HZ. OSMAN BİN AFFAN-17 Haziran 656
HZ. OSMAN BİN AFFAN (R.ANH)
Baba Adı: Affan b. Ebil As.
Anne Adı: Erva binti Kureyz b. Rebia, b. Habib, b. Abdi Şems, b. Abdimenaf, b. Kussay (Ninesi Ümmü Hakim Beyza binti Abdülmuttalip'dir. Hz. Osman'nın annesi, Rasûlüllah (sav)'in halasının kızıdır.)
Doğum Tarihi ve Yeri: Takriben Fîl vakasından 6 yıl sonra Miladi 577. yılda Mekke'de doğmuştur.
Ölüm Tarihi ve Yeri: Hicretin 35. yılında, Miladî 17 Haziran 656, Zilhicce'nin 18. Cuma günü 80 yaşlarında Medine'de şehit edilmiştir. 12 sene halifelik yapmıştır. Medine'de Kabri Cennetü'k Bâkî'dedir.
Fiziki Yapısı: Orta boylu, zayıf bedenli, esmer tenli, ince derili, güzel yüzlü, büyük uzun beyaz sakallı, çok saçlı, omuz başları yüksek, omuzları açık, elmacıklarında çiçek izleri, noktaları vardı. İnce burunlu, burnunun ucu büyük ve yüksekti, başının tepesi açık saçsızdı, saçları iki yana sarkık, kulaklarını aşar omuzlarına inerdi. Dişleri altın kaplama idi.
Eşi: 8 Hanımla evlenmişti.
1. Remle binti Şeybe bin Rebia,
2. Rukeyye binti Rasûlüllah,
3. Ümmü Gülsüm binti Rasûlüllah,
4. Fahita binti Gavzan,
5. Anbese Fâtıma binti Velid b. Muğire,
6. Ümmül Benin binti Uyeyne el Fezari,
7. Ümmü Amr binti Cündeb.
8. Naile binti Ferase el- Kelbi.
Oğulları: 9 oğlu vardur. Bunlar:
1. Abdullah,
2. Küçük Abdullah,
3. Ömer, 4. Halid,
5. Eban,
6. Velid,
7. Said,
8. Abdülmelik,
9. Utbe. Bunların meşhur olanı Eban bin Osman'dır.
Kızları: 7 kızı vardır.
1. Meryem,
2. Ümmü Sa'd,
3. Ayşe,
4. Ümmü Eban,
5. Ümmü Amr,
6. Ümmül Benin,
7. Küçük Meryem
Gazveleri: Uhud, Hendek savaşları ve sonraki birçok seferlere iştirak etmiştir..
Hicreti: 1. ve 2. Habeşistan, Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirdir.
Sahabeden Kiminle Kardeşti: Evs bin Sabit..
Kabilesi: Osman b. Affan b. Ebil As, b. Ümeyye, b. Abdi Şems, b. Abdi Menaf, b. Kusayy, b. Kilab, b. Mürre, b. Ka'b, b. Lüey, b. Galib, b. Fihr, b. Malik, b. Nadir, b. Kinane.
Lakabı/Künyesi: Ebû Abdullah, Zinnureyn, İbn-i Affan, Ebû Amr.
Kiminle Akrabalığı: Rasûlüllah (sav)'in damadıdır.
Hz. Osman (R.a.) hayanın ve hilmin sembolüdür. Rasûlüllah (sav)'ın dâva arkadışıdır. Osman b. Affân b. EbiS-As b. Ümeyye b. Abdi'ş-Şems b. Abdi Menaf el-Kureşî el-Emevî; Raşid Halifelerin üçüncüsü. Umeyyeoğulları ailesine mensup olup, nesebi beşinci ceddi olan Abdi Menaf ta Rasûlüllah (sav) ile birleşmektedir.
Fil olayından altı sene sonra Mekke'de doğmuştur. Annesi, Erva binti Küreyz b. Rebia b. Habib b. Abdi Şems'tir. Büyükannesi ise Rasûlüllah (sav)'m halası Abdülmuttalib'in kızı Beyda'dır. Künyesi, "Ebû Abdullah'tır. Ona, "Ebu Amr" ve "Ebu Leyla" da denilirdi.[1]
Rasûlüllah (sav) risaletle görevlendirildiğinde Osman (r.a) otuz dört yaşlarındaydı. O, ilk iman edenler arasındadır. Ebû Bekir (r.a), güvendiği kimseleri İslama davette yoğun gayret göstermekteydi. Onun bu çalışmaları neticesinde, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Osman b. Affân iman etmişlerdi. Hz. Osman, cahiliyye döneminde de Hz. Ebû Bekir'in samimi bir arkadaşı idi.[2]
Hz. Osman, iman ettiği zaman bunu duyan amcası Hakem b. Ebil-Âs onu sıkıca bağlayarak hapsetmiş ve eski dinine dönmezse asla serbest bırakmayacağını söylemişti. Hz. Osman (R.a) ebediyyen dininden dönmeyeceğini söyleyince, kararlılığını gören amcası onu serbest bırakmıştı.[3] Peşinden o, Rasûlüllah (sav)'ın kızı Rukiyye ile evlenmişti. Bazı tarihçiler bu evliliğin Peygamber'in risaletle görevlendirilmesinden önce olduğunu kaydederler. [4] Mekkî toplumlarda inanç hürriyeti olmaz. İnanç sahibi muvahhidlerin bedel ödemeleri gerekir. Müşrik ve münkirlerin işkence ve baskılarına aldırmadan imanın emniyetinde kalarak direnmek, mekkî toplumlarda müslüman olmanın bedelidir. Hz. Osman (R.a.) bu bedeli ödeyenlerdendir.
Mekkî toplumlarda hicretin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü hicret; kaçış değil, İslâm'ı Allah'ın muradına uygun yaşayabilmek için emniyetli mekân arayışıdır. Mekkelt müşriklerin iman edenlere yönelttikleri baskı ve işkenceler yoğunlaşıp çekilmez bir hal alınca, Rasûlüllah (sav), ashabına Habeşistan'a hicret etmeleri tavsiyesinde bulunmuştu.
