İbni Arabi Risaleleri-RİSALETU’L İNTİSAR
RİSALETU’L İNTİSAR
İNTİSAR RİSALESİ
Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.
İNTİSAR RİSALESİ
Bismillahirrahmanirrahim
Bir olan Allah'a hamdolsun.
Bu, Abdullatif b. Ahmed b. Muhammed b. Hibetullah'ın sorusuna cevap olmak üzere kaleme alınan "İntişar Risalesi"dir. Adı geçen şahıs soruyu bir mektupla şeyh, imam, alim, arif, muhakkik Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Arabi el- Hatemi'ye (r.a.) iletmiştir.
Allah'a hamdolsun. O'nun seçtiği kullara ve Abdullatif b. Ahmed b. El-Bağdadi'ye selam olsun. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun.
İlham ettiklerinden ve bilmediğim şeyleri bana öğrettiğinden dolayı Allah'a hamdediyorum. Allah'ın fazlı ve keremi büyüktür. Sırlarının mirasçısı Hz. Peygambere ve tertemiz ehlibevtine salat ve selam olsun. Naklettikleri sözlere güvendiğim bazı kardeşler sizinle es-Saykal olarak bilinen Şeyh Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah eş-Şerif el- Fasi arasında tasavvuf yoluyla ilgili bazı soruların cereyan ettiğini ilettiler. Allah onun izini baki kılsın ve onun şahsında bize yönelik nimetini tamamlasın. Bu güvenilir arkadaşların bana bildirdiklerine göre Ebu Abdullah eş-Şerif size ne sormuşsa ona ilim ehlinin (Allah onlardan razı olsun) yolunu izleyerek yeterli ve açıklayıcı cevaplar vermişsiniz. Yine bana haber verdiklerine göre siz de ona birkaç soru sormuşsunuz. Ama o bu sorulardan birine cevap vermemiş. Ardından bu soruya sizin cevap vermenizi istemiş. Bu soruya cevap mahiyetinde bir şey söylediniz mi söylemediniz mi; bilmiyorum. Bana ulaşan haber bu kadar.
Allah sizi aziz kılsın. Ben, adı geçen eş-Şerif Ebu Abdullah ile meclislerinde karşılaşmadım, onu fiili olarak da sınamış değilim. Ne var ki, birden fazla güvendiğim şahıs Ebu Abdullah'ın geniş bir ilmi güce sahip olduğunu, ufkunun geniş olduğunu haber verdiler. Bu gücü zevk yoluyla mı yoksa nakil yoluyla mı elde etti; bilmiyorum. Allah doğrusunu daha iyi bilir, ama halinden anladığım kadarıyla o bir nakil ehlidir. Bu yolda nakil ehlinin acizliğine bakılmaz. Çünkü meseleler zevk ile ilgilidir, nakil ehli olmak ise bir haldir. Bununla beraber dört engelden birinden ötürü bana göre onun vakıf olması ihtimal dahilindedir.
Birinci Engel:
Vakit ve mekan açısından söz konusudur bu engel. Bu konunun kapsamına giren meseleler kendi içinde büyük bir değere sahiptir. Çünkü ilahi huzurlardan safa ve vücut ehlinin kalplerine varit olmuşlardır. Bu nedenle uygun vakit ve müsait kardeşler bulununcaya kadar, kendi bilginiz çerçevesinde her yerde konuşmanız uygun olmaz.
Çünkü zaman olur, topluluğun yolunu ve işaretlerini bilmeyen, zevk ehli olmayan, onların amaçlarını inceleme imkanını bulmayan, buluşma vakitlerinde onların şeyhlerinin toplantılarına devam etmeyen bazı kimseler de herhangi bir meclise katılabilir. Bu takdirde kendisi adına ve meclise katılan bir münkir açısından endişeye kapılır. Bu durumda ona acıdığı için susar, ki inkar etmesin. Aksi takdirde aldığı cevap karşısında apışıp kalır. Eğer Musa (a.s.). Hızır'a ilahî şarta bağlı olarak tabi olmasaydı, mutlaka yaptıklarından dolayı onu cezalandırırdı. Çünkü bu fiiller için öngörülen hükümler onun şeriatında belirlenmiştir.
Görmüyor musunuz; Musa başta koşulan şartı unuttuğunda derhal yapılan işi inkar etmeye ve sorgulamaya başlıyor?! Hızır şartı hatırlatınca Musa (a.s.) susuyor ve nihayet kıssaları bildiğimiz surette son buluyor. Hızır tarikat ehlinin başıdır. Sufi topluluğunun seyididir. O halde yolun temeli; söz ve fiilde teslimiyettir. Bunun da örnekleri o kadar az ki!
İkinci Engel:
O, sizde olduğunu sandığı veya bildiği bir sırdan dolayı sizin yanınızda edeplenmek, sizin sözlerinizden bereketlenmek ve sizden faydalanmak istemiştir. Nitekim bu faydayı sağladığı ve kendi içinde nefsiyle mücadeleye başladığı anlaşılıyor. Çünkü konuşma kudreti varken kişinin bildiği bir şeyi söylemekten kaçınması nefse en ağır gelen şeylerden biridir.
Üçüncü Engel:
Bu yolda konuşmak, tartışmaya, araştırmaya ve incelemeye değil, ledünni bağışların kapısının açılmasına bağlıdır. Bunlar parlatılmış, hükmün tecelli etmesine ve müşahedenin gerçekleşmesine hazır hale getirilmiş himmet aynalarıdır. Çünkü kalplerde himmet oluşunca berraklaşırlar, konuşurlar, yücelirler. Derken vasıl olurlar, idrak ederler ve sahip olurlar. Allah dilerse vasıl olurlar, dilemezse, onları bir yerde tutar. Allah size lütuf ve keremini bahşetsin, bilesiniz ki, berraklık, saflık yola göre dereceler itibariyle farklı üstünlükler arz eder. Dolayısıyla bu yolda saf biri olabildiği gibi daha saf biri de olabilir. Bu gruptan iki adam aynı yerde, biri saf, biri de daha saf olarak buluştuklarında, bunlardan birinde, bizim tarikatımıza göre saflık nuru bulunur ve bu nur ona bir güç verdiği gibi keşiften de engeller. Çünkü bize göre nur, gözü zayıf olan kimseler için bir perdedir.
Zayıflık bu halin kendisinde durmaktır. Ancak ilahi rahmet ve cömertliğin etkisiyle engellenmiş olması başka. Bu rahmet ve cömertlik ona bulunduğu yerde ulaşır ve bu noktada idrak etmesini gerektirir. Bunun neticesinde aralarında konuşma yaşanır. İşte bu büyük engellerden biridir. Adı geçen alimin mübarek suskunluğunun bundan kaynaklanmış olması muhtemeldir.
Dördüncü Engel:
Suskunluğunun acizlikten ve sınırlılıktan kaynaklanmasıdır. Bazı alimler, kendi alanına giren ilmin teferruatına dair meselelerde acizlik gösterirler. Eğer o da bu durumda ise, mağribteki sufilerin en hakiri, süluku en az, açılımları en eksik, perdeleri en kalın olan ve Allah'ın yardımına muhtaç kul, adı geçen Ebu Abdullah'a yönelttiğiniz ve kendisine ulaşan sorularınıza cevap vermek ister. Allah'a yemin ederim ki, eğer bizden hakikat pınarına ulaşanları görsen, hakta fena bulduğun ilk anda yok olurdun. Çükü mağrip fetihlerine hiçbir fetih benzemez. Mağribin payına varlık zamanı olarak gece düşmüştür. Allah'ın kitabında, her yerde gece gündüzden önce zikredilir. Peygamberlerin isrası (gece yolculuğu/miracı) onda gerçekleşmiştir. Faydalar geceleri elde edilir. Hak gece vakti kullarına tecelli eder. Gece, takdirlerin akışı altında yaşanan bir sükut vaktidir. Gece gayedir. Çünkü gece iddianın yokluğudur; ne varlık kalir, ne şekil. Mağribin fethini sırlar ve başka şeylerin fethi kılan Allah'a hamdolsun. Açılmamış sırlar ancak bizim yanımızda(mağribte) açılır (sırların bekaretini biz bozarız). Sonra doğunuza dullar olarak doğarlar. O zaman da iddetlerini tamamlamış oldukları için de maşrıkm ufuklarında onlarla nikahlanırsınız. Nikahtan lezzet almak hususunda bizle siz eşitleniriz. Ama bekareti bozma lezzetini sadece biz alırız. Bu nedenle bu zayıf kul, bizim tarikatımızın özgür bahadırları suretler mahfelerine, hitap mülahazalarından ve söz diyaloglarından arınma perdelerinin gerisine girdiklerinden, size cevap verme hususunda içinde karşı konulmaz bir himmet hissetti. Tarikatın temel prensibi açısından cevap vermekten kaçsan da, soruyu soran kimse buna başlamıştır bir kere. Mağribimiz esasında bizim cevabımız bundan farklıdır. Bu yüzden büyük bir himmeti gerektiren bu zorluğa binmiş oldum ki, ayn makamında oturmuş olmayayım.
Kul der ki: Cevabımızdan önce söylenmesi gerekeni söylememiz gerekir. Piyoruz ki: Allah, doğruyu söyler ve O doğru yola iletir. Bu tarikatta, senin sorduğun çerçevede, anlamlarla ilgili olarak sorulmuş bir soru, tasavvuf topluluğu önderleri (r.a.) açısından tasavvur edilemez. Onlar açısından, anlamlarla ilgili sorular ancak muameleler, makamların neticeleri ile ilgili olarak tasavvur edilebilir. O da inşallah iki meselenin sonunda size yönelteceğimiz sorular çerçevesinde olabilir. Anlamlarla ilgili soru tasavvur edilemez deyişimizin nedenini inşallah açıklayacağız. Şöyle ki: bu tarikata mensup zevk ehli iki kişi bir yerde bulundukları zaman, ya aynı makamda olurlar ya da aynı makamda olmazlar. Aynı makamda olmadıkları zaman, birinin diğerinden aşağı veya diğerinden yukarı olması zorunludur. Bir dördüncü şık yoktur. Biz her kısımla ilgili olarak bir soru tasavvur edilemez diye iddia ediyoruz. Böylece de yola girmiş oluyoruz.
Şöyle ki: onlar aynı makamda oldukları zaman, bunda bir fayda olmaz. Çünkü aynı pınardan aynı kadehten içerler. Bu gerçekleşir, her biri diğeri tarafından keşfedilince, her birinin nezdinde bilgi zevk olarak hasıl olduktan sonra birinin diğerine soru sorması tasavvur edilemez. Çünkü kendisi bizzat müşahede ettiği halde birinin arkadaşına bu makamın sırlarına ilişkin soru sorması hezeyandır, fuzuli lafazanlıktır. Çünkü bir sufi "İbnu'l vakt" vaktinin çocuğudur (içinde bulunduğu anı değerlendirir), bu vakit içinde sadece kendisi için gerçekten önemli olan şeylerle ilgilenir. Zaman değerlidir, geçtikten sonra bir daha geri getirilemez.
