Filiz Nurullah
Filiz Nurullah, yalnız Türk güreş tarihinin değil, dünya güreş tarihinin en iri ve en kuvvetli pehlivanlarından biridir.
Kendisi 145 okka (175 kg) gelmekte idi. Boyu da 2 m 18 cm idi. O’da Deliormanlıdır. Şumnu yakınlarında arkadaşı olan Koca Yusuf’un köyünün yanındaki bir köyde doğmuştur. Koca Yusuf’la aynı yaştadır. Ve hayatında sadece ona yenilmiştir.
Bu dev cüsseli pehlivan Paris’e de Koca Yusuf’la beraber gitmiştir. Aşağıda yer alan sakalsız fotoğrafını da Paris’te çektirmiştir.
Filiz Nurullah’ta Paris’e güreşmek için gitmiş bulunuyordu. Fakat oradaki organizatörler onu “ insanüstü” ilan etmişler ve kendisini turnuvalara sokmamışlardır. Filiz Nurullah’ta bunun üzerine Paris’te birkaç tane özel güreş yapmış ve karşısına çıkan pehlivanları kelimenin tam anlamı ile silindir gibi ezerek yenmiş ve memlekete dönmüştür.
Bununla beraber başka organizatörler daha sonra da onu Avrupa’ya götürerek çeşitli şehirlerde güreştirmişlerdir.
Filiz Nurullah bunların hepsini ve bu arada cüssesi kendisine yakın bulunan Rus çarı üçüncü Aleksandr’ın pehlivanı Romanof’u da perişan etmek suretiyle yenmeğe muvaffak olmuştur.
Filiz Nurullah’ın Rumeli’de olsun, İstanbul’da olsun pek çok güreşleri vardır. Mütareke devrine kadar ilerlemiş yaşına rağmen o zamanlar Ramazan aylarında Taksim’de kurulan çadırda Avrupa’dan getirilen birçok pehlivanla alaturka güreşler yapmış, bunların hepsini de kazanmıştır. Güreştiği pehlivanlar arasında o sıralarda dünyaca tanınmış büyük Macar şampiyonu Çaya ile güreşirken çektirmiş olduğu bir fotoğrafı da bulunmaktadır. Çaya’nın bu fotoğrafta Filiz Nurullah’ın ancak göğsüne kadar gelebildiği görülmektedir.
Filiz Nurullah’tan sonra en iri Türk pehlivanı Sultan Abdülaziz’in “Paşa” diye andığı ve gene Deliorman’lı bulunan Makarnacı Hüseyin Pehlivan’dır.
Makarnacı’nın
boyunu bilmiyoruz ama 135 okka (164 Kg) geldiğini biliyoruz. Güreş
meraklısı Osmanlı padişahı onu İstanbul’a getirmiş ve başpehlivanı Kel
Aliço ile huzurunda güreştirmiştir.
Filiz Nurullah, malum cüssesi ve güreşmek hususunda gösterdiği maharetle
kısa zamanda adını dünyaya duyurunca, bu işten ekmek yiyen güreş
organizatörleri de tabiatı ile derhal kulakları dikmişler ve bizim
pehlivanın peşine düşmüşler. İşte, bir gün, bu taifeden bir grup Filiz
Nurullah'ı Paris'e davet etmişler. Tabii, bunların maksadı (işleri
gereği) daha çok para kazanmak olunca, klasik güreş müsabakalarından
daha farklı bir müsabaka şekli icat etmenin daha kârlı olacağını ve
böylelikle, sadece güreşe düşkün seyircilerin değil, bunların dışında
kalan kimselerin de merakının celbedilmesinin mümkün bulunacağını
düşünmüşler.. Çok geçmeden de aranan "şekil" nihayet bulunmuş. O
günlerde, aynen Filiz Nurullah gibi, kendi dalında adını dünyaya
duyurmayı becermiş bir Japon judocu varmış. Bu organizatörler bu
Judocuya da ulaşmışlar ve ona da aynı teklifi götürmüşler. Neticede, o
da Filiz Nurullah gibi bu teklifi kabul etmiş ve nihayet ikisi de bu
maksatla Paris'e vasıl olmuşlar.
Müsabaka günü belirlenir belirlenmez, derhal afişler, ilanlar bastırılmış, Paris'in her köşesine bunlar asıldığı gibi, gazete ilânları da verilerek bu müsabaka bütün Avrupa'ya da duyurulmuş. Gün yaklaştıkça, millet akın akın Paris'e gelmeye başlamış. Yazar çizer takımı, her işlerini bırakıp bu müsabakanın nasıl neticelenebileceğine dair gazetelere makaleler yazıp, mülâkatlar vermeye başlamışlar. Ne ise, nihayet müsabaka günü gelip çatmış. Koca bir spor salonu binlerce kişi ile dolup taşmış.
Bu arada, müsabakayı anlatmaya geçmeden önce hemen altını çizelim ki, biri güreşçi, biri judocu olan bu iki adam arasında yapılacak olan bu müsabakada herhangi bir kısıtlama ve kural koyulmamış. Dileyen dilediği gibi hareket edecek ve rakibini "pes" ettirebiliyorsa ettirecek! Tek şart bu! "Pes eden" kaybedecek, "pes ettiren" kazanacak!..
İşte bu esas üzerinden her iki sporcu da mindere çıkıp yerlerini almışlar. Biri 2.18 m.lik boyu, 175 kiloluk ağırlığı ile Filiz Nurullah, diğeri de "tüy siklet" ama yerinde duramayan bir Japon!
