Hariciler-Vahhabiler
Bu siteyi takib edenler bilir, bir süre önce Üstad'ın "Doğru Yolun Sapık Kolları" isimli eserinden, "Şii-Şiilik" bahsini, önemine binâen iktibas etmiştik.
Ve Allah Sevgilisi'nin "Cehennem Köpekleri" diye vasfettiği, "Hariciler-Vahhabiler" mevzusuna da gireceğimizi söylemiştik.
İlk dönem Haricilik ve bugün itibari ile Vahhabilik adı altında teşekkül etmiş fırka. Kendilerini "Biz Selefiyiz" diyerek gizlerler ve "Biz Selef-i Salihin yolundan gideriz, onlardan başka yol bilmeyiz" gibi çok masumâne bir bahaneleri vardır.
Osmanlı döneminin "Vahhabi İsyanları" meşhurdur. Kısaca bu olaylara bakarsak:
Vahhabiliğin kurucusu bugünkü Riyat şehrinin kuzeyinde bulunan Uyeyne'de Hicri 1115 M. 1703 tarihinde dünyaya gelen Muhammed bin Abdülvahhap’tır. İlk tahsilini, Uyeyne kadısı olan babasının yanında tamamlayan Abdülvahhap, daha sonra Mekke ve Medine'de tahsiline devam etmiş ve burada İbn Teymiye’nin fikirlerinden etkilenmiş, oradan da Basra’ya gitmiştir. Basra’da tevhit konusunda tartışmalarda bulunmuş; İslam dinin dört ana kaynağından olan edille-i şeriyeden kıyas ve icmayı kabul etmemektedir. Babasının vefatından sonra da fikirlerini ve faaliyetlerini Necd bölgesinde yaymaya devam etmiştir. Abdülvehhap, mezar ve türbe ziyaretleri, tarikatlara girme ve benzeri işler yüzünden tevhidin bozulduğunu; bu yüzden insanların dalalete düştüklerini, dolayısıyla onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, onların kanlarının ve mallarının inanan muvahhitlere helal olduğunu ilan etti. Onun fikirleri Necd bölgesi halkına çok cazip geldi. Necid Bölgesi; Haricîlerin Hz. Ali tarafından bozguna uğratıldığı, Müseylime-i Kezzab'ın yalancı peygamberliğini ilan ettiği ve Halid Bin Velid'in kılıcıyla bozguna uğratıldığı bir mekândır. O bölgenin halkı, Hz. Peygamber (sav.) döneminde Müslümanlığı kabul ettikleri halde, Yemen, Aden, İran, Hint, Irak ve Şam’ın tesiri altında kalmış ve birçok yanlış akidelere sahne olmuştur. Bunun içindir ki, Müseyleme-i Kezzâp, Secâh, Tuleyha ve Esvedu'1-Ansi gibi peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar o bölgeden çıkmış, sonraki dönemlerde de muhalif isyancı gruplar burada zuhur etmiştir. Bu bakımdan, Abdilvehhâp’ın fikirleri burada revaç bulmuş ve hızlı bir şekilde yayılmıştır. Onun fikirlerini kabul etmeyen nice insanlar kılıçtan geçirilmiş, mallarına el konulmuş ve kendi aralarında paylaşılmıştır.
Abdülvehhap’ın fikirlerini cebir yoluyla kabul ettirmeğe çalışması üzerine, Necit’in güçlü kabilelerinden biri olan Halid oğullarının reisi Süleyman b. Ureyir’in Uyeyne emirinden İbn Abdülvehhap’ın öldürmesini veya sürgün edilmesini talep eder. Bunun üzerine İbn Abdülvehhap, Riyad’a çok yakın bir yer olan Deriyye’ye gelir ve emir Muhammed b. Suûd'la anlaşır. Böylece Vehhabî devletinin temelleri atılmış oldu. (1157/1744). Abdülvehhap, fikirlerini yaymak, hâkimiyetini arttırmak ve Arap Yarımadası’na sahip olmak için bu fırsatı çok iyi değerlendirir.
