Makyajsız Gerçek!


Makyajsız Gerçek! 


Özellikle hasta mahpusların yaşadıklarından ve cezaevi mekanizmasından bir parça sunmak üzere İslami Hareket davasından 20 yıldır içeride olan İbrahim Günaydın’ın mektubunu paylaşıyoruz…

MAKYAJSIZ GERÇEK!

Ben, başrol oyuncusu değilim ki?
Zindanda ölmek kadar negatif, hiçbir olay yoktur. Ölüm merasimle gelmiyor ki, her zaman ve mekanda muhatabını buluyor. Elan da Azrail’e ‘’hoş geldin’’ diyebilmek marifettir. Rab’bimiz;
‘’Her canlı ölümü tadar, bir deneme olarak, sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz ancak bize döndüreceksiniz.’’ 21/35
Bunca senelerden sonra cezaevinde bir Müslüman’ın ölümüne şahit oldum. Yeri, mekanı cennet olsun. Cahid’imizin ölümünde kusurlu olmayan yoktur. Burada müteselsil sorumluluk vardır. Özellikle Kırıkkale Yüksek İhtisas Hastanesi’nin geç teşhisi, patoloji incelemelerinin savsaklanması, insana hasta kimliğiyle değil de; mahkum gözüyle bakmaları ve daha neler neler…
Neticede Cahid, geri gelmemek üzere Hakk’ın rahmetine kavuştu. İşte tam da o psikolojik ortamda, 12 Temmuz 2010 tarihinde, Kırıkkale Yüksek İhtisas Hastanesi Göz Polikliniğine sevk oluyorum. Hava çok sıcak. Hastanenin sicili bozuk. Ring arabasında ikisi Müslüman siyasi olmak üzere dört kişiyiz. Birden duygu dünyamın senaryoları depreşiyor. Mezopotamya evladı ve 90’lı yılların siyasisi olarak kelepçemin açtırılmaması halinde tedavi hakkımdan feragat edeceğimi deklere ettim. Benden önce Laz tutsak muayeneye çıktı. Tabii ki, gerekçeleri doğrultusunda kelepçelerini açtırtmıştı. Akabinde beni göz polikliniğine çıkardılar. Kapıdaki bir iki dakikalık bekleyişten sonra içeri alındım. Muayene koltuğuna oturur oturmaz kelepçelerimin açtırılmasını istirham ettim. Görevli subay da kelepçelerimi açmak için istekli olmasına rağmen; doktor kelepçeleri açtırmadan muayene edeceğini söyledi. Bunun üzerine, ‘’kelepçeli muayene olmayacağımı’’ belirttikten sonra teşekkür ederek dışarı alındım. Ring arabasına vardığımda kadro tamamlanmıştı. Ring aracı hareketlenip cezaevinin rotasının girdi. Zorunlu ikametgahımıza ulaşmıştık. Muayene olamamanın sıkıntısı vardı. Başımdan geçenleri mekandaşlarıma anlattım. Özellikle birisinin destek ve motivasyonu neticesinde, yaşananlara duyarsız kalmama adına, bir şekilde tepki göstermem gerektiğine karar verdim. Hemen o günün akşamında kağıt kaleme sarıldım. Kurum kanalıyla, Sağlık Bakanlığı’na yazmış olduğum dilekçede hasta haklarının bilincinde olan sorumlu kişiliğim gereğince kelepçeli vaziyette muayene olmayı reddettiğimi, hekim açısından göz, kulak, burun, boğaz gibi branşların tedavi esnasında ellerin çözülmesi gerekmediği şeklinde mütalaa edilse de hasta açısından bu kabil bir muameleye maruz kalmak gerek hasta psikolojisi, gerekse adeta olağandan farklı salt mahkum olma keyfiyetini; insan olmanın dışında farklı bir canlı türü muamelesi görmeyi gerektirdiği gibi bir yaklaşım söz konusu olur ki, bunun ne tıp etiği ne de ilgili hekimin etmiş olduğu Hipokrat yemini ile bağdaştırmak mümkün olabilir. Bunun yanında yine dilekçemde, 1 Ağustos 1998 tarihinde yürürlüğe giren ‘’Hasta Hakları Genelgesi’’nin ilgili hükümlerini de somut olay açısından belirttim.
Muayene olmamamdan ! ya da Sağlık Bakanlığı’na kurum kanalıyla yollamış olduğum dilekçemden ÜÇBUÇUK AY sonra, 27/10/2010 tarihinde, cezaevi idaresi hakkımda disiplin soruşturması başlattı. İlgili belgenin tebliği esnasında şaşırmıştım. Görevli memura da sert bir tepki gösterdim. Zira, ‘’Görevli doktora hitaben, bağırarak, ‘’İsrail askerlerinden farkınız yok’’, ‘’Tedavi hakkımız engellenemez’’ şeklinde slogan attığım iddia ediliyordu.
Bana karşı yapılanın kumpas mı, kurgu mu ya da başka bir senaryo mu olduğu ilerleyen aşamalarda maddi gerçeğin ortaya çıkmasıyla anlaşılacaktı. AMA BEN BAŞROL OYUNCUSU DEĞİLİM Kİ?!
