Şehid Sultan: Abdülaziz Han-4 Haziran 1876
Sultan Abdülaziz Han erkân-ı erbaa (dört kişi) diye adlandırılan Mithat Paşa, Hüseyin Avni, Mütercim Mehmed Rüştü Paşa ile Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi’nin ve önceden elde ettikleri altmış kadar yandaşlarının tertip ettiği bir darbe neticesi 30 Mayıs 1876 günü tahttan indirilmiş ve dört gün sonra da şehid edilmiştir.
Sultan Abdülaziz Han, yukarıda isimleri verilen dört kişinin şahsî kin ve garezleri ve bazı yabancı devletlerin parmağı ve yardımları sayesinde yapılan bir darbe neticesinde tahtından indirildi. Hâdise özetle şöyle olmuştu:
Hüseyin Avni, Mithat, Rüştü ve Süleyman Paşalar tarafından bu darbenin 30 Mayıs 1876 Salı sabah saat 4.30 civarlarında yapılması kararlaştırılmıştı.
Hüseyin Avni Paşa önceden, talim için Suriye’den getirttiği askerlerin, kışlalarda yer açılana kadar saray bahçesinde kalması için sultandan izin almıştı. Süleyman Paşa, hal’ gecesi bu askerler ile 300 Harbiye talebesine, padişaha bir suikast yapılmak istendiğini, yarın bu hususta erkenden tedbir alınacağını, verilecek emirlere aynen riâyet etmeleri gerektiğini, kimsenin giriş-çıkışına müsaade etmemelerini ve bunun padişahın emri olduğunu söylemişti.
İşte bu askerler gece saat dört civarında uyandırıldılar ve Harbiye talebeleri ile birlikte sarayı kuşattılar. Dünyanın en büyük ve modern harp gemileri ve zırhlılarından oluşan donanma, zaten geceleyin Dolmabahçe açıklarına demirlemişti.
Hal’in esas tertipçileri de geceden beri Kuzguncuk’ta Hüseyin Avni Paşa’nın yalısında, dürbünlerle sarayı gözetliyorlardı. Burada bulunmaları, eğer darbe muvaffak olamazsa toplantı yaptıklarını söyleyerek kendilerini temize çıkarmak içindi. Sultan Abdülaziz Han ise ibadet ve istirahattaydı…
Her şey planlanmış ve saray karadan ve denizden ablukaya alınmış, hal‘ kararı Dârüssaâde Ağası Cevher Ağa vasıtasıyla Pertevniyal Vâlide Sultan’a bildirilmişti.
Vâlide Sultan, derhal oğlunun odasına çıkıp onu uyandırdı. Ama hal’i oğluna doğrudan söylemeye cesaret edemiyordu. Tam bu esnada top sesleri duyulmaya başlamıştı. Sultan Abdülaziz Han, büyük bir teessürle:
“Bunlar Sultan Murad’ın cülûs toplarıdır vâlide. Beni amcam Sultan Selim Han’a döndürdüler ve bu işi Avni Paşa yapmıştır. Zannederim Rüştü ile Ahmed Paşa da bu işte birliktir. Cenâb-ı Hakk’ın takdiri böyle imiş” diyerek hızla giyindi.
Sultan Abdülaziz Han ve yakınları hemen sarayın rıhtımına indirildiler ve Topkapı’ya götürülmek üzere burada kendilerini bekleyen kayıklara bindirildiler.
Bu hazin manzarayı bir kişi daha seyrediyordu ki o da gelecekte tahta çıkacak olan şehzade Abdülhamid idi. Amcası ve âilesinin kayıklara bindirildiği ve zırhlıların açığından geçirilerek Sarayburnu’na çıkarıldığı sahneyi, hayatının sonuna kadar unutmayacak, bu işi yapanların simaları asla hâfızasından silinmeyecekti.
Sultan Abdülaziz Han ve efradı, Topkapı Sarayı’na nakledildi. Ailesine ve kendisine öğle yemeği verilmedi. Bizzat Hüseyin Avni Paşa’nın emriyle ve kasten, amcası Sultan Üçüncü Selim Han’ın şehid edildiği daireye yerleştirildiler. Bunların hiçbirisi tesâdüf değildi. Cinayetin safhaları birer birer tatbik ediliyordu.