Abdülvehhap 1206 tarihinde ölünce, onun izinden giden Muhammed İbn Suûd, bu fikrin özellikle siyasi cephesini yaymaya ağırlık vermiştir. Onların süratle toprak kazanıp Necid'e hâkim olmalarında, şüphesiz Osmanlı hükümet merkezinden uzak olmaları, en önemlisi de Osmanlı Devleti’nin Rus ve İran savaşları ile meşguliyetleri büyük rol oynamıştır. Bu durumdan istifade eden Vehhabîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdukları gibi, Necef’te Şiilerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhabîlerin öldürülmesini bahane ederek, 10 Muharrem 1802'de Kerbela törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirdiler ve Hz. Hüseyin Efendimiz’in türbesini de yağmaladılar. 18 Şubat 1803’de de Taif işgal edildi.
Yine bunlar Hz. Ali Efendimiz’in (ra.) kabrini, Harem-i Şerifi ve Ravza-i Mutahharayı yağma ve talan etmişlerdir.
Ahmet Cevdet Paşa, Vehhabilerin Taif’i işgal ettikleri zaman yaptıkları zulümleri şöyle dile getirir:
“Vehhabiler Taif’te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buhârî ve Müslim’in Sahîheyn’i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünûn ve sâireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu... Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler”
Taif, Mekke ve Medine’yi ele geçiren İbn Suûd, halka şöyle hitap ediyordu: “...Sizin dininiz bugün kemal derecesine erişti, İslam’ın nimetiyle şereflenip Cenab-ı Hakk’ı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız. Artık aba ve ecdadınızın batıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hz. Peygamber’in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salât-u selâm getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrudur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selâmu âlâ Muhammed” diye selâm vermelidir...”
İbn Suud, ayrıca Medine halkına şu uyarılarda da bulunuyordu:
“Allah’a Vehhâbilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek. Hz. Muhammed’e Vehhâbi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek. Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balıksırtı toprak yığılmış hale getirmek. Muhammed b. Abdülvehhap’ı Allah’tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. Vehhâbi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dâhil, şiddetli takibata uğratmak. Vehhâbilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek. Dinî ve siyasî her türlü emir ve yasaklara uymak.”
1800’lü yıllara gelindiğinde Vehhâbî devleti, Halep, Hind Okyanusu, Basra Körfezi, Irak ve Kızıl Deniz'e kadar yayılmış oldu.
Vehhabiliğin, büyük bir tehlike olduğunu gören Osmanlı Devleti’nin hükümdarı İkinci Mahmud (1808-1839), Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya gereğinin yapılması için talimat vermişti. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arasında Medine, Mekke ve Taif Vehhabiler’den geri alındı. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suud’un üzerine gitti. İbn Suud direndi ise de 1814'de ani ölümü üzerine Vehhabiler hezimete uğradı ve nihayet Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818'de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderip astırdı. Böylece Vehhâbîliğin ilk dönemi kapanmış oldu.
Ancak bu savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türki b. Abdillah, Necid bölgesinde yeniden faaliyete başladı ve Riyad’ı başşehir yaparak 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhâbî devletini kurmayı başardı. Sonraki yıllarda birtakım hanedan tartışması oldu ise de Suud hanedanından Abdülaziz b. Suûd, 1901’de Vehhâbî devletini ihya etti. Ayrıca Hindistan ile İngiliz hükümetinin de desteğini alan Abdülaziz b. Suud, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necid, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanındı. Bu anlaşmaya göre, İbn Suud'un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra miras yoluyla haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahtın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhinde olamayacağı, onların istediklerini yapacakları birtakım hususlar hükme bağlandı.
Birinci Cihan Harbi’nde mağlup olan Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine'den çekilince Vehhabiler, 1921-1925 yılları arasında Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde’yi tekrar ele geçirirdiler. Abdülaziz b. Suud, 1926 tarihinde “Necid ve Hicaz Kralı” olarak kabul edildi. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması ile de tam istiklâlini ilân etti ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtuldu. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suûd, unvanını “Arap Suudiyye Krallığı” şeklinde değiştirdi. Abdülaziz b. Suud, ölümüne kadar (1953) Suudi Arabistan Kralı olarak saltanatını sürdürdü.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Vahhabiliğin kurulmasında, Osmanlı Devleti’nin Birinci Cihan Harbi’nde mağlup olması, İngilizlerin Vehhabilere para ve silah yardımı yapması ve özellikle de İngiliz casuslarından Hempher’in büyük katkısı olmuştur.
