Makyajsız Gerçek!
Makyajsız Gerçek!
Özellikle hasta mahpusların
yaşadıklarından ve cezaevi mekanizmasından bir parça sunmak üzere İslami
Hareket davasından 20 yıldır içeride olan İbrahim Günaydın’ın mektubunu
paylaşıyoruz…
MAKYAJSIZ GERÇEK!
Ben, başrol oyuncusu değilim ki?
Zindanda ölmek kadar negatif, hiçbir olay
yoktur. Ölüm merasimle gelmiyor ki, her zaman ve mekanda muhatabını
buluyor. Elan da Azrail’e ‘’hoş geldin’’ diyebilmek marifettir.
Rab’bimiz;
‘’Her canlı ölümü tadar, bir deneme olarak, sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz ancak bize döndüreceksiniz.’’ 21/35
Bunca senelerden sonra cezaevinde bir
Müslüman’ın ölümüne şahit oldum. Yeri, mekanı cennet olsun. Cahid’imizin
ölümünde kusurlu olmayan yoktur. Burada müteselsil sorumluluk vardır.
Özellikle Kırıkkale Yüksek İhtisas Hastanesi’nin geç teşhisi, patoloji
incelemelerinin savsaklanması, insana hasta kimliğiyle değil de; mahkum
gözüyle bakmaları ve daha neler neler…
Neticede Cahid, geri gelmemek üzere
Hakk’ın rahmetine kavuştu. İşte tam da o psikolojik ortamda, 12 Temmuz
2010 tarihinde, Kırıkkale Yüksek İhtisas Hastanesi Göz Polikliniğine
sevk oluyorum. Hava çok sıcak. Hastanenin sicili bozuk. Ring arabasında
ikisi Müslüman siyasi olmak üzere dört kişiyiz. Birden duygu dünyamın
senaryoları depreşiyor. Mezopotamya evladı ve 90’lı yılların siyasisi
olarak kelepçemin açtırılmaması halinde tedavi hakkımdan feragat
edeceğimi deklere ettim. Benden önce Laz tutsak muayeneye çıktı. Tabii
ki, gerekçeleri doğrultusunda kelepçelerini açtırtmıştı. Akabinde beni
göz polikliniğine çıkardılar. Kapıdaki bir iki dakikalık bekleyişten
sonra içeri alındım. Muayene koltuğuna oturur oturmaz kelepçelerimin
açtırılmasını istirham ettim. Görevli subay da kelepçelerimi açmak için
istekli olmasına rağmen; doktor kelepçeleri açtırmadan muayene edeceğini
söyledi. Bunun üzerine, ‘’kelepçeli muayene olmayacağımı’’ belirttikten
sonra teşekkür ederek dışarı alındım. Ring arabasına vardığımda kadro
tamamlanmıştı. Ring aracı hareketlenip cezaevinin rotasının girdi.
Zorunlu ikametgahımıza ulaşmıştık. Muayene olamamanın sıkıntısı vardı.
Başımdan geçenleri mekandaşlarıma anlattım. Özellikle birisinin destek
ve motivasyonu neticesinde, yaşananlara duyarsız kalmama adına, bir
şekilde tepki göstermem gerektiğine karar verdim. Hemen o günün
akşamında kağıt kaleme sarıldım. Kurum kanalıyla, Sağlık Bakanlığı’na
yazmış olduğum dilekçede hasta haklarının bilincinde olan sorumlu
kişiliğim gereğince kelepçeli vaziyette muayene olmayı reddettiğimi,
hekim açısından göz, kulak, burun, boğaz gibi branşların tedavi
esnasında ellerin çözülmesi gerekmediği şeklinde mütalaa edilse de hasta
açısından bu kabil bir muameleye maruz kalmak gerek hasta psikolojisi,
gerekse adeta olağandan farklı salt mahkum olma keyfiyetini; insan
olmanın dışında farklı bir canlı türü muamelesi görmeyi gerektirdiği
gibi bir yaklaşım söz konusu olur ki, bunun ne tıp etiği ne de ilgili
hekimin etmiş olduğu Hipokrat yemini ile bağdaştırmak mümkün olabilir.
Bunun yanında yine dilekçemde, 1 Ağustos 1998 tarihinde yürürlüğe giren
‘’Hasta Hakları Genelgesi’’nin ilgili hükümlerini de somut olay
açısından belirttim.
Muayene olmamamdan ! ya da Sağlık
Bakanlığı’na kurum kanalıyla yollamış olduğum dilekçemden ÜÇBUÇUK AY
sonra, 27/10/2010 tarihinde, cezaevi idaresi hakkımda disiplin
soruşturması başlattı. İlgili belgenin tebliği esnasında şaşırmıştım.
Görevli memura da sert bir tepki gösterdim. Zira, ‘’Görevli doktora
hitaben, bağırarak, ‘’İsrail askerlerinden farkınız yok’’, ‘’Tedavi
hakkımız engellenemez’’ şeklinde slogan attığım iddia ediliyordu.
Bana karşı yapılanın kumpas mı, kurgu mu
ya da başka bir senaryo mu olduğu ilerleyen aşamalarda maddi gerçeğin
ortaya çıkmasıyla anlaşılacaktı. AMA BEN BAŞROL OYUNCUSU DEĞİLİM Kİ?!
