İbni Arabi Risaleleri: KİTABU’L “YA”
KİTABU’L “YA”
“YA” KİTABI
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.
“YA” KİTABI
Bismillahirrahmanirrahim
Rabbi yessir hayren Rabbim! Hayrı Kolaylaştır
Sırlara mahsus ve zahirler üzerinde etkili olan vicdanların
hamdı sırf Allah'a aittir.
Salât ve selam basiretler makamından davet eden Hz.
Muhammed'in ve önceki ve sonraki ehlibeytinin üzerine olsun.
Bu "YA" kitabıdır. Diğer adıyla "huve" kitabıdır. İşaret ehli ve hakkı engellerde ve alakalarda gören hakikat ehli için yazdık. Allah sizi muvaffak kılsın, bilin ki, "huve=O" teklikten kinayedir. Bu yüzden yüce Allah'ın nispeti ile ilgili olarak "Kul huvallahu. Ahad /De ki: O Allah tektir." (İhlas, 1) denilmiştir. Teklik mutlak zattır ki, yüzler gözleriyle akıllar da fikirleriyle Onu idrak edemezler. İdrakler tarafından algılanan bir şey dönüşüme uğrar ve şekil alır. Hangi makamda "ena=ben", "inni=şüphesiz ben", "en-te=sen" ve "..ke=...sen..."gibi tecellilerden bir tecelli gerçekleşse, mutlaka "O" bu tecellide gizlidir. Bu makamlarda zuhur edenden haber verilir, ama mutlak zat ile ilgili olarak "O" ile tenzih gerçekleştirilir. Dolayısıyla fehvanilik hiçbir zaman "O"dan ayrılmaz. Fehvaniden başkası da "O"nu bilmez. Ancak "in-ni=şüphesiz ben", "ena=ben", "ente=sen" ve" ..ke=..sen"i
bilir. Allah'ı bilenler her zaman "hu-ve=O" ya
bağlı olurlar. Demişlerdir ki: Sana yapılan övgüleri sayamam. Burada "huve = O", kendini
"..ke=sana" ile perdelemiştir. Sen, kendini övdüğün gibisin. Burada da "O" "sen ve
"kendini" ile perdelenmiştir.
Bir başkası da şöyle demiştir: İdraki derk etmekten acizlik idraktir. Yani bu sözü söyleyen kimse, "O"nun idrak edilmediğini ve edilmeyeceğini idrak etmiştir. Eğer "O" idrak edilse "O" olmaz. Aksine "O"nun dışındaki şeyler "O" ile idrak edilir.
Diğer biri de şöyle demiştir: Biz, seni salih biriyle överiz.
Burada "..ke=seni.." yi görmüştür. Sonra "övdüğümüz
sensin." demiştir-burada da "sen" görmüş ve onu övgünün kendisi kılmıştır.
Sonra "övdüğümüzün üstünde..." demiştir. Böylece "üstünde..." ifadesiyle "O"nu
zahir etmiştir. Demek istiyor ki "ben", "sen" ve benzerlerinin üstünde... Sonra ifadenin orijinalinde-ki
"nusniy" sözünün sonundaki "ya" ile kendisini ispat etmiştir. Böylece "O" her açıdan
bilinmeyen, idrak edilmeyen ve işaret edilemeyen olarak kalmıştır. "O"ndan başka
"O" yoktur. "O"dan başkası da yoktur. O halde "O" "ben" , "sen" ve benzerlerinin
içindedir. Fehvaniliği "O" ile şereflendiren, onu bütün idrakler arasında taşıyan münezzehtir. "O"ndan
başka ilah yoktur. Bir de "O", bütün mevcudata sirayet etmiştir. Çünkü onların varlığı
"O"na bağlıdır, var olduktan sonra
varlıklarını sürdürmeleri de "O" ile mümkündür.
Böylece "O"dan sonraki her şey, "O"dan bedel hükmünde belirmiştir. Bir anlamda atf-ı beyan
ma-hiyetindedirler (Ona açıklamaya amacıyla atfedilmiş-lerdir). Demek istiyorum ki,
"O"na ait mertebelerin açıklanması için "O"na atfedilmişlerdir, "O"nu açıklamak
için değil. Yine de "O" icmali ve izzeti ile baki kalıyor. Nitekim yüce Allah bir çok yerde şöyle buyurmuştur:
"Huvallahullezi la ilahe illa hu/O, Allah'tır ki, Ondan başka ilah yoktur." (Haşr,
22) Cümlenin orijinali "O" ile başlıyor ve "O" ile bitiyor. Uluhiyet mertebesi "O"
ile izhar ediliyor.