Vehhabilik, Suud-i Arabistan’ın resmî mezhebidir. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslam ülkelerinde de taraftarları mevcuttur. Bu inancın temelinde sertlik, taassup ve kendi düşüncelerinde olmayanları küfürle itham etmek vardır. Bunun içindir ki, onlar, kendilerine “Muvahhidûn” demekte ve kendilerini İbn-i Teymiye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hanbel’in mezhebini devam ettiren sünniler olarak görmektedirler. Onlar; “Biz, itikatta selef, amelde ise Hanbelî mezhebindeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel, itikat hususunda Selef mezhebinin nascı (Eseriyye) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve itikatta Hanbeliyiz; Vehhâbî diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdülvehhap, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir şeyhülislam olmaktan başka bir şey değildir” derler.
Burada görüleceği üzere, yakın dönem bunların Arab yarımadasında yaptıkları zülümler ile doludur. Şimdi ise aynı zülümler, "Cihad-Şeriat-Ehl-i Sünnet" gibi, İslam'ın temiz argümanlarını kullanarak hâlâ devam etmekte.
Ve Üstad'ın, "Doğru Yolun Sapık Kolları" isimli eserinde, konu ile ilgili bölüm:
TOPLU HÜKÜM
Allah'ın yüzünü keremlendirdiği, Beyt Ehli büyüğü Hazreti Ali'den sonra «Haricilik» siyasi bir
ihtilaf fırkası olmaktan çıkıp itikadı temellere musallat türlü hamakat, vahşet ve dalalet
helezonları çizerken, büyük sebep ve üstün saiki şu nokta üzerinde göstermiş bulunuyordu:
Artık vecd ve aşk uçmuş ve -kıyamete kadar tek taşı düşmez nur sütunu, arada bir fışkırmak
üzere sığ cemiyet planından fert derinliklerine doğru çekile dursun - yerini, haşin nefsaniyet
emrinde kaba akıl almaya başlamıştır.
Bu hal, vücut ile adem, karanlıkla aydınlığın mücadele sahnesi olan bu dünyada, ilahı kanun
icabı, kaçınılmaz bir neticedir. İman ile küfür arasında aynı mücadele, dini, idrak derecelerinin
en üstünü olan vecd ve aşkı kaybettikleri için keyflerine göre anlamaya başlayanlara karşı
gerçek ve derin müminlerin tavrına eşittir.
Şu farkla ki, küfürde olan, imana gelince, yüreği kaynar sudan geçmişcesine tertemiz ve
sapsağlam hale gelir de, bu anlayışsızlar, yerine perçinlenmez bir kemik haliyle ebediyen sakat
kalırlar..
Bu hal hemen her peygamberde tecelli etmiş; ve «siyasi»den itikadı yaraya doğru en zehirli
ifadesini Hazret-i Ali devri ve ötesinde bulmuştur. «Sadaka Resulullah!» tabiriyle istikbali haber
veren mucize, sapık kolların sayısına kadar gerçekleşme yoluna girmiştir.
Daha evvel hafifçe dokunup geçtiğimiz şu levha, Haricilik zihniyetiyle gerçek iman, ruh ve
anlayışını en acıklı şekilde gösterir:
«Nehrevan Köprüsü» hadiseleri sırasında bir grup Harici, kırda, küçük bir kafilenin
kendilerine doğru yol aldığını görüyor. Merkep üstünde bir kadın, etrafında birkaç kadın daha;
ve boynunda bir torba asılı bir erkek... Bu erkek, üzerinden saadet devrinin kokusu gelen bir
Sahabi oğludur ve adı Abdullah İbn-i Habbab... Merkepteki kadın da, doğurmasına pek az
zaman kalmış, hamile zevcesi. Ve yakınları...
HariciIer onları durduruyorlar ve Abdullah'a soruyorlar:
- Boynundaki torbada ne var?
- Kur'an...
- Ebubekr ile Ömer hakkında fikrin?
- İkisi de hayr ile anılmaya layık...
- Ya Muaviye ile Ali arasındaki hakem meselesi?
- Ali, Allah'ın kitabını ve emirlerini sizden daha iyi bilir!
- Osman ile Ali'yi de nasıl gördüğünü söyle!
- Onlar da hayr yolunda...
- Sen işlere değil, şahıslara ve makamlara göre düşünüyorsun! Bir Sahabi oğlu olduğunu
söylediğine göre bize babandan işittiğin bir hadis naklet!
- Nakledeyim: Allah'ın Resulü buyurmuşlar:
«Yakında öyle bir fitne kopacak ki, o fitnede insanların bedenleri ölürken kalpleri de ölecek...