Himmet sahibi kişi, ister ki vakit kendisinin olsun, hakimiyeti altında bulunsun. Dolayısıyla denk iki kişi arasında soru sorma tasavvur edilemez. Ancak ileride açıklayacağımız konularla ilgili olması başka. Ama bu iki kişi aynı makamda değillerse, aralarında denklik durumu ortadan kalksa, bu durumda birinin diğerinden aşağıda veya yukarıda olması kaçınılmazdır. Eğer arkadaşından aşağıda iken ona bir soru sorarsa, bu, bize göre tarikata karşı işlenmiş bir edepsizliktir. Bunun nedenini de tarikata giren herkes bilir. Bu yüzden tarikatta kökleşmiş bilgiye sahip, ayakları sağlam basan şeyhlerin, soruyu soran bir kimseye sırlarla ilgili olarak hiç konuşmadıklarını görüyoruz. Çünkü soruyu soran kişi ya yeni başlamış bir ümmidir, ya da ilimle haşir neşir olmuş, ilmi bir tarafından edinmeye başlamıştır. İlim derken ders, araştırma ve içtihat ilimlerini kast ediyorum, zevk ilimlerini değil. Bu sırları yeni başlayan avamdan bir kişiye açmak haramdır. Çünkü bu, hikmeti ehil olmayan birine sunmak anlamına gelir. Bu onun körlüğünü ve cehaletini artırır sadece. Hatta bu ehil olmayan kişi kendi cehaleti ve körlüğü çerçevesinden bundan yararlanmaya kalkar. Günün birinde bu sırrı ve bilgiyi senden öğrendiği için, sana karşı güzellikle muamele etse, minnet duysa bile, gün gelir bu tavrından vaz geçer, sana karşı kötülük işlemeye başlar ve senin ona verdiğin taşı sana atar. Yol meçhuldür; inkar bu yolda, oktan daha çabuk hedefine varır.
Eğer soruyu soran kişi bizim anlattığımız gibiyse, delil olmaksızın hiçbir şeyi teslimiyetle kabul etmez. İlimler zevkten ibaret olduğu ve buna dair delil bulmak da zor olduğu için, delil olarak bu ilimleri söyleyen kişinin kendisine hikmet verilen bir veli olduğunu söylemekten başka yol kalmıyor. Ancak tarikat meselelerinden herhangi birinin doğruluğuna ilişkin kanıt bulmak, bir kimsenin somut olarak veliliğini ispat etmekten daha yakın ve daha kolaydır. Çünkü masum olup doğruluğu kesin olarak haktan haber veren kimse, artık aramızda bulunmuyor. O da Hz. Resulullah(s.a.v.)tır. Dolayısıyla elimizdeki tek seçenek, zahiren itaat ediyorlarsa, takvadan ayrılmı-yorlarsa Allah'ın kulları hakkında hüsnü zanda bulunmaktır. Bu nitelikte olan kimseler için velayet tahayyül etmek, kesinlik ifade etmez. Bu gibi velilerin (r.a) sundukları meselelerle ilgili olarak somut delilleri olmaz, sadece genel bir üslup kullanırlar. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Vettakkullahe ve yuellimukum I Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor." (Bakara,282) "Ve yu'ti'l hikmete men yeşau / Allah hikmeti dilediğine verir." (Bakara,269) Fakat bu veli kimdir? Kim veya hangi delille onu bilinmezlikten tanınmışlığa çıkarır? Kaldı ki biz, Allah'ın velilerinin olduğunu, Allah'ın onlara sırlarını ilham ettiğini ve onlara hikmetini bahşettiğini biliyoruz. Fakat ne zaman bir insan Velayet iddiasında bulunursa itham edilir. Temelde onun yolunun dışında olan kimseler gibi, teferruatta ondan ayrılan kimseler de onu itham ederler. Dolayısıyla bir kimseyi somut olarak veli diye tayin etmek çok zordur. Bu kimse olağanüstü kerametler gösterse bile. Bir de maddi beşeri olağanüstülükler menzillerinin üzerine çıkıp sırların olağanüstülükleri düzeyine yükselen bir şeyhi düşünün. Onun bu sırlarla ilgili olağanüstülüklerini onunla aynı gruptan olan birinden başkası bilemez. Şimdi bu şeyhin, bu soruyu soran kişi karşısındaki durumu ne olur, bir düşünün?! Onların meseleleri açıklama yöntemleri genellikle misallerle veya kitap ve sünnetten delillerle destekleme şeklindedir.
Yani tevil ve ibret alma yöntemini esas alırlar. Ama bu kişi diğerinden daha yukarıda ise, kendisinden aşağı olan birine böyle bir soru yöneltmesi gereksiz bir zahmettir ve ondan böyle bir davranış tasavvur edilemez. Çünkü bize göre yüksek makamda olan bir kimseye, kendisinden aşağıda olan biri, herhangi bir makamın sırlarını elde ettiğini iddia etse, bu yüksek makamdaki kişi halinin şahidi olduğu için ya onu yalanlar ya da tasdik eder. Yol böyle işler. Zevki tadan kişinin zevki tatmayan kişiye sorması, cinsel birleşmeden haz alamayan kimseye orgazm anındaki lezzetin nasıl olduğunu sormaya benzer.
İtiraz ve Ayrılık:
Eğer -Allah seni muvaffak kılsın- desen ki: Bu açıklamaların senin açından bir çelişkidir. Çünkü biz yüksek makamlara sahip kimselerin yüce sırlardan söz ettiklerini, bunları birbirlerine anlattıklarını görüyoruz. Buna cevap olarak deriz ki: Bu değerlendirme beni bağlamaz. Ancak buna itiraz edilip, sırlar tasavvur edilebilir, denilmesi ve bunlara ilişkin deliller sunulması başka. Sonra tasavvuf sırlarından birini ele alıp bunun ilimdeki delili şudur, dersen, bu sırrı, senin tarikatında olmayan birine açıklarsan, o zaman bu itirazının bir anlamı olur.
Yüksek makamlardaki şahsiyetlerin birbirlerine sırları anlattıklarını inkar etmiyorum. Bu, sahip olunan nimetleri başkalarına anlatmaya benzer. Padişahın huzuruna davet ettiği, kendisini görmelerine fırsat verdiği, yanında sohbet etme ziyafetine nail kıldığı iki kişinin döndükten sonra oturup bu mecliste gördüklerini, kral ın kendileriyle konuşmasını, kendilerinin kralla sohbet etmelerini, kralın bahçelerinde akan nehirleri gördüklerini, uçuşan kuşların ötüşlerini dinlediklerini, güllerin kokularını aldıklarını, türlü meyvelerden yediklerini birbirlerine anlatmaları gibi. Yüksek makamlardaki şahsiyetlerin sırları birbirlerine anlatması da bu şekilde olur, birbirlerinden sırlara dair delil istemek şeklinde değil. Allah veliyi muvaffak kılsın, ilminin kereminden bize bu yolu gösterdi.
Hatırlatma:
Ey dostum! Bundan sonra şunu da aklında bulundur: Öğüt, müminlere fayda verir. Bu yolda soru sormanın büyük bir şartı vardır. Daha önce de işaret edildiği gibi sorunun yerini ve cevap verilen bağlamı kast ediyorum. Bir kere soruyu soran kişi, meselenin makamını, ölçüsünü ve nereden kaynaklandığını bilmek durumundadır. Ayrıca varlık huzurlarında pay sahibi olmalıdır. Soru sorulan kişinin değerini, bu soru karşısındaki makamını bilmekle yükümlüdür. Eğer soruyu soran kişi, sorulanın soru ile ilgili halini müşahede ederse, o zaman soruyu sormalıdır. Ki mümkün olursa eğer konuşma esnasında sözü ile hali uyumlu olsun. Çünkü bizim tarikatımızda kesin olarak bilinen bir husus vardır: Kişi bu yolun makamlarından bir şey tattığı, bu makamlarla bağlantılı olarak bir huyla ahlaklandığı zaman, bunun onun zahiri üzerinde etkili olması kaçınılmazdır. Bu etkiye halin şahitliği adı verilir. İtimat edilen sahih kanıt budur, fesahat veya bağırıp çağırma değil. Sebeplerin tamamen kesildiği durumlarda, kaderin akışı altında sükut ettiklerini, Allah'tan kendilerine gelen türlü belalar ve acı veren azaplar karşısında sevindiklerini ve hiçbir şekilde değişime uğramadıklarını görmüyor muyuz? İşte halin şahitliği budur. Bu onlar açısından Allah'ın muradına razı olmaya, teslimiyet göstermeye dair yakin derecesinde bir kanıt hükmündedir.
İster ilahi hüküm onlar açısından kötü tezahür etsin, ister sevindirsin, ister fayda versin, ister zarar dokundursun, fark etmez. Onlar söyleyen kişiyi fiil halinde müşahede ederler ve güzellikten başka bir şey görmezler. Bu yüzden bu tarikattaki her insanın konuştuğunu görüyoruz, ama vasfettiği-ni görmüyoruz. Ey samimi dostum! Senin için - sana karşı benden bir sui edep gibi görünse de, aslından benden sana bir azarlama ve gayret göstergesidir- ki soruyu sorduğun kişinin halinin şahitliğine bakman bir gerekliliktir. Eğer onun hali sana, soruyla ilgili bu makamlarda derinleştiğini, ama konuşmadığını gösteriyorsa, mazereti kabul edilir ve halinin şahitliği yeterince açıklayıcıdır. Eğer bundan farklı bir halde ise ve sen sorulmaması gereken birine soru sormuşsan, pişmanlık duyup istiğfar etmen gerekir. Yaptığın bu işten tevbe etmen lazım gelir. Düştüğün çukurdan çıkmak için Allah'a yalvar.
Veli bildi. Allah ona hatasını göstersin ve rabbini tercih etmesini nasip etsin. Şeyh Ebu Abdullah'a yönelttiğiniz sorulardan ikisi hariç hepsi bana ulaştı.
Birinci mesele: Resulullah'ın (s.a.v.) "Allah'ı arayan bulur." sözü ile Bayezid'in (r.a) "Salik geri çevirilir ve yol kapalıdır." Sözü nasıl telif edilir? Size de gizli olmadığı gibi, bu sözlerden birinin hedefi ile diğerinin hedefi ve yönü aynı değildir. Dolayısıyla iki sözün birbirinin zıddı olduğuna ilişkin tez sahih değildir. Bu nedenle iki sözü telif etmek veya birini iptal etmek gereksizdir. Sanki ikisini de aynı kişi söylemiş gibi bir durum ortaya koymak ya da iki şahsın aynı makamdan, aynı maksada matuf olarak iki değişik söz söylemiş olduklarını çağrıştırmak lazım gelmez. Ya da birinin ispat ettiğini, öbürü nefyetmiş gibi bir durum söz konusu değildir. Bu anlamı vehmettirecek bir söze bile gerek yoktur. Dolayısıyla iki soruda bu şartlardan hiçbiri yoktur.
