Happy New Year!- Tamer Aslan

Happy New Year! 




Bolu F Tipi’nde tutulan ve 20 Yılı Aşkın Bir Süredir Cezaevinde Olan, Tamer Aslan’ın Cezaevine Giriş Sürecini Anlattığı Mektubu
Happy New Year!
Savcı polislere dönerek: “Bu halde cezaevinde kalamaz, önce tedavi olması gerekir” dedi ve işaretle götürebileceklerini belirtti. Alelacele sedye ile taşınarak kasası branda ile kapatılmış eski bir kamyonetin arkasına konuldum. İki tarafıma sivil polisler yerleşti. Israrlarına dayanamayıp babamı da başucuma oturttular ve beklemeden araba hızla yola koyuldu.
Puslu bir kış akşamı ince yağmur serpintileri arasında, araba gürültüyle ilerliyor. Daha önce defalarca arşınladığım bu sokaklara veda etmek için, kafamı kaldırıp son defa bakmak istiyorum. Sokaklar yılbaşı süslemeleriyle dolu. Yanıp sönen ışıklar düşsel bir yolculuğa çıkmışım izlenimi veriyor. İçimden, elveda özgür yollar, geniş gökyüzü bir daha karşılaşacağımızı sanmıyorum, diyorum. Kafamı indirmeden önce son gördüğüm “Happy New Year” yazısı oluyor. Gerçekten de “What happy year ama” diye aklımdan geçiyor. Babamın kıpkırmızı gözleriyle karşılaşıyorum. İçli şair yüreği, sanki oracıkta parçalanacak gibi bakıyor. Yıllarca: “Baba olmadan beni anlayamazsın” demişti. Şimdi uzak bir şehirde baba yolu bekleyen kızımın, kapı zilini duyunca çığlıklar atarak kapıya yönelişi gözlerimin önüne geliyor. Haklısın baba; bir babadan çocuğuna, mesafe tanımaz büyülü, kopmaz bir bağ var, demek istiyorum.
Polisler, günlerdir çevrelerinden ayrılmayan bu temiz yürekli adama alışmış durumdalar. Bana ise, hayırsız evlat muamelesi yapıyorlar. “Şu, oğlunun yokluğunda yazdığın şiirlerden birini bir daha okusan da dinlesek amca” diyor polislerden biri. Babam, gırtlağını temizliyor, gözlerini yumup ağır ağır başlıyor okumaya:
Bu gece rüyamda gördüm yavrumu
Baktım o yüzüne, doyulmaz gibi
Dost ahbaplarım sardı çevremi
O kadar çok idi, sayılmaz gibi
Çıktık bir kıra da yedik eğlendik
Dost ahbaplarınan güldük söylendik
Çekildik bir gölgeye biraz dinlendik
Yattık bir çimene, yayılmaz gibi
Sanki ben oturdum murat taşına
Toplandı yavrular geldi başıma
Bal sürdüler ekmeğime aşıma
Öyle bir tatlı sohbet, değilmez gibi
Bu ne güzel gecedir sonu gelmese
Mevlam bu mürüvveti benden almasa
Keder, gam, kasvet, hicran olmasa
Sanki bir çeliktim, eğilmez gibi
Mevlam şükürler olsun senin haline
Bir bülbül geldi de kondu gülüme
Bir kemer bağlamış gördüm beline
Öyle sağlam idi, çözülmez gibi
Bu geceyi sorarken dünyaya değer
Sabah yaklaşmıştı olmuştu seher
Aslan oğlu der ki eyvahhh rüyaymış meğer
Öyle bir yatsaydım, ayılmaz gibi
Araba sola dönerek bol ışıklı bir yola giriyor. Kirli yüksek duvarlar, tel örgüler, asker kulübeleri. Bayrampaşa Cezaevi’ne geldiğimizi anlıyorum. Cezaevine gireceğime üzülmek yerine, arkadaşlarımın olduğu cezaevine getirildiğime seviniyorum.