İslam'ı Allah'ın muradına göre yaşamaya çalışan müsliimanlar için Daru'l İslâm'a hicret etmenin mümkün olmadığı veya hicret edilecek Daru 7 İslâm 'in bulunmadığı bir zaman diliminde Daru 7 Eman 'a hicret ederler. Habeşistan'a hicret için Rasûlüllah (sav) tarafından müslümanlora verilen nebevi izin bunun açık delilidir. Dam 7 Eman; müslümanların dinlerine göre bir hayat yaşama imkânına kavuştukları yani İslâm'ı yaşamaktan dolayı korku ve kuşku duymadıkları her beldenin adıdır. İşte Hz. Osman (R.a) de Daru'l Eman'a ilk hicret edenler arasındadır. Hz. Osman (R.a.)'ın Habeşistan'a ilk hicret edenler arasında olduğu hakkında kaynaklar ittifak halindedirler. İbn Hacer birçok sahabeye dayandırarak Hz. Osman(R.a.)'ın, eşi Rukiyye ile birlikte Habeşistan'a hicret eden ilk kimse olduğunu kaydetmektedir.[5] Mekkeiilerin iman ettiklerine dair yanlış bir haberin Habeşistan'a ulaşmasıyla birlikte muhacirlerden bir bölümü Mekke'ye geri dönmüştü. Hz. Osman (R.a.) da geri dönenler arasındaydı. Ancak onlar kendilerine ulaşan haberin asılsız olduğuna şahit olduklarında tekrar Habeşistan'a gitmek için yola çıktılar. Hz. Osman(R.a.), hareket etmeden önce Rasûlüllah (sav)'e şöyle demişti:
"Ya Rasûlüllah! Bir defa hicret ettik. Bu Necaşi'ye ikinci hicretimiz oluyor. Ancak siz bizimle değilsiniz". Rasûlüllah (sav) ona;
"Siz Allah'a ve bana hicret edenlersiniz. Bu iki hicretin tamamı sizindir" karşılığını vermişti. Bunun üzerine o;
"Bu bize yeter ya Rasûlüllah" dedi.[6]
Allah yolunda muhacir olmak, büyük bir şereftir. Hz. Osman (R.a), ikinci olarak hicret ettiği Habeşistan'da bir müddet kaldıktan sonra Mekke'ye geri döndü. Rasûlüllah (sav), Medine'ye hicret etmekle emrolunduğunda, Hz.Osman (R.a.) diğer müslümanlarla birlikte Medine'ye hicret etti. O, Medine'ye ulaştığı zaman Hassan b. Sabit'in kardeşi Evs b. Sabit'e konuk olmuştu. Bundan dolayı Hassan, onu çok severdi. [7]
Hz. Osman (R.a.) genelde bütün insanlığa, özelde ise müslümanlara faydalı olan bir kimsedir. Bir yahudinin mülkiyetinde olan Rume kuyusunu yirmi bin dirheme satın alarak bütün müslümanların istifadesine sunmuştu. Bu kuyunun müslümanlar için ne kadar önemli olduğu Rasûlüllah (sav)'in şu sözünden anlaşılmaktadır:
"Rume kuyusunu kim açarsa, ona Cennet vardır.”[8]
Ashâb-ı Kiram, cennetlik işler yapan kimselerdir. Onlar biliyorlardı ki, "cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.”
Hz.Osman, hanımı Rukiyye ağır hasta olduğu için, Rasülüllah (sav)'in izniyle Bedir savaşından geri kalmıştı. Rukiyye ordu Bedir'de bulunduğu esnada vefat etmiş, müslümanların zaferinin müjdesi Medine'ye ulaştığı gün toprağa verilmişti. Fiili olarak Bedir'de bulunmamış olmakla birlikte Rasûlüllah (sav) onu Bedir'e katılanlardan saymış ve ganimetten ona da pay ayırmıştı.[9] Meşru mazeretlerinden dolayı cihad seferine katılma imkânını bulamayan müslümanlar, cihada gidip savaşan mücahidlerden sayılırlar.
Hz. Osman (R.a.), ehl-i cihaddır. Çünkü Hz. Osman (R.a.) Bedir savaşı hariç, müşriklerle ve İslâm düşmanlarıyla yapılan bütün savaşlara katılmıştır.
Rukiyye'nin vefat edişinden sonra Rasûlüllah (sav), Hz. Osman'ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştu:
"Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden hiç bir tane kalmayana kadar onları Osman'la evlendirirdim" ve yine Hz. Osman'a "Üçüncü bir kızım olsaydı muhakkak ki seninle evlendirirdim" demişti. (Üsdül-Gâbe, aynı yer) Rasûlüllah (sav)'in takdirine mahzar olmak, saadet ve fazilete mazhar olmaktır. Bu şerefe Hz. Osman (R.a.) nail olmuştur.
