Fatih ile Eşrefzâde
Fatih Sultan Mehmed Han’ın annesinin dilinde bir hastalık (kangren) çıkar. Uzman
kişilerin hepsini çağırmışlar,
çare bulunamamış.. Fatih’in
dergâh-ı âli çavuşlarından biri
İznik’te, Eşrefzâde’nin dergâhında, onun sohbetine katılmış ve onun kerametlerine
tanık olmuştur. Bu çavuş, Fatih’in vezirine giderek şöyle der:
“İznik’te ulu bir insan gördüm, kerametlerine tanık oldum. Eğer o aziz insanı
buraya getirirseniz, ümit ederim ki sultanımızın annesi şifa bulur.”
Vezir de durumu hemen padişaha haber verir. Padişah, o şahsı saraya getirmelerini
söyler. Kapıkulu askerleri (saray askerleri) İznik’e gider ve Eşrefzâde’ye bu
emri söylerler.
O da: “İlahî emir yoktur, gidemem.”
der.
Görevliler, Eşrefzâde’yi birkaç defa saraya çağırmalarına rağmen Eşrefzâde,
yine ilahî emir olmadığı için gelemeyeceğini söyler. Onlar da durumu padişaha
bildirirler. Padişah, bu sefer öfkeli bir şekilde: “Gidin, onu öldürün!” der.
Asker, padişahın bu emrini yerine getirmek için İznik’e doğru yola çıkar.
İznik yakınlarında Derbent isminde,
halkı kâfir olan
bir belde vardır.
Askerler, o gece
orada kalırlar. Niyetleri, Eşrefzâde’yi
şarapla boğarak öldürmektir.
Bu durum, Eşrefzâde’ye
malûm
olur. Namazını kıldıktan sonra yanındakilerle birlikte dergâhın kapısına
çıkar, elindeki asaya dayanarak askerlerin
geleceği tarafa dönüp
beklemeye başlar. Eşrefzâde’ye
bir heybet gelir ki kimsenin hareket etmeye, konuşmaya cesareti kalmaz.
Bir süre sonra askerler gelir. Eşrefzâde, elindeki asayı yere vurarak: “Hoş geldiniz,
padişahın askerleri!” deyince, askerlerin akılları başlarından gider ve sersem olurlar.
Sultan Eşrefzâde, dervişlere: “Gidin, şu yükü getirin.” der. Dervişler,
şarabı indirirler. Eşrefzâde, bir kazan getirmelerini söyler. Kazan gelince,
Eşrefzâde: “Bismillahirahmanirrahim” diyerek içki dolu tulumları açar. Orada
olanlar şaşkınlık içinde, şarabın beyaz
bala dönüştüğünü görürler.
Eşrefzâde, askerlere der ki: “Şimdi
Hakk’ın iradesi gerçekleşti, İlahî emir geldi, sultana haber verin, bu sefer
geleceğim.” Askerler de saraya gelerek olanları ve konuşulanları, sultana
anlatırlar. Fatih’in içine bir sevgi ateşi düşer. Sultan Fatih, ilk iş olarak,
onu bizzat karşılayacağını söyler.
Âlimler ve vezirler hepsi birden: “Siz,
Müslümanların halifesisiniz; o ise, sadece bir derviştir. Onu, saray kapısında karşılamanız
yeterlidir.” derler. Saray görevlileri, Karamürsel’de Eşrefzâde için bir sandal
hazırlar. Eşrefzâde, hazırlanan bu sandala binerek İstanbul’a gelir. Padişah
Hazretlerine, Eşrefzâde’nin yaklaştığı haber verilir. Padişah, onu Demirkapı’da
karşılar ve daha önceki davranışından dolayı da ondan özür diler. Eşrefzâde’yi
özel dairesine götürerek yanına saygıyla oturur.
Onun vaaz ve nasihatini dinler. Eşrefzâde, padişaha: “Ey İslâm’ın halifesi! Bize düşen görev nedir? Buyurun yapalım.”
der. Padişah Hazretleri buyururlar ki: “Çok
sevdiğim annemin ağzında bir hastalık ortaya çıktı. Konuşamıyor, yemek yiyemiyor,
hekimler çare bulamadılar. Şimdi, bu derdin çaresi için sizden himmet ve dua
bekliyorum.”