Buyrun, tiyatroya hoş geldiniz. Sanıyorum, bu dünyada herkes kendine yakışanı yapıyor. Bir irade, hayatın gerçekleri içerisinde bir tiyatro oynatma arzusundadır. Maalesef, bu müsamerede bana da başrol oyunculuğunu vermişler. Şimdiden rol çatışması yaşamaktayım…
İdarenin disiplin soruşturmasından hemen sonra, karar mekanizmalarında yer alan şahıslarla tek tek görüştüm. Yani kurum idarecisi, öğretmen, sosyolog, psikolog ve infaz koruma memurları… Hepsine de soruşturmanın hukuka ve mevzuata aykırı olduğunu; olayı özetleyerek muayene olmadan geri getirilmemin mağduriyetime sebebiyet verdiğini; bir köpeğin bile veterinerde muayene edilirken tasmasının çıkarıldığını; hasta hakları genelgesinin ilgili hükümlerini anlattım. Yine aynı şekilde slogan atmadığımı; bilakis teşekkür ettiğimi; mahkum, cezaevi personeli ve askerlerin şahit olarak dinlenilmesi gerektiğini; sloganların iki farklı zıt kutuplu fraksiyonla özdeşleştiğini (biri aşırı sol – diğeri ibda); iddiaların gerçeklerle örtüşmediğini ve bana yapılanın iftira olduğunu; olayın üç buçuk ay önce vukuu bulduğunu; kurum dışında Kırıkkale Yüksek İhtisas Hastanesinde cereyan ettiğini; şayet kurum dışı kişi ve kurumlara ya da manevi şahsiyetlere karşı suç işlemiş isem bu durumda ilgili savcılıklara suç duyurunda bulunulması gerektiğini; cezaevi kurumuna karşı, disiplin soruşturmasına konu olabilecek hiçbir eylem veya beyanımın olmadığını vurguladım.
Slogan attığımın iddia edildiği tutanak 30/09/2010 tarihinde tanzim edilmiş. Halbuki 12/07/2010 tarihinde muayeneye götürülmüştüm.
Sonuçta, tutarlılık adına hiçbir şey yok. Hep çelişki! Gerçeklerle bağdaşmayan, ana arterlere! Hukuka, mevzuata aykırı iddialar… Şu gerçek olayı da kırmızı kalın kalemle, altını çize çize anlattım.
Üsküdar’da bir hırsızlık olayı olur. Polis, kadına sorar: ‘’Şüphelendiğiniz biri var mı?’’, Kadın: ‘’Apartmanda komşularım var ama bilmiyorum, dairemin kapısı zorlanmış ve girilmiş’’ der. Polis, alt kata iner ve yukarıdaki daire ile ilgili sorular sorar. Adam: ‘’Valla ben su parası almak için kapıyı çaldım’’ yanıtını verir. ‘’Çaldım’’ lafını duyan polis, adamı alır götürür. İfadesindeki ‘’çaldım’’ kelimesinin altını çizer, evrakları savcılığa gönderir. Altı çizili kelimeleri okuyan savcı sorar; ‘’Polisteki ifaden doğru mu?’’. ‘’Evet savcı bey’’ cevabını veren adam, yaptığı hırsızlığı itiraf ettiği gerekçesiyle tutuklanır ve cezaevine gönderilir. Üsküdar adliyesinde, avukat tutukluluğa itiraz edince, mahkeme başkanı, ‘’Zaten bütün avukatlar da müvekkillerinin suçsuz olduğuna inanırlar’’ der. Avukat ısrarla dosyayı okur musunuz, der. Başkan şöyle bir göz gezdirir. ‘’Eee, okudum’’. Avukat tekrar uyarır; ‘’Bir kez daha okuyun başkanım.’’ Bunun üzerine, başkan bir kez daha okur. Ardından zile basar ve katibi çağırır. ‘’Çabuk, sanığı serbest bırakın!’’.
Bu yaşanmış olay ve daha bir çok idari işlemlerde, objektif kriterlerin hükme esas teşkil etmediğini; somut olaylara vakıf olmadan keyfi kararlar verildiğini vurguladım.
Tüm bu görüşmelerim neticesinde ne oldu dersiniz? İdarenin disiplin cezasına maruz kaldım. Bir de karar alma mekanizmasında bulunan biri, gelip demesin mi’’
‘’-İbrahim, sana bir kıyak geçtik. Sakın infaz hakimliğine götürme!’’
Sorumlu kişiliğim gereği, hak arama mekanizmalarını sonuna kadar kullanmalıydım. Ki öyle de yaptım.
Zaman kutuplardaki buzullar gibi eriyor. Bahse konu olaydan dört ay gibi bir zaman geçmiş. Tiyatrodaki rolüme daha canlı, daha heyecanlı bir şekilde asılmam gerekiyor. Aslında asla bu müsamerenin başrol oyuncusu olmak istemezdim. Şartlar, koşullar üç kurumun (Sağlık Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Genel Kurmayın)haksız ittifakı, beni zoraki başrol oyuncusu yaptı.