Yine şöyle buyurmuştur: "La ilahe illa huverrah-manurrahim / İlahınız bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur. O, Rahmandır, rahimdir." (Bakara, 163) "Huve'l Evvelu ve'I Ahiru / O ilktir, sondur." (Hadid,3) "La ilahe illa huve alimu'l Ğaybi / O'ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir." (Haşr,22) "Huve'l meliku'l Kuddusu=O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir." (Haşr,23) "Huve'l Haliku'l Bari'u I O, yaratan, var edendir." (Haşr,24) Bu ayetlerde görüldüğü gibi, "O"dan sonra yer alan isimler, "O"nu ve âlemde özel olarak meydana getirilmesi istenen hadiseleri açıklamaktadırlar. Dolayısıyla isimlerin tümü "O"nun tercümanlarıdır. "O" ise tekliğinde ve "O"luğunda yaklaşılmaz izzet perdesinin gerisinde gizlidir. Bu yüzden "O"dan sonra yer alan ifadeleri mertebeye ilişkin atf-ı beyan veya o mertebede Onun yerine geçen bedel olarak nitelendirdik. "O" teklikle mevsuf mutlak zattan başkası için "O" ismi sahih değildir. Bu yüzden zatın hususiyeti mahiyetinde tekliğe tahsis edilmiştir. Çünkü Allah'tan başka her şey, Allah tarafından ve de Allah'tan başka bazı varlıklar tarafından idrak edilen varlıklardır. Bu varlıklar da "ente=sen"dedirler "O"nda değil.
Öte yandan kinayeler içinde "YA"dan başka "hu-ve=O"ye yaklaşan bir zamir yoktur. Özellikle "li=be-nim için" ifadesindeki "lam" veya "inni=şüphesiz ben" ifadesindeki "inne" ye bitiştiği zaman. Dolayısıyla "YA"nm büyük bir hakimiyeti vardır ve hiçbir zamir ona yaklaşamıyor, ona hükmedemiyor. Bu nedenle "inne" bir mertebede kal ıp etkilenmemek istediği zaman koruma "nun"unu (nun-ı vikaye) alıyor, onu kendisiyle "ya" arasında bir kalkan gibi kullanıyor. Böylece gelen etki koruma "nun"una yöneliyor ve "inneni" ifadesindeki "inne" salim kalıyor. Şu halde ifadedeki ikinci "nun" koruma nunudur, gerçek "nun" değildir.
Aynı durum "darebeni=bana vurdu", "yukrimu-ni=bana ikram ediyor" "ekremeni=bana ikram etti."fiilleri için de geçerlidir. Eğer koruyucu "nun" almasaydı, "ya"fiiller üzerinde etki edecekti. İşte bu "ya"nın hakimiyetinin gücünü göstermektedir, "ya" harfi "ena=ben" ve "huve=O" arasında bir aracıdır. "Ena=ben", "ya"ya göre "Huve=O"den daha uzaktır. Çünkü "ena=Ben"nin bir etkisi yoktur. Fakat "ena=ben", "ente=sen"ye ve "..ke=...sen..."ye göre "huve=O"ye daha yakındır. Böylece "Huve=O"ye en uzak zamir "ente=sen"dir. Geride "nahnu=biz" ve "inne", "ena=ben" ile birlikte "huve=O"ye göre mertebelerinin ayr ışması için kalıyorlar.
"Ena" ve "inne" ise, "huve" ile birlikte "nah-nu"dan daha uzaktırlar. "Nahnu" ise, "ena" ve "İnne "ye göre "huve"ye daha yakındır. Çünkü "nahnu" tıpkı "huve" gibi mücmeldir; mertebeler onu tafsil eder. Böylece müzmer ifadelerde "nahnu", zahir ifadelerde "Allah" lafzı gibidir. Özellikle özel mertebeyle kayıtlı olmadığı zaman. Diğeri, yani "nahnu" da öyledir.
"Ena" ise, üzerinde "ya"nın etkisinden dolayı "in-ne"den daha güçlüdür. Bu nedenle Musa için, seçilme makamının şerefi irade edildiğinde "ena" ve "inne" edatları izhar edildi ve ifadeye koruyucu "nun" yerleştirildi. Ki "inne", tıpkı "ena" gibi salim kalsın. Bunun nedeni de makamın Musa'ya taalluk etmesidir. Bunun neticesinde hak onun yanında yüceltilmiş oldu. Çünkü onun benliğinde (enaniyetinde) bir etki hasıl olmadı. Dolayısıyla yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve ene'hter-kuke JestemV Uma yuha inni enallahu /Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver. Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım." (Ta-ha, 13-14) Böylece ilk ve son "ena", yani onların gayeleriyle etkiden salim kalmış, "nun" ile korunmuştur.