Rasûlüllah (sav)'in iki kızıyla evlenmiş olduğu için iki nûr sahibi anlamında, "Zi'n-Nureyn" lakabıyla anılır olmuştur. Zatü'r-Rika ve Gatafan seferlerinde Rasûlüllah (sav), onu Medine'de yerine vekil bırakmıştır.[10]
Hz. Osman (R.a.)'ın Habeşistan'a hicreti esnasında Hz. Rukiyye'den doğan Abdullah adındaki oğlu, Medine'ye hicretin dördüncü yılında bir horozun yüzünü gözünü tırmalaması sonucunda hastalanarak vefat etti. Abdullah, vefat ettiğinde altı yaşında idi. [11]
Hicretin altıncı yılında müslümanlar, Umre yapmak için Mekke'ye hareket ettiklerinde, Hz. Osman da onların arasındaydı. Ancak, putperest Mekke yönetimi, müslümanları Mekke'ye sokmama kararı almıştı. Bunun üzerine Hudeybiye'de karargah kuran Rasûlüllah (sav), müşriklerle .münasebet kurarak, maksatlarının yalnızca umre yapmak olduğunu onlara bildirmek istiyordu. Rasûlüllah (sav), bu iş için Hz. Ömer'i görevlendirmek istemiş, ancak Hz. Ömer, bir takım geçerli sebepler ileri sürerek Hz. Osman'ın daha uygun olduğunu söylemişti. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav), elçilik görevini Hz. Osman'a verdi. Daha önce elçi gönderilen Hiraş b. Umeyye el-Ka'bî'yi Mekkeliler öldürmek istemişlerdi. [12]
Müşriklerin hırçın davranışları böyle bir elçiliği tehlikeli bir hale sokuyordu. Rasûlüllah (sav), Hz. Osman (R.a)'a şöyle dedi:
"Git ve Kureyş'e haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile savaşmaya gelmedik. Sadece şu Beyt'i ziyaret ve onun haremliğine saygı göstermek için geldik ve getirdiğimiz kurbanlık develeri kesip döneceğiz." Hz. Osman (R.a), Mekke'ye gidip, müşriklere bu hususları bildirdi. Ancak onlar;
"Bu asla olmaz, Mekke'ye giremezsiniz" karşılığını verdiler. Onların red cevabı İslâm karargahına Osman (R.a)'ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Onun dönüşünün gecikmesi bu haberi destekler nitelikteydi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav), yanındaki bütün müslümanlan, ölmek pahasına müşriklerle çarpışmak üzere, bey'ata çağırdı. Bey'atu'r-Rıdvan adıyla tarihe geçen bu bey'ati aşamada Rasûlüllah (sav) sol elini sağ elinin üzerine koyarak,
"Osman Allah'ın ve Resulünün işi için gitmiştir" dedi ve onun adma da bey'at etti. Müşrikler bu durumdan korkuya kapıldıkları için anlaşma yolunu tercih etmişlerdi. [13] Müslüman olarak düşmanlarımız tarafından doğru anlaşılıp reddedilmemiz, dostlarımız tarafından yanlış anlaşılıp desteklenmemizden daha hayırldır!
Hz. Osman (R.a.) müjde insanıdır. Çünkü Hz. Osman (R.a.), bu arada Mekke'deki güçsüz müslümanlarla görüşmüş ve onları İslâm'ın yakında gerçekleşecek olan fethiyle teselli etmişti. [14] Müşrikler, Hz. Osman (R.a)'a isterse Kâ'be'yi tavaf edebileceğini bildirmişler, ancak o, Rasûlüllah (sav) tavaf etmeden, kendisinin de tavaf etmeyeceği cevabını vermişti. Hudeybiye'de bulunan sahabeler ise Rasûlüllah (sav)’e
“Osman Beytullah'a kavuştu, onu tavaf etti; ne mutlu ona" dediklerinde Rasûlüllah (sav);
"Beytullah'ı biz tavaf etmedikçe, Osman da tavaf etmez." buyurmuştur.[15]
Allah yolunda sadakat, samimiyet iktidarının vazgeçilmezidir. Düşmanla karşılaştıklarında dava arkadaşlarını satanlar, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda sayılmazlar. Münkir ve müşriklerin tehditleri, vaadettikleri, Hz. Osman (R.a.)'ı Rasûlüllah (sav)'den ayırmaya yetmemiştir.
Onlar Hz. Osman (R.a.)'a:
"Sen, Kabe'yi tavaf etmek istiyorsan, tavaf edebilirsin" dediler. Bunun üzerine Hz. Osman (R.a.):
"Peygamber (sav) Kabe'yi tavaf etmedikçe ben asla tavaf etmem" dedi. [16] İşte bu dâva adamının önderine ve dâva arkadaşlarına sadakatinin emsalsiz örneğididr.
Hz. Osman (r.a.), Medine dönemi boyunca sürekli Rasûlüllah (sav) ile birlikte olmaya gayret gösterdi. Ashabın en zenginlerinden biri olması, onun İslama ve müslümanlara herkesten çok maddi yardımda bulunmasını sağladı. Bilhassa kâfirler üzerine sefere çıkan orduların teçhiz edilmesinde aşın derecede cömert davrandığı görülmektedir. Tarihçiler onun "Ceyş'ul-Usra" (Zorluklar Ordusu) diye adlandırılan Tebük seferine çıkacak ordunun teçhiz edilmesine yaptığı katkıyı övgüyle zikretmektedirler. O, bu ordunun yaklaşık üçte birini tek başına teçhiz etmiştir. Asker sayısının otuz bin kişi olduğu göz önüne alınırsa bu meblağın büyüklüğü rahatça anlaşılır. Hz. Osman (R.a.)'ın Tebük seferinde yaptığı yardımın dökümü şöyledir: Gerekli takımlarıyla birlikte dokuz yüz elli deve ve yüz at, bunların süvarilerinin teçhizatı, on bin dinar nakit para.[17] Onun bu davranışından çok memnun olan Rasûlüllah (sav);
"Ey Allah'ım! Ben Osman'dan razıyım. Sen de razı ol” [18] diyerek duada bulunmuştur. Hz. Osman, Veda Haccı esnasında da Rasûlüllah (sav)'in yanındaydı. Rasûlüllah (sav) müslümanları ilgilendiren bir çok meselede Osman (r.a)'ın yardımına müracaat etmiştir. [19] Duruma bakılırsa, Hz. Osman (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in mali müşaviridir. Allah yolunda her hizmet herkesle konuşulmaz. Allah yolunda her mü'minin fikiriyle, eliyle, diliyle, servetiyle, bedeniyle yapabileceği hizmetler vardır. Allah yolunda zengin müslümanların görevlerinden birisi de, Allah yolunda cihad edenleri teçhizatını tedarik etmektir. Yani mücahidlerin ihtiyaçlarını gidermektir. "Allah yolundaki mücahidlerin Osmanı" olmak, başlı başına bir misyondur. Allah yolunda cihad edecek mücahidlerin ihtiyaçlarını gidermek için helalinden mal kazanan kaç zenginimiz var? Zengin müslümanlar, Hz. Osman (R.a.) aynasında kendilerini gözden geçirmelidirler. Aksi halde dünyevileşme tehlikesinin içine düşmekten kurtulamazlar.