Dikkatli bir şekilde arabadan indirilip; asker ve gardiyanların şaşkın bakışları arasında içeri götürülüyor ve büyük bir salonun ortasına bırakılıyorum. Babam başucumda, teselli vermeye çalışıyor. Oysa benden çok kendisinin teselliye ihtiyacı var. “Üzülme babacığım, burada arkadaşlarım var, bana herkesten iyi bakarlar” diyorum. Otuz dört gündür benden bıkmış olan polisler, işlemleri biran önce bitirip kaçmak istiyorlar. Takım elbiseli bir şahıs: “Olmaz! Dosyada hastaneye yatırılması gerekir yazıyor. Alamam” diyor. Anlaşmazlık uzun sürüyor. Sonunda polisler yanıma gelip: “Kusura bakma; mecbur kalmasak seni vurmak istemezdik” diye günah çıkarıyorlar. Gitmek istemeyen babamı kibarca sürüklüyorlar. Evladını kıpırdayamaz bir halde, böyle bir yere bırakıp gitmek çok ağır geliyor. Yüreğindeki ağırlığı ayakları taşıyamıyor. Gözyaşları ışıldıyor. O gözümün önünden gitmeyen son bakışları, kalbimin çılgınca vurmasına neden oluyor. Nasıl sakinleştireceğimi bilemiyorum.
Salonun ortasında bir sedyede yapayalnız, çaresiz kalakaldım. Akıbetimin ne olacağını bilmiyorum. Sanki ben orada yokmuşum gibi yanımdan gelip geçiyorlar. Her kapı açıldığında soğuk hava göğsümden geçen kurşun hattını sızlatıyor. Zaman kavramı kayboluyor. Ne kadar geçti bilmiyorum. Sol tarafımdan gürültüyle bir kapı açılıyor. Elinde battaniye ile bir gardiyan, bana doğru geliyor. Üzerime battaniyeyi örterken, eğilip kulağıma: “Arkadaşlarının selamı var; onlar gönderdi” diyor. Dünyalar benim oluyor. İçimde bir umut canlanıyor. Beni bu halde bırakmazlar, mutlaka bir yolunu bulurlar, diye rahatlıyorum.
Battaniyenin geldiği kapının arkasından gürültüler geliyor. Bağrışmalar kavgaya dönüyor. Kapı kolu sert bir şekilde gürültüyle açılıyor. Salona, önde kravatlı biri, arkasından beş altı gardiyan koşarak giriyor. Kravatlı olan “Götürün verin şunu; ne yapıyorlarsa yapsınlar” diyor. Apar topar alınıp, kapının arkasında bekleyen arkadaşlarıma teslim ediliyorum. Önce eski bir dost karşılıyor. Yıllar gür saçlarını alıp götürmüş. Tanıdık tanımadık güleç yüzler görüyorum. On-on beş kişi gecenin bu saatinde cezaevi çıkış kapısına kadar nasıl gelmiş; şaşırıyorum. Uzun bir koridora giriyoruz. Her taraf demir kapılar.
Gürültülü, zafer kazanmış bir konvoy gibi ilerliyoruz. Bir kapıda duruyoruz. Eski dostum: “Burası H Blok; Müslüman siyasi koğuşu” diyor. Kapı açılınca eski yeni yüzlerle karşılaşıyorum. Tek tek geçmiş olsun dileklerine cevap veriyorum. Uzun ve dar bir koridordayım. Koridorun iki tarafında dörder kişilik küçük odalar var. Eski dostumun odasına giriyoruz. Eski dostum aynı zamanda bloğun sorumluluğunu yapıyor. Odalar 3-4 kişinin kalabileceği küçük yerler.
Benimle aynı zamanda gözaltına alınan; ancak 20 gün önce cezaevine getirilen arkadaşlarım, önce Ümraniye Cezaevi’ne götürüldüklerini; orada büyük bir isyan patlayınca, ölümden kıl payı kurtularak, buraya getirildiklerini söylüyorlar. Sorguda polisler; benim öldüğümü söylemiş; yaşadığımı cezaevinde öğrenmişler. Gördükleri ağır işkencelerin sonucu halen acı çekmekte olduklarını görüyorum.