Ayrıca ona, onunla intisab etmek isteyen de ondan onunla korunur. Yani intisap etmeyi ister ve etkilenmez, korunur. "Ve nahnu ekrabu ileyhi min hab-li'l veridi /Ve biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf, 16) O halde "nahnu=biz"ya yakınlık, "Hu-ve=O"ye de uzaklık vardır. Çünkü "Nahnu=biz"ya şah damarı naiblik ediyor. İfadenin orijinali olan "hablu'lverid" sözündeki "habl" kelimesi "ulaşma" demektir. "Huve=O" ise bundan farklıdır.
Bunlar kinayelerin mertebeleridir ve açıklanmış oldular. Bu kinayeler mebnidirler, yani sabittirler ve değişmezler. Bu nedenle bütün isimler içinde uluhiyet niteliğini en fazla onlar hakkediyorlar. Zaten sabit demek olan "rab"da bu kinayelerin vasfıdır.
Zahir isimlere gelince, amaçların ve mertebelerin farklılığına göre değişime uğrarlar. Kinayeler (zamirler) kendilerini korudukları gibi, isimler kendilerini korumazlar. Örneğin "kalellahu=Allah dedi.", "Abed-tullahe=Allah'a ibadet ettim.", "Bismillahi=Allah'm adıyla" denir. Görüldüğü gibi "Allah" lafzının sonu her defasında değişime uğruyor. Bu arada "huve" dikkat çekici bir özelliğe sahiptir, o da değişmeden bir babda sabit olmasıdır.
Örneğin: "abedtuhu= Ona ibadet ettim." Ve "ukrimuhu= Ona ikram ediyorum" vs. dersin. Bu mertebede varlıklar Ona taalluk ettiklerinde zail olmazlar, bu Onun bekasının, sabitliğinin neticesidir. Varlıklar ona taalluk etmediklerinde ve talebleri de "O" olduğu zaman, "O" tıpkı "ena" ve "ente" gibi yükseklik ve izzet makamında olur. Bununla beraber "ena" ve "ente" gibi zamirlerin sahip olmadıkları hüviyet (O'luk) şerefini de korur. Fakat "...na,...ni,...na...ke..." (bunlar bitişik zamirlerdir), "ena", "ente" ve "inne"ye göre "huve"ye daha yakındırlar. Hatta "ena", "ente" ve "inne"de bunların varlığı söz konu olmasaydı, hiçbir şekilde "huve"ye yaklaşmaları sahih olmazdı. Bu babın ayrıntıları uzundur, -müellif şöyle der:- bu kinayelerde yer alan mahlukat mertebeleri ise, kinayelerin farklılığına bağlı olarak farklılık arz eder. Mahlukatın en şereflisi, içinde yer aldığı kap "huve" olandır.
"Huve"nin şerefini ve suretlerin ve değişimin zatı ile mutlak zat arasındaki farkı bilmeyen bazı insanlar, birleşme nedeniyle "ena"yi kinayelerin en şereflisi sayarlar. Fakat bunlar birleşmenin kesinlikle imkansız olduğunu bilmezler. Kendisiyle bir olmak istediğin kimseyle ilgili olarak sende hasıl olan anlam, "ben" diyen kimsedir. Bu takdirde birleşme olmaz.
Çünkü senden konuşan Odur, sen değil. Ben (ena) dediğin zaman, "sen"sin "O" değil. Dolayısıyla sen, ya kendi benliğinle veya Onun benliğiyle "ben" demek zorundasın. Eğer kendi benliğinle desen, bu sensin, O değil. Eğer Onun benliğiyle desen, diyen sen değilsin, benliğiyle ben diyen Odur. Dolayısıyla ne anlam yoluyla ne de şekil yoluyla kesinlikle birleşme olmaz. Bu nedenle alimler içinde "ben" diyenler, ya "O"yu biliyorlar, ya da bilmiyorlar. Eğer "O"yu biliyorsa, aklı başında iken "ben" demesi caiz değildir. Eğer "O"yu bilmiyorsa, ondan günahkarlar gibi "ben"den istiğfar etmesi istenir. "O", her açıdan ve âlemin her makammda daha salimdir ve perdelenmiştir. "ente=sen"ye gelince, onun durumu "ben"den daha zor ve perdesi de daha kalındır. Çünkü "ente" ancak ilim suretinde tecelli eder.