Hz. Ebû Bekir (R.a) halife seçilince Osman (R.a) ona bey'at etti. Ebû Bekir (R.a) halifeliği boyunca ümmetin işlerini idarede onunla istişarede bulundu. Ebû Bekir (R.a)'ın vefatından önce yazdırdığı Hz. Ömer'in Halife atanmasına dair belgeyi Osman (R.a) kaleme almıştır. Hz. Ebü Bekir, Osman (R.a)'ın yazdıklarını ona tekrar okutturduktan sonra mühürletmişti. Osman (R.a), yanında Ömer (R.a) ve yanında Useyd İbn Saîd el-Kurazî olduğu halde dışarı çıkmış ve oradakilere
"Bu kağıtta adı yazılan kimseye bey'at ediyor musunuz" diye sormuştu. Onlar da
"Evet" diyerek bunu kabul etmişlerdi.[20]
Halife Hz. Ömer (R.a), yaralanınca, hilâfete geçecek kimsenin tayin edilmesi için altı kişiden oluşan bir şura oluşturmuştu. Bunlar Hz. Ali, Osman, Sa'd İbn Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zubeyr İbn Avvam ve Talha İbn Ubeydullah (R.anhum) idiler. Yapıian görüşmeler neticesinde, şûra üyelerinden dördü feragat edince görüşmeler Hz. Osman'la Hz. Ali üzerinde devam etti. Şura başkanı Abdurrahman İbn Avf (R.a.), geniş bir kamu oyu yoklaması yaptıktan sonra müslümanların bu iki kişiden birisinin halife seçilmesi üzerinde mutabık olduklarını gördü. Hz. Ali (R.a)'i çağırarak ona; Allah'ın Kitabı, Rasûlünün Sünneti ve Ebû Bekir ve Ömer'in uygulamalarına tabi olarak hareket edip etmeyeceğini sordu. O, Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün Sünnetine tam olarak uyacağı, ancak bunun dışında kendi içtihadına göre davranacağı cevabını verdi. Aynı soruyu Osman (R.a)'a yönelttiğinde o, bunu kabul etmişti. Bunun üzerine Abdurrahman İbn Avf, Osman (R.a)'ı halife atadığını ilan ederek ona bey'at etti.[21]
Hz. Osman (R.a.)'a ikinci olarak bey'at eden kimse Hz. Ali (R.a) olmuştur. Peşinden de bütün müslümanlar ona bey'at ettiler. [22] Osman (R.a)'ın hilâfete geçişi Hicri yirmi üç senesi Zilhicce ayının sonlarında olmuştur. Hz. Osman (R.a), devlet idaresini devraldığı zaman İslâm fetihleri hızlı bir şekilde devam ediyordu. Hz. Ömer (R.a) devrinde Suriye, Filistin, Mısır ve İran, İslâm topraklarına katılmıştı. Hz. Ömer (r.a)'ın güçlü idaresi, fethedilen bölgelerde otorite ve düzenin sağlam bir şekilde yerleşmesini sağlamıştı. Hz. Osman (R.a), İslâm tebliğinin girmiş olduğu yayılma sürecini aynı hızla devam ettirmeye çalıştı. O, Ermenistan, Kuzey Afrika ve Kıbrıs'ı fethetmiş, İran'daki ayaklanmaları bastırarak merkezî yönetimin nüfuzunu yeniden tesis etmiştir.
İslâm coğrafyasını genişletmek, yeni yüreklere İslâm'ı ulaştırmakla mümkündür. Yani yüreklerin fethinden ülkelerin fethine geçiş yapmak, İslâm coğrafyasını genişletmektir. Hz. Osman (R.a.) bunu yapmıştır. Hz. Osman (r.a), hilâfeti devraldığı zaman idari kadrolarda yavaş yavaş bazı değişiklikler yapma yoluna gitti. Ancak, Ömer (R.a)'in vasiyetine uyarak bir sene müddetle onun valilerini yerlerinde bıraktı. İlk önce Küfe valisi Muğire b. Şu'be'yi azlederek yerine Sa'd b. Ebi Vakkas'ı atadı. Sa'd, Osman (R.a)'ın yönetime geçtikten sonra atadığı ilk validir. [23] Mısırlılarca sevilen bir kimse olan Amr b. el-As'ın Mısır valiliğinden alınması ve yerine, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'in tayin edilmesi bazı karışıklıkların çıkmasına sebep olmuştu. İskenderiye halkı Bizans İmparatoru Heraklious'a mektup yazarak kendilerini müslümanların elinden kurtarmasını istediler. Ayrıca, müslümanların karşı koyacak kadar askerlerinin olmadığını da bildirdiler.