Hukuk devleti (?!) olmanın gereği, disiplin cezasını, infaz hakimliğine çek ettirecektim. Herkesin duyduğu sırra, ben de aşina oldum. Şüphesiz işlem yapma yetkisi, disiplin kuruluna aittir. Fakat, disiplin kurulu, bu yetkisini kullanırken nelere dikkat etmesi gerektiğini değil; dikkat etmemesi gerektiği kriterleri ölçüt alıyor. Keyfi uygulama içinde adil, şeffaf davranmıyor. Yargısız infaz yapıyor. Hem savcı, hem avukat hem de hakim misyonunu aynı anda icra ediyor.
Aleyhime verilen kararı infaz hakimliğine götürdüm. Dilekçemde insani, hukuki gerekçelerimi belirterek, duruşmalı ve sözlü olarak savunma şerhini koyarak arzuhalimi gönderdim.
Naturel gerçek! haline gelen infaz hakimliğinin gerçek fonsiyonunu icra edemediği; idarenin noteri, muhtarı olduğudur. Son yasal değişiklikle, verilen disiplin kararlarına yapılan itiraz incelemelerinin duruşmalı olarak yapılması noktasında hüküm tesis ettiler.
Türkiye’de yasalar yerine kafa yapısının, zihniyetin değişmesi gerekir. Bu çok problemli coğrafyada arzulananın elde edilmesi, hayli bir zaman alır. Bunun yanında maalesef kaplumbağa yürüyüşüyle yol alıyoruz.
İnfaz hakimliğinde murafaalı duruşma talebim kabul edilmişti. Sözlü olarak, fikrimi beyan edecektim. Aslında kendi kendimin avukatı olacaktım. Her halükarda kağıt üzerinde savunma yapmaktansa, hakimle ru-beru, interaktif bir şekilde kendimi ifade etmem daha isabetlidir. Yine de duruşmalarda yazılı savunma vermeyi ihmal etmedim.
Senelerden sonra, bir hukukçu olarak, ilk defa bir duruşmaya katılacaktım. Muhataplarınız vardığınız safhalara göre değişiyor. Başta doktordu. İkinci etapta disiplin amirliği. Üçüncü, dördüncü evrelerde farklı kişi veya kurumlar yer alıyor.
Yılbaşına iki gün kala tiyatro oyununa devam ediyoruz. Daha heyecanlı yerine gelmedik. 29 Aralık 2010 tarihinde perde, pardon celse açıldı. Hakim azıcık benden yaşlıydı. İyiniyetli, nötr, adil davranmaya çalışıyordu. Mahkemenin şekli (usul) işlemlerinden sonra duruşmaya devam edildi. Nasıl olduysa başkan ile sağlıklı bir iletişim kurmuştum. Bir şekilde tesir kabiliyetim hedefine ulaşmıştı. Hakimin benden daha fazla bana güvendiğini hissettim!?
Duruşmada olayı kısa ve öz anlattım. Yazılı ve sözlü ifadelerimi yineledim. Slogan atmanın da bir ahlakının olduğunu, iddia edilen sloganları akıllı birinin atmayacağını, göz ölçümlerimin yapıldığını; halbuki yapılamadığını, kamera incelemesinin yapılabileceğini, olayın gerçekleştiği zamana ve mekana vurgu yapıp, özellikle şahitlerin dinlenilmesini talep ettim.
Hakim beni ve beyanlarımı tutarlı bulduğundan olsa gerek maddi gerçeğin ortaya çıkması noktasında göz doktoru Reyhan UĞUREL’in, görevli subay ve askerlerin, refakatçi olarak gelen cezaevi personelinin şahit olarak dinlenilmesine ve diğer gerekçelerle duruşmayı bir sonraki seneye (?!) 02/02/2011 tarihine erteledi.
Davamız git gide ciddileşiyor. Hatta İsrail – Filistin (Siz Kürdistan da diyebilirsiniz) sorunu haline geldi bile. Duruşma öncesi olanlar ve olası olabilecekler hakkında mütalaa etmek, mahkeme kostümünü hazırlamak banyo, manikür, pedikür, tüm metro faaliyetlerini yapmak. Eee, başrol oyuncusu olmak kolay değil. Bir de zindandan taa Kırıkkale’ye gidiyorsun. Şaka-maka bu, bir tür hukuk ile yapılan işkencedir. Muhatabınız yetkisini, haksız bir şekilde aleyhe kullandı mıydı? Görün bakalım başınıza neler geliyor. Sistem onları yetkilendirmiş. Örnek olması açısından, Anayasa Mahkemesi’nin kimi kararları, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Ak Parti aleyhine açmış olduğu kapatma davası, şu an gündemde olan Yüksek Seçim Kurulu’nun bağımsız adaylar hakkında verdikleri kararlar. Yasalar ne kadar açık olursa olsun, niyet olduktan sonra istenildiği şekilde yorumlanmaya müsait haldedir. Yasalar yorumlanırken daha dikkatli ve yasanın ruhuna uygun yorumlamak gerekmektedir.