Bu yüzden, ilim suretinde olmadan kendisine "sen" tecelli eden, onu inkar eder. Burası tehlikeli bir makamdır. Çünkü bu makamda "ben" bakidir; o olmazsa "sen" sabit olmaz. "Sen" "O"dan nefyedilir. Kim de "O"dan nefyedilirse, "O" ondan gizlenir. Dolayısıyla "sen"in sahibi için, bir surete girmeyecek şekilde tenzihte bulunması zorunludur. Ayrıca hayal derecesinden de yükselmesi gerekir. Sonra bütün kevni gaybm mertebelerini gözlemler. "O"nun benzeri bir şey olmadığını anlar. İşte o zaman "sen" tecellisi onun için salim olur. Çünkü Haşeviye, mücessi-me ve müşebbihe gibi grupların mensuplarının tecellileri "sen"dir. Fakat muhakkiklerin amacı bu "sen" değildir. Burası, tuzak ve yavaş yavaş helake sürüklenme zeminidir. Allah'tan kurtuluş diliyoruz.
Feelu fiilindeki "vav" kinayesi ise "nahnu"dur. Bu bakımdan onunla "huve"nin zatın kinayesi olması arasında bir fark yoktur, "..na" kinayesi ise, tesir bakımından "ya"ya yakındır. Ekremnakum= Size ikram ettik vb. ifadelerde tesir ona ait olunca, fiil üzerinde etkili olur ve fiili üzerinde sabit olmak durumunda olduğu halden başka bir hale değiştirir.
Ama tesiri söz konusu olmadığında ve başkası onun üzerinde tesir ettiğinde gücünü kullanamaz. O zaman da başkası ikram ettiğinde "ekremena=bize ikram etti."fiilinde olduğu gibi "ente"ye benzer. Ancak "huve"ye benzemesi itibariyle gaib sigasmda kuvvetlidir. Mutlak zatın şerefinden dolayı "huve"nin bütün zamirlerden daha şerefli olduğunu ispat etmiştik. Aynı durum ona yakın olan zamirler için de geçerlidir. Bu kinayelerin her birinin yükseliş yönleri ve iniş yönleri vardır. "Huve"ye benzerlikleri söz konusu olduğunda da şerefleri yükselir.
Biliniz ki, "huve" bütün kinayeler içinde en çok "ya"yı ister. Çünkü "Huve"nin rakamsal değeri on birdir ve tekliğin ismidir. Teklik teki ister. Geride rakamsal değer olarak on kalır. "Huve" de on olmaz. Bu durumda "ya"nıri olması kaçınılmaz olur. Bu yüzden kendisini ifade ederken "inni=şüphesiz ben" der, "O" demez. "İnne"nin bulunması "ya"nın gerçekleşmesi içindir. "Huve" bizim için fehvanidir. "inne" başkasının istediği teyit edilmiş, tahakkuk etmiş bir varlıktır. Bu başkası da "ya"dır. Sonra tecelli edilen kimsenin bilgisi oranında "ena" tecelli ettiği zaman "huve" tekliğin fehvanisi olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Şehidallahu ennehu la ilahe illa hu /Allah şahidlik eder ki, kendisinden (O) başka ilah yoktur." (Al-i İmran,18) Şahidlik burada "Allah'ındır. "Allah" ise bütün isimleri cemeden bir isimdir, "ya" da mutlak teklik zatıdır. Böyle bir makamda "huve", yüce Allah'ın fehvanisi olur. "ya" ise gerçek bir "benlik" (inniyyet)tir.
Tamamlama, Tekmil etme:
"Ha", "Huve", "Hiye"... "Huve"ye gelince, onun "O" olması bakımından "O" olduğu yukarıda açıklığa kavuştu. Fakat o, "O" olması hasebiyle "ha" veya "hiye" değildir.
"Huve"nin "hiye" olması ise, ancak benzerlik suretinin icat edildiği durumlarda olur. Bu durumda "Huve" fiil, "hiye" ise ehil, "ha" da "Huve" ile "Hiye"yi birleştiren emir olur. Sonuç için ortaya atılan iki önermeyi birbirine bağlayan sebeb gibi. Çünkü iki öncül ve sonuç üç unsur eder, dolayısıyla bunları birbirine bağlayan bir sebebin olması kaçınılmazdır. "Huve" vardı ve beraberinde hiçbir şey yoktu. "Huve", "Huve" olarak ondan varlık olmaz. "Hiye"den de "niye" olarak varlık olmaz. "Ha"dan da "ha" olarak varlık olmaz. "inni"deki "ya"da varetmeyle ilgili ön bilgi, isimlerin hakikatlerinin zuhur etmesi için varoluşu gerektirdi. "Ha", "Huve" ve "Hiye"yi harekete geçirdi. "Huve" "hiye" ile buluştu ve sonradan olma (hadis) varlıklar meydana geldi. Bu yüzden bu buluşma iki harfle ifade edildi. Bu iki harf de "KUN"dur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnnema kavluna li şey'in iza erednahu ennekule lehu kunfe yekun / Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sözümüz sadece "ol"
dememizdir. Hemen oluverir." (Nahl,40) İşte
"şey" budur. Dolayısıyla objede zuhur eden sebebiyet, sözün yöneldiği sebebiyet değildir. Çünkü
"şey", "hiye"dir. Biz de onu "huve" olarak irade ettik. Ona "ha" da diyebiliriz.