Bunun üzerine Bizans İmparatoru, Manuel komutasında kalabalık bir orduyu İskenderiye'ye gönderip burayı işgal etti. Bizanslılardan çekinen Kıpti halk, Hz. Osman'dan duruma müdahale etmesini istediğinde o, Amr b. el-As'ı Mısır'a geri gönderdi. Amr, yaptığı savaşta, Manuel'i öldürerek düşmanı büyük bir yenilgiye uğrattı ve İskenderiye şehrini çevreleyen sur'u yıktı.[24] Çözümsüz kalan ve müslümanların parçalanmasına sebeb olan ihtilaflar, düşmanın saldırısına davetiye çıkarırlar. Ancak müslümanların arasındaki ihtilafların ittifaka dönüştürülmesi, düşmana hezimet, müslümanlara zafer getirir. Aynı yıl içerisinde anlaşmalarını bozan Rey üzerine, Sa'd b. Ebi Vakkas bir sefer düzenlemiş; ayrıca, Deylem üzerine yürümüştür. Sa'd b. Ebi Vakkas, Beytül-Maldan borç olarak aldığı parayı geri ödemekte sıkışınca Osman (R.a), onu azlederek yerine anne bir kardeşi Velid b. Ukbe'yi Küfe valiliğine getirdi. [25]
Velid, beş sene Küfe valiliğinde bulunmuştur. Velid, bir sabah, namazı sarhoş olduğundan dolayı dört rekat kıldırmıştı. Hatırlatılması üzerine "sizin için arttırıyorum" demişti. Bunu duyan Hz. Osman (R.a.), ona tazir cezası vererek bunun uygulanmasını Hz. Ali'den istemişti. Hz. Ali de Abdullah b. Cafer'e onu kırbaçlattırmiştı. Bu olay üzerine Hz. Osman onu azlederek yerine Saîd b. el-As b. Umeyye'yi atadı. [26]
Suyûtî, Hz. Osman'ın, ilk olarak Velid'i, Sa'd'm yerine vali yapması yüzünden kınandığını söylemektedir. [27] Velid, Küfe valisi olunca, Azerbaycan komutanı Utbe b. Ferkat'ı görevinden aldı. Bunun üzerine Azerbeycan halkı isyan ettiler. Velid, Azerbeycan üzerine yürüyerek burayı itaat altına aldıktan sonra Ermenistan (Tiflis) tarafına yöneldi ve andlaşmaiar yaparak ganimetlerle geri döndü. Bu arada Bizansla yapılan mücadele devam etmekteydi. Hz.Muaviye (R.a.), Antalya ve Tarsus taraflarına akınlar düzenliyordu. Öte taraftan, Amr b. el-As'a Kuzey Afrika'yı ele geçirmek için emirler gönderen Osman (R.a), Sicistan Valisi, Abdullah b. Amr'a Kabil'e yürümesi talimatını veriyordu. [28]
Hicri yirmi altıda, Mescid-i Haram'ın genişletilmesi çalışmalarına tanık olunmaktadır. Mescid-i Haram'ın çevresindeki arsalar satın alınarak geniş bir alan elde edilmişti. Hz. Osman (R.a), Hicri yirmi yedinci yılda Mısır Valisi Amr b. el-As'i azlederek yerine Abdullah İbn Sa'd b. Ebi Serh'i getirdi. O, Kuzey Afrika'nın fethinin tamamlanması düşün-cesindeydi. Bunun için Osman (R.a), Ashabın ileri gelenleriyle istişare ettikten sonra, ona izin verdi ve içinde çok sayıda sahabenin de bulunduğu bir orduyu takviye olarak ona gönderdi. [29] Abdullah b. Nafî b. Abdulkays ve Abdullah b. Nafi b. Husayn komutasındaki kuvvetler, İbn Ebi Şerh ile birleşerek Mısır'dan batıya doğru harekete geçtiler. Trablus'tan Tanca'ya kadar olan bölgenin hakimi ve Bizans İmparatorunun valisi, İslam ordusunun topraklarına doğru ilerlediği haberini aîmca, yirmi bini süvari olmak üzere, yüz bin kişilik bir ordu hazırlayarak tedbirler aldı. Krallık merkezi olan Subaytala'ya yirmi dört saatlik bir mesafede iki ordu karşı karşıya geldi. İbn Ebi Serh'in, müslüman olmak veya cizyeyi kabul etmek teklifi reddedilince çatışma başladı. Bu arada, ordunun Medine ile olan haberleşmesi kesilmişti.
Hz. Osman bağlantı kurabilmek için Abdullah İbn Zübeyr'i bir askeri birlikle Afrika'ya gönderdi. Günlerce süren savaş, Abdullah İbn Zübeyr'in önerdiği taktikle kısa zamanda büyük bir zaferle sonuçlandı. Müslümanların eline geçen ganimet oldukça büyüktü. Süvarilere üçer bin dinar ve yayalara ise biner dinar hisse düşmüştü. [30]
İslâm ordularının önündeki bu engel kaldırıldıktan sonra Hz. Osman (R.a.), Abdullah b. Nafî b. Husayn ve Abdullah b. Nafi b. Abdulkays'a hiç vakit kaybetmeden Cebelu't-Tank'ı geçerek Endelüs'e girmeleri emrini verdi. Hz. Osman'ın, ordunun Endelüs'e geçişini istemesi, İstanbul'un batı yönünden sıkıştırılarak fethinin kolaylaştırılması düşüncesinden kaynaklanıyordu. O, komutanlarına şöyle diyordu: "İstanbul ancak Endülüs tarafından fethedilebilir. Eğer orayı fethederseniz, İstanbul'u fethedenlerin ecrine ortak olacaksınız.” [31]
Böylece Hz. Osman zamanında, Kuzey Afrikadaki fetihler tamamlanmış, İslâm'ın karşısındaki en büyük güç olan Bizans'ın batıdan sıkıştırılması planlan uygulamaya konulmuştur. Öte taraftan Muaviye b. "Ebi Süfyan (R.a.), Osman (R.a)'dan izin alarak, Suriye sahillerinde oluşturduğu donanma ile Akdenize açılmış ve müslümanlar denizlerde de Bizans'a karşı varlık göstermeye başlamışlardı. Muaviye (R.a.) daha önce bu iş için Hz. Ömer'e müracaat etmişti. Ancak Ömer (R.a), o an müslümanların maslahatı bunu gerekli kılmadığı için izin vermemişti. Daha sonra şartlar bu iş için elverişli hale geldiğinden dolayı Hz. Osman (R.a.) donanma inşasının lüzumuna kanaat getirmişti. Muaviye (R.a.), donanmasıyla denize açılarak, Kıbrıs Adasına çıktı. Abdullah b. Sa'd Mısır'dan onun yardımına gitti. Kıbrıs, yıllık yedi bin dinar cizye ile İslâm hakimiyetini tanımak zorunda kaldı.[32] Bu miktar onların Bizans İmparatoruna ödediği meblağdır. [33]