Mahkemeler millet adına karar veriyor. Her ne hikmetse, verdikleri kararlar, halkın vicdanını sızlatıyor.
Kalemim cömerttir. Ne dilersem yazmıyayım. Bu işin uzmanları, zaten yazıp çiziyorlar.
Geleceği düşünürsen, ansızın geliveriyor. Duruşmaya sayılı günler var. Haliyle birkaç zaman ki vaktinizi veriyorsunuz.
Nihayet, 02/02/2011 tarihli duruşma için ring arabasıyla cezaevinden ayrıldık. Kalabalıktık. Benim haricimde yedi (7) PKK tutsağı vardı. Adliyeye vardığımızda hücrelere alınıyoruz. İşte tam da o esnada sağlıkçı Yalçın yanıma geldi.
‘’-Slogan atmadığını söylerim, bir şekilde geçiştiririz.’’ dedi. Bende ona dedim ki, ‘’-Bu iş ciddileşti. Sen bize nezaret etmemiştin. Orada değilsin. Bir de sana yemin ettirecekler, bizimle beraber gelen Hayrettin’dir.’’
Yalçın beni dinler mi? Bir irade onu oraya göndermiş. Uzaktan kumandalı, robotik bir rol oynayacak. Burada idarenin ciddi bir hizmet kusuru var. Müteselsil sorumluluğa tipik bir örnektir. Asıl görevli sağlıkçıdır. Sağlıkçı yerine gardiyan gönderilmiş. Kendini de aklama paklama adına mahkemeye sağlıkçı gönderiyor. Adını koymaya gerek yok. Bağıra bağıra ‘’Skandalım!’’ diyor.
Duruşma öncesi, diğer siyasilerle sohbet ediyoruz. Birisi merakından İnfaz Hakimliği’ne neden geldiğimi sordu. İdarenin bana vermiş olduğu ‘’kınama’’ cezası için geldiğimi söyledim. Bizimki şaşırmıştı.
‘’-Gerçekten kınama cezası için mi geldin?’’
‘’-Evet.’’ dedim.
‘’-Mazgalı açıp, kınama cezası verdiklerinde sen de ‘’Ben de sizi kınıyorum’’ deseydin ya!
Yorum farkı, bakış açısı değişikliği işte. Gerçekten kendince haklıydı. Hepsi hücre cezası için gelmiş. Onlar kınamayı cezadan saymıyorlar. Onlara dedim ki,
‘’-Evet, kınama, cezaların alt sınırında kalıyor. Fakat nitelik olarak disiplin cezasıdır. Ben niteliğe bakıyorum. Üstelik iftira edilip, gayri hukuki bir ceza vermişler. Tepki göstermeseydim, en hafif tabirle kendime ihanet etmiş olurdum.’’
Hücrelerden tek tek duruşmaya götürülüp getiriliyoruz. Beni en sona bırakmışlar. Diğer arkadaşların hücre cezaları onanmış. Sanırım onların, kelepçelerinden başka kaybedecekleri bir şey yok.
Tiyatroya başlamak üzere hücremden alındım. Duruşma kapısının önünde üç-beş dakikalık bekleyişten sonra içeri alındım. Sahne açılmıştı. Celse başladı. Koca, geniş bir salon. Herkes yerini almış. Başkan oyunu başlattı. Şahitler dinlenilecekti. Doktor Reyhan OĞUREL ile başlandı. Yemin ettirildikten sonra bilgisi soruldu.
Beyanında ‘’……  hükümlü, ellerinin kelepçe ile bağlı olarak muayene edilmesinin insan haklarına aykırı olduğunu söyledi. Kelepçeli olarak muayene edemeyeceğimizi söyledi. Ben de görevli askerlere hastayı muayene olmak istediği zaman getirin, diyerek evraklarıyla birlikte teslim ettim. Hükümlü de çıktığı sırada yaptığınızın İsrail askerlerinin yaptığından farkı yok, diye söyledi ve ‘’Tedavi hakkımız engellenemez.’’ diye slogan attı, dedi.
Doktor hanımın yalan beyanlarını dinlerken sinir katsayılarım tavan yapmıştı. Bir bayan, üstelik Hipokrat yemini yapmış etmiş bir doktor, gözümün içine baka baka yalan söylüyor, iftira atıyor. Maddi gerçeğin ortaya çıkmasına (takoz) engel oluyor. Yerimde duramıyorum. Başkandan ısrarla söz istedim. Başkan, ısrarlarıma dayanamadı ve söz verdi. Ben de;
‘’-Doktor hanımın beyanları karşısında şoktayım. Bir bayan yemin ederek, nasıl bunları söylüyor, anlamıyorum. Anlattıklarının hiçbiri doğru değildir. Muayene odasına girip çıkmamız bir – iki dakikadır. Doktor hanım, karıştırıyor. Ben slogan atmadım. Üstelik, Türk askeri dururken ne diye doktorlara, İsrail askerlerinden farınız yok, diyeceğim. Deli miyim ki iki zıt fraksiyonun sloganlarını aynı anda atacağım. Doktor hanımın beyanlarını kabul etmiyorum.’’