"Ha" ise, iki olguyu birbirine bağlayan sebep niteliğindeki "kun"dur. Dolayısıyla
"kun" kelimesindeki "kaf" "Huve"dir.
"Nun" ise "hiye"dir.
Böylece daire oluşmuş oldu. "Kaf" ile "nun" arasında takdir edilen bağ ise "ha"dır. Bu söz mantıkçıların dilinde çok yaygındır. Diyorlar ki: Allah'ın emri "kaf" ile "nun" arasındadır. İşte bu "Ha"nın mertebesidir. Birkaç beyitte "huve", "hiye" ve "ha"ya dikkat çekmiş, şöyle nazmetmiştik:
Bak; "huve" veya "Ha" dediğinde
Uyanık ol; kendimi yıktım; dikkat et
Ve "ena-ben" ikisinden doğar "hiye=o"
o ki
"ena"yı verir; bakarsın aşağıda olan
ilahileşmiştir
"innl'deki "ya" "huve"deki
"vav"dan başkası değildir ve o değildir
Onun zatı, letaif ve akıl nezdinde
Akıllar, kendileriyle akledilirler
Aynı şekilde nefisler de "huve" ve
"hiye" ile "ha"yı akletmişlerdir
Sır onu karanlığın tam ortasında çağırdığında
"Ha"nın akdiyle ayne dönüştürmek için
Der ki: Ben sizin çağırmanızdan ötürü mahpusum
Cömertliğinizin başlangıcıyla son nokta arasında
"Elif, Kaf" kitabında, diğer adıyla "Ya" kitabında bu bölümü detaylı olarak ortaya koyduk. Bu makamı gerçekleştirenler arasında efendimiz Hz. Muham-med(s.a.v.) de vardır. Çünkü bu makama yerleştirilmiştir. Ayrıca bu tarikatın büyük sadatı da bu makamı gerçekleştirmişlerdir. Ancak tarikat ehlinin ekserisi bu makamı görememiştir. Bu yüzden bunun nefsin mertebelerinden biri olduğunu sanmışlardır. Heyhat! Varlık sırları her zaman birbirine bağlıdır, böyle iken bu makamın önünde perdeler olabilir mi? olsa olsa aidiyetler perdelenebilir. Aynı durum, nakıs parçaların surette ortaklıkları için de geçerlidir. Ayrıca bu makamı, ancak suretin, hayvani şehvetin yanında duranlar inkar edebilir. Buna karşılık, var etme hikmetinin, zatı ve menzillerini nurlardan, örneğin şimşekten gözlemlemek gibi bu lezzetlerin çok çabuk zeval bulmaları yanında dursa, arzu ettiği ve peşinde olduğu şeyin değerini bilir. Suretler âlemi kendi içinde kamildir. Alim ise, eşyaya, sadece amaçlarıyla ve varlık geleneğinde karar kıldığı konumuyla bakmaz, aksine, eşyaya, üzerinde bulunduğu
hakikatler açısından bakar. Bu bakış, gerçekten önemlidir.
Eşyaya amaçlarıyla bakmayan, bizim söylediğimiz açıdan bakan birini görmeyi çok istedim;
ama şu ana kadar böyle birini göremedik. Bense, bana varit olan şeylerden yorgun düşmüşüm;
bu güne kadar da bunları koyacak yeri bulamadım. Ortada öteleri delip geçen bir
anlayış, eksiksiz bir teslimiyet yok. Ama bir kere nefes çıkmış oldu.
Sonra biliniz ki, bu gerçek mutlak zat, "huve"ye mahsustur. "Huve", yüksek ve şerefli bir harftir, hareketi de yüksek ve şereflidir. Ahadiyet (teklik),' onu, harflerin sonuncusu olan "vav'a gelinceye kadar bütün harflerin mertebelerine sirayet ettirmiştir. Ki "ha" harflerin ilkidir. İlk ve son herfi vermiş, diğer bütün harflerin mertebelerini bu ikisine dercetmiştir.
Dolayısıyla her harfin kuvvetini mutlaka "ha" harfi bu sirayet sürecinde alıp onu bir bağış olarak "vav"a vermiştir. Bu bağışla "vav" "ha"dan açılmış olur. Açılma cömertliğin pınarı ve rahmetin kapısıdır. Bu yüzden şöyle buyurulmuştur: "Ma yeftehullahu linnasi min rahmetin / Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmetin..." (Fatır,2) Bu ayette rahmet, açma (feth) ile birlikte zikredilmiştir.