İkinci soru: Hüseyin b. Mansur'un şu sözleri:
Bana, içtiğinin aynısını içirdi
Bir misafirin diğerine yaptığı gibi.
Bu beytin anlamı nedir?
Bu iki soruya ilişkin olarak size cevap verme gereğini duydum. Benim açımdan vakte uyan dinleyenin kabul ettiği bir makamda yöneltilmesi durumunda bu iki soru da sahihtir. Ancak maksadın tam olarak gerçekleşmesi noktasında yetersizlik söz konusudur. İnşallah benim bu iki soruyla ilgili söyleyeceklerimden sonra bir konuşma gerçekleşirse, dostuma bu iki meseleyle ilgili olarak elli soru yönelteceğim ve sözünden bereketlenmek ve el yazısını teber-rüken almak maksadıyla ondan cevap isteyeceğim. Allah hazinelerinin lütuflarından herkese inşallah yardım etsin.
Birinci Mesele:
Veli (Allah onu dost edinsin) soruyor: Sevgili Peygamberin (s.a.v.) "Allah'ı arayan bulur" şeklindeki sözü ile Bayezid'in (r.a) "Salik geri çevrilir ve yol kapalıdır" şeklindeki sözü nasıl telif edilir? diye. Yukarıda bazı değerlendirmelere yer vermiştim. Biz diyoruz ki:
Tasavvuf tarikatından nefes koklayan veya zihinlere yakın kılınmış bir parıltıyı fark eden kimsenin böyle bir soru sormaması gerekir. Çünkü iki şeyi bir araya getirmek ne kadar mümkün olsa da aralarında bir şekilde farklılık ortaya çıkar. Maksadın hasıl olması ile irade edilen arasında bir şekilde bir ayrılık belirginleşir. İki şey bir açıdan aynı görünürken başka açılardan bundan farklı bir konum arze-debilirler. Bunu da ilimlerle uğraşan ve ilim sahasına ayağını sağlam basan kişilerden başkası bilemez. Biz şimdi bu iki sözü inşallah en kolay bir yolla telif edeceğiz ve bundan ötesini de örtme yoluna gideceğiz. Daha yukarı veya kapalı kısmını perdeleme gereğini duyacağız. Çünkü Bayezid'in makamı son derece yüksektir. Başka bir gayemiz yoktur. Allah ondan razı olsun. Hz. Nebi (s.a.v.) gelince, O'na hasseten tabî olmaktan başka seçeneğimiz yoktur.
Bunun dışındaki makamlara gelince bu konumuzu ilgilendirmemektedirler. Şimdi veliye yöneliyoruz. Allah onu muvaffak kılsın. Bu mesele ile ilgili açıklamaları tamamladıktan sonra bir soru ön plana çıkıyor. Eğer istesek bu soru aracılığıyla bundan ötesine de ulaşabiliriz. Ne var ki, içlerinde zahir olan bazı sorularla yetindik ve bundan ötesini bıraktık ki zihinlere anlaşılması ağır gelmesin. Bir de biri çıkıp da bize "nereden çıktı bu soru, lafzın zahirinde bu soruyu doğuran veya bu soruya tanıklık eden bir ifade yoktur" denilmesin. İşte bunlardan dolayı lafzın zahirinde çıkmayan soruları gündeme getirmedik. Şimdi iki sözün, birbirlerinin anlamlarını artırmak suretiyle telif edilmesini ele alalım. Biz diyoruz ki: Resulullah (s.a.v.) "Allah'ı arayan, O'nu bulur" diyoruz. Bu hadis sahihtir.
Fakat Hz. Rasulullahın (s.a.v.) "Allah'ı arayan..." sözü, Allah ile veya başkasıyla anlamını da içermektedir. Eğer Allah ile olursa, O'nu bulması zorunlu olur. Ama O'nu başkasıyla arayan, O'nu nasıl bulabilir? Allah'ı bulmanın anlamı da, zat, sıfat ve fiilleri itibariyle O'nun birliğini ispat etmektir. Allah'ı nefsiyle arayan kimse için bu tevhit sahih olmaz. Çünkü arayışın kesbi ona izafe edilse de bu mecazdır. Çünkü fiiliyle Allah'ı bilmeyi arayan kimseden başkasının Allah'ı araması ve bulması sahih olmaz. Zira kulun Allah'ı araması, hak ehline muhalefet edenlerin iddia ettiklerinin aksine, Allah'ın fiillerinden bir fiildir. Çünkü Hakkı Hak ile arayanın Hakkı bulması, Hakkı bulanı gasilin elindeki ölü gibi yapar; onu istediği gibi çevirir. İradesi olan biri ölü olmaz ve iddia boyunduruğundan da çıkamaz. O'nu kendi nefsiyle arayan kimse bu kapsama girer. Allah'a sığınırız. O'na hiçbir şeyi ortak koşmam.
Bu lafızdan anlaşılan anlam bu şekilde vurgulandıktan sonra, Bayezid'in (r.a) "Salik geri çevrilir ve yol kapalıdır." şeklindeki sözü Hz. Rasulullahm (s.a.v.) bu doğru sözüyle bir noktada buluşuyor. Dolayısıyla bu söz arayan kişinin kendisi ile ilgilidir. Çünkü onun için hiçbir zaman varlık sahih olmaz. Sülukun kendisi aramaktır. Dolayısıyla "aradı" demekle "sülük etti" demek arasında fark yoktur. Salik kendi nefsi için sülük ispat ettiği sürece, bunun anlamı, onun süluku esnasında nefsini, iradesi ve ihtiyarıyla salik olarak müşahede ettiğidir. Bu makamda olduğu zaman da Allah'ın kendisinin perçeminden tutmuş olduğunu unutur. Nitekim nass da akıl da buna delalet etmektedir. Dolayısıyla bu kimse merduttur, geri çevrilir. Bu kimsenin yolunun kapalı olması da sözünü ettiğimiz bulmayı yitirmiş olmasıdır. Tıpkı Mutezililer gibi, Allah'ı mutlak ve kemal sahibi bir fail olarak olarak bulup da kendisini de O'nun dışında bir fail olarak görmesi nasıl sahih olabilir! Eğer o Müslüman ve mümin biri olsa, o Allah'ı arayandır. Arayan olmasına rağmen arayışı ve ihtiyarının hükmü altındaki bütün fiillerini gerçek anlamda nefsine nasıl izafe edebilir. Bakın bakalım, süluku bu tarzda olan herhangi bir kimse Allah'ı bulabilmiş midir?!
Beyazid, tasavvufun zahiri bağlamında az önce zikrettiğimiz hususu kast etmiştir. Tahkiki mahiyette tasavvufun batını bağlamında meseleyi ele alırsak, acaba bu sözü hangi makamda söylemiştir ve bu sözü söylediği vakitte kendisine ne tecelli etmiştir? Burası o tür ayrıntıların yeri değildir. Biz onu mazur kabul ettik. Allah'a hamdolsun, mesele açıklığa kavuştu ve bu söz ile Resulullah'm (s.a.v.) sözü telif edildi. Bu konu bu şekilde vurgulandıktan sonra, ben veliye Allah onu muvaffak kılsın bu meseleyle ilgili olarak yirmi dokuz soru yöneltiyorum:
Birincisi: "Kim Allah'ı ararsa..." sözünde neden özellikle "Allah" ismi kullanılmış, başka isimler zikredilmemiştir?
İkincisi: Bu arama anlam itibariyle nasıl kayıtlı olabilir veya olmayabilir: "Ve men yes-tağfirülahe yecidillahe ğafuren rahima / Kim Allah'tan bağışlanma dilerse Allah'ı çok bağışlayan ve çok merhamet eden bulur." (Nisa, 110) ayetinde olduğu gibi?
Üçüncüsü: Bu aramanın sebebi nedir?
Dördüncüsü: Bu arama sohbet/beraberlik makamlarından biri midir, değil midir?
Beşincisi: Arama hangi makamda olur?
Altıncısı: "Arayan..." ifadesi genel mahiyette midir yoksa özel mahiyette midir?
Yedincisi: Bu arama ile ilgili söz, mahv ve ispat (silme ve yerinde bırakma) levhinden midir yoksa ana kitaptan mıdır?
Sekizincisi: Cümle şart mı içermektedir, yoksa haber vermeye mi yöneliktir?
Dokuzuncusu: Sözü edilen bulma, zatın kendisini bulmak mıdır, yoksa başka bir şeyi bulmak mıdır?
Onuncusu: Bu arama bedenle mi, himmetle mi, yoksa ikisiyle birlikte mi olur?
On birincisi: Bu bulma, arkasında dönme olabilen türden bir bulma mıdır?
On ikincisi: Bu bulma ile beraber bir şekil baki kalır mı, kalmaz mı?
On üçüncüsü: Bu bulma, keşfetme mahiyetinde midir, müşahede etme mahiyetinde midir?
On dördüncüsü: Bu bulma özellikle sırra ait idraklerden midir, değil midir?
On beşincisi: Bu salik nedir?
On altıncısı: Bu salik ne zaman salik olmuştur?
On yedincisi: Geri çevrildiğinde, üzerindeki salik ismi zail olur mu, olmaz mı?
On sekizincisi: Yol hangisidir?
On dokuzuncusu: Belli bir yolu mu kast etmiştir, yoksa bütün tasavvuf yollarını mı?
Yirmincisi: Sır nasıl olur?
Yirmi birincisi: Bu geri çevirme nasıl olur?
Yirmi ikincisi: Bu salik nereye vardığında geri çevrilir?
Yirmi üçüncüsü: Bu söz, hal midir, nakil midir?
Yirmi dördüncüsü: Salik derken, bütün salikler cinsi mi kast edilmiştir, yoksa zihinde malum olan belli bir salik mi kast edilmiştir?
Yirmi beşincisi: Ne ile geri çevrilir?
Yirmi altıncısı: Ne ile yolu kapatılır?
Yirmi yedincisi: Niçin geri çevrilir?
Yirmi sekizincisi: Niçin yolu kapatılır?
Yirmi dokuzuncusu: Hadis ile Bayezid'in sözü arasındaki bu sülük zikrettiğimiz bu şekilden başka türlü sahih olabilir mi? İşte bu -Allah veliyi muvaffak kılsın- özetleyerek sunduğumuz yirmi dokuz sorudur. Meselenin zahiriyle genel olarak irtibatlı olan diğer soruları ise ele almadık.
İkinci Mesele: Hüseyin'in (r.a.) sözü:
Bana, içtiğinin aynısını içirdi
Bir misafirin diğerine yaptığı gibi.