Sıra diğer tanık Yalçın ÇELİK’e geldi. O da beyanında doktor hanımın ifadesinin fotokopisini söyledi. Tamamıyla onun beyanlarını destekler beyanlarda bulundu.
Bak sen Yalçın’a! Olayın şahidi değil, ring arabasından inerken ne söyledi, şimdi ne söylüyor.
Yalçın’ın ifadesi üzerine tanıklara güvenilirliliğimi yitirdim. Bana karşı kumpas yapmışlar. Benim anlamadığım; benim idamım kınama cezasının onanmasıdır. Hiç değer mi? Yalan beyanda bulunmaya, iftira atmaya?! İnsan vicdan ve adalet duygusunu tenekeleştirir mi?
Sırasıyla Astsubay Bülent YILDIRIM, Uzman Çavuş Mehmet Vefa ARASAN, erler İlhan CEYLAN, Ömer BİLEN, Emrullah KAŞÇIOĞLU’nun beyanları alındı. Lehime olan hiçbir ifade yok. Hepsi de birbirini destekliyor. Cezaevi idaresi, İhtisas Hastanesi ve Jandarma haksız bir dayanışma içerisindeler. Ne için? Bir kınama cezasının onanması için. Trajikomik bir vakıa.
Şahitler yalan yanlış beyanlarda bulunurken artık itiraz etmenin kar etmeyeceğini kanıksadım.
Hakim tanık Emrullah KAŞÇIOĞLU’nun beyanını alırken haksızlıkta uyuşanların yaptıkları piramidi çökertecek bir tespiti keşfetti. Emrullah, Jandarmada (Karakolda) alınan ifadesinde, arabada nöbetçi olduğunu söylüyor. Hakimin huzurunda ise diğer tanıkları destekler beyanlarda bulunuyor. Bu husus hakimin dikkatinden kaçmıyor. Hakim, tanığın dosyada bulunan beyanını okudu. Çelişki olması sebebiyle soruldu. Benim şimdi mahkemede vermiş olduğum ifade doğrudur, dedi.
Kaçırılmayacak fırsat ayağıma kadar gelmişti. Şiddetli bir şekilde başkandan söz istedim.
‘’-Şu an dinlenen kadronun hiç birisi yoktu.’’ dedim. Bunun üzerine tanık beyanlarında çelişki olduğundan tanıklardan ayrı ayrı soruldu.
Hepsi de önceki beyanlarını doğruladı.
Hakim, bu yaşananlar karşısında diyeceklerimi sordu. Ben de; klasik hale gelen önceki ifadelerimi yineledim. Tanıklar başka bir hükümlüyle beni karıştırmış olabilirler. Tutanak da daha sonra tutulmuş. Olay 7. Ayda vukuu bulmuş. Tutanak, 9. Ayda tutulmuş. Bana iftira atmaktadırlar.
Bu beyanım üzerine hakim dosyayı karıştırdı. 7. Ayda muayene olmadığıma dair tutanağı çıkardı. O tutanakta Hayrettin ve diğer görevlilerin isimlerini gördü. Hakime,
‘’-Gerçek Tutanak ve görgü tanıkları bunlardır.’’ dedim.
Hakim tutanakta imzası olan erleri sordu. İkisi de terhis olmuştu. Bende bize refakat eden Hayrettin’in dinlenilmesini talep ettim. Bu arada Kırıkkale Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan gelen Kovuşturmaya Yer Olamadığına Dair Kararı okudu. O kararda da ben ve doktor müşteki şüpheliler pozisyonundayız. Benimle ilgili kısmında ‘’ ….. muayene ve tedavi olmayı red ettiği ve kendi isteğiyle muayene ve tedavi olmadan kalkıp cezaevine döndüğü anlaşılmış olup gerek Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ve buna ilişkin tüzük hükümlerinde hangi hallerde kelepçenin açık bulundurulacağı belirtilmiş olup müştekinin kendi isteği ile muayene olmak istemediği kendi istek ve iradesi dışında muayene ve tedaviye zorlanamayacağı gibi istek ve irade dışı tedavinin de kanunen suç teşkil etmesi nedeniyle, ilgili doktora yönelik eylemin hakaret niteliğinde olmayıp, eleştiri niteliğinde olduğu ……… kovuşturmaya yer olmadığına …….’’ ifadeleri yer almakta idi.
Başkan celseyi kapatmak üzere kararını verdi. Kararda;
–          Terhis oldukları anlaşılan Jandarma erlerinin bulundukları yerlerdeki Denetimli Serbestlik Müdürlüklerine talimat yazılmasına,
–          İnfaz Koruma Memuru olarak olay sırasında görevli olduğu anlaşılan Hayrettin KURUÇAY’ın tanık olarak dinlenilmesine, duruşmanın 22/03/2011 tarihine bırakılmasına karar verildi.