Buyrun, tiyatroya hoş geldiniz.
Sanıyorum, bu dünyada herkes kendine yakışanı yapıyor. Bir irade,
hayatın gerçekleri içerisinde bir tiyatro oynatma arzusundadır.
Maalesef, bu müsamerede bana da başrol oyunculuğunu vermişler. Şimdiden
rol çatışması yaşamaktayım…
İdarenin disiplin soruşturmasından hemen
sonra, karar mekanizmalarında yer alan şahıslarla tek tek görüştüm. Yani
kurum idarecisi, öğretmen, sosyolog, psikolog ve infaz koruma
memurları… Hepsine de soruşturmanın hukuka ve mevzuata aykırı olduğunu;
olayı özetleyerek muayene olmadan geri getirilmemin mağduriyetime
sebebiyet verdiğini; bir köpeğin bile veterinerde muayene edilirken
tasmasının çıkarıldığını; hasta hakları genelgesinin ilgili hükümlerini
anlattım. Yine aynı şekilde slogan atmadığımı; bilakis teşekkür
ettiğimi; mahkum, cezaevi personeli ve askerlerin şahit olarak
dinlenilmesi gerektiğini; sloganların iki farklı zıt kutuplu fraksiyonla
özdeşleştiğini (biri aşırı sol – diğeri ibda); iddiaların gerçeklerle
örtüşmediğini ve bana yapılanın iftira olduğunu; olayın üç buçuk ay önce
vukuu bulduğunu; kurum dışında Kırıkkale Yüksek İhtisas Hastanesinde
cereyan ettiğini; şayet kurum dışı kişi ve kurumlara ya da manevi
şahsiyetlere karşı suç işlemiş isem bu durumda ilgili savcılıklara suç
duyurunda bulunulması gerektiğini; cezaevi kurumuna karşı, disiplin
soruşturmasına konu olabilecek hiçbir eylem veya beyanımın olmadığını
vurguladım.
Slogan attığımın iddia edildiği tutanak
30/09/2010 tarihinde tanzim edilmiş. Halbuki 12/07/2010 tarihinde
muayeneye götürülmüştüm.
Sonuçta, tutarlılık adına hiçbir şey yok.
Hep çelişki! Gerçeklerle bağdaşmayan, ana arterlere! Hukuka, mevzuata
aykırı iddialar… Şu gerçek olayı da kırmızı kalın kalemle, altını çize
çize anlattım.
Üsküdar’da bir hırsızlık olayı olur.
Polis, kadına sorar: ‘’Şüphelendiğiniz biri var mı?’’, Kadın:
‘’Apartmanda komşularım var ama bilmiyorum, dairemin kapısı zorlanmış ve
girilmiş’’ der. Polis, alt kata iner ve yukarıdaki daire ile ilgili
sorular sorar. Adam: ‘’Valla ben su parası almak için kapıyı çaldım’’
yanıtını verir. ‘’Çaldım’’ lafını duyan polis, adamı alır götürür.
İfadesindeki ‘’çaldım’’ kelimesinin altını çizer, evrakları savcılığa
gönderir. Altı çizili kelimeleri okuyan savcı sorar; ‘’Polisteki ifaden
doğru mu?’’. ‘’Evet savcı bey’’ cevabını veren adam, yaptığı hırsızlığı
itiraf ettiği gerekçesiyle tutuklanır ve cezaevine gönderilir. Üsküdar
adliyesinde, avukat tutukluluğa itiraz edince, mahkeme başkanı, ‘’Zaten
bütün avukatlar da müvekkillerinin suçsuz olduğuna inanırlar’’ der.
Avukat ısrarla dosyayı okur musunuz, der. Başkan şöyle bir göz gezdirir.
‘’Eee, okudum’’. Avukat tekrar uyarır; ‘’Bir kez daha okuyun
başkanım.’’ Bunun üzerine, başkan bir kez daha okur. Ardından zile basar
ve katibi çağırır. ‘’Çabuk, sanığı serbest bırakın!’’.
Bu yaşanmış olay ve daha bir çok idari
işlemlerde, objektif kriterlerin hükme esas teşkil etmediğini; somut
olaylara vakıf olmadan keyfi kararlar verildiğini vurguladım.
Tüm bu görüşmelerim neticesinde ne oldu
dersiniz? İdarenin disiplin cezasına maruz kaldım. Bir de karar alma
mekanizmasında bulunan biri, gelip demesin mi’’
‘’-İbrahim, sana bir kıyak geçtik. Sakın infaz hakimliğine götürme!’’
Sorumlu kişiliğim gereği, hak arama mekanizmalarını sonuna kadar kullanmalıydım. Ki öyle de yaptım.
Zaman kutuplardaki buzullar gibi eriyor.
Bahse konu olaydan dört ay gibi bir zaman geçmiş. Tiyatrodaki rolüme
daha canlı, daha heyecanlı bir şekilde asılmam gerekiyor. Aslında asla
bu müsamerenin başrol oyuncusu olmak istemezdim. Şartlar, koşullar üç
kurumun (Sağlık Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Genel Kurmayın)haksız
ittifakı, beni zoraki başrol oyuncusu yaptı.