Gözlerim iki yıl önce yakalanıp; sorgulama sürecinde sakat kalan arkadaşımı arıyor. “Kalabalık dağılsın; birazdan gelir” diyorlar. Az sonra yüreği gibi cüssesi de dağ gibi adam, kapıdan eğilerek içeri giriyor. Bir ayağını sürükleyerek ilerliyor. Sağ elini kontrol edemiyor, eli sürekli hareket halinde. Vaktiyle minderde güreş tuttuğumuz eski halini hatırlayınca, gözlerime inanamıyorum. Kafasının arkasında kocaman, dipçik izine benzer eski bir yara gözüme çarpıyor. Senelerdir akmayan gözyaşlarımı artık tutamıyorum. “Korkma ben tecrübeliyim, her gün gelip seni iyileştireceğim” diyor.
Geçmiş olsun ziyaretleri birkaç gün sürüyor. Solcular, sağcılar, gardiyanlar. Hatta kamuoyunda tanınmış ünlü dolandırıcı ve mafya babaları bile geliyorlar. Tuhafıma giden; arkadaşların çoğunun gündüz ortadan kaybolup, akşamları ortaya çıkması oluyor. Nedenini soruyorum. Her arkadaşın sorumlu olduğu bir koğuş varmış: Turist koğuşu, çocuk koğuşu, mafya koğuşu gibi… Hem İslam’ı anlatıp hem de problemlerini çözüyorlarmış. Mahkûmlar, idareden çok, bizim arkadaşlara güvendikleri için, sorunlarını buraya getiriyormuşlar.
İyileşmem için herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor. Sorumlu arkadaş, katlanabilen hastane yatağı getirtmek için idare yetkililerine baskı yapıyor. Ve sonunda zorla da olsa başarıyor. “Karadeniz Fırtınası” dediğim arkadaş, memleketinden Anzer balı getirtiyor. “Mardin Canavarı” dediğim dostum, o acı kuvvetiyle her gün masaj yapıyor. Hastanede bile bu kadar bakamazlardı.
Sorumlumuz; “Ziyaretçilerinin hepsini odana getireceğim” dediğinde şaka yapıyor zannetmiştim. “Sen ziyaret mahalline gidecek durumda değilsin, ziyaretçilerin buraya gelmeli” diyor. Sonunda idareyi ikna ediyor ve annem, babam, abim, ablam, kardeşlerim ve kızım koğuşa kadar gelip, yaşadığım yeri görüyor. Benimle nasıl ilgilendiklerini anlayıp rahatlıyorlar. Kızımın şaşkın bakışları arasında, müthiş bir gün geçiriyorum. Moralim yerine gelmiş durumda. Tamamen iyileşebilmek için uğraşmaya başlayabilirim artık.
Henüz yürüyemiyorum. Arkadaşlar, sedyeyle koğuşun içinde gezdiriyorlar. Üst katta mescit olarak kullanılan bölüm dışındaki odalar yatakhane olarak kullanılıyor. Oda asıl olarak 6 kişilik. Arkadaşlar kullanım alanını genişletebilmek için ortadaki ranzayı sökmüşler. Bir odada 3 veya 4 kişi kalıyor. Herkes odasını kendi zevkine ve ihtiyacına göre düzenlemiş. Odalar arasında estetiğe ve temizliğe dayalı bir rekabet var. Benim kaldığım oda bu konuda hiç iddialı değil. Ve benim, açık yaralar nedeniyle henüz yıkanamamış halim, bu duruma olumlu bir katkı sağlamaktan çok uzak.