Duruşma sonrasında arabaya alındım. Hücredekiler de arabaya getirildiler. Beni tek başıma arabanın farklı kabinine koydular. PKK’li arkadaşlarla bir arada kalmak onlar açısından sakıncalıymış. Adliyeden Üniversite Hastanesine geldik. Orada Yalçın ve görevli subaya ağzıma geleni söyledim.
‘’-Sizde hiç vicdan, adalet duygusu yok mu? Siz var ya ne insafsız heriflersiniz. Vicdanınızı marketten mi aldınız. Yemin ederek nasıl bu şekilde beyanda bulundunuz. Hakikaten sizden korkulur. Adamı ipe de götürürsünüz. Adalet bu kadar basit bir şey mi? Sizi Allah’a havale ediyorum.
Tüm bunları ve daha fazlasını söyledikten sonra psikolojik yönden biraz olsun rahatlamıştım. Yaşadığım olay kabullenilebilecek bir olay değil ki. Her üç kurumun mensupları resmen iftira ediyorlar. Yalçın duruşma sonrasında hakim ile gidip görüşmüş. Kişiliğini daha fazla erozyona uğratmadan itirafta bulunmuş. Görevli olmadığını beyan etmiş. Gerçek vazifelinin Hayrettin olduğunu söylemiş. Asıl kusurlu olan Yalçın’ı oraya transfer eden iradedir. İdare, baştan beri hizmette kusur yapıyor. Gardiyan Hayrettin’in bize nezaret etmesi bile kusur. O infaz Koruma Memurudur. Üç kurumun haksız dayanışmasına ne dersiniz?
Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu’nun 2008-2009 Faaliyet Raporundan bir ayrıntı aktarayım. (sayfa 281).
‘’Kurumların kendi mensuplarına dönük olarak müdafaa içerikli bir sahiplenmeye giriştikleri göze çarpmaktadır. Bu durum ise, kurumların genel görünümüne zarar vermektedir. Kurumların kendi mensuplarını sahiplenmek yerine hukukun üstünlüğünü sahiplenme noktasında alacakları tavrın hem saygınlık ve güvenilirliğin artması hem de arzu edilmeyen görüntülerin oluşmaması açısından önem arz etmektedir.’’
Sanırım, Metris’te Engin ÇEBER olayına atıf yapmaktadır. Orada doktor muayene etmeden rapor hazırlamıştı. Yorum yapmanın anlamı yok. Her şey kamuoyunun gözü önünde cereyan etmişti.
İkinci duruşmayı da bitirmiştik. Bu sistem içerisinde, kurumların kokuşmuşluğu, bireylerin gayri ahlaki gayri hukuki eylem ve beyanları vaka-i adliyeden olmuş.
Aylar, mevsimler geldi, geçti. Bizim dava hala sonuçlanmadı. Mevsimlerin en asil ve en güzeline girdik. İlkbahardayız. Her taraf yemyeşil. Doğadakiler de tiyatro oyununu oynuyorlar. Her birinin ayrı bir misyonu var. Hele kuşlar,o ötüşleri yok mu? İnsan inceden, derinden kulak verince cins cins sesler işitir. Bu tür manzaraların kuşların orkestrası diyorum. Bir de yağmur yağdığında suyun toprak ile teması sonucu, etrafa muazzam bir koku yayılıyor. İlkbaharı, ilkbaharın getirilerini anlatmakla bitiremem.
Zamanı gelince, hiçbir şeyi durduramazsınız. Üçüncü duruşmamızı 21 Mart 2011 tarihine atmıştı. Tam da Newroz Bayramı’na denk gelmişti. Newroz öncesi yine mahkeme hazırlıkları, olası gelişmeler karşısında stratejimizi belirliyoruz. Burası Türkiye’dir. İftira, zulüm ve haksızlıklara karşı gardımızı almalıyız.
21 Martta yine Kırıkkale yollarına düştük. Toplam üç kişiyiz. Diğer iki arkadaş adli suçlardan.
Bu gün başkan önceki mahkeme kararlarının gereğini yapacak. Başkan, usuli işlemlerden sonra esasa geçti. Terhis olan askerlerin, infaz hakimliğince (Denetimli Serbestlik) talimatla alınması gereken ifadelerinin gelmediği görüldü. Tanık Hayrettin KURUÇAY çağrılarak duruşma salonundaki yerini aldı. Tanık beyanında, ‘’ … olay tarihinde vazifeli olduğunu, muayeneyi yapan doktorun kelepçenin çıkarılmasına gerek olmadığına, elleri kelepçeli olması halinde de muayene yapabileceğini söyledi. Hükümlü de kelepçelerinin çıkarılmaması halinde muayene olmayacağını söyledi. Hükümlü, muayene odasından dışarı askerler tarafından çıkartıldı. Çıkarılırken slogan attığını duymadım….’’
O an Hayrettin’i kucaklayasım geldi. Her ne kadar yapması gerekeni yaptıysa da kocaman bir tebrik hak etmişti. Hakikaten adil şahitlik yapmıştı. Olacak şey değil. İnsanların o kadar güvenilirliliğini yitirmemesi gerekir.
Dileğim, her zaman gömleğimin arkadan yırtılmasıdır. İftira atmaktan, zalim olmaktansa, mazlum olmak daha erdemli bir iştir.