Sufiler -Allah veliyi muvaffak- kılsın Allah'ın yeryüzündeki misafirleridir. Yaban ellerden O'na konuk oldular. O'nun huzurunda konakladılar. O da onları marifetiyle ağırladı. Bu yüzden Ticane'de, bütün maddi sebeplerle bağını kopararak müşahede sergisi üzerinde Hak taala ile baş başa kalan şeyhlerin şeyhi Cafer b.Ebu Medyan'e (r.a) bunun sebebi sorulduğunda şeyhlerin şeyhi şu cevabı verir: Sizden birinize bir misafir geldiğinde, bu misafir üç gün boyunca onun himayesi altında saygın bir şekilde ağırlanır. Bundan sonra, eğer geleneği bilmiyorsa, ona, bu üç gün içinde çalış, para kazan, denir. Eğer ev sahibi onu terk ederse, bu onun için utanç vesilesi olur. Dinleyenler: Doğru söyledin, dediler. Şeyh (r.a) bunun üzerine şöyle dedi: Eğer misafirlik üç günse ve söylediğimiz gibi sufiler de Allah'ın misafirleri iseler, şu halde üç günlük misafirliğimizi tamamlamadan bir meslek edinip çalışmamız gerekmez. Çünkü ayette Allah'ın günleri ile ilgili olarak şöyle buyurulmuştur: "Ve inne yevmen inde rabbike ke elfi senetin mimma tueddun / Rabbinin katında bir gün sizin saydığınızdan bin sene gibidir." (Hac,47) Her misafirlik günlerine göre belirlenir. Dolayısıyla ben de O'nun huzurunda sergisi üzerinde üç bin yılımı tamamlarsam, ondan sonra bir meslek edinip çalışırım. O zaman bana der ki: sene tamamlandı, kalk ve bir meslek edin... Şu ilahî nura bakın, ne yücedir!
Biz bu hikayeyi "misafirin misafire yaptığı gibi." sözüne bir hazırlık olması için aktardık. Sonra -Allah seni muvaffak kılsın- bu meseleye dair cevabı, makamlar elverdiğince değişik açılardan sunacağız. Öyle ki, bir adam, hakkı tanıdığı bu makamdan başka bir konumda söylerse, açıklaması, inşallah sunacağımız şerhten farklı bir tarzda olacaktır. Ben Hüseyin'i rüyamda gördüm ve "bana, içtiğini içirdi." sözünün anlamı nedir? diye sordum. Bana şu cevabı verdi: O'nun gibisi yoktur. Benim yanımdaki kelamda celal sıfatları, kemal sıfatları, tekrarlanan yedi, "onları sever, onlar da O'nu severler" sözü, ve başka şeyler vardır. Fakat adamın durumu, "Şehidellahu ennehu la ilahe illa hu / Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik eder." (Bakara, 158) makamından konuşmamı gerektirdi. Çünkü şöyle demiştir:
Hangi uzvumu ve mafsalımı kestiyse
Mutlaka orada sizin zikriniz vardı
Burada beraberinde hicap olan zikri kast etmiyor. Çünkü buna şu sözüyle dikkat çekmiştir: Eğer aramızda karşılıklı konuşma olsaydı, söz daha basit ve daha tamam olurdu. Ancak sana, kabz ve heybet halinde olarak cevap vereceğim.
Ben diyorum ki: -Allah hakkı söyler ve doğru yola iletir- Adam-Allah ondan razı olsun- zevkinden söz etmiş, halini ifade etmiş, ulaştığı noktayı açıklamıştır. Çünkü İzzet sahibi Rab, onu, ünsiyet makamlarının ilki olan pişmanlık sergisine oturtunca ona sevin kasesini sundu ki "şehidellahu ennehu lai ilahe illa hu ve'l melaiketu ve ulu'l ilmi I Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik eder, melekler ve ilim sahipleri de." (Al-i imran,18) Buyruğunu inayet suyuyla karışmış olarak içsin. Bunu içtikten sonra, bu içecek bütün azalarına sirayet etti. O zaman sevincin huzuru ve bu makamın sarhoşluğu bütün bedenini kapladı. Bunun ardından ona sırrını açtı. O zaman izzet sahibi Rab-bin tevhidini gördü. Zatı, sıfatları ve fiillerinin tevhi-dindeki sırrında karar kılmıştı. Sonra Allah'ın ilmine baktı. İzzet sahibi rabbin tevhidinin kadim ilminin içinde benimle kaim olduğunu gördü. Bunu bizzat görünce şöyle haykırdı:
"Bana, içtiğinden içirdi." Kadim ilmi kinayeli olarak içmek şeklinde ifade etti. "gibi..." ifadesini de bir kinaye olarak kendi nefsine hamletti. Dolayısıyla lafızda mecaz kullandı. Çünkü içmek, yokluktan sonra geçmiştir, ortaklıktır ve elde etmedir. Kadim olan da bütün bunlardan münezzehtir. Şiirin mecazi ifadelerin yeri olduğunu unutma. Ondan bu söz sadır olunca, izzet sahibi rab ayn kılıcını çekti ve benzeri olmayan bir el ile boynunu vurdu, müşahede marifetinin kasesinin döndüğü esnada, küllî yokluğun sergisine uzatıverdi.Bunun üzerine şöyle dedi:
Kase dönünce
Çağırdı, sergiyi, kılıcı.
Sonra ona denildi ki: Kendi dilinle kendi aleyhine seslen, durumu vasf et ve katilini, meclis arkadaşını intikamdan tenzih et. Çünkü sende olağanüstülükler sergileyeceğim. Bunun üzerine, terkibine ve mahpesine bürünmeden önce kendi aleyhine seslendi ve şöyle dedi:
Meclis arkadaşımın, bir ilgisi yoktur
İntikamımdan, o sorumlu değildir.
Bana, içtiğinden içirdi
Bir misafirin bir misafire yaptığı gibi.
(Kase dönünce, çağırdı sergiyi ve kılıcı - yaz günü şarabı zambak zehiriyle birlikte içenin hali böyle olur.) Sonra anlatıldığı gibi onu sarhoşluğuyla birlikte yarlığına geri çevirdi. O da herkesin bildiği gibi asıldı.
İtiraz: Eğer desen ki - Allah seni muvaffak kılsın- : Tevhitle ilgili bu meselede işaret ettiğin makam, ehlisünnetin inancına uygundur. Eşariler bunu bilinceye kadar ömürlerini burada tükettiler. Şu halde bu sufi alışılmadık ne getirmiştir veya hangi fazla niteleme ile bize geri dönmüştür?
Ayrılık: Buna cevap olarak deriz ki: Doğru söyledin. Söylediğin hususta Allah seni muvaffak kılsın. Ancak bu mesele ile ilgili olarak bir eşari ile bir sufi arasındaki fark, bildim ile gördüm arasındaki fark gibidir. Bu çok latif bir anlamdır ki, bizzat şahit olan, orada bulunmayandan daha üstün bir konumda olur. Şunu kesin olarak biliyoruz ki, varlıktaki halife olarak biz, O'nu müşahede eden, O'nun huzurunu müşahede eden gibi değiliz. Hiç kuşkusuz, kendi nefsinden fena bulduğun zaman O'nu müşahede edişinde celal sıfatlarından bir tane sıfat bulunur. Burada basit bir ifadeyle her bir eşariyi kast ediyoruz, sufiyi değil. Bu yüzden şöyle denilmiştir:
Bizzat gören için latif bir anlam vardır
Bu yüzden Kelim (Musa) görmeyi istemiştir.
İşte bu, yakini ilimden daha üstün olan yakini görmedir.
Buna ilişkin delilim şudur: Ehlisünnetin itikadı bu şekilde olsa da, Allah'ın takdir ettiği işler onların maksatlarından farklı bir şekilde cereyan ettiğinde, amaçlarına muhalif olarak değişirler. Bir de onların büyük belalar karşısındaki durumlarını tasavvur edin! Bu tavır, azapta azap vereni, nimette nimet vereni müşahede etmemekten kaynaklanır. Bu beytin sahibi ve onun makamına ulaşan hiç kimse değişmez. Bilakis, Allah'ın muradından dolayı sevinir, coşar. Onu kaderin akışı altında sükunet içinde beklerken tasavvur et. Onun sükuneti, hakkın onunla ilgili fiilleri karşısında itirazı terk etmekten ibarettir. İşte bu zümre (sufiler) bu özellikleriyle diğer taifelerden üstündürler. Bunun yanında bilgi bakımından da ortaktırlar. Bu meseleye cevap olması bakımından bu kadar açıklama yeterlidir.
Bu beyitle ilgili olarak veliye-Allah onu muvaffak kılsın- önceki meselede olduğu gibi yazılı olarak yirmi soru yöneltiyorum:
Birincisi: Beytin sahibi bu sözleri hangi makamdan söylemiştir? Toplanma makamından mı, ayrılma makamından mı? Bu makamlardan hangisini söylersen, sana iki soru yöneltilir:
Eğer toplama makamından söylemişse, hangi toplamada; himmetlerin toplanmasından mı, sırların toplanmasından mı? Eğer ayrılık makamından söylediğini iddia edersen, o zaman hangi ayrılıktan; sülük ayrılığından mı, dönüş ayrılığından mı?
İkincisi: Bu içecek nedir?
Üçüncüsü: Bu içme nasıl olur?
Dördüncüsü: Ne ile olur?
Beşincisi: Hangi makamda sahih olur?
Altıncısı: Sonunda sarhoş olunan bir içme midir, değil midir?
Yedincisi: Bu sarhoşluktan sonra ayıkmak olur mu, yoksa sarhoş olarak mı doğulur?
Sekizincisi: Bu içmeye eşlik eden makamlar var mıdır, yok mudur?
Dokuzuncusu: Bu içme ile susuzluğu gider mi, gitmez mi?
Onuncusu: Bu içme, fena içmesi midir, beka içmesi midir?
On birincisi: Bana içirdi, ifadesinde zamirle işaret edilen saki (içiren) kimdir?
On ikincisi: Benzerlik, lugavi midir, akli midir?
On üçüncüsü: Bu içme nedir?
On dördüncüsü: İçtiğinden, ifadesinde zamirle işaret edilen (içen) kimdir?
On beşincisi: Yaptığı gibi ifadesinin (orijinalinin) başındaki sıfat "kafi içmenin aynı düzeyde benzerliğini mi ifade ediyor, yoksa başka bir şeyi mi?
On altıncısı: "Misafirin misafire ..." ifadesinde, ev sahibine konuk olan iki kişiyi mi ifade ediyor, yoksa misafir kelimesinin biri mecazi olarak ev sahibi mi demektir?
On yedincisi: Buradaki misafirin hükmü, genel anlamdaki misafirin hükmü gibi midir, değil midir? On sekizincisi: Varlığına varlığıyla mı hitap etmiş, yoksa var edicisine mi hitap etmiş? Bunlar toplam on sekiz sorudur. İki soruda toplama ve ayrılık ile ilgili sorunun kapsamında yöneltildi. Böylece toplam yirmi soru yöneltilmiş oldu. Dostumun -Allah onu muvaffak kılsın- durumu, dostunun cevabına mahzar olan, böylece ayrıcalıklı tutularak kendisine elli soru yöneltilen kimsenin durumu gibidir. Soruları aktaran kimse de bu ayrıcalığa sahiptir. Size Kur'an, yüce ilkeleriyle feyiz verecektir. Hak, rabbani huzurundan size nuruyla yardım edecektir. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Risale tamamlandı. Allah'a hamdolsun, minnet O'nundur.
Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.
O'nun salat ve selamı efendimiz Hz. Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine olsun.