Hukuk devleti (?!) olmanın gereği,
disiplin cezasını, infaz hakimliğine çek ettirecektim. Herkesin duyduğu
sırra, ben de aşina oldum. Şüphesiz işlem yapma yetkisi, disiplin
kuruluna aittir. Fakat, disiplin kurulu, bu yetkisini kullanırken nelere
dikkat etmesi gerektiğini değil; dikkat etmemesi gerektiği kriterleri
ölçüt alıyor. Keyfi uygulama içinde adil, şeffaf davranmıyor. Yargısız
infaz yapıyor. Hem savcı, hem avukat hem de hakim misyonunu aynı anda
icra ediyor.
Aleyhime verilen kararı infaz hakimliğine
götürdüm. Dilekçemde insani, hukuki gerekçelerimi belirterek, duruşmalı
ve sözlü olarak savunma şerhini koyarak arzuhalimi gönderdim.
Naturel gerçek! haline gelen infaz
hakimliğinin gerçek fonsiyonunu icra edemediği; idarenin noteri, muhtarı
olduğudur. Son yasal değişiklikle, verilen disiplin kararlarına yapılan
itiraz incelemelerinin duruşmalı olarak yapılması noktasında hüküm
tesis ettiler.
Türkiye’de yasalar yerine kafa yapısının,
zihniyetin değişmesi gerekir. Bu çok problemli coğrafyada arzulananın
elde edilmesi, hayli bir zaman alır. Bunun yanında maalesef kaplumbağa
yürüyüşüyle yol alıyoruz.
İnfaz hakimliğinde murafaalı duruşma
talebim kabul edilmişti. Sözlü olarak, fikrimi beyan edecektim. Aslında
kendi kendimin avukatı olacaktım. Her halükarda kağıt üzerinde savunma
yapmaktansa, hakimle ru-beru, interaktif bir şekilde kendimi ifade etmem
daha isabetlidir. Yine de duruşmalarda yazılı savunma vermeyi ihmal
etmedim.
Senelerden sonra, bir hukukçu olarak, ilk
defa bir duruşmaya katılacaktım. Muhataplarınız vardığınız safhalara
göre değişiyor. Başta doktordu. İkinci etapta disiplin amirliği. Üçüncü,
dördüncü evrelerde farklı kişi veya kurumlar yer alıyor.
Yılbaşına iki gün kala tiyatro oyununa
devam ediyoruz. Daha heyecanlı yerine gelmedik. 29 Aralık 2010 tarihinde
perde, pardon celse açıldı. Hakim azıcık benden yaşlıydı. İyiniyetli,
nötr, adil davranmaya çalışıyordu. Mahkemenin şekli (usul) işlemlerinden
sonra duruşmaya devam edildi. Nasıl olduysa başkan ile sağlıklı bir
iletişim kurmuştum. Bir şekilde tesir kabiliyetim hedefine ulaşmıştı.
Hakimin benden daha fazla bana güvendiğini hissettim!?
Duruşmada olayı kısa ve öz anlattım.
Yazılı ve sözlü ifadelerimi yineledim. Slogan atmanın da bir ahlakının
olduğunu, iddia edilen sloganları akıllı birinin atmayacağını, göz
ölçümlerimin yapıldığını; halbuki yapılamadığını, kamera incelemesinin
yapılabileceğini, olayın gerçekleştiği zamana ve mekana vurgu yapıp,
özellikle şahitlerin dinlenilmesini talep ettim.
Hakim beni ve beyanlarımı tutarlı
bulduğundan olsa gerek maddi gerçeğin ortaya çıkması noktasında göz
doktoru Reyhan UĞUREL’in, görevli subay ve askerlerin, refakatçi olarak
gelen cezaevi personelinin şahit olarak dinlenilmesine ve diğer
gerekçelerle duruşmayı bir sonraki seneye (?!) 02/02/2011 tarihine
erteledi.
Davamız git gide ciddileşiyor. Hatta
İsrail – Filistin (Siz Kürdistan da diyebilirsiniz) sorunu haline geldi
bile. Duruşma öncesi olanlar ve olası olabilecekler hakkında mütalaa
etmek, mahkeme kostümünü hazırlamak banyo, manikür, pedikür, tüm metro
faaliyetlerini yapmak. Eee, başrol oyuncusu olmak kolay değil. Bir de
zindandan taa Kırıkkale’ye gidiyorsun. Şaka-maka bu, bir tür hukuk ile
yapılan işkencedir. Muhatabınız yetkisini, haksız bir şekilde aleyhe
kullandı mıydı? Görün bakalım başınıza neler geliyor. Sistem onları
yetkilendirmiş. Örnek olması açısından, Anayasa Mahkemesi’nin kimi
kararları, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Ak Parti aleyhine açmış
olduğu kapatma davası, şu an gündemde olan Yüksek Seçim Kurulu’nun
bağımsız adaylar hakkında verdikleri kararlar. Yasalar ne kadar açık
olursa olsun, niyet olduktan sonra istenildiği şekilde yorumlanmaya
müsait haldedir. Yasalar yorumlanırken daha dikkatli ve yasanın ruhuna
uygun yorumlamak gerekmektedir.