Alt kattaki odalardan ihtiyaç duyulanların ranzaları tamamen çıkarılmış. Bir oda spor amaçlı kullanılıyor. Bir başkası yemek odası olarak dizayn edilmiş. Ayrıca ders ve diğer toplu çalışmalar için kullanılmak üzere bir sınıfımız var. Masa ve sandalyeler yerleştirilmiş, duvara beyaz tahta asılmış. Sessiz bir ortamda bireysel olarak çalışmak isteyenler için başka bir oda tahsis edilmiş.
En uzun süredir cezaevinde olan arkadaş ve beraberindeki bir grup arkadaş, sınıfta meal-tefsir çalışması yapıyor. Kahvaltıdan sonra öğleye kadarki zamanda sınıf onlara ait. Öğleden sonra, Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Bölümü mezunu arkadaş, İngilizce dersine başlayacak.
Daimi faaliyetin olduğu mekânlardan biri mutfak. Mutfak sorumlusu, yapılacak yemekleri ve diğer işleri belirliyor; yemek yapmak, sofranın hazırlanması ve temizlik günlük nöbetçilere ait.
Zihnimdeki cezaevi algısına tamamen ters bu yapıya şaşırmamam mümkün değil. Şaşkınlığımı ve izlenimlerimi sorumlu arkadaşımla paylaşıyorum. Bana cezaevindeki ilk dönemlerini anlatıyor. İlk zamanki çaresizlikleri, çektikleri sıkıntıları ve yaşanılan bir ortam oluşturmak için gösterdikleri çabayı anlattığında kat edilen mesafeyi daha iyi anlıyorum. Özgüven ve cesaretleri sayesinde kendilerini kabullendirmişlerdi. Müslümanların onurla sahiplenebilecekleri bir geleneğin oluşmasında ilk tutuklanan arkadaşların büyük emekleri var. Biz de zor dönemde yapılan ısrarlı direnişin ve Allah’ın bereketlendirdiği çabanın nimetlerinden faydalanıyorduk.
Koltuk değnekleriyle yavaş yavaş yürümeye başlıyorum. Gün mescitte sabah namazıyla başlıyor. Namazdan sonra kahvaltıya kadar olan zamanda Kur’an’dan bir bölüm okunuyor ve okunan bölüm üzerine sohbet ediliyor. Mescitte Kur’an dersindeyiz, bir arkadaşın, elinde Kur’an ile uyuduğunu görüyoruz. Muzip bir arkadaşın teklifiyle uyandırmadan, sessizce mescitten ayrılıp kahvaltıya gidiyoruz. Kahvaltı boyunca uykudan yeni uyanmış ve mahcup gözlerle içeri girmesini bekliyoruz; ama gelen giden yok. Bir grup arkadaşla beraber mescide dönüyoruz. Oturma düzenine geçiyoruz. Ders devam ediyor gibi uyandırıyoruz. İşte zamanın göreceli olduğunun kanıtı, “Uyumadım ki” diyor. Derse devam etmeye hazır. Kısa bir süreliğine derse devam ediyoruz. Ama kahkahaları kontrol etmek artık mümkün değil.
Yine sabah namazı sonrası. Uyuyakalan bir arkadaşın, elindeki Kur’an’ı yavaşça alıp yerine başka bir kitap koyuyoruz. Hepimiz merak içinde uyanmasını bekliyoruz. Uyanır uyanmaz refleks olarak kitaba odaklanıyor. Bir tuhaflık olduğunu birkaç saniyede fark ediyor ama durumun ne olduğunu anlaması için biraz da zamana ihtiyacı var. Başını kaldırıp garip garip etrafa baktığında herkesin gizlice onu gözetlediğini anlıyor. Ders kahkahalarla sona eriyor, fakat latifeye maruz kalan arkadaşlar, Bayrampaşa ve Kur’an dersi her hatırlandığında takılmalarla baş etmek durumunda kalacak.