Hz. Osman (R.a.), Küfe Valisi Ebu Musa el-Eş'arî'yi görevinden alarak yerine Abdullah b. Amir el-Kureyz'i atadı Abdullah, Osman (R.a)'ın dayısının oğludur. Ebu Musa'yı azletmesinin sebebi Küfe halkının ondan şikayetçi olmaları ve bunu Hz. Osman (R.a)'a bildirmeleridir. [34] Hz. Osman, Mescid-i Nebi'nin genişletilmesine ihtiyaç duyarak, onu süslü taşlarla yeniden inşa etti. Taş sütunlar dikerek tavanını sac (bir cins ağaç) ile kapattı. Uzunluğunu yüz altmış, genişliğini de yüz elli zira'a çıkarttı. [35]
Hicri otuz yılında Sa'id b. el-As'ın Taberistan'a hücum ettiği görülür. Bu bölgede gazalarda bulunan Sa'id, bir çok şehri fethetti. Horasan, Tus, Serahs, Merv, Beyhak bunlardan bazılarıdır. Bu yıl içerisinde Hz. Osman (R.a.), değişik eyaletlerde, Kur'an-ı Kerim'in okunması üzerine ortaya çıkan ihtilafları ortadan kaldırmak için çalışmalar başlattı. Kur'an-ı Kerim ilk olarak Hz. Ebû Bekir zamanında tedvin edilmişti. Zeyd b. Sabit'in başkanlığında yapılan bu çalışmada, Kur'an-ı Kerim bir kitap haline getirilmişti. Bu ilk mushaf, Ebû Bekir (R.a)'dan sonra Ömer (R.a)'a geçmiş, onun şehadetinden sonra da Hafsa (R.anh)'nın elinde kalmıştı. Azerbeycan seferi esnasında ordu içerisinde kıraat konusunda bir ihtilafın çıkması, ordu komutanı Huzeyfe b. Yeman'ı endişelendirmiş ve Halife'den, müslumanların emin bir şekilde okuyabilecekleri bir mushafm çoğaltılmasını istemişti. Hafsa (R.anh)'ın yanında bulunan mushaf getirilerek çoğaltıldı ve bütün eyaletlere dağıtıldı, Bunun dışında kalan nüshaların tamamı toplatılarak imha edildi. Bu durum karşısında Ashabın hayatta olanları oldukça rahatlamışlardı.[36] Böylece müslümanlar tarihinde "Naşiru'l-Kur'an"; Kur'an'ı neşredip çoğaltan ve afaki İslâm'a dağıtan Hz. Osman (R.a.) olmuştur.
Eminu'l-vahiy yani vahyin kendisine emanet edildiği zat olan Hz. Muhammed'in (aleyhisseiâm) en çok ihtimam gösterdiği iş, Kur'ân-ı Kerim metnini tesbit ve onu insanlığa tebliğ etmekti. Onun içindir ki, vahyin başlangıcında unutmamak için vahyedilen âyetleri içinden tekrarlıyor, bunun dıştaki alâmeti olarak da dilini kıpırdatıyordu. Bunun üzerine Allahû Teâlâ O'nun telâş gösterip zahmet çekmemesi için vahyin tesbitini garanti altına aldığını bildirdi. Allahû Teâlâ bu teminatını esbap dairesinde şöyle icra ettirmiştir; Kur'ân yazılmış bir kitap şeklinde gönderilmemesine rağmen, Allah'ın, o sözü "Kitab" olarak nitelendirmesinden, Hz. Peygamber onun yazıyla kaydedilmesi gerektiğini anlamış ve derhal bunu yazı bilenler vasıtasıyla uygulamaya başlamıştır. Konuya biraz daha etraflı bakacak olursak, O'nun şöyle üçlü bir metot takip ettiğini görürüz:
1- Yazdırmış,
2- Ezberlemiş ve mü'minlere ezberletmiş; namaz veya başka vesilelerle okuyup tekrarlamiş,
3- Her yıl Ramazan ayında o zamana kadar gelen metni Cibril'e (aleyhisselâm) arz etmek suretiyle mukabele etmiştir.
Demek ki, yazdırma ve ezberleme esnasında kasdî olmayan hataların olabileceği ihtimaline karşı O, önce Cibril ile mukabeleyi (arza) müteakip Mescid-i Nebevi'de cemaatin huzurunda okuyor, onlara da kendi ellerindeki nüshaları veya ezberlerini tashih etme imkânı veriyordu. hıfzetme ilâhi teminat altındadır. Fakat Allahû Teâlâ icraatını sünnetullaha göre yürütür. O'nun elçisi Hz. Muhammed (aleyhisselâm) bu ilâhi nizamı en iyi bilen ve tatbik eden bir zât idi. O'nun mezkur yollarla Kur'ân metnini daha sonraki nesillere ulaştırması, kendisinden sonra gelecek nesillerin, özellikle gayri müslimlerin itirazlarini önlemek gayesine yönelik idi.
Diğer taraftan o, metinlerin nasıl intikal ettirilmesi gerektiği hususunda biz ümmetine de örnek oluyordu. Cibril ile mukabele ettiğini ya Hz. Peygamber Ashabına haber veriyordu yahut Ashâbdan bazıları bu arza sırasında hazır bulunuyorlardi. Abdullah İbn Mes'ud, Züheyr, Übeyy İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit (radiyallahu anhum) bu zevat arasındadır. Arzudan gaye sadece kontrol değil, metni eda etme keyfiyetini, tecvide göre okumayı sağlama, Cibril ile müzakere sonucunda yakinin artması, mânâ vecihleri üzerinde derinleşme, keza âyetlerin tertibinin tam yerinde olduğunu göstermekti.
Kendisinden hemen sonra Hz. Ebû Bekir'in döneminde Zeyd İbn Sabit'in Kur'ân metinlerini mushaf hâline getirme işini yaparken Rasûlüllah devrinden kalan iki yazılı şahit araması, Hz. Peygamber'in uygulamasının bir devamı olarak değerlendirilebilir. Zira Zeyd bunu ararken Rasûlüllah devrinde bu kontrol (karşılaştırma) işleminin yapıldığını bildiği için böyle davraniyordu. Zeyd İbn Sabit tarafından verilen bir bilgiden, ilk cem' (derleme) işinin Hz. Peygamber zamanında yapılmış olduğunu açıkça anlamaktayız: "Biz Rasûlüllah'ın nezareti altında Kur'an'ı, çeşitli parçalardan toplayıp bir araya getiriyorduk." Beyhakî, Suyûtî gibi bir çok âlim de bu rivayeti böylece değerlendirmişlerdir. Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti döneminde, ayrı ayrı parçalar üzerine yazılmış Kur'an'ı, mushaf hâline getirme işini Mescid-i Nebevi'de yaptırması, Müslümanların bu en önemli işine resmiyet ve alâniyet kazandırmak, bunun neticesinde onun mütevatir yani naklinde hiçbir tereddüt kalmadığını meydana koymak şeklinde değerlendirilmelidir.