Eşrefzâde, hemen ellerini cebine sokar, bir miktar bitkisel şeker çıkarır,
mübarek nefeslerine tutarak padişaha verir ve şöyle der: “Bu şekeri annenize verin, eriyinceye kadar ağızlarında tutsunlar.”
Padişah, hemen haremağasını çağırır
ve şekeri, onunla annelerine
gönderir. Haremağası, şekeri
valide sultana verir
ve ağızlarında tutmaları gerektiğini
söyler. Valide Sultan,
şekeri ağzına koyar.
Allah’ın izniyle şeker eridikçe, Valide Sultan iyileşmeye başlar. Şeker,
tamamen eridiğinde ağzında hastalıktan hiçbir eser kalmaz. Valide Sultan,
tekrar konuşmaya başlar.
Padişah, bu kerameti yakından gördüğü için Eşrefzâde’ye cân u gönülden
hürmet gösterir. Ona, yüklü miktarda altın ve gümüş vermek ister. O, bunların
hiçbirisini kabul etmeyerek:
“Sultanım! Siz bu değerli gümüş ve
altınları kullarınıza (askerlerinize) verin, savaşa hazırlanın. Bizim gibi
dervişlerin buna ihtiyacı yoktur.” der. Padişahın üzülmemesi için, biraz
para alarak izin ister. Padişah Hazretlerine veda edip çıkar. Saray hizmetlilerine ve
iskeledeki fakirlere, aldığı
paranın hepsini dağıtır.
Yanında hiç para kalmaz. Deniz
yoluyla, Karamürsel’e ulaşır. Halk ve dervişler, Eşrefzâde’yi karşılamak için
İznik’ten Karamürsel’e gelirler. Eşrefzâde, hemen ellerini kaldırıp şöyle dua eder:
“Ey Yüce Rabbim! Bugünden sonra senden
dileğim şudur: Bizi, sultanların kalbinden; sultanları da bizim kalbimizden
çıkar.”
Eşrefzâde, dervişleriyle İznik’teki
dergâhında kalmaya başlar.
Padişahın kalbine düşen aşk ateşi
iyice alevlenir. Sultan, çok kısa bir zaman geçmesine rağmen ayrılığa sabredemez
ve yanına has adamlarından birkaç kişi alır ve kıyafet değiştirerek İznik’e gider.
Eşrefzâde’ye: “Sultanım! Bizi dervişliğe
kabul et, bize dünya saltanatı gerekmez.” der. Eşrefzâde de: “Sultanım! Siz gidin, adaleti kendinize
kılavuz yapın; o zaman, bütün peygamber ve evliyanın yardımı sizinle olur.”
diyerek onu devletin başına gönderir. Padişah, teselli bularak işinin başına
döner
O asırda olan pâdişâhın anasının dili tutuldu. Derler ki, o vakitde bulunan hukemâ da’vet olunup, Pâdişâh dedi:
“Vâlidemin dili açılmalıdır. Her ne kadar ki ilâç eylediler, çâre olmadı.” Âciz kalıp dediler:
“Pâdişâhım her ne kadar mu’âlece var ise, eyledik. Allah, te’sîrini halk etmedi. Bu, nefese muhtâçdır. İlâç ile olur değildir. Bu emri ulemâ kullarınızdan suâl eyleyiniz. Onlara sipâriş buyurunuz.”
Pes, pâdişâh, Şeyhülislâm’ı ve Sadreyn Efendileri vesâir ulemâ da’vet olunup pâdişâh dedi:
“Vâlidemin dili tutuldu, du’â edin. Elbetde açılmak gerekdir.”
Ulemâ dediler:
“Bizler, kitâplarda tahrîr olunan emr ü nehyi bildirmeye kâdiriz. Bu emr-i asîr (zor iş), bizim elimizden gelmez. Ehl-i tarîk olan meşâyıhler, vera’ ve mücâhede ve riyâzat sâhibleridir. Keşf ü kerâmet ile ma’rûflardır. Müstecâbü’d-da’ve (duaları kabûl edilen) onlardır. Onlar, sâhibü’l hâl ve sâhibü’l-esmâdır. Bu emr, onların yüzünden vücûda gelir.”
Pes, pâdişâh dahi ne kadar meşâyıh-ı tarîk var ise ihzâr eyledi. Dedi:
“Vâlidemin dili tutuldu. Du’â mı edersiz, teveccüh mü edersiz; vâlidemin dili açılmak gerekdir. Ve illâ diyârımda durmazsız.”