Ramazan gelmişti. İftarlar, sahurlar, hoşsohbetlerle günler su gibi akıp gidiyordu. Ramazanda PKK’dan tutuklanmış yaşlı bir amca kaçıp kaçıp bizim koğuşa geliyordu. Güneydoğuda bir köyde muhtarlık yapıyormuş. Örgüte yardım yataklık yapıyorsun diye suçsuz yere mahkeme cezayı kesmiş ve hapishaneye göndermiş. Mescitte cemaatle namaz kılmak, hep beraber iftar açmak çok hoşuna gidiyor. Bir gün hep beraber oturmuş sohbet ediyorduk. Koğuş arkadaşlarından biri gelip: “Haydi Halo, koğuşa gel ders başlayacak” dedi. Yaşlı amca arkadaşına baktı ve hoş bir lehçeyle: “Ben dersimi almışım gurban” dedi. Gülmekten kırılmıştık.
H Blokta hummalı bir çalışma var. Gece Kudüs Günü anma etkinlikleri düzenlenecek. Slayt gösterisi ve karikatür sergisi etkinliklerden bazıları… İki arkadaş 20 metrelik bir kumaşı açmış “İslami Hareket Engellenemez” yazılı pankart hazırlıyor.
Akşama doğru 30 metrelik koridora okul sıraları yerleştirmeye başlanıyor. Ben bu kadar sırayı nereden bulduklarını merak ediyorum.
Hazırlıklar bittikten sonra misafirler gelmeye başlıyor. Farklı sol fraksiyonlardan, adli tutuklulardan davetliler var. Sol siyasi koğuşlardan kadın misafirler de var. Koridor tıklım tıklım dolu. Neden bu kadar çok sıra getirdiklerini anlıyorum artık.
Açılış konuşmasını sorumlumuz olan arkadaşım yapıyor. Sonra iki arkadaş Filistin ve Kudüs Davası hakkında açıklamalarda bulunuyor. Sol örgütlerin temsilcileri ve Ülkücü görüşe mensup bir davetli de konuşma yapıyor. Slayt gösterisiyle devam eden gece marşlarla coşkulu bir şekilde sona eriyor.
Yaklaşık 3 aydır buradayım. Kendi başıma yürüyebiliyorum artık. İngilizce dersine katılmaya karar veriyorum. Henüz üçüncü dersin ortasında, çok yakından silah sesleri duyuyoruz. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, bir arkadaşın söylemesi üzerine hepimiz üst kata çıkıyoruz.
‘Karadeniz Fırtınası’nın açıklaması üzerine durumu öğreniyoruz. Silah sesi üzerine durumu öğrenmek amacıyla dışarı çıktığında, zaman zaman bizim koğuşu ziyaret eden çocuklardan birinin, bir gardiyanı silahla vurduğunu görüyor. Çocuk henüz silahını bırakmadığı için gardiyanlar yaklaşmaya cesaret edemiyormuş. Bunun üzerine yaralı memura yardım edilmesini sağlamak amacıyla çocuğun elinden silahı alıyor, gardiyanlara veriyor. Sonrasında gardiyanlar olaya müdahale edebiliyor; ama yaralı memur kurtarılamıyor. Onu tanıyan arkadaşlar hayatını kaybeden memurun iyi bir insan olduğunu söylüyor ve onun için üzülüyorlar.
Bu tarz olaylar sırasında cezaevinde olağandışı bazı gelişmelerin yaşanması beklenir. Rutin dışı bir genel arama veya cezaevi ağzıyla “paket sevk” diye tabir edilen başka cezaevine zorunlu sevkler kuvvetle muhtemel. Diken üstünde bir bekleyiş başlıyor.
M. Ağar’ın Adalet Bakanlığı’na yeni atandığı dönem… Ülkede siyasi istikrarsızlık devam ediyor. Cezaevlerinde devlet hâkimiyetinin kurulamadığından söz ediliyor. Cezaevlerine olağanüstü müdahalelerin olabileceği, hak ihlalleri ve infazların yaşanabileceği bir dönem…
Akşam yemeğinin dağıtılmaması hayra alamet değil. Cezaevinden çıt çıkmıyor. Tecrübeli arkadaşlar ani bir operasyona engel olma amacıyla barikat kurup kurmamayı tartışıyor. Neticede, olayın mafya ile ilgili, bizimle bir bağının olmaması nedeniyle barikat kurulmaması, kıyafetler giyinik olarak yatılması isteniyor. Yarın çok sayıda arkadaşın duruşma günü aynı zamanda.