İnsan o fitneye mümin olarak girip sabaha kafir çıkacak... Aksine, kafir olarak girip mümin de
çıkacak...»
- Sen kitaba değil, kafana uyarak konuşuyorsun! Boynunda asılı kitap, bize, seni öldürmemizi
emrediyor!... Ve dişleri kan pıhtılı sırtlanlar karşısında bile ruhi tamamlığından zerre feda
etmeyen ceylan seciyeli Sahabi oğlunu bir dere kenarına çekip yere yatırıyor ve koyun
boğazlarcasına kesiyorlar... Karısını da karnını yarıp çocuğuyla beraber ölüme bırakıyorlar...
Öbür kadınlara da bıçak altında aynı akibet....
Ne gariptir ki, kan sarhoşu sırtlandan gözü yaşlı bir ceylan süzen İslam inkılabından önceki
çöl Arabının karakterini ilan eden ve Arabın necip hakikatine yol bulamamış olan bu tipler,
alınları yara bere içinde kalacak kadar ibadetlerine düşkün ve bir Hıristiyanın tek hurmasına
bile el uzatamaz derecede prensiplerine bağlıdır. Hazret-i Ali'ye kafır demedikleri için şehit
ettikleri Müslümana karşılık, bedeli ödenmeyen ve sahibinin rızası alınmayan tek bir hurmayı
yediği için kendi yakınına da kıyacak derecede kudurmuş ve zıt kutuplar arası muvazeneyi
yitirmiş Harici ruhu, belki ihlas içinde, fakat o kadar ters ve birbiriyle bağdaşmaz tecelliler
arzeder ki, kuru akılcılar ve gizli fitneciler emrinde «batılın vecdi» diye vasıflandırabileceğimiz
yeni ve şeytani bir cereyana mecra açılmış bulunduğunu ihtar eder.
Evet; gölgelenmeye başlayan «Hakkın vecdi» yerine «batılın vecdi» ve korkunç çapta
gözükara aksiyonu!...
DAĞILMA VE YAYILMA
Hazret-i Ali, İbn-i Habbab vak'asından sonra, Haricilerden bir güruhu karşısına alıp:
- Abdullah'ı kimler öldürdü?
Diye sorunca, tek ağızdan şu cevabı almıştı:
- Hepimiz birden!.. Şunlar veya bunlar değil!..
Ve hepsinin birden öldürülmesini emretmiş ve müthiş bir Harici kıyımı başlamıştı.
İslam ahlak ve ölçülerinin şiddet davranışlarını sınırlandırıcı hükümlerinden faydalanıp namazda
bile Halifeye dil uzatan ve onu en ağır şekilde suçlayan bu zümre, tahta aralannda ve deliklerde
saklı haşereler gibi bir müddet gözden uzaklaşmayı bilmiş ve Hazret-i Ali'nin, Muaviye ve Amr
suikastlarıyla birlikte bir Harici eliyle şehadetine kadar, için için kaynamak ve gelişmekte
devam etmiştir.
«Hüküm Allahındır!» yaftası altında kula düşen vazifeyi idraktan aciz, bu taş kalpli ve çıban
beyinli zümre, Hazret-i Ali'nin Sıffin'de hakemi kabul etmesine şiddetle çatar ve bu nokta
üzerinde kol kol birleşirken, nihayet «siyasi»den öteye gidemeyecek olan bu ihtilafı, itikadi
ölçülere bağlamaya kadar gitti ve kendi aralarında da türlü aykırılıklara düşmüş olarak Yahudi
ve münafık tesirine açık, mikrop giriş kapısını açmış oldu.
Kol kol dağılan ve taraf taraf yayılan Haricileri,bir taraftan en kaba ve yalçın nefse bağlı kuru
akıl, bir taraftan da hiçbir mecnunun kabul edemeyeceği hezeyanlara saplı bir ruh vahdeti
içinde toplarken, dağılışlarını da, Marika, Ezarika, Necedat, Beyhesiye, Acaride adlı 5 kol
üzerinden bir sürü dallanmalar olarak tespitleyebiliriz...
Bunlardan 13 yıl müddetle hareketini sürdüren Ezarika kolundan önce Marika isimli bir
topluluk peydahlanmışsa da kısa zamanda tepelenmiş ve yerini ilk kol sayabileceğimiz
Ezarika'ya bırakmıştır. Bazı noktalarda daha az veya daha çok sert olarak özleri şu: .