Pes meşâyıh dediler:
“Bize üç gün mehl verin, müşâvere edelim,” deyip gitdiler. Üçüncü gün huzûr-ı pâdişâha gelip dediler:
“Bu iş bizim birimizin elinden gelmez. Zîrâ, bu umûra birimizin kudreti yokdur. Bizler hemân icrâ-yı tarîk için post şeyhleriyiz. Bu emrin vücûd bulması İznik’de Eşrefzâde Şeyh Abdullah vardır, onun elinden gelir. İçimizde ondan gayrı ehl-i hâl yokdur.” deyip cevâb verdiler.
Pes, pâdişâh dahi İznik’e adam gönderip Eşrefzâde’yi getirdiler. Pâdişâh azîm ikrâm eyledi.
Dedi:
“Vâlidemin dili tutuldu.”
Şeyh dedi:
“Bizim dahi vâlidemiz olup önümüze gelir.” Çün vâlideyi şeyhin önüne götürdüler. Şeyh bir filcân ile su istedi. Getirdiler. O suyun üzerine okuyup üfledi, vâlideye verdi. Vâlide dahi içti, “elhâmdüli’llâh” dedi. Pâdişâh’a müjde eylediler. Vâlide, tekellüm etmeğe başladı. Şeyh Eşrefzâde’ye azîm ikrâm eylediler. Vâfir altın vesâir nesne verdiler. Kabûl etmedi.
Pâdişâh dedi:
“Şeyh Efendi tekkenizi tecdîd edelim.”
Şeyh dedi:
“Pâdişâhım, o tekke, bizim gibi nice şeyhi eskidir.”
Dedi:
“Tekkenizi vakf ta’yîn edeyim.”
Şeyh dedi:
“Dervîşler vakıf çeşmesinden su içmezler ve ondan abdest almazlar.” Pâdişâh, etbâ’ına ve vâlidesine dedi:
“Nice edelim, şeyhe bir nesne kabûl etdiremedik.”
Vâlidesi dedi:
“Ben kabûl etdiririm.”
Vâlide şeyhe dedi:
“Ey şeyh, ulû’l-emre itâat var mıdır?”
Dedi:
“Vardır!”
Vâlide dedi:
“Bu altını alırsın.”
Şeyh dahi bi’z-zarûre aldı. Pâdişâh dedi:
“Bu kadar nesne ne olsa gerekdir. Bir şey dahi kabûl etdirmeğe bir çâre olsa!”
Hüdemâ dediler:
“Bir kaç köy bir siyâh cariyenin üzerine edesiz. Câriyeyi dahi şeyhe bağışlayasız.”
Pâdişâh böyle eyledi. Şeyh giderken aldığı altınları sarây içinde beşer onar, ona buna verdi. Meğer şeyhin altın verdiği adamların vâlidede alacakları var imiş. On altın alacağı olana on altın vermiş. On beş altın alacağı olana on beş altın vermiş. Her kimin vâlidede ne kadar alacağı var ise, şeyh ona o kadar altın vermiş. Ba’dehu, Harem kapısı’ndan taşra giderken bir siyâh câriye şeyhin koltuğuna girdi. Şeyh, pâdişâhın yüzüne bakdıkda pâdişâh dedi:
“Sizin abdest suyunuza yardım eder.”
Ve şeyh dahi hankâhına geldi. Ba’de zamânin bir gün bir niceler şeyh ile kelâm ederler idi. Kelâmları terk ile fenâ bahsine erişdi.
Şeyh dedi:
“Bir sâat pâdişâh huzûrunda oturdum. Kalktığım yere yedi yılda oturamadım.”
“Vâlidemin dili açılmalıdır. Her ne kadar ki ilâç eylediler, çâre olmadı.” Âciz kalıp dediler:
“Pâdişâhım her ne kadar mu’âlece var ise, eyledik. Allah, te’sîrini halk etmedi. Bu, nefese muhtâçdır. İlâç ile olur değildir. Bu emri ulemâ kullarınızdan suâl eyleyiniz. Onlara sipâriş buyurunuz.”
Pes, pâdişâh, Şeyhülislâm’ı ve Sadreyn Efendileri vesâir ulemâ da’vet olunup pâdişâh dedi:
“Vâlidemin dili tutuldu, du’â edin. Elbetde açılmak gerekdir.”