Hemen o gün, 30 Mayıs 1876 Salı günü, Veliahd Murad Efendi tahta çıkarıldı.
İHTİLALCİLERİN YAĞMASI
Sultan Abdülaziz Han, Dolmabahçe Sarayı’ndan ayrıldıktan sonra, geride kalan eşyalarının ve paralarının büyük bir kısmı bazı fırsatçı darbeciler tarafından yağmalandı.
Sultan Abdülaziz Han’ın şahsî servetinin tamamına el konulmuş ve paralarının hazineye devrine dair komisyon tarafından bir karar alınmıştır. Mücevherler ise, satılmak üzere, Hiristaki isminde bir Rum sarrafa teslim edilmiş ve Paris’te daha pahalı satılır diyerek oraya gönderilmiş ancak, Hiristaki Efendi bir daha geri dönmemiştir. Böylece bir Türk hakanının mücevherleri, dolandırıcı bir Rum’un elinde kalmıştır.
SULTAN ABDÜLAZİZ’İN SON RİCASI
Sultan Abdülaziz Han, Topkapı Sarayı’na hapsedildiği sırada, Sultan Beşinci Murad’a bir mektup yazdı. Mektubunda özetle:
“Evvelâ Cenâb-ı Hakk’a, sonra atebe-i şevketlerine sığınır, kendi elimle silahlandırdığım askerin beni bu hâle koyduğunu hatırlamalarını tavsiye eder ve husûsî bir mekâna naklimi rica ederim.” diyerek, kendisinin bir an önce emin bir mekâna naklini istemiştir.
NEDEN KATLEDİLDİ?
Sultan Abdülaziz Han, Topkapı Sarayı’ndan, Ortaköy’de Çırağan Sarayı yanında bulunan Fer’iye Sarayı’na nakledilmesini istemiş ve bu isteği 1 Haziran 1876 günü yerine getirilmişti. Sultan Abdülaziz, burada gayet sıkı bir şekilde gözaltına alındı ve hemen, hizmetine üç hizmetçinin tayin edildiği vâlide sultana bildirildi. Bu üç uşak, Cezâyirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed idi.
Bu üçü, cinayet günü sabah erkenden Fahri Bey tarafından gizlice saraya sokulmuşlardı. Binbaşı Necib ve Binbaşı Ali Beyler de gelmişti. Reyhan ve Rakım Ağalar odanın kapısı önünde, kimsenin sokulmaması için nöbetçi bırakıldılar. Böylece katil heyeti sekiz kişi oldu. Bu altı kişi, sessizce Sultan Abdülaziz Han’ın odasının önüne geldiler ve içeri girdiler. Çok hızlı hareket eden kâtiller, Sultan Abdülaziz Han’ın üzerine atıldılar. Bir mücadele yaşandı. Bu mücadelede padişah zaman zaman ellerinden kurtulmayı başardı. Fakat daha sonra padişahı ellerine geçirdiler ve bilek damarlarını kestiler. Sultan tamamen bitkinleşince de olduğu gibi bırakıp her biri bir yere savuştular.
Ardından da önceden ayarlandığı gibi, hizmetçi ve küçük memurlardan birkaçı hemen feryada başladılar. Bu feryadlar üzerine odanın kapısı kırıldı ve Sultan Abdülaziz Han, bir şilteye sarılarak çok hızlı bir şekilde karakola götürüldü. Bu acelenin asıl sebebi, padişahı katlettikleri sırada yaşanan boğuşma izlerini göstermemek ve muhtemel delilleri ortadan kaldırmaktı.
Sultan Abdülaziz Han’ın katli esnasında, sarayda bulunan şehzâdeler ve diğer saray erkânının kapılarına nöbetçiler dikilmiş, odalarından çıkmalarına asla müsaade edilmemişti.
Karakola nakledilen padişah hâlâ canlı idi. Muayene ve rapor için gelen doktorlardan bazıları padişahın vücudunu etraflıca incelemek istedikleri vakit, Hüseyin Avni Paşa:
“Bu, bir padişahın cesedidir. Onun için size her tarafını açıp gösteremem” demek suretiyle isteklerine mâni oldu.