İNTİSAR RİSALESİ
Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.
İNTİSAR RİSALESİ
Bismillahirrahmanirrahim
Bir olan Allah'a hamdolsun.
Bu, Abdullatif b. Ahmed b. Muhammed b. Hibetullah'ın sorusuna cevap olmak üzere kaleme alınan "İntişar Risalesi"dir. Adı geçen şahıs soruyu bir mektupla şeyh, imam, alim, arif, muhakkik Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Arabi el- Hatemi'ye (r.a.) iletmiştir.
Allah'a hamdolsun. O'nun seçtiği kullara ve Abdullatif b. Ahmed b. El-Bağdadi'ye selam olsun. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun.
İlham ettiklerinden ve bilmediğim şeyleri bana öğrettiğinden dolayı Allah'a hamdediyorum. Allah'ın fazlı ve keremi büyüktür. Sırlarının mirasçısı Hz. Peygambere ve tertemiz ehlibevtine salat ve selam olsun. Naklettikleri sözlere güvendiğim bazı kardeşler sizinle es-Saykal olarak bilinen Şeyh Ebu Abdullah Muhammed b. Abdullah eş-Şerif el- Fasi arasında tasavvuf yoluyla ilgili bazı soruların cereyan ettiğini ilettiler. Allah onun izini baki kılsın ve onun şahsında bize yönelik nimetini tamamlasın. Bu güvenilir arkadaşların bana bildirdiklerine göre Ebu Abdullah eş-Şerif size ne sormuşsa ona ilim ehlinin (Allah onlardan razı olsun) yolunu izleyerek yeterli ve açıklayıcı cevaplar vermişsiniz. Yine bana haber verdiklerine göre siz de ona birkaç soru sormuşsunuz. Ama o bu sorulardan birine cevap vermemiş. Ardından bu soruya sizin cevap vermenizi istemiş. Bu soruya cevap mahiyetinde bir şey söylediniz mi söylemediniz mi; bilmiyorum. Bana ulaşan haber bu kadar.
Allah sizi aziz kılsın. Ben, adı geçen eş-Şerif Ebu Abdullah ile meclislerinde karşılaşmadım, onu fiili olarak da sınamış değilim. Ne var ki, birden fazla güvendiğim şahıs Ebu Abdullah'ın geniş bir ilmi güce sahip olduğunu, ufkunun geniş olduğunu haber verdiler. Bu gücü zevk yoluyla mı yoksa nakil yoluyla mı elde etti; bilmiyorum. Allah doğrusunu daha iyi bilir, ama halinden anladığım kadarıyla o bir nakil ehlidir. Bu yolda nakil ehlinin acizliğine bakılmaz. Çünkü meseleler zevk ile ilgilidir, nakil ehli olmak ise bir haldir. Bununla beraber dört engelden birinden ötürü bana göre onun vakıf olması ihtimal dahilindedir.
Birinci Engel:
Vakit ve mekan açısından söz konusudur bu engel. Bu konunun kapsamına giren meseleler kendi içinde büyük bir değere sahiptir. Çünkü ilahi huzurlardan safa ve vücut ehlinin kalplerine varit olmuşlardır. Bu nedenle uygun vakit ve müsait kardeşler bulununcaya kadar, kendi bilginiz çerçevesinde her yerde konuşmanız uygun olmaz.
Çünkü zaman olur, topluluğun yolunu ve işaretlerini bilmeyen, zevk ehli olmayan, onların amaçlarını inceleme imkanını bulmayan, buluşma vakitlerinde onların şeyhlerinin toplantılarına devam etmeyen bazı kimseler de herhangi bir meclise katılabilir. Bu takdirde kendisi adına ve meclise katılan bir münkir açısından endişeye kapılır. Bu durumda ona acıdığı için susar, ki inkar etmesin. Aksi takdirde aldığı cevap karşısında apışıp kalır. Eğer Musa (a.s.). Hızır'a ilahî şarta bağlı olarak tabi olmasaydı, mutlaka yaptıklarından dolayı onu cezalandırırdı. Çünkü bu fiiller için öngörülen hükümler onun şeriatında belirlenmiştir.
Görmüyor musunuz; Musa başta koşulan şartı unuttuğunda derhal yapılan işi inkar etmeye ve sorgulamaya başlıyor?! Hızır şartı hatırlatınca Musa (a.s.) susuyor ve nihayet kıssaları bildiğimiz surette son buluyor. Hızır tarikat ehlinin başıdır. Sufi topluluğunun seyididir. O halde yolun temeli; söz ve fiilde teslimiyettir. Bunun da örnekleri o kadar az ki!
İkinci Engel:
O, sizde olduğunu sandığı veya bildiği bir sırdan dolayı sizin yanınızda edeplenmek, sizin sözlerinizden bereketlenmek ve sizden faydalanmak istemiştir. Nitekim bu faydayı sağladığı ve kendi içinde nefsiyle mücadeleye başladığı anlaşılıyor. Çünkü konuşma kudreti varken kişinin bildiği bir şeyi söylemekten kaçınması nefse en ağır gelen şeylerden biridir.
Üçüncü Engel:
Bu yolda konuşmak, tartışmaya, araştırmaya ve incelemeye değil, ledünni bağışların kapısının açılmasına bağlıdır. Bunlar parlatılmış, hükmün tecelli etmesine ve müşahedenin gerçekleşmesine hazır hale getirilmiş himmet aynalarıdır. Çünkü kalplerde himmet oluşunca berraklaşırlar, konuşurlar, yücelirler. Derken vasıl olurlar, idrak ederler ve sahip olurlar. Allah dilerse vasıl olurlar, dilemezse, onları bir yerde tutar. Allah size lütuf ve keremini bahşetsin, bilesiniz ki, berraklık, saflık yola göre dereceler itibariyle farklı üstünlükler arz eder. Dolayısıyla bu yolda saf biri olabildiği gibi daha saf biri de olabilir. Bu gruptan iki adam aynı yerde, biri saf, biri de daha saf olarak buluştuklarında, bunlardan birinde, bizim tarikatımıza göre saflık nuru bulunur ve bu nur ona bir güç verdiği gibi keşiften de engeller. Çünkü bize göre nur, gözü zayıf olan kimseler için bir perdedir.
Zayıflık bu halin kendisinde durmaktır. Ancak ilahi rahmet ve cömertliğin etkisiyle engellenmiş olması başka. Bu rahmet ve cömertlik ona bulunduğu yerde ulaşır ve bu noktada idrak etmesini gerektirir. Bunun neticesinde aralarında konuşma yaşanır. İşte bu büyük engellerden biridir. Adı geçen alimin mübarek suskunluğunun bundan kaynaklanmış olması muhtemeldir.
Dördüncü Engel:
Suskunluğunun acizlikten ve sınırlılıktan kaynaklanmasıdır. Bazı alimler, kendi alanına giren ilmin teferruatına dair meselelerde acizlik gösterirler. Eğer o da bu durumda ise, mağribteki sufilerin en hakiri, süluku en az, açılımları en eksik, perdeleri en kalın olan ve Allah'ın yardımına muhtaç kul, adı geçen Ebu Abdullah'a yönelttiğiniz ve kendisine ulaşan sorularınıza cevap vermek ister. Allah'a yemin ederim ki, eğer bizden hakikat pınarına ulaşanları görsen, hakta fena bulduğun ilk anda yok olurdun. Çükü mağrip fetihlerine hiçbir fetih benzemez. Mağribin payına varlık zamanı olarak gece düşmüştür. Allah'ın kitabında, her yerde gece gündüzden önce zikredilir. Peygamberlerin isrası (gece yolculuğu/miracı) onda gerçekleşmiştir. Faydalar geceleri elde edilir. Hak gece vakti kullarına tecelli eder. Gece, takdirlerin akışı altında yaşanan bir sükut vaktidir. Gece gayedir. Çünkü gece iddianın yokluğudur; ne varlık kalir, ne şekil. Mağribin fethini sırlar ve başka şeylerin fethi kılan Allah'a hamdolsun. Açılmamış sırlar ancak bizim yanımızda(mağribte) açılır (sırların bekaretini biz bozarız). Sonra doğunuza dullar olarak doğarlar. O zaman da iddetlerini tamamlamış oldukları için de maşrıkm ufuklarında onlarla nikahlanırsınız. Nikahtan lezzet almak hususunda bizle siz eşitleniriz. Ama bekareti bozma lezzetini sadece biz alırız. Bu nedenle bu zayıf kul, bizim tarikatımızın özgür bahadırları suretler mahfelerine, hitap mülahazalarından ve söz diyaloglarından arınma perdelerinin gerisine girdiklerinden, size cevap verme hususunda içinde karşı konulmaz bir himmet hissetti. Tarikatın temel prensibi açısından cevap vermekten kaçsan da, soruyu soran kimse buna başlamıştır bir kere. Mağribimiz esasında bizim cevabımız bundan farklıdır. Bu yüzden büyük bir himmeti gerektiren bu zorluğa binmiş oldum ki, ayn makamında oturmuş olmayayım.
Kul der ki: Cevabımızdan önce söylenmesi gerekeni söylememiz gerekir. Piyoruz ki: Allah, doğruyu söyler ve O doğru yola iletir. Bu tarikatta, senin sorduğun çerçevede, anlamlarla ilgili olarak sorulmuş bir soru, tasavvuf topluluğu önderleri (r.a.) açısından tasavvur edilemez. Onlar açısından, anlamlarla ilgili sorular ancak muameleler, makamların neticeleri ile ilgili olarak tasavvur edilebilir. O da inşallah iki meselenin sonunda size yönelteceğimiz sorular çerçevesinde olabilir. Anlamlarla ilgili soru tasavvur edilemez deyişimizin nedenini inşallah açıklayacağız. Şöyle ki: bu tarikata mensup zevk ehli iki kişi bir yerde bulundukları zaman, ya aynı makamda olurlar ya da aynı makamda olmazlar. Aynı makamda olmadıkları zaman, birinin diğerinden aşağı veya diğerinden yukarı olması zorunludur. Bir dördüncü şık yoktur. Biz her kısımla ilgili olarak bir soru tasavvur edilemez diye iddia ediyoruz. Böylece de yola girmiş oluyoruz.
Şöyle ki: onlar aynı makamda oldukları zaman, bunda bir fayda olmaz. Çünkü aynı pınardan aynı kadehten içerler. Bu gerçekleşir, her biri diğeri tarafından keşfedilince, her birinin nezdinde bilgi zevk olarak hasıl olduktan sonra birinin diğerine soru sorması tasavvur edilemez. Çünkü kendisi bizzat müşahede ettiği halde birinin arkadaşına bu makamın sırlarına ilişkin soru sorması hezeyandır, fuzuli lafazanlıktır. Çünkü bir sufi "İbnu'l vakt" vaktinin çocuğudur (içinde bulunduğu anı değerlendirir), bu vakit içinde sadece kendisi için gerçekten önemli olan şeylerle ilgilenir. Zaman değerlidir, geçtikten sonra bir daha geri getirilemez.