Üçüncü merhalede ise, Hz. Osman, genişleyen İslâm ülkesindeki ciddî ihtiyaçlari karşılamak için bu nüshadan istinsah ettirerek çoğalttığı nüshaları Ashâbın dikkatine sunmuş, onların ittifakla onaylamalarından sonra, aslı Medine'de kalmak üzere; Mekke, Küfe, Basra, Şam, Mısır, Yemen ve Bahreyn gibi büyük merkezlere göndermiş, eski ferdî nüshalara artık hacet kalmadığı için, müsvedde sayılabilecek o nüshaları imha etmelerini istemişti. Fakat bu isteğin tam tamına yerine getirilmediği anlaşılıyor. Zira üçüncü ve dördüncü asırlarda bazı müelliflerin Hz. Ali, İbn Mes'ud, Übeyy İbn Ka'b ve İbn Abbas (radiyallahu anhüm) gibi sahabenin ferdî mushaflarım görüp onları naklettiklerini öğreniyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki, Hindistan'dan İspanya'ya kadar genişlemiş İslâm ülkesinin her tarafında, Medine'den verilen bu emir tam tamına uygulanamamiştir. Bunun şöyle iyi bir neticesi de olmuştur: Eğer geriye kalan bu ferdî nüshalar olmasaydı bazı garazkârlar, Hz. Osman'in Kur'ân metnini değiştirip eski belgeleri imha ettirdiğini ve artık onlara ulaşma ümidinin ebediyen kesildiğini iddia edebilirlerdi. Oysa şimdi onların elde olmasına rağmen Kur'ân metninde ciddî bir surette mânâyi veya hükmü değiştiren farklar bulunmadığı meydana çıkmaktadır. İbn Ebî Davud'un Kitabu'l-Mesahirini neşreden A. Jeffery'inin, bu farkları listeler hâlinde göstermesinden, bu sonuç aşikâre olarak meydana çıkmaktadır.
Hz. Peygamber'in (aleyhisselâm), Ashabını Kur'ân üzerine odaklaştırması, onlara Kur'ân'ı tedricî olarak ruhlarına sindirerek öğretmesi, çoğunun ümmî olması sebebiyle arşivlerinin hafızalarından ibaret olması, devamlı namazda okumaları gibi sebeplerle; elverişsiz şartlarda bile onlar Kur'ân metnini nüsha farkı olmaksızın harika bir şekilde bütün dünya'da tek metin bulunacak tarzda intikal ettirmişlerdir. Onlar öyle mübarek bir nesildir ki, el-Karafî'nin dediği gibi, başka bir mu'cizesi olmasaydı dahi Hz. Peygamber'e mu'cize olarak böyle bir nesil yetiştirmesi fazlasıyla yeterdi! [37]
Hz. Osman, Rasûlüllah (sav)'a ait olan; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'den sonra kendisine intikal eden mührü Medine'deki Arîs kuyusuna düşürdü. Onu bulacak olana büyük miktarda para vadinde bulunmuş, ancak bütün aramalara rağmen bu mühür bulunamayınca Osman (R.a) büyük bir üzüntüye kapılmıştı. Ondan ümidini kesince hemen bir mühür yaptırdı. Şehid edilene kadar parmağında kalan bu mührün kimin eline geçtiği tesbit edilememiştir.[38] Bu olay hilâfetinin altıncı yılında meydana gelmiştir. İslâm fetihlerinin sürekliliği ve elde edilen ıganimetlerle insanların zenginleşmeleri, refah seviyesini oldukça yükseltmişti. Bu durum, tabii olarak, İslama uygun olmayan birtakım davranış biçimlerinin de ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Rasûlüllah (sav)'ın yanında yetişen ve bu gelişmeleri endişeyle takip eden sahabeler, bu endişelerini yer yer ortaya koymaktaydılar.
Bunlardan birisi de, zühd ve takvasıyla tanınan ve maddi varlıklardan muhtaç kimselerin yeterince istifade ettirilmediğine inanan Ebu Zerr el-Gifarî (R.a)'dır. O, Şam'da, Muaviye (R.a.)'nin uygulamalarına karşı çıktığı ve düşüncelerini söylemekte ısrarlı davrandığı için Medine'ye çağırıldı. Ebu Zerr, Medine'ye geldiğinde görüşlerini Hz. Osman'a tekrarlamıştı. Bunun ardından, Halife'den izin isteyerek, Medine'ye yakın bir yer olan Rebeze'ye gidip yerleşmişti. [39]
Bazıları, Hz. Ebu Zerr el-Gifarî (R.a.) ile Hz. Osman (R.a.) rakip düşmanlar gibi göstermeye çalışıyorlar. Bu tamamen hilafı hakikat bir durumdur. Hz. Ebu Zerr el-Gifarî (R.a.) takvasını ümmetin umumi fetvası haline getirmek teklifinde bulunuyor. Hz. Osman (R.a.) ise, fetva ile takva'nın birbirinden ayrı olduklarım ve halife-i müslimin olarak İslâm ümmetinin umumuna Rasûlüllah (sav), Hz. Ebû Bekir (R.a.) ve Hz. Ömer (R.a.)'ın fetvası ile mumaele edeceğini beyan edip ortaya koymuştur.
Bizans'a karşı kazanılan en parlak ve kesin zaferlerden birisi hiç şüphesiz ki Latu's-Sevârî deniz savaşıdır. Abdullah b. Sa'd'ın komutasındaki İslâm donanması, İskenderiye açıklarında Bizans İmparatoru Konstantin komutasındaki büyük donanmayla karşı karşıya geldi. Bizanslıların gemi sayısı hakkında verilen bilgiler, beş yüz ile sekiz yüz rakamı arasında değişmektedir. İslâm donanmasının sahip olduğu gemi sayısı ise ikiyüz civarındaydı. Yapılan savaşta Bizanslılar büyük bir bozguna uğratıldı. Konstantin, Sicilya'ya sığınmak zorunda kaldı. [40] Bu zaferden sonra Bizans, müslümanlara karşı olan deniz üstünlüğünü kaybetmiş, İslâm donanmasının İstanbul sularına kadar önüne çıkacak bir güç kalmamıştı.