Mahkemeler millet adına karar veriyor. Her ne hikmetse, verdikleri kararlar, halkın vicdanını sızlatıyor.
Kalemim cömerttir. Ne dilersem yazmıyayım. Bu işin uzmanları, zaten yazıp çiziyorlar.
Geleceği düşünürsen, ansızın geliveriyor. Duruşmaya sayılı günler var. Haliyle birkaç zaman ki vaktinizi veriyorsunuz.
Nihayet, 02/02/2011 tarihli duruşma için
ring arabasıyla cezaevinden ayrıldık. Kalabalıktık. Benim haricimde yedi
(7) PKK tutsağı vardı. Adliyeye vardığımızda hücrelere alınıyoruz. İşte
tam da o esnada sağlıkçı Yalçın yanıma geldi.
‘’-Slogan atmadığını söylerim, bir
şekilde geçiştiririz.’’ dedi. Bende ona dedim ki, ‘’-Bu iş ciddileşti.
Sen bize nezaret etmemiştin. Orada değilsin. Bir de sana yemin
ettirecekler, bizimle beraber gelen Hayrettin’dir.’’
Yalçın beni dinler mi? Bir irade onu
oraya göndermiş. Uzaktan kumandalı, robotik bir rol oynayacak. Burada
idarenin ciddi bir hizmet kusuru var. Müteselsil sorumluluğa tipik bir
örnektir. Asıl görevli sağlıkçıdır. Sağlıkçı yerine gardiyan
gönderilmiş. Kendini de aklama paklama adına mahkemeye sağlıkçı
gönderiyor. Adını koymaya gerek yok. Bağıra bağıra ‘’Skandalım!’’ diyor.
Duruşma öncesi, diğer siyasilerle sohbet
ediyoruz. Birisi merakından İnfaz Hakimliği’ne neden geldiğimi sordu.
İdarenin bana vermiş olduğu ‘’kınama’’ cezası için geldiğimi söyledim.
Bizimki şaşırmıştı.
‘’-Gerçekten kınama cezası için mi geldin?’’
‘’-Evet.’’ dedim.
‘’-Mazgalı açıp, kınama cezası verdiklerinde sen de ‘’Ben de sizi kınıyorum’’ deseydin ya!
Yorum farkı, bakış açısı değişikliği
işte. Gerçekten kendince haklıydı. Hepsi hücre cezası için gelmiş. Onlar
kınamayı cezadan saymıyorlar. Onlara dedim ki,
‘’-Evet, kınama, cezaların alt sınırında
kalıyor. Fakat nitelik olarak disiplin cezasıdır. Ben niteliğe
bakıyorum. Üstelik iftira edilip, gayri hukuki bir ceza vermişler. Tepki
göstermeseydim, en hafif tabirle kendime ihanet etmiş olurdum.’’
Hücrelerden tek tek duruşmaya götürülüp
getiriliyoruz. Beni en sona bırakmışlar. Diğer arkadaşların hücre
cezaları onanmış. Sanırım onların, kelepçelerinden başka kaybedecekleri
bir şey yok.
Tiyatroya başlamak üzere hücremden
alındım. Duruşma kapısının önünde üç-beş dakikalık bekleyişten sonra
içeri alındım. Sahne açılmıştı. Celse başladı. Koca, geniş bir salon.
Herkes yerini almış. Başkan oyunu başlattı. Şahitler dinlenilecekti.
Doktor Reyhan OĞUREL ile başlandı. Yemin ettirildikten sonra bilgisi
soruldu.
Beyanında ‘’…… hükümlü, ellerinin
kelepçe ile bağlı olarak muayene edilmesinin insan haklarına aykırı
olduğunu söyledi. Kelepçeli olarak muayene edemeyeceğimizi söyledi. Ben
de görevli askerlere hastayı muayene olmak istediği zaman getirin,
diyerek evraklarıyla birlikte teslim ettim. Hükümlü de çıktığı sırada
yaptığınızın İsrail askerlerinin yaptığından farkı yok, diye söyledi ve
‘’Tedavi hakkımız engellenemez.’’ diye slogan attı, dedi.
Doktor hanımın yalan beyanlarını
dinlerken sinir katsayılarım tavan yapmıştı. Bir bayan, üstelik Hipokrat
yemini yapmış etmiş bir doktor, gözümün içine baka baka yalan söylüyor,
iftira atıyor. Maddi gerçeğin ortaya çıkmasına (takoz) engel oluyor.
Yerimde duramıyorum. Başkandan ısrarla söz istedim. Başkan, ısrarlarıma
dayanamadı ve söz verdi. Ben de;
‘’-Doktor hanımın beyanları karşısında
şoktayım. Bir bayan yemin ederek, nasıl bunları söylüyor, anlamıyorum.
Anlattıklarının hiçbiri doğru değildir. Muayene odasına girip çıkmamız
bir – iki dakikadır. Doktor hanım, karıştırıyor. Ben slogan atmadım.
Üstelik, Türk askeri dururken ne diye doktorlara, İsrail askerlerinden
farınız yok, diyeceğim. Deli miyim ki iki zıt fraksiyonun sloganlarını
aynı anda atacağım. Doktor hanımın beyanlarını kabul etmiyorum.’’