Himmet sahibi kişi, ister ki vakit kendisinin olsun, hakimiyeti altında bulunsun. Dolayısıyla denk iki kişi arasında soru sorma tasavvur edilemez. Ancak ileride açıklayacağımız konularla ilgili olması başka. Ama bu iki kişi aynı makamda değillerse, aralarında denklik durumu ortadan kalksa, bu durumda birinin diğerinden aşağıda veya yukarıda olması kaçınılmazdır. Eğer arkadaşından aşağıda iken ona bir soru sorarsa, bu, bize göre tarikata karşı işlenmiş bir edepsizliktir. Bunun nedenini de tarikata giren herkes bilir. Bu yüzden tarikatta kökleşmiş bilgiye sahip, ayakları sağlam basan şeyhlerin, soruyu soran bir kimseye sırlarla ilgili olarak hiç konuşmadıklarını görüyoruz. Çünkü soruyu soran kişi ya yeni başlamış bir ümmidir, ya da ilimle haşir neşir olmuş, ilmi bir tarafından edinmeye başlamıştır. İlim derken ders, araştırma ve içtihat ilimlerini kast ediyorum, zevk ilimlerini değil. Bu sırları yeni başlayan avamdan bir kişiye açmak haramdır. Çünkü bu, hikmeti ehil olmayan birine sunmak anlamına gelir. Bu onun körlüğünü ve cehaletini artırır sadece. Hatta bu ehil olmayan kişi kendi cehaleti ve körlüğü çerçevesinden bundan yararlanmaya kalkar. Günün birinde bu sırrı ve bilgiyi senden öğrendiği için, sana karşı güzellikle muamele etse, minnet duysa bile, gün gelir bu tavrından vaz geçer, sana karşı kötülük işlemeye başlar ve senin ona verdiğin taşı sana atar. Yol meçhuldür; inkar bu yolda, oktan daha çabuk hedefine varır.
Eğer soruyu soran kişi bizim anlattığımız gibiyse, delil olmaksızın hiçbir şeyi teslimiyetle kabul etmez. İlimler zevkten ibaret olduğu ve buna dair delil bulmak da zor olduğu için, delil olarak bu ilimleri söyleyen kişinin kendisine hikmet verilen bir veli olduğunu söylemekten başka yol kalmıyor. Ancak tarikat meselelerinden herhangi birinin doğruluğuna ilişkin kanıt bulmak, bir kimsenin somut olarak veliliğini ispat etmekten daha yakın ve daha kolaydır. Çünkü masum olup doğruluğu kesin olarak haktan haber veren kimse, artık aramızda bulunmuyor. O da Hz. Resulullah(s.a.v.)tır. Dolayısıyla elimizdeki tek seçenek, zahiren itaat ediyorlarsa, takvadan ayrılmı-yorlarsa Allah'ın kulları hakkında hüsnü zanda bulunmaktır. Bu nitelikte olan kimseler için velayet tahayyül etmek, kesinlik ifade etmez. Bu gibi velilerin (r.a) sundukları meselelerle ilgili olarak somut delilleri olmaz, sadece genel bir üslup kullanırlar. Şu ayetlerde olduğu gibi: "Vettakkullahe ve yuellimukum I Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor." (Bakara,282) "Ve yu'ti'l hikmete men yeşau / Allah hikmeti dilediğine verir." (Bakara,269) Fakat bu veli kimdir? Kim veya hangi delille onu bilinmezlikten tanınmışlığa çıkarır? Kaldı ki biz, Allah'ın velilerinin olduğunu, Allah'ın onlara sırlarını ilham ettiğini ve onlara hikmetini bahşettiğini biliyoruz. Fakat ne zaman bir insan Velayet iddiasında bulunursa itham edilir. Temelde onun yolunun dışında olan kimseler gibi, teferruatta ondan ayrılan kimseler de onu itham ederler. Dolayısıyla bir kimseyi somut olarak veli diye tayin etmek çok zordur. Bu kimse olağanüstü kerametler gösterse bile. Bir de maddi beşeri olağanüstülükler menzillerinin üzerine çıkıp sırların olağanüstülükleri düzeyine yükselen bir şeyhi düşünün. Onun bu sırlarla ilgili olağanüstülüklerini onunla aynı gruptan olan birinden başkası bilemez. Şimdi bu şeyhin, bu soruyu soran kişi karşısındaki durumu ne olur, bir düşünün?! Onların meseleleri açıklama yöntemleri genellikle misallerle veya kitap ve sünnetten delillerle destekleme şeklindedir.
Yani tevil ve ibret alma yöntemini esas alırlar. Ama bu kişi diğerinden daha yukarıda ise, kendisinden aşağı olan birine böyle bir soru yöneltmesi gereksiz bir zahmettir ve ondan böyle bir davranış tasavvur edilemez. Çünkü bize göre yüksek makamda olan bir kimseye, kendisinden aşağıda olan biri, herhangi bir makamın sırlarını elde ettiğini iddia etse, bu yüksek makamdaki kişi halinin şahidi olduğu için ya onu yalanlar ya da tasdik eder. Yol böyle işler. Zevki tadan kişinin zevki tatmayan kişiye sorması, cinsel birleşmeden haz alamayan kimseye orgazm anındaki lezzetin nasıl olduğunu sormaya benzer.
İtiraz ve Ayrılık:
Eğer -Allah seni muvaffak kılsın- desen ki: Bu açıklamaların senin açından bir çelişkidir. Çünkü biz yüksek makamlara sahip kimselerin yüce sırlardan söz ettiklerini, bunları birbirlerine anlattıklarını görüyoruz. Buna cevap olarak deriz ki: Bu değerlendirme beni bağlamaz. Ancak buna itiraz edilip, sırlar tasavvur edilebilir, denilmesi ve bunlara ilişkin deliller sunulması başka. Sonra tasavvuf sırlarından birini ele alıp bunun ilimdeki delili şudur, dersen, bu sırrı, senin tarikatında olmayan birine açıklarsan, o zaman bu itirazının bir anlamı olur.
Yüksek makamlardaki şahsiyetlerin birbirlerine sırları anlattıklarını inkar etmiyorum. Bu, sahip olunan nimetleri başkalarına anlatmaya benzer. Padişahın huzuruna davet ettiği, kendisini görmelerine fırsat verdiği, yanında sohbet etme ziyafetine nail kıldığı iki kişinin döndükten sonra oturup bu mecliste gördüklerini, kral ın kendileriyle konuşmasını, kendilerinin kralla sohbet etmelerini, kralın bahçelerinde akan nehirleri gördüklerini, uçuşan kuşların ötüşlerini dinlediklerini, güllerin kokularını aldıklarını, türlü meyvelerden yediklerini birbirlerine anlatmaları gibi. Yüksek makamlardaki şahsiyetlerin sırları birbirlerine anlatması da bu şekilde olur, birbirlerinden sırlara dair delil istemek şeklinde değil. Allah veliyi muvaffak kılsın, ilminin kereminden bize bu yolu gösterdi.
Hatırlatma:
Ey dostum! Bundan sonra şunu da aklında bulundur: Öğüt, müminlere fayda verir. Bu yolda soru sormanın büyük bir şartı vardır. Daha önce de işaret edildiği gibi sorunun yerini ve cevap verilen bağlamı kast ediyorum. Bir kere soruyu soran kişi, meselenin makamını, ölçüsünü ve nereden kaynaklandığını bilmek durumundadır. Ayrıca varlık huzurlarında pay sahibi olmalıdır. Soru sorulan kişinin değerini, bu soru karşısındaki makamını bilmekle yükümlüdür. Eğer soruyu soran kişi, sorulanın soru ile ilgili halini müşahede ederse, o zaman soruyu sormalıdır. Ki mümkün olursa eğer konuşma esnasında sözü ile hali uyumlu olsun. Çünkü bizim tarikatımızda kesin olarak bilinen bir husus vardır: Kişi bu yolun makamlarından bir şey tattığı, bu makamlarla bağlantılı olarak bir huyla ahlaklandığı zaman, bunun onun zahiri üzerinde etkili olması kaçınılmazdır. Bu etkiye halin şahitliği adı verilir. İtimat edilen sahih kanıt budur, fesahat veya bağırıp çağırma değil. Sebeplerin tamamen kesildiği durumlarda, kaderin akışı altında sükut ettiklerini, Allah'tan kendilerine gelen türlü belalar ve acı veren azaplar karşısında sevindiklerini ve hiçbir şekilde değişime uğramadıklarını görmüyor muyuz? İşte halin şahitliği budur. Bu onlar açısından Allah'ın muradına razı olmaya, teslimiyet göstermeye dair yakin derecesinde bir kanıt hükmündedir.
İster ilahi hüküm onlar açısından kötü tezahür etsin, ister sevindirsin, ister fayda versin, ister zarar dokundursun, fark etmez. Onlar söyleyen kişiyi fiil halinde müşahede ederler ve güzellikten başka bir şey görmezler. Bu yüzden bu tarikattaki her insanın konuştuğunu görüyoruz, ama vasfettiği-ni görmüyoruz. Ey samimi dostum! Senin için - sana karşı benden bir sui edep gibi görünse de, aslından benden sana bir azarlama ve gayret göstergesidir- ki soruyu sorduğun kişinin halinin şahitliğine bakman bir gerekliliktir. Eğer onun hali sana, soruyla ilgili bu makamlarda derinleştiğini, ama konuşmadığını gösteriyorsa, mazereti kabul edilir ve halinin şahitliği yeterince açıklayıcıdır. Eğer bundan farklı bir halde ise ve sen sorulmaması gereken birine soru sormuşsan, pişmanlık duyup istiğfar etmen gerekir. Yaptığın bu işten tevbe etmen lazım gelir. Düştüğün çukurdan çıkmak için Allah'a yalvar.
Veli bildi. Allah ona hatasını göstersin ve rabbini tercih etmesini nasip etsin. Şeyh Ebu Abdullah'a yönelttiğiniz sorulardan ikisi hariç hepsi bana ulaştı.
Birinci mesele: Resulullah'ın (s.a.v.) "Allah'ı arayan bulur." sözü ile Bayezid'in (r.a) "Salik geri çevirilir ve yol kapalıdır." Sözü nasıl telif edilir? Size de gizli olmadığı gibi, bu sözlerden birinin hedefi ile diğerinin hedefi ve yönü aynı değildir. Dolayısıyla iki sözün birbirinin zıddı olduğuna ilişkin tez sahih değildir. Bu nedenle iki sözü telif etmek veya birini iptal etmek gereksizdir. Sanki ikisini de aynı kişi söylemiş gibi bir durum ortaya koymak ya da iki şahsın aynı makamdan, aynı maksada matuf olarak iki değişik söz söylemiş olduklarını çağrıştırmak lazım gelmez. Ya da birinin ispat ettiğini, öbürü nefyetmiş gibi bir durum söz konusu değildir. Bu anlamı vehmettirecek bir söze bile gerek yoktur. Dolayısıyla iki soruda bu şartlardan hiçbiri yoktur.
İkinci soru: Hüseyin b. Mansur'un şu sözleri:
Bana, içtiğinin aynısını içirdi
Bir misafirin diğerine yaptığı gibi.