«Hüküm Allah'ın ve Resulünündür! Sıffin Cengi'nde hakem kabulü İslam'a uymaz! Osman, Ali,
Cemel ve Sıffin'e katılanlar, hakemler ve onların hükümlerine rıza gösterenler hep kafirdir!
Bütün günah işleyiciler küfürdedir! Kendilerini doğrulamayanlar da kafir... İmam tayini (Halife)
vacip değil... Kimden, nereden ve nasıl olursa olsun, tayin edilecek imam adaletle iş
görmeyecek olursa makamından atılır veya öldürülür.» ..
Marika'nın bu ölçüleri Ezarika topluluğunda büsbütün şiddetlenir: Kendilerini benimsemeyen
bütün ümmet topyekün kafirdir! Bunların yurtları «Dar-ül-harp» tır ve malları, canları,
kadınları, çocukları Ezarika'dan olanlara helaldir. Onlara aykırı düşünenlerin masum çocukları
da ebedi cehennemliktir ve öldürülmeleri mübahtır. Kendilerine katılan kimse imtihan edilir,
eline öldürmesi için bir esir verilir; gözünü kırpmadan öldürürse onlardandır, yoksa kendisi
öldürülür. Recm cezasını «Kur'anda yok» diye kabul etmezler. İftira cezasını da kadın hakkında
olursa kabul, erkek hakkında olursa, «Kur'anda yazılı değil!» iddiasıyla reddederler. Hasılı
Kur'anı, batını şöyle dursun, zahirine, zahirinin zahirine ait bir anlayış bile göstermeksizin ve
hükümler arası hiçbir ahenk ve nispete yanaşmaksızın müdafaa ettiklerini sanırlar. Gerçek bir
Müslüman'ı sığır gibi boğazlarlar da, bir Yahudiye, Hıristiyana, herhangi bir zımniye el uzatmayı
haram sayarlar...
İleride ve «Mutezile» bahsinde göreceğimiz Vasıl bin Ata, bunların elinden, «Siz kimsiniz?»
sualine «Hakkı arayan müşrikleriz!» cevabını verip Müslümanlık iddia etmediği için
kurtulabilmiştir.
Bunlarca, aynı kör görüşe dayanılarak, kadının adet görme zamanında namaz kılabileceği de
kabul edilirken, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün günahkarlar kafir sayılır. Böyleyken
-ne hikmettir!- inandıkları ve güya bağlı oldukları peygamberlerin, küçük büyük her günahı
işleyebileceklerini ve sonunda tövbeyle kurtulacaklarını iddia ederler.
Haricilerin, esas bakımından bu iki kolun temsil ettiği çarpıklık ve sapıklıktan ibaret öbür
şubeleri, itikadi bile denilemeyecek ve en ters bir muhakemeye dahi yer vermeyecek hezeyan
farklarıyla, Sıffin hakemlerini red ve günahkarları ebedi cehennemlik kabul etmek,
kendilerinden olmayanları da küfürde bilmek noktalarında ittifaktadırlar. Fakat aslında küfrün
ta kendisi olan bu esaslar üzerinde, herbiri betonlaşmış ve hakikat yolunda bütün esnekliğini
kaybetmiş bir mantıkla birbirine de musallat ve her koldan ayrı kollar fışkırtma
durumundadırlar. Birbirlerine olduğu kadar kendi kendilerine de musallat... Öz nefslerini bile
tatmin edemeyen dalaletlerinin işareti... Kiminin günah saydığını kimisi kabul etmez, günahlar
üzerinde ayrı ayrı ölçüler savunurlar, bölündükçe bölünürler ve korkunç bir ruh vebası halinde
temsil ettikleri, vecd idraki mahrumluğunun demetlediği bir «vahid»olarak tecelli ederler. Kanlı
aksiyonlarını 10-15 yıl sürdürebilen, hiçbir zaman devletleşemeyen, hep saman altından yürüyen ve kendileriyle at başı yol alıcı Şiilik ve türlü itikadi sapıklıklara meydan açan Hariciler,
İslamda ve hele İslamın artık arınma çağı olması gereken günümüzde, dalalet aklının ilk müessesesi bilinmelidir.
Doğru Yolun Sapık Kolları
Necip Fazıl Kısakürek
Hiç yorum yok