Sıra diğer tanık Yalçın ÇELİK’e geldi. O
da beyanında doktor hanımın ifadesinin fotokopisini söyledi. Tamamıyla
onun beyanlarını destekler beyanlarda bulundu.
Bak sen Yalçın’a! Olayın şahidi değil, ring arabasından inerken ne söyledi, şimdi ne söylüyor.
Yalçın’ın ifadesi üzerine tanıklara
güvenilirliliğimi yitirdim. Bana karşı kumpas yapmışlar. Benim
anlamadığım; benim idamım kınama cezasının onanmasıdır. Hiç değer mi?
Yalan beyanda bulunmaya, iftira atmaya?! İnsan vicdan ve adalet
duygusunu tenekeleştirir mi?
Sırasıyla Astsubay Bülent YILDIRIM, Uzman
Çavuş Mehmet Vefa ARASAN, erler İlhan CEYLAN, Ömer BİLEN, Emrullah
KAŞÇIOĞLU’nun beyanları alındı. Lehime olan hiçbir ifade yok. Hepsi de
birbirini destekliyor. Cezaevi idaresi, İhtisas Hastanesi ve Jandarma
haksız bir dayanışma içerisindeler. Ne için? Bir kınama cezasının
onanması için. Trajikomik bir vakıa.
Şahitler yalan yanlış beyanlarda bulunurken artık itiraz etmenin kar etmeyeceğini kanıksadım.
Hakim tanık Emrullah KAŞÇIOĞLU’nun
beyanını alırken haksızlıkta uyuşanların yaptıkları piramidi çökertecek
bir tespiti keşfetti. Emrullah, Jandarmada (Karakolda) alınan
ifadesinde, arabada nöbetçi olduğunu söylüyor. Hakimin huzurunda ise
diğer tanıkları destekler beyanlarda bulunuyor. Bu husus hakimin
dikkatinden kaçmıyor. Hakim, tanığın dosyada bulunan beyanını okudu.
Çelişki olması sebebiyle soruldu. Benim şimdi mahkemede vermiş olduğum
ifade doğrudur, dedi.
Kaçırılmayacak fırsat ayağıma kadar gelmişti. Şiddetli bir şekilde başkandan söz istedim.
‘’-Şu an dinlenen kadronun hiç birisi
yoktu.’’ dedim. Bunun üzerine tanık beyanlarında çelişki olduğundan
tanıklardan ayrı ayrı soruldu.
Hepsi de önceki beyanlarını doğruladı.
Hakim, bu yaşananlar karşısında
diyeceklerimi sordu. Ben de; klasik hale gelen önceki ifadelerimi
yineledim. Tanıklar başka bir hükümlüyle beni karıştırmış olabilirler.
Tutanak da daha sonra tutulmuş. Olay 7. Ayda vukuu bulmuş. Tutanak, 9.
Ayda tutulmuş. Bana iftira atmaktadırlar.
Bu beyanım üzerine hakim dosyayı
karıştırdı. 7. Ayda muayene olmadığıma dair tutanağı çıkardı. O
tutanakta Hayrettin ve diğer görevlilerin isimlerini gördü. Hakime,
‘’-Gerçek Tutanak ve görgü tanıkları bunlardır.’’ dedim.
Hakim tutanakta imzası olan erleri sordu.
İkisi de terhis olmuştu. Bende bize refakat eden Hayrettin’in
dinlenilmesini talep ettim. Bu arada Kırıkkale Cumhuriyet
Başsavcılığı’ndan gelen Kovuşturmaya Yer Olamadığına Dair Kararı okudu. O
kararda da ben ve doktor müşteki şüpheliler pozisyonundayız. Benimle
ilgili kısmında ‘’ ….. muayene ve tedavi olmayı red ettiği ve kendi
isteğiyle muayene ve tedavi olmadan kalkıp cezaevine döndüğü anlaşılmış
olup gerek Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ve buna
ilişkin tüzük hükümlerinde hangi hallerde kelepçenin açık
bulundurulacağı belirtilmiş olup müştekinin kendi isteği ile muayene
olmak istemediği kendi istek ve iradesi dışında muayene ve tedaviye
zorlanamayacağı gibi istek ve irade dışı tedavinin de kanunen suç teşkil
etmesi nedeniyle, ilgili doktora yönelik eylemin hakaret niteliğinde
olmayıp, eleştiri niteliğinde olduğu ……… kovuşturmaya yer olmadığına
…….’’ ifadeleri yer almakta idi.
Başkan celseyi kapatmak üzere kararını verdi. Kararda;
– Terhis oldukları anlaşılan
Jandarma erlerinin bulundukları yerlerdeki Denetimli Serbestlik
Müdürlüklerine talimat yazılmasına,
– İnfaz Koruma Memuru olarak
olay sırasında görevli olduğu anlaşılan Hayrettin KURUÇAY’ın tanık
olarak dinlenilmesine, duruşmanın 22/03/2011 tarihine bırakılmasına
karar verildi.
Duruşma sonrasında arabaya alındım.