Bu beytin anlamı nedir?
Bu iki soruya ilişkin olarak size cevap verme gereğini duydum. Benim açımdan vakte uyan dinleyenin kabul ettiği bir makamda yöneltilmesi durumunda bu iki soru da sahihtir. Ancak maksadın tam olarak gerçekleşmesi noktasında yetersizlik söz konusudur. İnşallah benim bu iki soruyla ilgili söyleyeceklerimden sonra bir konuşma gerçekleşirse, dostuma bu iki meseleyle ilgili olarak elli soru yönelteceğim ve sözünden bereketlenmek ve el yazısını teber-rüken almak maksadıyla ondan cevap isteyeceğim. Allah hazinelerinin lütuflarından herkese inşallah yardım etsin.
Birinci Mesele:
Veli (Allah onu dost edinsin) soruyor: Sevgili Peygamberin (s.a.v.) "Allah'ı arayan bulur" şeklindeki sözü ile Bayezid'in (r.a) "Salik geri çevrilir ve yol kapalıdır" şeklindeki sözü nasıl telif edilir? diye. Yukarıda bazı değerlendirmelere yer vermiştim. Biz diyoruz ki:
Tasavvuf tarikatından nefes koklayan veya zihinlere yakın kılınmış bir parıltıyı fark eden kimsenin böyle bir soru sormaması gerekir. Çünkü iki şeyi bir araya getirmek ne kadar mümkün olsa da aralarında bir şekilde farklılık ortaya çıkar. Maksadın hasıl olması ile irade edilen arasında bir şekilde bir ayrılık belirginleşir. İki şey bir açıdan aynı görünürken başka açılardan bundan farklı bir konum arze-debilirler. Bunu da ilimlerle uğraşan ve ilim sahasına ayağını sağlam basan kişilerden başkası bilemez. Biz şimdi bu iki sözü inşallah en kolay bir yolla telif edeceğiz ve bundan ötesini de örtme yoluna gideceğiz. Daha yukarı veya kapalı kısmını perdeleme gereğini duyacağız. Çünkü Bayezid'in makamı son derece yüksektir. Başka bir gayemiz yoktur. Allah ondan razı olsun. Hz. Nebi (s.a.v.) gelince, O'na hasseten tabî olmaktan başka seçeneğimiz yoktur.
Bunun dışındaki makamlara gelince bu konumuzu ilgilendirmemektedirler. Şimdi veliye yöneliyoruz. Allah onu muvaffak kılsın. Bu mesele ile ilgili açıklamaları tamamladıktan sonra bir soru ön plana çıkıyor. Eğer istesek bu soru aracılığıyla bundan ötesine de ulaşabiliriz. Ne var ki, içlerinde zahir olan bazı sorularla yetindik ve bundan ötesini bıraktık ki zihinlere anlaşılması ağır gelmesin. Bir de biri çıkıp da bize "nereden çıktı bu soru, lafzın zahirinde bu soruyu doğuran veya bu soruya tanıklık eden bir ifade yoktur" denilmesin. İşte bunlardan dolayı lafzın zahirinde çıkmayan soruları gündeme getirmedik. Şimdi iki sözün, birbirlerinin anlamlarını artırmak suretiyle telif edilmesini ele alalım. Biz diyoruz ki: Resulullah (s.a.v.) "Allah'ı arayan, O'nu bulur" diyoruz. Bu hadis sahihtir.
Fakat Hz. Rasulullahın (s.a.v.) "Allah'ı arayan..." sözü, Allah ile veya başkasıyla anlamını da içermektedir. Eğer Allah ile olursa, O'nu bulması zorunlu olur. Ama O'nu başkasıyla arayan, O'nu nasıl bulabilir? Allah'ı bulmanın anlamı da, zat, sıfat ve fiilleri itibariyle O'nun birliğini ispat etmektir. Allah'ı nefsiyle arayan kimse için bu tevhit sahih olmaz. Çünkü arayışın kesbi ona izafe edilse de bu mecazdır. Çünkü fiiliyle Allah'ı bilmeyi arayan kimseden başkasının Allah'ı araması ve bulması sahih olmaz. Zira kulun Allah'ı araması, hak ehline muhalefet edenlerin iddia ettiklerinin aksine, Allah'ın fiillerinden bir fiildir. Çünkü Hakkı Hak ile arayanın Hakkı bulması, Hakkı bulanı gasilin elindeki ölü gibi yapar; onu istediği gibi çevirir. İradesi olan biri ölü olmaz ve iddia boyunduruğundan da çıkamaz. O'nu kendi nefsiyle arayan kimse bu kapsama girer. Allah'a sığınırız. O'na hiçbir şeyi ortak koşmam.
Bu lafızdan anlaşılan anlam bu şekilde vurgulandıktan sonra, Bayezid'in (r.a) "Salik geri çevrilir ve yol kapalıdır." şeklindeki sözü Hz. Rasulullahm (s.a.v.) bu doğru sözüyle bir noktada buluşuyor. Dolayısıyla bu söz arayan kişinin kendisi ile ilgilidir. Çünkü onun için hiçbir zaman varlık sahih olmaz. Sülukun kendisi aramaktır. Dolayısıyla "aradı" demekle "sülük etti" demek arasında fark yoktur. Salik kendi nefsi için sülük ispat ettiği sürece, bunun anlamı, onun süluku esnasında nefsini, iradesi ve ihtiyarıyla salik olarak müşahede ettiğidir. Bu makamda olduğu zaman da Allah'ın kendisinin perçeminden tutmuş olduğunu unutur. Nitekim nass da akıl da buna delalet etmektedir. Dolayısıyla bu kimse merduttur, geri çevrilir. Bu kimsenin yolunun kapalı olması da sözünü ettiğimiz bulmayı yitirmiş olmasıdır. Tıpkı Mutezililer gibi, Allah'ı mutlak ve kemal sahibi bir fail olarak olarak bulup da kendisini de O'nun dışında bir fail olarak görmesi nasıl sahih olabilir! Eğer o Müslüman ve mümin biri olsa, o Allah'ı arayandır. Arayan olmasına rağmen arayışı ve ihtiyarının hükmü altındaki bütün fiillerini gerçek anlamda nefsine nasıl izafe edebilir. Bakın bakalım, süluku bu tarzda olan herhangi bir kimse Allah'ı bulabilmiş midir?!
Beyazid, tasavvufun zahiri bağlamında az önce zikrettiğimiz hususu kast etmiştir. Tahkiki mahiyette tasavvufun batını bağlamında meseleyi ele alırsak, acaba bu sözü hangi makamda söylemiştir ve bu sözü söylediği vakitte kendisine ne tecelli etmiştir? Burası o tür ayrıntıların yeri değildir. Biz onu mazur kabul ettik. Allah'a hamdolsun, mesele açıklığa kavuştu ve bu söz ile Resulullah'm (s.a.v.) sözü telif edildi. Bu konu bu şekilde vurgulandıktan sonra, ben veliye Allah onu muvaffak kılsın bu meseleyle ilgili olarak yirmi dokuz soru yöneltiyorum:
Birincisi: "Kim Allah'ı ararsa..." sözünde neden özellikle "Allah" ismi kullanılmış, başka isimler zikredilmemiştir?
İkincisi: Bu arama anlam itibariyle nasıl kayıtlı olabilir veya olmayabilir: "Ve men yes-tağfirülahe yecidillahe ğafuren rahima / Kim Allah'tan bağışlanma dilerse Allah'ı çok bağışlayan ve çok merhamet eden bulur." (Nisa, 110) ayetinde olduğu gibi?
Üçüncüsü: Bu aramanın sebebi nedir?
Dördüncüsü: Bu arama sohbet/beraberlik makamlarından biri midir, değil midir?
Beşincisi: Arama hangi makamda olur?
Altıncısı: "Arayan..." ifadesi genel mahiyette midir yoksa özel mahiyette midir?
Yedincisi: Bu arama ile ilgili söz, mahv ve ispat (silme ve yerinde bırakma) levhinden midir yoksa ana kitaptan mıdır?
Sekizincisi: Cümle şart mı içermektedir, yoksa haber vermeye mi yöneliktir?
Dokuzuncusu: Sözü edilen bulma, zatın kendisini bulmak mıdır, yoksa başka bir şeyi bulmak mıdır?
Onuncusu: Bu arama bedenle mi, himmetle mi, yoksa ikisiyle birlikte mi olur?
On birincisi: Bu bulma, arkasında dönme olabilen türden bir bulma mıdır?
On ikincisi: Bu bulma ile beraber bir şekil baki kalır mı, kalmaz mı?
On üçüncüsü: Bu bulma, keşfetme mahiyetinde midir, müşahede etme mahiyetinde midir?
On dördüncüsü: Bu bulma özellikle sırra ait idraklerden midir, değil midir?
On beşincisi: Bu salik nedir?
On altıncısı: Bu salik ne zaman salik olmuştur?
On yedincisi: Geri çevrildiğinde, üzerindeki salik ismi zail olur mu, olmaz mı?
On sekizincisi: Yol hangisidir?
On dokuzuncusu: Belli bir yolu mu kast etmiştir, yoksa bütün tasavvuf yollarını mı?
Yirmincisi: Sır nasıl olur?
Yirmi birincisi: Bu geri çevirme nasıl olur?
Yirmi ikincisi: Bu salik nereye vardığında geri çevrilir?
Yirmi üçüncüsü: Bu söz, hal midir, nakil midir?
Yirmi dördüncüsü: Salik derken, bütün salikler cinsi mi kast edilmiştir, yoksa zihinde malum olan belli bir salik mi kast edilmiştir?
Yirmi beşincisi: Ne ile geri çevrilir?
Yirmi altıncısı: Ne ile yolu kapatılır?
Yirmi yedincisi: Niçin geri çevrilir?
Yirmi sekizincisi: Niçin yolu kapatılır?
Yirmi dokuzuncusu: Hadis ile Bayezid'in sözü arasındaki bu sülük zikrettiğimiz bu şekilden başka türlü sahih olabilir mi? İşte bu -Allah veliyi muvaffak kılsın- özetleyerek sunduğumuz yirmi dokuz sorudur. Meselenin zahiriyle genel olarak irtibatlı olan diğer soruları ise ele almadık.
İkinci Mesele: Hüseyin'in (r.a.) sözü:
Bana, içtiğinin aynısını içirdi
Bir misafirin diğerine yaptığı gibi.