Muhtemelen şöyle diyeceksin: Peki "Hatta iza Fe-tehna aleyhim baben za azabin şedidin iza hum fihi mublisun /En nihayet üzerlerine, azabı çok şiddetli bir kapı açtığımız zaman, bir de bakarsın ki onlar orada şaşkın ve ümitsiz kalmışlardır." (Müminun,77) ayetini nasıl yorumlayacaksın? Buna cevap olarak deriz ki: Mesele senin vehmettiğin gibi değildir.
Çünkü uzaklık anlamına gelen şeytanlık da feth (açma) ifadesiyle birlikte kullanılmıştır. Dolayısıyla açmanın rahmeti, onlara, bu miktarda uzaklık bahsetmiştir. Onlar öyle bir azaptadırlar ki, bir diğer azapla karşılaştırıldığında rahmet sayılır. İşte bu açmanın (fethin) inayetidir. "Ve iza ulku minha mekanen dayyikan mukarrinine /Elleri boyunlarına bağlı olarak onun dar bir yerine atıldıkları zaman..." (Furkan,13) ifadesinin şiddetine gelince, burada "Ha", "Huve" ve "Hiye" harfleri, harflerin en şereflileri olan üç harfle birlikte zikredilmiştir. Bunlar "Vav", "Elif" ve "Ya" harfleridir. Ki bunlar illet, teşbih ve tesir harfleridir.
Teklikten dolayı "Ya" harfi "Elife tahsis edilmiştir, çünkü teklik "Elifi ister. Bu yüzdendir ki "ha" harfi "huve" ve "hiye" arasında bağ işlevini gören sebeptir, ki bu ikisi netice versin, neticeden kasıt da ferttir. Biz "Elif Kitabı"nda, diğer adıyla ahadiyet (teklik) kitabında bu konuyu zikrettik. Oraya bakılabilir.
"Vav" harfi yüksek ve yukarı olduğu için onu koca saydık, dolayısıyla "huve" kocadır, "hiye" harfi yüksek, ama etkisi bakımından aşağı, yani kesre konumunda olduğu için, ona "ya" harfini verdik ve zevce konumuna getirdik. Dolayısıyla "ha" risalet, "huve" gönderilen rasul(elçi) Cebrail konumundadır. Bu mübarek ve yüce kaynaşmadan da hükümler, şeriatlar, makamlar ve sırlar zuhur etti. Aynı durum "hemze" ve "nun" arasmadki "ena"nin elifi, "hemze" ve "nun" arasındaki "inni"nin "ya"sı ve "ta" ve "hemze" arasındaki "ente"nin geniz "nun"u için de geçerlidir. Çünkü bunlara katılmıştır ve bunu "huve" gibi kullanırsan, benzeri sonuçlarla karşılaşırsın.
"Nun"un "vav" ve "ya"ya benzerliği, "elife benzerliğinden daha güçlüdür. Çünkü "elif" sabittir ve ebediyen hareket etmez. "Vav" ve "ya" harfleri de illet harfi konumunda değillerse sabitlikleri ortadan kalkar, değişime uğrarlar. Ama özellikle fetha harekesi almak suretiyle değişirler. Çünkü kesra ve ref harekelerini kesinlikle kaldıramazlar. İşte "nun" bu açıdan ve başka açılardan bu iki harfe benzer.
Çünkü "nun" harfi "vav"ın çapının yarısı kadardır, "ya" harfi ise "nun"un iki katıdır. Yani "ya" harfi" " şeklinde yazıldığında "nun" "ya"nm yarısı kadardır, "vav" ise "nun"dan dörtte üç oranında daha büyük olur. Sonra fehvanilikte de ona benzer. Çünkü esintiler ve nefesler âlemindendir, bu yüzden yücelik ve yükseklikte "vav"a benzer. Bu nedenle "elif", "vav" ve "ya" harflerine bitişir. Bu benzerliğin gücündendir ki fiillerin irabının delili olmuştur. Buna şu fiilleri örnek gösterebiliriz: yefalune, tefalune, yefelani, te-felani ve tefaline... Buradaki "nun" harfi "ebiyke" ifa-desindeki "ya", "ebuke"deki "vav" ve "ebake"deki "elif" konumundadır. Muzaf isimlerin tümü, müzek-ker salim cem ve isimlerin tesniyelerindeki "elifin de konumundadır. Sonra başlarına amil geldiğinde harekelerin hazfedilmesi gibi, o da başına amil geldiğinde hazfedilir. Bu benzerlik yüzündendir ki "ente" ye dahil olmuş ve böylece "ente", "huve"deki "vav"m, "ha"daki "elifin ve "hiye"deki "ya"nın yerine geçmiştir.Bu kitabı iyice tahkik et. Çünkü gerisinde bir çok yüksek sırların parıldadığını göreceksin. Bizim tarikatımızın ehli, keşif gayretlerinden dolayı bunları izlemişlerdir. Biz ise, artık iyice bize galip geldiği için bu kadarını açıklamak zorunda kaldık.