Yalçın ÇELİK de çağrıldı. O da beyanında ‘’Ben hükümlü İbrahim GÜNAYDIN’ın hastaneye götürülmesinde hazır bulunmadım. Daha önceki ifademde bulunduğumu belirtmiş isem de, ben İbrahim GÜNAYDIN’ın hastaneye götürülmesinde bulunmadım. ….. önceki ifademde hata ettiğimi anladım. Bundan dolayı bu gün geldim. …. doğrusu benim, hükümlünün hastanede muayene olduğu esnada yanında bulunmadığımdır.’’
Yaşanan gelişmeler karşısında başkan benden de beyan istedi.
‘’-Benim doktor hanımla ve diğer tanıklar ile aramda kişisel bir problemim yoktur. Olayın kişiselleştirilmesini istemiyorum. Yalancı şahitler, beyanların çelişkisi de mevcuttur.’’ dedim.
Aslında söylenecek çok şey vardı. Psikolojik ortam, fevri duygusal tavırlar sergilememe yatkındı. Doğrusal mantık açısından maslahata uygun olarak hareket edilmesi gerekirdi.
Mahkeme başkanı, ifadesi alınmayan diğer iki tanığın talimat cevaplarının beklenmesine ve duruşmanın 21/04/2011 tarihine ertelenmesine karar verdi.
Tekrardan kodese konulmak üzere, adliye sarayından ayrıldık. Yeri gelmişken bu gidip gelmeler işkenceye dönmüştü bile. Hele ki bazen, psikopat ruhlu, paranoyak kişiliklerle aynı havayı teneffüs etmek, aynı ortamı paylaşmak akıl karı değil. Alnımızın akıyla çıksak tüm bu katlanmışlıklar teferruat olur.
Tiyatronun final safhasına gelmek üzereyiz. Dördüncü celseye sayılı günler kalmış. Tiyatralin başrol oyuncusuyum ya, rolüme, hayatın gerçeklerine daha bir asılmalıyım. Kaliteli bir yazılı savunma için kağıt kaleme sarıldım. Ağırlıklı olarak maddi gerçeğin araştırılması noktasında vermiş olduğum tüm sözlü ve yazılı beyanlarıma, iki yalancı şahide (ki hepsi birbirinin fotokopisi – Hayrettin hariç) ve diğer çelişki – tespitlere vurgu yaptım.
Yazılı savunmam, beynim ve fiziğimde finale hazır. Her zamanki gibi akşam yemeğinde, yarın infaz hakimliğine gideceğime dair haber verdiler. İki ayağım bir pabuca girmesin diye akşamdan sakal traşı oldum. Sabah banyosu, kuvvetli kahvaltı ve günler öncesinden hazırlamış olduğum mahkeme kostümümü giyip koğuştan ayrıldım. Diğer iki mahkemeciyle kapı altı diye tabir edilen bekleme salonunda tanıştım. Biri adli, ötekisi siyasi. Parti Cephe’den Gökhan GÜNDÜZ adında onların jargonuyla devrimci. Kısa bir bekleyişten sonra ring arabasına bindirilip Kırıkkale yoluna girdik. Gökhan hala direniyordu. Kendince onur kırıcı gördüğü tutum ve davranışlar karşısında sloganını atıyordu.
Cezaevi ile adliye arasında nakil aracının küçük penceresinden etrafı seyreyliyordum. Diğer iki arkadaş karşılıklı konuşuyorlardı. Adliyeye vardıktan sonra bizi hücreye koydular. Adlide her neviden suç vardı. Tam bir suç canavarıydı: uyuşturucu, cinayet, yaralama, hırsızlık, yağma v.s. Çenesi de kuvvetliydi.
Gökhan ile hücrede konuşuyoruz. Neye istinaden infaz hakimliğine geldiğini sordum. Tabi ki, almış olduğu disiplin kararından ötürü soluğu mahkemede almıştı. O da bana sorunca yaşadıklarımı ona anlattım. Ben slogan atmadım. Atana da mani olmam. Üstelik deli miyim ki iki zıt fraksiyonun sloganlarını aynı anda atacağım. İşte tam o sırada Gökhan’ın hafızası dile geldi. Yaz aylarında göze gittiğini, göz doktoru ile arasında böyle bir sorun yaşadığını, söyledi. Dedim ki;
‘’-Slogan atmadım. Birileri atmışsa o ben değilim.’’
Gökhan, o günü hatırlamaya çalışarak anlatmaya başladı. Mavi Marmara’nın etkisinde kaldığını, İsrail Askerleri benzetmesi yaptığını, fakat bunu da slogan formatında yapmadığını; yalnızca ‘’ –Tedavi hakkımız engellenemez.’’ şeklinde slogan attığını söyledi. Bu da inkar edilen bir durum değil.
O an anladım ki, bu işin faili Gökhan’dır. Yani gerçek başrol oyuncusu odur. O da doktoru şikayet edince her şey birbirine karışmış. Bendeki mahkemenin duruşma tutanaklarını ona okuttum. Gökhan doktor Reyhan OĞUREL’in ifadesini okuduktan sonra taşlar yerine oturdu. Ya, dedi,
‘’-Benim olayı sana yamamışlar.’’