Bu şekilde, incelenmeden tutulacak bir rapora imza atmayacağını bildiren Hekim Ömer Paşa’nın o anda rütbeleri sökülmüş ve askerlikten uzaklaştırılmıştı.
Hatta rapor iki kere yazılmış ve vekiller tarafından beğenilmemiş ve üçüncüsü yazılmıştı. Doktorlara önce yüzü açılıp gösterilmiş ve bu cesedin Sultan Abdülaziz Han’a âit olduğu tesbit ettirilmişti. Daha sonra sağ ve sol kolları açılarak gösterilmişti. Sadece bunlara göre rapor yazılmış ve cesed ile beraber bir de makas getirilmişti. Bu kontrol esnasında, doktorlara: “İşte yaraları açan bu makastır. Sultan bu makasla kollarını kesmiştir!” denilmişti. Doktorlar bu hususu raporlarında aynen şöyle yazmışlar ve:
“Mezkûr makas kanlı olup, Hüdavendigâr-ı sâbıkın bâlâdaki zikrolunan cerihaları bununla icra etmiş olduğunu bize beyân ettiler” demek suretiyle, intihar veya katil hususunda kendi görüşleri değil kendilerine söylenenin böyle olduğunu ortaya koymuşlardı. Hem muayene için izin verilmiyor, hem de işte kendini bu makasla kesti denilerek, daha o anda karar verilmiş oluyordu.
Raporu imzalayan doktorlardan üçü muayenede bulunmuş diğerleri ise, arkadaşlarının şahitliklerine binaen raporu imzalamıştı. Meşhur Doktor Marko Paşa ise cesede hiç elini sürmediğini daha sonra ifade etmiştir. Raporun ne için tutturulduğu bile meçhuldür. Eğer intiharı ispat içinse, doktorlar böyle bir şeyi raporda ifade etmemişlerdir. Bu rapor, sadece hiçbir şey yapılmadı denmemesi için acele ile yapılmış bir teşebbüstür.
Bu hâdisedeki en mühim nokta, padişahın naaşının niçin alelacele karakola nakledilmiş olmasıdır. Niçin olduğu yerde ve odasında tahkikat yapılmamıştır?
Bunun sebebi şudur; suikast sonrasında canlı kalma ihtimaline mahal vermemek için, nakil esnasında ve karakolda tamamen şehid edilmesi sağlanmıştır. Katil heyeti bu arada zaman kazanmış ve padişahın vefatını kesinleştirmiştir. Sultan Abdülaziz Han, sadece kan kaybıyla değil, pehlivanlarla yaptığı boğuşma sırasında da aldığı darbeler ve ardından kan kaybından vefat etmiştir. Yukarıda belirttiğimiz üzere Sultanahmed Camii baş imamı naaşı yıkayan kişi olması hasebiyle, Yıldız Mahkemesi’ndeki şahitliğinde, padişahın vücûdunda bilhassa kalp kısmında morluklar gördüğünü ifade etmiştir.
Hüseyin Avni’nin: “Bu ceset sıradan birinin cesedi değildir” diyerek muayeneye mâni olması da bu işin bir tertip olduğunu teyit ediyor. Sultan Abdülaziz Han’ın cesedi mühim bir şahsiyetin cesediydi de niçin bir karakolun alt katına ve hem de alelade bir şilteye sarılarak kondu, niçin acele ile saraydan çıkarıldı, niçin yangından mal kaçırır gibi taşındı?
Bu nakil hâdisesindeki asıl maksat da, Sultan Abdülaziz Han’a sarayda ilk yardım yapılmasına mâni olmak, kâtillerin saraydaki telaşlarını fark ettirmemek, cinayet mahallindeki delilleri bu esnada yok etmek ve saraya alınan kâtillerin kaçmalarını kolaylaştırmaktı. Zîrâ, ceset sarayda incelenmeye başlansa idi, bütün devlet erkânının yanında, ailesinin bütün ferdleri, feryatlar üzerine dışarıdan geleceklerle beraber, duruma şahit olacaklardı. Karakola gidilerek bu dikkatler tamamen bertaraf edilmiş ve kimse karakola alınmamıştır. Sadece katil komitesi ve doktorlar girebilmiştir.