Ulemâ dediler:
“Bizler, kitâplarda tahrîr olunan emr ü nehyi bildirmeye kâdiriz. Bu emr-i asîr (zor iş), bizim elimizden gelmez. Ehl-i tarîk olan meşâyıhler, vera’ ve mücâhede ve riyâzat sâhibleridir. Keşf ü kerâmet ile ma’rûflardır. Müstecâbü’d-da’ve (duaları kabûl edilen) onlardır. Onlar, sâhibü’l hâl ve sâhibü’l-esmâdır. Bu emr, onların yüzünden vücûda gelir.”
Pes, pâdişâh dahi ne kadar meşâyıh-ı tarîk var ise ihzâr eyledi. Dedi:
“Vâlidemin dili tutuldu. Du’â mı edersiz, teveccüh mü edersiz; vâlidemin dili açılmak gerekdir. Ve illâ diyârımda durmazsız.”
Pes meşâyıh dediler:
“Bize üç gün mehl verin, müşâvere edelim,” deyip gitdiler. Üçüncü gün huzûr-ı pâdişâha gelip dediler:
“Bu iş bizim birimizin elinden gelmez. Zîrâ, bu umûra birimizin kudreti yokdur. Bizler hemân icrâ-yı tarîk için post şeyhleriyiz. Bu emrin vücûd bulması İznik’de Eşrefzâde Şeyh Abdullah vardır, onun elinden gelir. İçimizde ondan gayrı ehl-i hâl yokdur.” deyip cevâb verdiler.
Pes, pâdişâh dahi İznik’e adam gönderip Eşrefzâde’yi getirdiler. Pâdişâh azîm ikrâm eyledi.
Dedi:
“Vâlidemin dili tutuldu.”
Şeyh dedi:
“Bizim dahi vâlidemiz olup önümüze gelir.” Çün vâlideyi şeyhin önüne götürdüler. Şeyh bir filcân ile su istedi. Getirdiler. O suyun üzerine okuyup üfledi, vâlideye verdi. Vâlide dahi içti, “elhâmdüli’llâh” dedi. Pâdişâh’a müjde eylediler. Vâlide, tekellüm etmeğe başladı. Şeyh Eşrefzâde’ye azîm ikrâm eylediler. Vâfir altın vesâir nesne verdiler. Kabûl etmedi.
Pâdişâh dedi:
“Şeyh Efendi tekkenizi tecdîd edelim.”
Şeyh dedi:
“Pâdişâhım, o tekke, bizim gibi nice şeyhi eskidir.”
Dedi:
“Tekkenizi vakf ta’yîn edeyim.”
Şeyh dedi:
“Dervîşler vakıf çeşmesinden su içmezler ve ondan abdest almazlar.” Pâdişâh, etbâ’ına ve vâlidesine dedi:
“Nice edelim, şeyhe bir nesne kabûl etdiremedik.”
Vâlidesi dedi:
“Ben kabûl etdiririm.”
Vâlide şeyhe dedi:
“Ey şeyh, ulû’l-emre itâat var mıdır?”
Dedi:
“Vardır!”
Vâlide dedi:
“Bu altını alırsın.”
Şeyh dahi bi’z-zarûre aldı. Pâdişâh dedi:
“Bu kadar nesne ne olsa gerekdir. Bir şey dahi kabûl etdirmeğe bir çâre olsa!”
Hüdemâ dediler:
“Bir kaç köy bir siyâh cariyenin üzerine edesiz. Câriyeyi dahi şeyhe bağışlayasız.”
Pâdişâh böyle eyledi. Şeyh giderken aldığı altınları sarây içinde beşer onar, ona buna verdi. Meğer şeyhin altın verdiği adamların vâlidede alacakları var imiş. On altın alacağı olana on altın vermiş. On beş altın alacağı olana on beş altın vermiş. Her kimin vâlidede ne kadar alacağı var ise, şeyh ona o kadar altın vermiş. Ba’dehu, Harem kapısı’ndan taşra giderken bir siyâh câriye şeyhin koltuğuna girdi. Şeyh, pâdişâhın yüzüne bakdıkda pâdişâh dedi:
“Sizin abdest suyunuza yardım eder.”
Ve şeyh dahi hankâhına geldi. Ba’de zamânin bir gün bir niceler şeyh ile kelâm ederler idi. Kelâmları terk ile fenâ bahsine erişdi.
Şeyh dedi:
“Bir sâat pâdişâh huzûrunda oturdum. Kalktığım yere yedi yılda oturamadım.”
umutrehberi.com
Hiç yorum yok