diye, atına binip geriye gitmek istiyor. Hoca Saadeddin derler, büyük tarihçi, padişahın dizginine yapışıyor, diyor ki:
"--Gidemezsin padişahım! Sen gidersen bu ordu darmadağın dağılır; sen gidemezsin!.."
Padişah kızgın, üzgün, hayrette, dehşette, Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri'ne diyor ki:
"--Hoca efendi, hoca efendi! Hani zafer alem-i İslam'ın olacaktı? Bu ne haldir?.."
Hiç fütur yok... Davranışlar o kadar benziyor ki birbirlerine, Akşemseddin nasıl seferde "Yılma padişahım, durma padişahım, daha gayretli çalış padişahım, zafer müslümanlarındır." demişse; Şemseddîn-i Sivâsî Hazretleri de:
"--Biraz bekle!.." diyor.
Hezimet anında diyor, vaziyet vahim iken diyor bunu... Biraz bekliyorlar. Hakikaten, o Bolu'lu ahçıların külahlarıyla, şişleriyle, pala bıyıklarıyla düşmana saldırması acaip bir manzara... Himmet-i cünd-i ricâlullah, gayb erenlerinin, bilmediğimiz kuvvetlerin, melâikenin imdadı yetişiyor. Düşman ordusu geri çekilmeğe başlıyor. Sesler, bağırışlar, "Düşman ordusu geri çekiliyor!" filân diye, yeniçeriler de tekrar geri dönüyorlar. Bir hücum ediyorlar, 200 bin kişiyi Haçova bataklıklarında mahvediyorlar.
Ama hak etmişler; çünkü zulm ede ede gelmiştir, Allah onların alınlarına, o zulümlerinin cezasını orada makhûren vermelerini yazmış. Orada hepsi bataklıkta helâk oluyor ve Şemseddîn-i Sivâsî ile beraber padişah İstanbul'a revan oluyorlar. Seferden dönüyorlar. Padişah mahcub, binbir rica minnetle:
"--Efendim İstanbul'da kalsanız..." filân diyecek oluyor.
Şeyh efendi:
"--Hayır!" diyor. "Bizim ahiret seferimiz de yakındır. Vatan-ı aslimize avdet etmemiz daha uygundur." diyor.
Sivas'a gidiyor. Gönül bir şişedir, düşer kırılır, bir daha tamir olmaz.
Akşemseddin Hazretlerinin yanına Fâtih Sultan Mehmed bir ara girmiş, menakıbda yazılıyor. Akşemseddin Hazretleri uzanıyormuş, yatıyormuş yani. Padişah-ı alem geliyor, sultan-ı devlet-i aliyye geliyor yerinden kıpırdamıyor. Tasavvufi terbiye var, maksat var, yani kibir ve ucuba düşmesin sultan diye itibar etmiyor.
Vezirler , maiyetindeki kimseler; "Padişah yanına gelmiş, adam istifini bozmuyor, yatıyor. Bu nasıl iştir, nice haldir?" diye şaşırıyorlar. Diyorlar ki:
"--Padişahım sen de onu otağa çağır, sen de ona kalkma; mukabele bil-misil olsun!" filân diyorlar.
O da bir ara:
"--Efendim, üstadım, şeyhim, bizim otağ-ı humayuna teşrif buyururlar mı?" diye haber gönderiyor. Fakat Akşemseddin çadırın kapısından girerken mümkün mü direnmek? Ayağa kalkıyor, ayağa kalkmamak mümkün mü? Elini öpüyor, istikbale varıyor ve elini öpüyor. Gittikten sonra diyor ki vezirleri:
"--Sultanım! Hani kalkmıyacaktın, mukabele bilmisil yapacaktın?"
Diyor ki:
"--Bu başka şeyh, başka hocalara benzemiyor; bunu görünce dizlerimin dermanı kesiliyor. Bunun karşısında dayanamıyorum, duramıyorum."
Mâneviyyatın kuvveti yani..
Muhterem kardeşlerim! İstanbul'u Fâtih Sultan Mehmed fethetmiştir amma, bir erenler ordusuyla fethetmiştir. Bir eşsiz, emsâlsiz İslâm ahlakıyla fethetmiştir. Bir safi, pak, temiz tasavvuf ile fethetmiştir. Biz bu fetihten ibret almalıyız. Fâtih'i bu ahlâka sahip kılan eğitimden uzak kalamayız; gafil, cahil kalamayız. Ondan ibret almalıyız.
İstanbul'un fethini ve fatihlerini iyi tanımak, bizim neslimiz için hayati önemi haizdir. Milletimizin ve gençliğimizin istikbali buna bağlıdır. Çok küçümsüyorum, şu toplantımızı, şu tıklım tıklım salonumuzu... Stadyumları doldurmalıydık, yer yerinden, zemîn ü âsuman oynamalıydı, inlemeliydi. İstanbul bir başka müstesna gün yaşamalıydı. Sabahleyin kaç tane gazeteyi inceledim. Zaman gazetesiyle, Milli Gazete'den başkasında bilgi bile yok.
Ey yaşlı, olgun, imkânlara sahip müslüman kardeşlerim! Gençlerimizi yeni fatihler olarak yetiştirmek için tüm gayretimizi sarfetmeli, her türlü maddi ve mânevî fedâkârlığı yapmalıyız. Bunun için Amerika'dan yardım gelecek değil.
Ey Fâtih'in akranları olan genç kardeşlerim! Fâtih İstanbul'u fethetti. Peygamber SAS Hazretleri Roma'nın da fetholunacağını müjdeliyor. O da belki size nasib olur; Allah fethinizi mübarek eylesin!..
29. 05. 1999 - İskenderpaşa / İSTANBUL
Hiç yorum yok