"Huve"nin Münacatından Birkaç Nebze
Ey "O"! unsurlarımızı bizden saklayıp bir gaybe yerleştirdiğin için, biz de kaybolduğumuz tarafa yöneldik, senden dolayı bizden kaybolan şeylere meylettik. Çünkü senden dolayı bizden kaybolanlara "huve" dikkatimizi çekti. Bize seslendi: senden dolayı senden kaybolan şeyin üzerinde dur. Bizden dolayı senden kaybolan şeyi görürsün.
Destek istedik; destekledin. Yardım istedik; yardım ettin. Buraya girmenin bilgisini istedik; bize öğrettin. Sahili olmayan bir denizde Yesribli Muhammed'in gemisinde gözlerimizi açtık. Denizin balıkları ve canlıları bize hayret ettiler. Çünkü yelkenlerimizi açmış, rüzgarla doldurmuştuk. Sonu olmayanı istiyorduk, süresi olmayan sürenin peşindeydik. Bize seslenildi: Ey Yesribliler! Artık sizin için durmanın sırası değil, haydi dönün... Bunun üzerine yelken açtığımız sahile gerisin geri döndük. Birden karşımıza bir deniz çıkmasın mı! Geri dönüşümüz, yeni bir sefere çıkışımız olmuştu. Süresi, ebedi, eveli ve ahiri olmayanı istiyorduk. Vazgeçtik; aktin feshedilmesini istedik. Baktık "Huve=O" sesleniyor:
Ey kullarım! Benden bir makam istediniz ki, orada beni
benden başkası göremez. Karanlıktaydım, benimle beraber hiçbir şey yoktu. Şimdi de
öyleyim, senin varlığınla bir şey yanımda olmuş değildir. İçinde bulunduğun deniz, içinde
olduğun karanlıktır. Eğer kendi karanlığını katetsen, benim karanlığıma ulaşırsın. Ama
kendi karanlığını ebediyen aşamaz ve bana ulaşamazsın. Sen, kendi karanlığındasın,
hiçbir şey yoktur beraberinde.
Bu karanlık, sana ait olan "huve"dir. Çünkü suret, içinde bulunduğun durumu senin için gerektirdi. Dedim ki: Ey huve! Ne yapayım huve'de? Dedi ki: Ona dalıp boğul. Bunun üzerine kendimi gemiden, çıplak, geminin karanlığından sıyrılmış olarak attım. Boğuldum; rahat ettim. Ben hep Onun içindeyim. Varlıkta ben, benden başkası değilim. Aramanın kederinden kurtuldum. Birden "huve" bana seslendi: Ey her şey içinde olan! Şey olan, şeyle ne yapsın! Şerefli bir ilham:
Hakk için bir hak insan için de bir insan
Varlığın nezdinde. Kur'an için de Kur'an
Açık olanın bir açıklığı var, müşahede anında tıpkı
Münacat anında kulakların kulakları olması gibi.
Bize cem gözleriyle bak, bizden yararlanırsın
Farklar zamanında. Ona sarıl; furkan ayırandır.
"Ena=Ben"nın Müncatından
Ey enaîdiye seslendim; bir cevap duymadım. Kovulmuş olmaktan endişe ettim. Dedim ki: Ey ena! Niçin bana cevap vermiyorsun? Bana dedi ki: Ey hükümlerinde çelişkiye düşen! Eğer beni çağırsaydın, sana cevap verirdim. Sen ancak kendi enaniyetini (benliğini) çağırdın. O zaman kendine kendin cevap ver. Dedim ki: Ey ena! Ena (ben) dediysem, bu, ena'nin ena içinde ena (ben'in ben içinde ben) olmasından dolayıdır. Birin bir içinde bir olması gibi. Dedi ki: Doğru söyledin. O zaman benim adıma kendine cevap ver. Benden cevap isteme. Benine (enaniyetine) söyle, sana cevap versin. Ben ise, ebediyen sana "ena" içinde zuhur etmem; beni çağırma. Çünkü onunla yapılan çağrı deliliktir. Ve çünkü çağrı, ayrılık ve çokluğu çağrıştırır, "ena" ise hepsinin cemini ve tekliğini çağrıştırır. Böyle iken nasıl "ena" ile çağırırsın? Sana hikmetli olmanı ve hal sahibi olmanı da söylemedim. Çünkü hikmetli kimse hakimdir, hal sahibi ise halinin mahkumudur. Niçin: "Ve kul rabbi zidni ilmen / Ve 'Rabbim, benim ilmimi artır' de." (Taha,114) buyruğunu anlamıyorsun?