Gergin gecenin sonunda sabah namazını henüz kılmıştık ki, bir anda koridorun baştan sona koyu yeşile döndüğünü görüyoruz. Koridorda askerlerden adım atacak yer yok. Rutin bir arama olmadığı kesin.
Koridorun baş tarafından bir düdük sesi yükseliyor. Bir anda saldırıya geçip herkesi kelepçelemeye başlıyorlar. Her birimiz için bir uzman çavuş ve 8 asker görevlendirilmiş. Karşı koymaya çalışanlar eller üstünde götürülüyorlar. Hepimizi avlu duvarının önünde sıraya diziyorlar. Bahçenin tıklım tıklım askerle dolu oluşu direnişin yetersiz geleceğini gösteriyor. Tek tek sıkı bir aramadan geçiriliyoruz.
İkinci bir düdük sesiyle, yine birer birer bodrum kattaki hücrelere götürülüyoruz. Bizim bölümde 9 kişi var. Seslenerek kimin nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz. Arkadaşlarımızın yarıdan fazlası bizimle aynı bölümde değil. Korkumuz, bizi birbirimizden ayırıp farklı cezaevlerine göndermeleri. Zaten fazla olmayan mevcudumuzu bir arada tutabilmek baskılara göğüs gerebilmek ve diğer birçok açıdan bizim için çok önemliydi.
Hücrenin kırık penceresinden sızan soğuk, iliklerimize işliyor. Ne yatak ne battaniye var. Bütün çağrılarımıza rağmen görevlilerden gelen olmuyor. Bazı arkadaşlar ranzalardan kopardıkları demir parçalarıyla kapı kilitlerini kırmaya çalışıyorlar. Çıkan gürültü cezaevini inletiyor. Gece olunca hava daha da soğuyor.
Ankaralı genç arkadaş, kilidi kırmak üzereyken ayak sesleri gelmeye başlıyor. Önde bir komutan, arkasında astsubay ve askerler hücre koridorundalar. Komutan yüksek sesle elindeki listeden iki kişinin ismini okuyor; astsubay ve askerler adı okunan iki kişinin kapılarını açıp birbirlerine kelepçeliyorlar. İlk alınan kişiler ana maltaya çıkınca bir gürültü kopuyor. Hemen ardından koridordan ve hücrelerden tekbir sesleri yükseliyor. Hayra alamet gelişmeler yaşanmadığını anlıyorum. Arkadaşların çoğu gittikten sonra ben ve hemşehrim olan arkadaşın ismi okunuyor. Epeyce uğraşmalarına rağmen hemşehrimin kapısını açamıyorlar. Kırmaya çalışırken kilidi bozmuş galiba. Askerlerden bazıları kapıyı açmaya çalışırken; diğerleri başka bir arkadaşı hücresinden çıkarıp benimle kelepçeliyorlar.
Ana malta boyunca, asker ve gardiyanlar iki yana sıralanıp koridor oluşturmuş, ellerinde uzun tahta coplarla bekliyorlar. Benden önce hücrelerinden alınan arkadaşların koridor boyunca cop darbelerine maruz kalarak ilerlediğini görüyorum.
Gardiyanlar benim yaralı olduğumu askerlere anlatmaya çalışıyor. Güçlükle yürüyebildiğimi görebiliyorlar zaten. Öfkeli bakışlarına aldırmadan yavaş yavaş yürüyerek aralarından geçiyoruz. Beraberimdeki arkadaş da benim durumum sayesinde saldırıya maruz kalmaktan kurtuluyor. Oysa, benimle gelmesi gerekirken, kapısı açılmadığı için sonraya kalan arkadaş, sağlam biriyle beraber olduğu için ve benim yavaş yürümem nedeniyle hızlı ilerleme imkanı olmadığı için en ağır saldırıya maruz kalanlardan biri oluyor.