Sufiler -Allah veliyi muvaffak- kılsın Allah'ın yeryüzündeki misafirleridir. Yaban ellerden O'na konuk oldular. O'nun huzurunda konakladılar. O da onları marifetiyle ağırladı. Bu yüzden Ticane'de, bütün maddi sebeplerle bağını kopararak müşahede sergisi üzerinde Hak taala ile baş başa kalan şeyhlerin şeyhi Cafer b.Ebu Medyan'e (r.a) bunun sebebi sorulduğunda şeyhlerin şeyhi şu cevabı verir: Sizden birinize bir misafir geldiğinde, bu misafir üç gün boyunca onun himayesi altında saygın bir şekilde ağırlanır. Bundan sonra, eğer geleneği bilmiyorsa, ona, bu üç gün içinde çalış, para kazan, denir. Eğer ev sahibi onu terk ederse, bu onun için utanç vesilesi olur. Dinleyenler: Doğru söyledin, dediler. Şeyh (r.a) bunun üzerine şöyle dedi: Eğer misafirlik üç günse ve söylediğimiz gibi sufiler de Allah'ın misafirleri iseler, şu halde üç günlük misafirliğimizi tamamlamadan bir meslek edinip çalışmamız gerekmez. Çünkü ayette Allah'ın günleri ile ilgili olarak şöyle buyurulmuştur: "Ve inne yevmen inde rabbike ke elfi senetin mimma tueddun / Rabbinin katında bir gün sizin saydığınızdan bin sene gibidir." (Hac,47) Her misafirlik günlerine göre belirlenir. Dolayısıyla ben de O'nun huzurunda sergisi üzerinde üç bin yılımı tamamlarsam, ondan sonra bir meslek edinip çalışırım. O zaman bana der ki: sene tamamlandı, kalk ve bir meslek edin... Şu ilahî nura bakın, ne yücedir!
Biz bu hikayeyi "misafirin misafire yaptığı gibi." sözüne bir hazırlık olması için aktardık. Sonra -Allah seni muvaffak kılsın- bu meseleye dair cevabı, makamlar elverdiğince değişik açılardan sunacağız. Öyle ki, bir adam, hakkı tanıdığı bu makamdan başka bir konumda söylerse, açıklaması, inşallah sunacağımız şerhten farklı bir tarzda olacaktır. Ben Hüseyin'i rüyamda gördüm ve "bana, içtiğini içirdi." sözünün anlamı nedir? diye sordum. Bana şu cevabı verdi: O'nun gibisi yoktur. Benim yanımdaki kelamda celal sıfatları, kemal sıfatları, tekrarlanan yedi, "onları sever, onlar da O'nu severler" sözü, ve başka şeyler vardır. Fakat adamın durumu, "Şehidellahu ennehu la ilahe illa hu / Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik eder." (Bakara, 158) makamından konuşmamı gerektirdi. Çünkü şöyle demiştir:
Hangi uzvumu ve mafsalımı kestiyse
Mutlaka orada sizin zikriniz vardı
Burada beraberinde hicap olan zikri kast etmiyor. Çünkü buna şu sözüyle dikkat çekmiştir: Eğer aramızda karşılıklı konuşma olsaydı, söz daha basit ve daha tamam olurdu. Ancak sana, kabz ve heybet halinde olarak cevap vereceğim.
Ben diyorum ki: -Allah hakkı söyler ve doğru yola iletir- Adam-Allah ondan razı olsun- zevkinden söz etmiş, halini ifade etmiş, ulaştığı noktayı açıklamıştır. Çünkü İzzet sahibi Rab, onu, ünsiyet makamlarının ilki olan pişmanlık sergisine oturtunca ona sevin kasesini sundu ki "şehidellahu ennehu lai ilahe illa hu ve'l melaiketu ve ulu'l ilmi I Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik eder, melekler ve ilim sahipleri de." (Al-i imran,18) Buyruğunu inayet suyuyla karışmış olarak içsin. Bunu içtikten sonra, bu içecek bütün azalarına sirayet etti. O zaman sevincin huzuru ve bu makamın sarhoşluğu bütün bedenini kapladı. Bunun ardından ona sırrını açtı. O zaman izzet sahibi Rab-bin tevhidini gördü. Zatı, sıfatları ve fiillerinin tevhi-dindeki sırrında karar kılmıştı. Sonra Allah'ın ilmine baktı. İzzet sahibi rabbin tevhidinin kadim ilminin içinde benimle kaim olduğunu gördü. Bunu bizzat görünce şöyle haykırdı:
"Bana, içtiğinden içirdi." Kadim ilmi kinayeli olarak içmek şeklinde ifade etti. "gibi..." ifadesini de bir kinaye olarak kendi nefsine hamletti. Dolayısıyla lafızda mecaz kullandı. Çünkü içmek, yokluktan sonra geçmiştir, ortaklıktır ve elde etmedir. Kadim olan da bütün bunlardan münezzehtir. Şiirin mecazi ifadelerin yeri olduğunu unutma. Ondan bu söz sadır olunca, izzet sahibi rab ayn kılıcını çekti ve benzeri olmayan bir el ile boynunu vurdu, müşahede marifetinin kasesinin döndüğü esnada, küllî yokluğun sergisine uzatıverdi.Bunun üzerine şöyle dedi:
Kase dönünce
Çağırdı, sergiyi, kılıcı.
Sonra ona denildi ki: Kendi dilinle kendi aleyhine seslen, durumu vasf et ve katilini, meclis arkadaşını intikamdan tenzih et. Çünkü sende olağanüstülükler sergileyeceğim. Bunun üzerine, terkibine ve mahpesine bürünmeden önce kendi aleyhine seslendi ve şöyle dedi:
Meclis arkadaşımın, bir ilgisi yoktur
İntikamımdan, o sorumlu değildir.
Bana, içtiğinden içirdi
Bir misafirin bir misafire yaptığı gibi.
(Kase dönünce, çağırdı sergiyi ve kılıcı - yaz günü şarabı zambak zehiriyle birlikte içenin hali böyle olur.) Sonra anlatıldığı gibi onu sarhoşluğuyla birlikte yarlığına geri çevirdi. O da herkesin bildiği gibi asıldı.
İtiraz: Eğer desen ki - Allah seni muvaffak kılsın- : Tevhitle ilgili bu meselede işaret ettiğin makam, ehlisünnetin inancına uygundur. Eşariler bunu bilinceye kadar ömürlerini burada tükettiler. Şu halde bu sufi alışılmadık ne getirmiştir veya hangi fazla niteleme ile bize geri dönmüştür?
Ayrılık: Buna cevap olarak deriz ki: Doğru söyledin. Söylediğin hususta Allah seni muvaffak kılsın. Ancak bu mesele ile ilgili olarak bir eşari ile bir sufi arasındaki fark, bildim ile gördüm arasındaki fark gibidir. Bu çok latif bir anlamdır ki, bizzat şahit olan, orada bulunmayandan daha üstün bir konumda olur. Şunu kesin olarak biliyoruz ki, varlıktaki halife olarak biz, O'nu müşahede eden, O'nun huzurunu müşahede eden gibi değiliz. Hiç kuşkusuz, kendi nefsinden fena bulduğun zaman O'nu müşahede edişinde celal sıfatlarından bir tane sıfat bulunur. Burada basit bir ifadeyle her bir eşariyi kast ediyoruz, sufiyi değil. Bu yüzden şöyle denilmiştir:
Bizzat gören için latif bir anlam vardır
Bu yüzden Kelim (Musa) görmeyi istemiştir.
İşte bu, yakini ilimden daha üstün olan yakini görmedir.
Buna ilişkin delilim şudur: Ehlisünnetin itikadı bu şekilde olsa da, Allah'ın takdir ettiği işler onların maksatlarından farklı bir şekilde cereyan ettiğinde, amaçlarına muhalif olarak değişirler. Bir de onların büyük belalar karşısındaki durumlarını tasavvur edin! Bu tavır, azapta azap vereni, nimette nimet vereni müşahede etmemekten kaynaklanır. Bu beytin sahibi ve onun makamına ulaşan hiç kimse değişmez. Bilakis, Allah'ın muradından dolayı sevinir, coşar. Onu kaderin akışı altında sükunet içinde beklerken tasavvur et. Onun sükuneti, hakkın onunla ilgili fiilleri karşısında itirazı terk etmekten ibarettir. İşte bu zümre (sufiler) bu özellikleriyle diğer taifelerden üstündürler. Bunun yanında bilgi bakımından da ortaktırlar. Bu meseleye cevap olması bakımından bu kadar açıklama yeterlidir.
Bu beyitle ilgili olarak veliye-Allah onu muvaffak kılsın- önceki meselede olduğu gibi yazılı olarak yirmi soru yöneltiyorum:
Birincisi: Beytin sahibi bu sözleri hangi makamdan söylemiştir? Toplanma makamından mı, ayrılma makamından mı? Bu makamlardan hangisini söylersen, sana iki soru yöneltilir:
Eğer toplama makamından söylemişse, hangi toplamada; himmetlerin toplanmasından mı, sırların toplanmasından mı? Eğer ayrılık makamından söylediğini iddia edersen, o zaman hangi ayrılıktan; sülük ayrılığından mı, dönüş ayrılığından mı?
İkincisi: Bu içecek nedir?
Üçüncüsü: Bu içme nasıl olur?
Dördüncüsü: Ne ile olur?
Beşincisi: Hangi makamda sahih olur?
Altıncısı: Sonunda sarhoş olunan bir içme midir, değil midir?
Yedincisi: Bu sarhoşluktan sonra ayıkmak olur mu, yoksa sarhoş olarak mı doğulur?
Sekizincisi: Bu içmeye eşlik eden makamlar var mıdır, yok mudur?
Dokuzuncusu: Bu içme ile susuzluğu gider mi, gitmez mi?
Onuncusu: Bu içme, fena içmesi midir, beka içmesi midir?
On birincisi: Bana içirdi, ifadesinde zamirle işaret edilen saki (içiren) kimdir?
On ikincisi: Benzerlik, lugavi midir, akli midir?
On üçüncüsü: Bu içme nedir?
On dördüncüsü: İçtiğinden, ifadesinde zamirle işaret edilen (içen) kimdir?
On beşincisi: Yaptığı gibi ifadesinin (orijinalinin) başındaki sıfat "kafi içmenin aynı düzeyde benzerliğini mi ifade ediyor, yoksa başka bir şeyi mi?
On altıncısı: "Misafirin misafire ..." ifadesinde, ev sahibine konuk olan iki kişiyi mi ifade ediyor, yoksa misafir kelimesinin biri mecazi olarak ev sahibi mi demektir?
On yedincisi: Buradaki misafirin hükmü, genel anlamdaki misafirin hükmü gibi midir, değil midir? On sekizincisi: Varlığına varlığıyla mı hitap etmiş, yoksa var edicisine mi hitap etmiş? Bunlar toplam on sekiz sorudur. İki soruda toplama ve ayrılık ile ilgili sorunun kapsamında yöneltildi. Böylece toplam yirmi soru yöneltilmiş oldu. Dostumun -Allah onu muvaffak kılsın- durumu, dostunun cevabına mahzar olan, böylece ayrıcalıklı tutularak kendisine elli soru yöneltilen kimsenin durumu gibidir. Soruları aktaran kimse de bu ayrıcalığa sahiptir. Size Kur'an, yüce ilkeleriyle feyiz verecektir. Hak, rabbani huzurundan size nuruyla yardım edecektir. Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Risale tamamlandı. Allah'a hamdolsun, minnet O'nundur.
Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.
O'nun salat ve selamı efendimiz Hz. Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine olsun.
Hiç yorum yok