Hücredekiler de arabaya getirildiler. Beni tek başıma arabanın farklı
kabinine koydular. PKK’li arkadaşlarla bir arada kalmak onlar açısından
sakıncalıymış. Adliyeden Üniversite Hastanesine geldik. Orada Yalçın ve
görevli subaya ağzıma geleni söyledim.
‘’-Sizde hiç vicdan, adalet duygusu yok
mu? Siz var ya ne insafsız heriflersiniz. Vicdanınızı marketten mi
aldınız. Yemin ederek nasıl bu şekilde beyanda bulundunuz. Hakikaten
sizden korkulur. Adamı ipe de götürürsünüz. Adalet bu kadar basit bir
şey mi? Sizi Allah’a havale ediyorum.
Tüm bunları ve daha fazlasını söyledikten
sonra psikolojik yönden biraz olsun rahatlamıştım. Yaşadığım olay
kabullenilebilecek bir olay değil ki. Her üç kurumun mensupları resmen
iftira ediyorlar. Yalçın duruşma sonrasında hakim ile gidip görüşmüş.
Kişiliğini daha fazla erozyona uğratmadan itirafta bulunmuş. Görevli
olmadığını beyan etmiş. Gerçek vazifelinin Hayrettin olduğunu söylemiş.
Asıl kusurlu olan Yalçın’ı oraya transfer eden iradedir. İdare, baştan
beri hizmette kusur yapıyor. Gardiyan Hayrettin’in bize nezaret etmesi
bile kusur. O infaz Koruma Memurudur. Üç kurumun haksız dayanışmasına ne
dersiniz?
Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan
Haklarını İnceleme Komisyonu’nun 2008-2009 Faaliyet Raporundan bir
ayrıntı aktarayım. (sayfa 281).
‘’Kurumların kendi mensuplarına dönük
olarak müdafaa içerikli bir sahiplenmeye giriştikleri göze çarpmaktadır.
Bu durum ise, kurumların genel görünümüne zarar vermektedir. Kurumların
kendi mensuplarını sahiplenmek yerine hukukun üstünlüğünü sahiplenme
noktasında alacakları tavrın hem saygınlık ve güvenilirliğin artması hem
de arzu edilmeyen görüntülerin oluşmaması açısından önem arz
etmektedir.’’
Sanırım, Metris’te Engin ÇEBER olayına
atıf yapmaktadır. Orada doktor muayene etmeden rapor hazırlamıştı. Yorum
yapmanın anlamı yok. Her şey kamuoyunun gözü önünde cereyan etmişti.
İkinci duruşmayı da bitirmiştik. Bu
sistem içerisinde, kurumların kokuşmuşluğu, bireylerin gayri ahlaki
gayri hukuki eylem ve beyanları vaka-i adliyeden olmuş.
Aylar, mevsimler geldi, geçti. Bizim dava
hala sonuçlanmadı. Mevsimlerin en asil ve en güzeline girdik.
İlkbahardayız. Her taraf yemyeşil. Doğadakiler de tiyatro oyununu
oynuyorlar. Her birinin ayrı bir misyonu var. Hele kuşlar,o ötüşleri yok
mu? İnsan inceden, derinden kulak verince cins cins sesler işitir. Bu
tür manzaraların kuşların orkestrası diyorum. Bir de yağmur yağdığında
suyun toprak ile teması sonucu, etrafa muazzam bir koku yayılıyor.
İlkbaharı, ilkbaharın getirilerini anlatmakla bitiremem.
Zamanı gelince, hiçbir şeyi
durduramazsınız. Üçüncü duruşmamızı 21 Mart 2011 tarihine atmıştı. Tam
da Newroz Bayramı’na denk gelmişti. Newroz öncesi yine mahkeme
hazırlıkları, olası gelişmeler karşısında stratejimizi belirliyoruz.
Burası Türkiye’dir. İftira, zulüm ve haksızlıklara karşı gardımızı
almalıyız.
21 Martta yine Kırıkkale yollarına düştük. Toplam üç kişiyiz. Diğer iki arkadaş adli suçlardan.
Bu gün başkan önceki mahkeme kararlarının
gereğini yapacak. Başkan, usuli işlemlerden sonra esasa geçti. Terhis
olan askerlerin, infaz hakimliğince (Denetimli Serbestlik) talimatla
alınması gereken ifadelerinin gelmediği görüldü. Tanık Hayrettin KURUÇAY
çağrılarak duruşma salonundaki yerini aldı. Tanık beyanında, ‘’ … olay
tarihinde vazifeli olduğunu, muayeneyi yapan doktorun kelepçenin
çıkarılmasına gerek olmadığına, elleri kelepçeli olması halinde de
muayene yapabileceğini söyledi. Hükümlü de kelepçelerinin çıkarılmaması
halinde muayene olmayacağını söyledi. Hükümlü, muayene odasından dışarı
askerler tarafından çıkartıldı. Çıkarılırken slogan attığını
duymadım….’’
O an Hayrettin’i kucaklayasım geldi. Her
ne kadar yapması gerekeni yaptıysa da kocaman bir tebrik hak etmişti.
Hakikaten adil şahitlik yapmıştı. Olacak şey değil. İnsanların o kadar
güvenilirliliğini yitirmemesi gerekir.
Dileğim, her zaman gömleğimin arkadan yırtılmasıdır. İftira atmaktan, zalim olmaktansa, mazlum olmak daha erdemli bir iştir.