Hz. Osman (R.a.) hilafeti, İslâm coğrafyasının genişlemesini beraberinde getirmiş bir fetihtir. Her fethin bir fatihi vardır. Hz. Osman (R.a.) da müslümanlar için evrensel bir fatihtir. Onun fethettiği yerler bir kavmin, bir kabilenin değil, bir bütün olarak İslâm ümmetinindir. İslâm ümmetinin başarılarını her dönem hazmedemeyen hainler bulunduğu gibi, Hz. Osman (R.a.) döneminde de bulunmuşlardır. Fitnenin Ortaya Çıkışı Ve Şahadeti
Hz. Osman on iki sene hilâfet makamında kalmıştır. Bunun ilk altı senesi huzur ve güven içerisinde geçmiş ve hiç kimse yönetimin uygulamalarından şikâyetçi olmamıştır. Kureyş, onu Hz. Ömer'den daha çok sevmişti. Çünkü Hz. Ömer onlara karşı şeriatı uygulamada müsamahasız ve sertti. Hz. Osman ise yaratılışındaki yumuşaklık ve hoşgörü ile insanların serbestçe hareket edebilmelerine imkân sağlamıştı.
Onun bu yapısından istifade eden eyaletlerdeki bir takım valiler, sorumsuz davranışlar sergilemeye başlamışlardı. Yükselen şikâyetleri ani ve kesin kararlarla karşılamayınca, yavaş yavaş bir fitne ve kargaşa ortamının oluşmasına zemin hazırlanmıştı. Endülüs'ten Hindistan hudutlarına kadar çok geniş bir sahayı kaplayan devletin içerisinde, çeşitli din ve ırklara mensup zimmi statüsünde topluluklar vardı. Bunlar, mağlup düştükleri İslâm Devleti'ne karşı her fırsatı değerlendirerek baş kaldırıyorlardı. Yahudi unsuru ise, îslâm Ümmeti'ni parçalayıp yok etmek için İslâm'ın temel prensiplerini hedef almıştı. Müslüman olduğunu iddia ederek ortaya çıkan bir takım Yahudi asıllı kimseler, zuhur eden huzursuzlukları körükleyip fitne alevini her tarafa yaymaya çalışıyorlardı.
[1] Îbnul-Hacer el-Askalânî, el-İsabe fi Temyîzi's-Sahabe, Bağdat t.y., II, 462; İbnül Esîr, Üsdül-Gâbe, III, 584-585; Celaleddin Suyûtî, Târihul-Hulefa, Beyrut 1986, 165.
[2] Siretu İbn İshak, İstanbul 1981,121; Üsdü'l-Gâbe, aynı yer; Askalanî, aynı yer.
[3] Suyûtî, 168.
[4] Suyûtî, a.g.e., 165.
[5] İbn Hacer, aynı yer
[6] İbn Sa'd, Tabakatül-Kübra, Beyrut t.y., I, 207
[7] İbnül-Esîr, Üsdül-Gâbe, 585; İbn Sa'd, a.g.e., 55-56
[8] Buharî, Fezailu'l-Ashab, 47
[9] Üsdül-Gâbe, III, 586; Suyutî, a.g.e., 165; H.l.Hasan, Tarihu'l-İslâm, I, 256
[10] Suyuti, a.g.e., 165
[11] İbn Sa'd, a.g.e., III, 53, 54
[12] İbn Sa'd, a.g.e., II, 96.
[13] İbn Sa'd, II, 96,97.
[14] Asım Köksal, İslâm Tarihi, VI, 177.
[15] Vakidî'den naklen, A. Köksal, a.g.e., 178-179.
[16] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2, Sh:189, İst/1991.
[17] A. Köksal, IX, 162.
[18] İbn Hişam, Sîre, IV, 161; Suyutî, a.g.e, 169.
[19] H.İ.Hasan, a.g.e., I, 256.
[20] İbn Sad a.g.e., 111, 200.
[21] Suyuti, a.g.e.-,171, 172; İbn Hacer, a.g.e., 463; H.İ.Hasan, a.g.e., 1,258, 261.
[22] İbn Sa'd, a.g.e., III, 62.
[23] İbnül-Esir el-Kamil fî't-Tarih, Beyrut 1979, III, 79.
[24] Hicrî 25 İbnul-Esir, a.g.e., III, 81; H.İ.Hasan, a.g.e.; I, 264.
[25] İbnul-Esir a.g.e., III, 82.
[26] İbnul-Esir, a.g.e., III, 107.
[27] Suyutî, 172.
[28] İbnul Esir, a.g.e., III, 87.
[29] H.İ. Hasan, a.g.e., I, 265
[30] İbnül-Esir, a.g.e., III, 88-90; H.İ.Hasan, a.g.e., I, 265-266
[31] İbnül-Esir, a.g.e., III, 93; Ayrıca bk. Mııhammed Hamidullah, Fethul-Endülüs (İspanya) fi Hilafeti Seyyidina Osman sene 27 li'I-Hicre, İ.Ü. Ed. Fak. İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1978, VII, 221-225
[32] Hicrî 28..
[33] İbnül-Esir, a.g.e., III, 96.
[34] İbnül-Esîr, a.g.e., III, 99-100.
[35] Suyûtî, 173.
[36] İbnül-Esîr a.g.e., 111,111-112; H.İ. Hasan, a.g.e., 1, 510-513.
[37] Er-Rasûlü'l Muallim/Abdulfettah Ebû Gudde, Sh:14, Beyrut/1997.
[38] İbnül-Esir, III, 133.
[39] İbnü'l Esir a.g.e., III, 115; bk. Ebu Zerr el-Gifârî Mad.
[40] İbnül-Esir, a.g.e., III,117-118; H.İ. Hasan, I, 266-267.
Hiç yorum yok