Hakem, bunları minderin ortasına davet edip, bir düdükle maçı başlatmış. Japon, derhal havaya girip kollarını sertçe kaldırarak bir satır gibi havada sallamaya başlamış. "Hay, Huy" naraları eşliğinde yaptığı enteresan judo hareketleri ile Filiz Nurullah'ın etrafında dönüp duruyor ve gözlerini de onun gözüne dikerek, hesapça bizim Filiz'in önce gözünün kirişini kırmaya çalışıyormuş. Filiz ise garip sesler çıkararak hoplayıp zıplayan bu Japonu meraklı ve gülen gözlerle takip ediyor ve hiç bir şey yapmadan ortada öylece duruyormuş.
Müsabaka bir müddet böyle devam ettikten sonra Japon bir anda büyük bir bağırtı ile Filiz Nurullah'a hamle edivermiş! Filiz ise hiç istifini bile bozmadan bunun iki bileğini yakalayıverip yere yatırmış. Sonra da o koca gövdesi ile bunun döşüne oturmuş!.. Adeta tonlarca ağırlıktaki bir kayanın altında kalmışçasına acıdan bağırmaya başlayan Japon'unun bu bağırtısının arasında Japonca bir şeyler de dediğini farkeden bizim Filiz, orada bulunan tercümana seslenmiş:
-"Ne diyor bu?!!.."
Bunlara yanaşan tercüman, Filiz'in koca gövdesi altında inleyip duran Japon'a yanaşıp, dediklerini dinledikten sonra Filiz Nurullah'a dönmüş:
-"Diyor ki: Böyle müsabaka olmaz! Müsabaka dediğinde oyun yapılır!.. Bu benim üstümde öyle oturdu kaldı, hiç bir şey yapmıyor!.."
Bunun üzerine Filiz Nurullah tercümana gülerek şöyle demiş:
-"Söyle ona, oyun yapılmasına ben de karşı değilim!.. Buyursun, bildiği bütün oyunları yapmakta serbesttir!.."
Ve demeye gerek yok ki, bu cevap üzerine Japon'un "pes" etmekten başka bir çaresi kalmamış!..
Müsabaka günü belirlenir belirlenmez, derhal afişler, ilanlar bastırılmış, Paris'in her köşesine bunlar asıldığı gibi, gazete ilânları da verilerek bu müsabaka bütün Avrupa'ya da duyurulmuş. Gün yaklaştıkça, millet akın akın Paris'e gelmeye başlamış. Yazar çizer takımı, her işlerini bırakıp bu müsabakanın nasıl neticelenebileceğine dair gazetelere makaleler yazıp, mülâkatlar vermeye başlamışlar. Ne ise, nihayet müsabaka günü gelip çatmış. Koca bir spor salonu binlerce kişi ile dolup taşmış.
Bu arada, müsabakayı anlatmaya geçmeden önce hemen altını çizelim ki, biri güreşçi, biri judocu olan bu iki adam arasında yapılacak olan bu müsabakada herhangi bir kısıtlama ve kural koyulmamış. Dileyen dilediği gibi hareket edecek ve rakibini "pes" ettirebiliyorsa ettirecek! Tek şart bu! "Pes eden" kaybedecek, "pes ettiren" kazanacak!..
İşte bu esas üzerinden her iki sporcu da mindere çıkıp yerlerini almışlar. Biri 2.18 m.lik boyu, 175 kiloluk ağırlığı ile Filiz Nurullah, diğeri de "tüy siklet" ama yerinde duramayan bir Japon!
Hakem, bunları minderin ortasına davet edip, bir düdükle maçı başlatmış. Japon, derhal havaya girip kollarını sertçe kaldırarak bir satır gibi havada sallamaya başlamış. "Hay, Huy" naraları eşliğinde yaptığı enteresan judo hareketleri ile Filiz Nurullah'ın etrafında dönüp duruyor ve gözlerini de onun gözüne dikerek, hesapça bizim Filiz'in önce gözünün kirişini kırmaya çalışıyormuş. Filiz ise garip sesler çıkararak hoplayıp zıplayan bu Japonu meraklı ve gülen gözlerle takip ediyor ve hiç bir şey yapmadan ortada öylece duruyormuş.
Müsabaka bir müddet böyle devam ettikten sonra Japon bir anda büyük bir bağırtı ile Filiz Nurullah'a hamle edivermiş! Filiz ise hiç istifini bile bozmadan bunun iki bileğini yakalayıverip yere yatırmış. Sonra da o koca gövdesi ile bunun döşüne oturmuş!.. Adeta tonlarca ağırlıktaki bir kayanın altında kalmışçasına acıdan bağırmaya başlayan Japon'unun bu bağırtısının arasında Japonca bir şeyler de dediğini farkeden bizim Filiz, orada bulunan tercümana seslenmiş:
-"Ne diyor bu?!!.."
Bunlara yanaşan tercüman, Filiz'in koca gövdesi altında inleyip duran Japon'a yanaşıp, dediklerini dinledikten sonra Filiz Nurullah'a dönmüş:
-"Diyor ki: Böyle müsabaka olmaz! Müsabaka dediğinde oyun yapılır!.. Bu benim üstümde öyle oturdu kaldı, hiç bir şey yapmıyor!.."
Bunun üzerine Filiz Nurullah tercümana gülerek şöyle demiş:
-"Söyle ona, oyun yapılmasına ben de karşı değilim!.. Buyursun, bildiği bütün oyunları yapmakta serbesttir!.."
Ve demeye gerek yok ki, bu cevap üzerine Japon'un "pes" etmekten başka bir çaresi kalmamış!..
Hiç yorum yok