Yalçın ÇELİK de çağrıldı. O da beyanında
‘’Ben hükümlü İbrahim GÜNAYDIN’ın hastaneye götürülmesinde hazır
bulunmadım. Daha önceki ifademde bulunduğumu belirtmiş isem de, ben
İbrahim GÜNAYDIN’ın hastaneye götürülmesinde bulunmadım. ….. önceki
ifademde hata ettiğimi anladım. Bundan dolayı bu gün geldim. …. doğrusu
benim, hükümlünün hastanede muayene olduğu esnada yanında
bulunmadığımdır.’’
Yaşanan gelişmeler karşısında başkan benden de beyan istedi.
‘’-Benim doktor hanımla ve diğer tanıklar
ile aramda kişisel bir problemim yoktur. Olayın kişiselleştirilmesini
istemiyorum. Yalancı şahitler, beyanların çelişkisi de mevcuttur.’’
dedim.
Aslında söylenecek çok şey vardı.
Psikolojik ortam, fevri duygusal tavırlar sergilememe yatkındı. Doğrusal
mantık açısından maslahata uygun olarak hareket edilmesi gerekirdi.
Mahkeme başkanı, ifadesi alınmayan diğer
iki tanığın talimat cevaplarının beklenmesine ve duruşmanın 21/04/2011
tarihine ertelenmesine karar verdi.
Tekrardan kodese konulmak üzere, adliye
sarayından ayrıldık. Yeri gelmişken bu gidip gelmeler işkenceye dönmüştü
bile. Hele ki bazen, psikopat ruhlu, paranoyak kişiliklerle aynı havayı
teneffüs etmek, aynı ortamı paylaşmak akıl karı değil. Alnımızın akıyla
çıksak tüm bu katlanmışlıklar teferruat olur.
Tiyatronun final safhasına gelmek
üzereyiz. Dördüncü celseye sayılı günler kalmış. Tiyatralin başrol
oyuncusuyum ya, rolüme, hayatın gerçeklerine daha bir asılmalıyım.
Kaliteli bir yazılı savunma için kağıt kaleme sarıldım. Ağırlıklı olarak
maddi gerçeğin araştırılması noktasında vermiş olduğum tüm sözlü ve
yazılı beyanlarıma, iki yalancı şahide (ki hepsi birbirinin fotokopisi –
Hayrettin hariç) ve diğer çelişki – tespitlere vurgu yaptım.
Yazılı savunmam, beynim ve fiziğimde
finale hazır. Her zamanki gibi akşam yemeğinde, yarın infaz hakimliğine
gideceğime dair haber verdiler. İki ayağım bir pabuca girmesin diye
akşamdan sakal traşı oldum. Sabah banyosu, kuvvetli kahvaltı ve günler
öncesinden hazırlamış olduğum mahkeme kostümümü giyip koğuştan ayrıldım.
Diğer iki mahkemeciyle kapı altı diye tabir edilen bekleme salonunda
tanıştım. Biri adli, ötekisi siyasi. Parti Cephe’den Gökhan GÜNDÜZ
adında onların jargonuyla devrimci. Kısa bir bekleyişten sonra ring
arabasına bindirilip Kırıkkale yoluna girdik. Gökhan hala direniyordu.
Kendince onur kırıcı gördüğü tutum ve davranışlar karşısında sloganını
atıyordu.
Cezaevi ile adliye arasında nakil
aracının küçük penceresinden etrafı seyreyliyordum. Diğer iki arkadaş
karşılıklı konuşuyorlardı. Adliyeye vardıktan sonra bizi hücreye
koydular. Adlide her neviden suç vardı. Tam bir suç canavarıydı:
uyuşturucu, cinayet, yaralama, hırsızlık, yağma v.s. Çenesi de
kuvvetliydi.
Gökhan ile hücrede konuşuyoruz. Neye
istinaden infaz hakimliğine geldiğini sordum. Tabi ki, almış olduğu
disiplin kararından ötürü soluğu mahkemede almıştı. O da bana sorunca
yaşadıklarımı ona anlattım. Ben slogan atmadım. Atana da mani olmam.
Üstelik deli miyim ki iki zıt fraksiyonun sloganlarını aynı anda
atacağım. İşte tam o sırada Gökhan’ın hafızası dile geldi. Yaz aylarında
göze gittiğini, göz doktoru ile arasında böyle bir sorun yaşadığını,
söyledi. Dedim ki;
‘’-Slogan atmadım. Birileri atmışsa o ben değilim.’’
Gökhan, o günü hatırlamaya çalışarak
anlatmaya başladı. Mavi Marmara’nın etkisinde kaldığını, İsrail
Askerleri benzetmesi yaptığını, fakat bunu da slogan formatında
yapmadığını; yalnızca ‘’ –Tedavi hakkımız engellenemez.’’ şeklinde
slogan attığını söyledi. Bu da inkar edilen bir durum değil.
O an anladım ki, bu işin faili
Gökhan’dır. Yani gerçek başrol oyuncusu odur. O da doktoru şikayet
edince her şey birbirine karışmış. Bendeki mahkemenin duruşma
tutanaklarını ona okuttum. Gökhan doktor Reyhan OĞUREL’in ifadesini
okuduktan sonra taşlar yerine oturdu. Ya, dedi,
‘’-Benim olayı sana yamamışlar.’’