Madem ki, Hüseyin Avni Paşa’nın katilden haberi yoktu, alışılagelmiş bir hareket olmamasına rağmen, bir padişahın cesedinin karakola nakli emrini kim verdi? Sabahın çok erken sayılabilecek saatlerinde henüz evinden bile çıkmamış bir paşanın, hemen saraya gelerek daha vefat edip etmediğine bile bakmadan, “Bu cesedi karakola nakledin” demesi mümkün mü? İşte bütün bunlar da gösteriyor ki, hâdise tamamen tertip ve cinayetti.
Eğer Sultan Abdülaziz Han, intihar etmiş idiyse onu kurtarmak için niçin kendisine hiçbir tıbbî veya insanî yardım yapılmamıştı? Osmanlı saraylarında doktor eksik olmamasına rağmen, hiçbir müdahalenin yapılmaması bu hâdisenin cinayet olduğunu bir defa daha isbat etmektedir. Eğer Sultan Abdülaziz Han, intihar etmiş olsa bile, kendisine canlı olduğu halde müdahale yapılmaması ve o şekilde karakola nakledilmesi ile cinayetin ta kendisi işlenmemiş midir?
Yıldız Mahkemesi’ndeki ifadelerinde Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa ki, ihtilal heyetinin başlarından birisi idi:
“Naaşı karakola getirmişler ve getirdikleri zaman, hayat belirtileri mevcut imiş. Hekimler de karakola geldikleri zaman hayat belirtileri olduğunu tasdik etmişlerdi. O vakit bunu sordum. Fakat padişahın konuşmaya gücü olmadığı cevabını almıştım. Karakolda ne kadar yaşadığını bilemiyorum, zira ben sonradan gelmiştim ve bunu orada bulunan, vükela, vüzera ve ulemadan öğrenmiştik” demek suretiyle hâdiseyi tasdik etmiştir.
***
Yukarıda birer birer sıraladığımız hususlardan ve burada şimdilik yazmaya imkânı olmayan daha pek çok vesikadan anlaşılan odur ki, Sultan Abdülaziz Han katledilmiştir.
Esasen sultanın katli hakkında her geçen gün yeni yeni vesikalar ortaya çıkmaktadır. Çünkü “güneş balçıkla sıvanmaz” hükmü tecelli etmektedir.
Makalemizin asıl kısmı olan ve bugüne kadar bilhassa ülkemizde hiç bilinmeyen bir cihetini yani Sultan Abdülaziz’in o zaman on yaşında bulunan kızı Nâzime Sultan’ın babasının katli sırasında bizzat yanında olduğu halde şahit olduğu hâdiseleri tarihe bir not olarak düşeceğiz.
“BABAMIN KÂTİLLERİNİ GÖRDÜM!”
Nâzime Sultan, Sultan Abdülaziz Han’ın kızıdır. Babası şehid edildiğinde (1876) on yaşında idi. Annesi ise padişahın üçüncü hanımı olan Hayran-ı Dil Hanımefendi’dir. Hayran-ı Dil Hanımefendi Çerkez olup 1846 yılı Kars doğumludur. Bu padişah hanımından Dolmabahçe Sarayı’nda, ilk olarak 25 Şubat 1866’da Nâzime Sultan doğmuştur. Bilahare, sadece halife sıfatıyla Osmanlı’yı temsil edecek olan, Abdülmecid Efendi dünyaya gelmiştir.
Hayran-ı Dil Hanım 26 Kasım 1895’te 49 yaşında olduğu halde Ortaköy’deki sarayda vefat etmiştir.
NE ZAMAN VE NEREDE VEFAT ETTİ?
Nâzime Sultan 1947’de, Beyrut’un Cünye kasabasında 80 yaşında vefat etmiştir. Dadısı ise Tâhir Mevlevi Olgun’un annesi olup Şam’da, Sultan Süleyman Camii’nde medfundur. Bu sultanhanım, Damad Ali Hâlid Paşa ile Yıldız Sarayı’nda Eylül 1885’te evlendi.