Dış kapıya varıyoruz. Ring aracının tekmelerle, yumruklarla inletildiğini görüyorum. Bizi de aynı araca koyup kapıları kapatıyorlar. Arkadaşlar, kızgınlıkla her tarafı tekmelemeye devam ediyorlar. Bir rütbeli asker gelip, sakinleştirmeye çalışıyor. İçerideki saldırıdan kesinlikle haberi yokmuş. Kimse inanmadı elbette.
Siren sesleri arasında araç hareket ediyor. Yukarıda helikopter, önde ve arkada polis eskortları eşliğinde, çevre yolundan köprüyü geçip Anadolu’ya doğru hızla yol alıyoruz.
Yine yağmurlu ve soğuk bir gece, yine menzil belirsiz yollardayım. Keşke Bandırma’ya götürseler; Buca Cezaevinden oraya götürülen can dostlarımıza kavuşuruz, diyorum. Kadim dostum ihtiyar “inşallah” diye karşılık veriyor.
Araç, Körfezi dolanıp Yalova yoluna girince daha çok umutlanıyorum. Arkadaşlar soğumaya başlayan vücutlarındaki yara berelerin acısıyla meşgul. Yüzlerindeki yaralar görülebiliyor. Durumları hiç iyi görünmüyor maalesef…
Bursa-İzmir yolundan Bandırma’ya sapıyoruz. Heyecanım iki katına çıkıyor. Karacabey Ovası aydınlanmaya başlıyor. Tan söküyor tarlalara; bir kuş sürüsü uçuyor Manyas Gölü’ne.
Küçük bir cezaevinin kapısına yanaşıyoruz. Sessiz, ıssız, garip bir yer. Dışarıdan bakınca hiçbir hayat belirtisi yok. Oysa içeride mutluluklar, hüzünler ve acılarla dolu koca bir dünya ile karşılaşacaktık.
Dışarıda tanımadığım değişik İslami gruplarla hoş sohbetler, sert tartışmalar yapacak; kıran kırana futbol, voleybol, masa tenisi turnuvaları gerçekleştirecektik. İsyan ve barikatlarda marşlarla cezaevini inletecek, yediğimiz gaz bombaları sonucu perişan olup salyalar akıtmak zorunda kalacaktık. Toplu Ramazan teravihleri, iftar davetleri ve gülmekten kırılacağımız skeç ve tiyatro gösterileri yapacaktık. Bilgi yarışmaları, sıra geceleri ile eğlenecektik. Hele Kastamonulu arkadaşın sanat eseri salatalarını, tatlıcı arkadaşın eşsiz kadayıfını asla unutmayacaktık. İftar davetlerinde herkese sadece pırasa yedirmeye çalışan arkadaşın ısrarı, sohbetlerimizin daimi süsü olacaktı. Ta ki, Hayata Dönüş Operasyonu sonrası elimizdeki tüm imkânların alınması ve F Tipi yolu görünene kadar.
Şafak vakti kanat çırparken kuşlar, arkadaşlarım tek tek kolunu bacağını tutarak arabadan iniyorlar. Cezaevine adımlarını atmadan önce kafalarını kaldırıp uçsuz bucaksız gökyüzüne, veda eder gibi son defa bakıyorlar. Bense “Bismillah” diyerek, adımımı yeni ikametgâhıma atıyorum. İçimde vefakâr dostlarla kucaklaşacak olmanın heyecanı varken; yüreğimin diğer köşesinde, daimi bir sızı gibi duran, hiç gelmeyecek babasının çalacağı zil sesini bekleyen kızımı düşünüyorum.
20.12.2013
Tamer ASLAN 
Bolu F Tipi

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.