Tevaffuka bakın ki işin iç yüzü ayan beyan ortaya çıkmıştı. Gökhan’a ‘’mahkemede gelip şahitlik eder misin’’ dedim.
‘’-Seni kurtaracak, işine yarayacaksa gelip tanıklık ederim.’’ dedi.
Hücreden ikimizi bir aldılar. Mahkemenin
bekleme salonunda beni bekletip, Gökhan’ı duruşmaya çıkardılar.
Duruşması yaklaşık 20 dakika sürdü. Daha sonra sıra bana geldi.
Bir haksız kınama cezası için dördüncü
duruşma yapılacaktı. Hakkaniyetin yerini bulması da gerekiyordu. Bu
mekanizmayı işletme azminde olmasaydım, adaletsizlik yapan aktörlerin
daha pervasız davranacakları kesindi. Umarım usulsüzlük yapanlar,
yetkilerini kullanırken daha iktisatlı olurlar. Kendi oto-kontrol
mekanizmalarını devreye sokarlar.
Duruşma salonuna alındım. Başkan ve
katip, boş koltuğu doldurmamı bekliyorlardı. Her zamanki gibi, şekli
işlemlerden sonra duruşma başladı. Başkan, terhis olup talimatla ifadesi
alınan erlerden birisinin ifadesini okudu. Maalesef Mehmet GÖYÜK
adındaki asker de vicdan ve adalet duygusunu pazarlamış. Sanki
diğerleriyle, ağız birliği yaparcasına ifade vermiş. Hatta başkan;
‘’-Bak görüyorsun, şimdi asker değil, hür iradesiyle alınmış bir ifade.’’
Bunun üzerine söz aldım. Yazılı savunmamı
verdikten sonra şifai olarak; tanık diğerleri gibi karıştırmış
olabilir. Bizzat sizin huzurunuzda dinlenen tanıklardan birisi de benim
hastaneye götürülmemde refakatçı olduğunu söyledi. Daha sonraki
ifadesinde refakatçı olarak bulunmadığını söyledi. Yine huzurunuzda
sabit olmuştur ki; er Emrullah KAŞÇIOĞLU ile Yalçın ÇELİK’in beyanları
tamamıyla gerçek dışıdır. Eğer bilinçsizce değil ise sizin de takdir
edeceğiniz gibi yalancı şahitlik pozisyonundadırlar.
Sonuç olarak haksızlığa maruz kaldım.
Mağdur oldum. Objektif kıstaslar gözetilmeden bana verilen disiplin
cezasının kaldırılmasını ve mağduriyetime sebep olan şahısların eylem ve
beyanlarını tensip ve takdirlerinize sunuyorum, dedim.
Başkan vermiş olduğum yazılı savunmamı da okuduktan sonra son sözümü istedi.
‘’-Beyanlarımı tekrarlıyorum. Hakkımda
yapılan isnadları kabul etmiyorum. Verilen ‘’kınama’’ cezasının
kaldırılmasını talep ediyorum.’’ dedim.
Herkes söylediklerini söyledikten sonra mahkeme başkanı hüküm verdi.
‘’…….. slogan attığı
iddiasıyla kınama cezası verilmiş ise de hükümlünün aşamalarda
değişmeyen savunması ve tanıkların çelişkili beyanda bulunmuş olmaları
dikkate alınarak, hükümlünün slogan attığı konusunda kesin delil
olmadığından İTİRAZININ KABULÜNE, disiplin kararının İPTALİNE ….’’
İnanılacak gibi değil. Ender, nadide bir
karar verilmişti. Olması gerekendir, doğanın kanunları karşısında neden
şaşırıyorsun diyeceksiniz! Biz zindan ehlilerinin yaşamış olduklarını
yaşasaydınız, bizi anlamakta güçlük çekmezdiniz. Hayattaki sınırlanmış
arenanızda beş sıfır yenik başlıyorsunuz. Hakim ile birlikte her şey
aleyhinize işliyor. Herhalde maçın bir an önce bitmesini arzularsınız.
Hizmet kusurlarının kol gezdiği
mekanlardayız. Duyarlı, onurlu insanlar bir şekilde tepki
göstermektedir. Bu güne kadar yapılan suç duyurularında mahkumun lehine
karar verildiğini ne gördüm, ne de işittim. Sistemin bekası için değil,
maslahata uygun, adil, ihtiyaçlara cevap veren, zamanın ruhuna uygun bir
infaz rejimi ve sağlıklı işleyen tüm fonksiyonlarını icra eden denetim
mekanizmaları olmalıdır.
Kararın anatomisinden de anlaşılabileceği
gibi oynatılan bu tiyatroda zoraki başrol oyunculuğunu bana makul
gördüler. Rolümü nasıl yaptığıma gelince; Eee, onu da siz takdir
edeceksiniz…
İbrahim Günaydın
15 Nisan 2011 – Kırıkkale F Tipi (20.06.2014 itibariyle Kandıra 1 Nolu F Tipi)
Hiç yorum yok