Nâzime Sultan’ın 1895 yılında vefat ettiğini kaydeden yazarlar varsa da bu kesinlikle doğru değildir. Çünkü Nâzime Sultan’ın 1895 yılından çok sonraları hayatta olduğuna dâir onlarca Osmanlı Arşivi vesikası vardır. Bu vesikalardan bazı örnekleri makalemize koyduk. Osmanlı Arşivi vesikaları dışında Cumhuriyet arşivi vesikaları da mevcuttur. Bu vesikalardan birisinde Nâzime Sultan’ın 1938’de hayatta olduğunu görmekteyiz.
Makalemizin esasını teşkil eden yazıda yer alan bilgiler de Nâzime Sultan’ın 1947’ye kadar Beyrut’ta yaşadığını ispat etmektedir.
NÂZİME SULTAN NE GÖRMÜŞTÜ?
Nâzime Sultan gördüklerini, 1940’lı yıllarda Beyrut’ta yaşadığı sırada aynı zamanda yeğeni ile evli olması hasebiyle akrabalığı da olan Adil Sulh isminde bir ilim adamına anlatmıştır. Onun da oğlu Munah Sulh babasından intikal eden bu vesika ve bilgileri o zaman tarihçi-yazar olan Halid Ziyâde’ye vererek El-Hayat Gazetesi’nde “Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in Vefatındaki Esrar Kızının Şahitliği ile Dağılıyor” başlığıyla makale olarak yayınlatmıştı. Makalenin sadece bu mesele ile alakalı kısımlarının tercümesi şöyledir:
“Munah Sulh Bey’in kütüphanesinde babası Gazeteci-Yazar Adil Sulh’un Sultan Abdülaziz’in vefatı hakkında yazdığı evraklar yer alıyor. Evraklarda bunlara ilaveten Lübnan’da yaşayan ve küçük yaşta babasının katline şahit olan, Nâzime Sultan’ın Adil Sulh Bey’e babasının öldürülüşüne nasıl şahit olduğunu anlattığı ifadeler de yer alıyor.
“Burada şuna da işaret etmemiz gerekir ki Adil Sulh Bey, Derviş Paşa’nın ailesinden evlenmiştir. Adil Bey, bu evlilik ile Nâzime Sultan’a ve kocasına akraba olmuştur.
“Sultan Abdülaziz 30 Nisan 1876’da hal’ edildi. Ve aynı senenin üç haziranında şehid edildi. 3 Mart 1924’te saltanat ailesi mensupları Türkiye’den sürgüne gönderildi. Bunun üzerine aile, İstanbul’dan çıkarak muhtelif yerlere dağıldı. Ailenin büyük bir kısmı Lübnan’a geldi. Bir kısmı Beyrut’a yerleşirken diğer bir kısmı da Cünye’ye yerleşti. Gelen heyet içinde Mareşal Hâlid Paşa ve eşi de vardı. Sırba köyünde bir eve yerleştiler. Bu ev daha sonra Cumhuriyet Sarayı olacaktır. Damad Hâlid Paşa Osmanlı Meclis-i A’yanı üyesi ve Sultan Abdülaziz’in kızı Nâzime Sultan’ın kocası idi. Nâzime Sultan’ın kardeşi Abdülmecid Osmanoğulları halifelerinin sonuncusu idi. Kaderde Derviş Paşa’nın ailesine dünür olmak bana takdir olunmuştu. Bu evlilik Nâzime Sultan ile tanışmamı kolaylaştırmıştı. Nâzime Sultan, erdem sahibi, zekî, yüksek bir kültüre sahip, üstün ahlaklı ve nezaket sahibi bir hanımefendi idi. Bir defasında Osmanlı tarihinden hususiyle de babası Sultan Abdülaziz’in tahta geçiş devresi ve vefat hikâyesinden konuşmuştuk. Sanırım Nâzime Sultan’ın anlattıkları saltanat hayatındaki bu bariz hadisenin en açık görgü tanıklığıdır.