"İnne"nin Münacatından
Ey ben! Ben, seninle gerçekleşmiştir. Benden dolayı sabrım kalmadı. Çünkü bende bana isabet ettin. Sanki sen sendensin. Beni benle talep etme. Ki benden bana zail olmayasm, kaybolmayasm. Çünkü benim, seninle olan "na"(...biz)dan başka "inne"m yok. Ben benimleyim, ben değil. Çünkü "inne" ve "li=be-nim için" seninle olur, benimle değil.
Dedi ki: Bir kısmını doğru söyledin, bir kısmında hata ettin. Sor bana, sana öğreteyim.
Dedim ki: Ey ben! Bana öğret. Dedi ki: Senin
"inne"n bir hakikattir, benim "inne"m de bir hakikattir. Ancak "inne" benim
"benliğim" yanında sabit olmaz, tıpkı senin "inen"
(benliğin) zuhur ettiğinde benim "inne"mi (benliğimi)
bilmemen gibi, Biz, iki "benliğin" zuhurunda bir araya gelemeyiz. Eğer ben, senin "benliğinde"
(inniyetinde) isem bu, yardım, destek mahiyetindedir. Ben "benim'le sende olduğumda ve sen
"seni" ortadan kaldırdığında, benden zuhur eden, senden zuhur eder. Bakan biri,
"senden" görüneni senden sanır, oysa benim "benim-den"dir. Sana öğrettim; beni
istediğin zaman, sende senin benliğinden bir şey kalmamalı. Çünkü benim varlıklarla olmam imkansızdır.
"Ente"nin Münacatından
Ey sen! Enaniyet ve inniyet gerçekleşmişti. Biri "elif'iyle, öbürü ise içinde katlanmasıyla. Böylece benliğin (inniyetin) geldi ve innayetin (bizliğin) ortadan kalktı. Böylece güçlendin ve "bizliğin"in hakimiyeti zuhur etti. Ey sen! Dil açısından değil, ama hakikat açısından bana sen demen sahih olur mu? Dedi ki: Hayret! Sen bana sen dediğin zaman, bunun anlamı, içinde ben sendenim, demiş olman değil mi? Çünkü senin bizliğin, benim benliğimin zuhurunda gizlidir. Bu yüzden benim ona hakikat olarak sen demem gereklidir. Nitekim sen kendine sen dediğinde, benim bizliğim, senin benliğinin zuhurunda gizli değil midir? Senin bizliğin bendendir ve bana sen diyorsun, geride yapmamın içindekinden başka bir durum kalmadı. Sana gelince, varlık onu kaçınılmaz kılmaktadır. O da senin bizliğinle doğrudur, tıpkı benim bizliğimle sahih olması gibi. O halde onun olması zorunludur. Artık durum, ona izafe edilenle ilgilidir. "Ena" (ben)ya gelince, "inne" ona aittir ve bu da sahihtir. Ama bu ikisinden başkasını sen istihraç et.
Çünkü onu sana öğretmem. Bunun üzerine coştum, sevindim. Bana dedi ki: Seni bu şekilde sevindiren nedir? Dedim ki: Bana öğrettin. Nasıl? - herkesten daha iyi bildiği halde - dedi. Dedim ki: Senin, istihraç et, sözünden öğrendim. Dedi ki: Benim tuzağımın olduğunu bilmiyor musun? biliyorum, dedim. Dedi ki: Benim tuzağıma düşmekten sakın.
Bunun üzerine bütün sevincim, coşkum kayboldu. Dedim ki: Ey ena! Senin tuzağın hak olduğuna göre, mecaza huzurda yer yoktur. Doğru söyledin, dedi, işte iş, durum budur. Araştır; bulursun. Dedim ki: Eğer bahşedersen. Dedi ki: Sana öğretmeyeceğim, demedim mi? Dedim ki: Ey sen! Bu değil, sana, bana öğret demedim, bana bahşet veya ver, dedim. Dedi ki: " Tartışmaya en çok düşkün olan varlık insandır." Dedim ki: Ey sen! Sen kimde sen olursan, onun benliği hücceti ile olur. Bana hakikatleri öğreten sensin... "..ke...sen"in münacatı yoktur. Ancak "ente"nin içinde yer alır. Ona denk olmasa da. Tıpkı "nahnu=biz" ve çoğul "vav"ının "ena=ben" ve "huve"nin içinde yer alması gibi. Kuşkusuz bunların her birinin de mertebeleri vardır. Ne var ki, bu kitabı yazarken güttüğümüz amaç, yukarıda açıklanan ve öz mahiyetinde olan kısa açıklamadır. Amacı gerçekleştirmiş olduk.
Velhamdulillâh /Allah'a hamdolsun.
Kitap sona erdi.
Hiç yorum yok