Tevaffuka bakın ki işin iç yüzü ayan beyan ortaya çıkmıştı. Gökhan’a ‘’mahkemede gelip şahitlik eder misin’’ dedim.
‘’-Seni kurtaracak, işine yarayacaksa gelip tanıklık ederim.’’ dedi.
Hücreden ikimizi bir aldılar. Mahkemenin bekleme salonunda beni bekletip, Gökhan’ı duruşmaya çıkardılar. Duruşması yaklaşık 20 dakika sürdü. Daha sonra sıra bana geldi.
Bir haksız kınama cezası için dördüncü duruşma yapılacaktı. Hakkaniyetin yerini bulması da gerekiyordu. Bu mekanizmayı işletme azminde olmasaydım, adaletsizlik yapan aktörlerin daha pervasız davranacakları kesindi. Umarım usulsüzlük yapanlar, yetkilerini kullanırken daha iktisatlı olurlar. Kendi oto-kontrol mekanizmalarını devreye sokarlar.
Duruşma salonuna alındım. Başkan ve katip, boş koltuğu doldurmamı bekliyorlardı. Her zamanki gibi, şekli işlemlerden sonra duruşma başladı. Başkan, terhis olup talimatla ifadesi alınan erlerden birisinin ifadesini okudu. Maalesef Mehmet GÖYÜK adındaki asker de vicdan ve adalet duygusunu pazarlamış. Sanki diğerleriyle, ağız birliği yaparcasına ifade vermiş. Hatta başkan;
‘’-Bak görüyorsun, şimdi asker değil, hür iradesiyle alınmış bir ifade.’’
Bunun üzerine söz aldım. Yazılı savunmamı verdikten sonra şifai olarak; tanık diğerleri gibi karıştırmış olabilir. Bizzat sizin huzurunuzda dinlenen tanıklardan birisi de benim hastaneye götürülmemde refakatçı olduğunu söyledi. Daha sonraki ifadesinde refakatçı olarak bulunmadığını söyledi. Yine huzurunuzda sabit olmuştur ki; er Emrullah KAŞÇIOĞLU ile Yalçın ÇELİK’in beyanları tamamıyla gerçek dışıdır. Eğer bilinçsizce değil ise sizin de takdir edeceğiniz gibi yalancı şahitlik pozisyonundadırlar.
Sonuç olarak haksızlığa maruz kaldım. Mağdur oldum. Objektif kıstaslar gözetilmeden bana verilen disiplin cezasının kaldırılmasını ve mağduriyetime sebep olan şahısların eylem ve beyanlarını tensip ve takdirlerinize sunuyorum, dedim.
Başkan vermiş olduğum yazılı savunmamı da okuduktan sonra son sözümü istedi.
‘’-Beyanlarımı tekrarlıyorum. Hakkımda yapılan isnadları kabul etmiyorum. Verilen ‘’kınama’’ cezasının kaldırılmasını talep ediyorum.’’ dedim.
Herkes söylediklerini söyledikten sonra mahkeme başkanı hüküm verdi.
‘’…….. slogan attığı iddiasıyla kınama cezası verilmiş ise de hükümlünün aşamalarda değişmeyen savunması ve tanıkların çelişkili beyanda bulunmuş olmaları dikkate alınarak, hükümlünün slogan attığı konusunda kesin delil olmadığından İTİRAZININ KABULÜNE, disiplin kararının İPTALİNE ….’’
İnanılacak gibi değil. Ender, nadide bir karar verilmişti. Olması gerekendir, doğanın kanunları karşısında neden şaşırıyorsun diyeceksiniz! Biz zindan ehlilerinin yaşamış olduklarını yaşasaydınız, bizi anlamakta güçlük çekmezdiniz. Hayattaki sınırlanmış arenanızda beş sıfır yenik başlıyorsunuz. Hakim ile birlikte her şey aleyhinize işliyor. Herhalde maçın bir an önce bitmesini arzularsınız.
Hizmet kusurlarının kol gezdiği mekanlardayız. Duyarlı, onurlu insanlar bir şekilde tepki göstermektedir. Bu güne kadar yapılan suç duyurularında mahkumun lehine karar verildiğini ne gördüm, ne de işittim. Sistemin bekası için değil, maslahata uygun, adil, ihtiyaçlara cevap veren, zamanın ruhuna uygun bir infaz rejimi ve sağlıklı işleyen tüm fonksiyonlarını icra eden denetim mekanizmaları olmalıdır.
Kararın anatomisinden de anlaşılabileceği gibi oynatılan bu tiyatroda zoraki başrol oyunculuğunu bana makul gördüler. Rolümü nasıl yaptığıma gelince; Eee, onu da siz takdir edeceksiniz…
İbrahim Günaydın
15 Nisan 2011 – Kırıkkale F Tipi (20.06.2014 itibariyle Kandıra 1 Nolu F Tipi)

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.