“Padişahın kızı Nâzime Sultan’ın ifadelerini aynen bana anlattığı şekilde aktaracağım. Nâzime Sultan diyor ki:
Kuşkusuz, babamın intihar ederek vefat ettiğine hükmedenler aldatıcılardır. Ben babamın öldürülüşüne bizzat kendi gözlerimle şahit oldum. Gördüklerim şundan ibarettir:
Bir gün babam sarayın salonlarından birinde oturuyordu. Ben de hemen yanı başında idim. O zaman on yaşında idim. Birden yanımıza pehlivan gibi sekiz adam girdi. Kuvvetli ve kötü niyetli oldukları belli oluyordu. Babam onları görünce kötü niyetli olduklarını anladı. Kurtulmaya çalışarak ayağa kalktı. Adamlar ilerlemeye başladılar. Bir taraftan da babamdan gelecek bir mukavemete karşı ihtiyatla hareket ediyorlardı. Babam büyük cüsseli, sağlam bünyeli ve güçlü pehlivanlardandı. Birkaç oyuna getirme teşebbüsünden sonra babam adamlardan uzaklaşarak sarayın bir üst katına çıkaran seyyar merdivenin olduğu yere ulaşmayı başardı. Ancak oraya varınca şaşırdı kaldı. Çünkü merdiven yerinde yoktu. İhtiyat olsun diye komplocular onu kaldırmışlardı. Sonra durdu ve yüksek bir sesle haykırdı:
‘Burada merdiven vardı. Kim aldı?’ Bu soruyu tekrar tekrar sordu. Telaşla sarayın salonlarında dolaşmaya başladı. Adamlar da arkasından onu takip ediyorlardı. Gördüğüm bu sahne beni korkuttu. Kapılardan birinin örtüsünü kendime siper ederek olup biteni izlemeye başladım. Nihayet adamlar babamın şiddetli mukavemetinden sonra onu bir köşede sıkıştırarak ele geçirdiler. Sonra sırt üstü yere yatırdılar. İkisi sağ koluna, ikisi sol koluna, ikisi sağ ayağına, ikisi sol ayağına oturdular. İçlerinden biri bir ustura ile iki elinin atardamarlarını kesti. Çok kan kaybedinceye kadar üzerinden inmediler. Babam bu hal üzere ruhunu teslim etti. Sonra onu pencerelerden birinin perdesine sardılar. Girişte olan karakola götürdüler. Mithat Paşa da orada idi. Babama karşı niyetlerinin kötü olduğu baştan belli idi. Zira babam hal’ edildikten sonra münadileri mahallelere gönderip ‘Sultan Abdülaziz öldü. Sultan Murad onun yerine geçti’ diye nida ettirdiler.
Ben babamın hükümlerinde hatasız olduğunu iddia etmiyorum. Zira hata yapmayan ancak Allahü Teâlâ’dır. Fakat şunu kati olarak ifade edebilirim ki babam, ülkesinin sadık bir hizmetkârı idi. Milleti için çok şeyler yaptı. Orduyu kuvvetlendirdi. Osmanlı donanmasını dünyanın ikinci donanması yaptı. Güzel ahlaklı, yumuşak huylu ve tövbekâr bir insandı. Edip ve kâtipti. Resmî yazıları harika birer edebî eser parçası idi. Arap ve Fars edebiyatını çok iyi bilirdi. Mahir bir ressam idi. İstirahat vakitlerini zaman zaman Dolmabahçe Sarayı’ndaki boğaza nazır hususî odasında geçirirdi.
“Nâzime Sultan burada ağlamaktan yutkunamadı ve bir müddet sessiz kaldıktan sonra ‘Babama haksızlık ettiler’ dedi.
“Sultan Abdülaziz’in katlini bir de kızı Nâzime Sultan’ın sözlerinden tarihe kaydettik. Umulur ki, Mithat Paşa ve ortaklarının tertibi ile kanlı bir şekilde hayatına son verilen bir padişahın vefatı hakkında şüphe ve tereddüde mahal kalmaz. Ümid ederiz ki, bundan sonra Mithat Paşa ve ortaklarının bu cinayetini dile getirmeyi intihar diyerek ört bas edenler, bütün bunlardan sonra yine padişahın intihar ettiğini iddia ederek başka bir yanlışa ortak olma cinayetini işlemezler.”
“Hakikat bir gün olur tezahür eder,
Mezara dahi gömülecek olsa.”
Ömer Faruk Yılmaz
(Yedikıta Dergisi, 38.Sayı, Ekim 2011)
Hiç yorum yok