İbni Arabi Risâleleri: KİTABUL’L CELÂLETİ VE HUVE KELİMETULLAHİ
KİTABUL’L CELÂLETİ VE HUVE KELİMETULLAHİ
CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI
Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.
CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI
Bismillahirrahmanirrahim
Değiştirme ve güç Ondandır.
Bismillahirrahmanirrahim..
Salât ve selâm Muhammed'e ve aline olsun. Allah kapıları açandır. Celalet Kitabı, bundan maksat "Allah" kelimesidir. Yazan: Şeyh Muhyiddin b. Muhammed el-Arabî.
Salât ve selâm Muhammed'e ve aline olsun. Allah kapıları açandır. Celalet Kitabı, bundan maksat "Allah" kelimesidir. Yazan: Şeyh Muhyiddin b. Muhammed el-Arabî.
Allah'a hamdolsun. Bir hamd ki sırlar O'nu bilemez, ruhlar
tanıyamaz, akıllar idrak edemez, kalbler kapsayamaz, nefisler muttali olamaz ve
ağızlar dile getiremez. O bütün ezeli hamdleri üzerinde toplamış, ebedi hamdlere uzanıvermiştir,
hamd edenlerin eşlerden ve benzerlerden tenzih edişleriyle kutsanmıştır. Salât ve
selâm bütün kelâmı toplayan kitabı getiren Efendimiz Muhammed'e olsun. Ki yüzler Onun
kaimliği karşısında boyun eğmiş, alınlar O'nun önünde eğilmiştir. Devamlı ve her zaman
yerine getirilen bir görev olarak salât ve selam üzerine olsun. Diller ululuğunu
andıkça, ağızlar yüceliğini dile getirdikçe bütün salât ve selâmlar O'nun üzerinedir. O'na ve seçilmiş
bütün ağırbaşlı ve içten AH! eden bütün resullere selâm.
İmdi...Bu kitapta Allah'ın celâletinin kapsadığı bazı
sırlardan ve işaretlerden söz edeceğim. Diyorum ki: Esmalar /isimler açısından
"Allah", sıfatların taşıdığı anlamlar açısından zat konumundadır. Dolayısıyla muhakkiklere göre
bütün isimler O'nun kapsamına girmekte, O'ndan çıkmakta ve O'na yükselmektedir, bu taalluk
mahiyetinde bir ilişki, yaratılma mahiyetinde değil. İşin aslı, bu isimler zatı
gösteren delillerdir, başka değil. Sonra bunlar bir çok çerçevede ve sayısız mertebelerde ortaya
çıkarlar. Çünkü bu çerçevelerde zatı tasavvur etmenin bir faydası yoktur çünkü bu mertebeler
bir takım anlamlar ve hükümler gerektirirler. Dolayısıyla bu çerçevede celâlet, isimlerin
anlamlarıyla ilgili olarak ihtiva ettiği manayı verir. Ki bu isim de bu anlam açısından böyle
bir fayda sağlar ve bu anlam sırf kendisine özgüdür. Bunda söz konusu ismin şerefi de
vardır. Çünkü celâlet, bütün isimlere hakim oluşuyla ve ihata etme özelliğiyle onun
yerine kaim olmuştur. Örneğin günah işleyen bir kimse, "ey Allah! Beni bağışla", dediği
zaman, celâlet (Allah ismi) burada Gaffar ismine naiblik etmektedir. Bu isteğe cevap olarak
ancak Gaffar isminin anlamı çerçevesinde karşılık verilir. Ve celâlet ismi kayıtlardan
münezzeh olarak kalır. Sonra celâlet, bütünüyle gaybtir. Onda şehadet (görünür) aleminden
bir şey yoktur. Belli bir vakitteki hareketten kaynaklanan derin hissediş durumu
başka. O da "Allah" deyip başka bir şey dememenle ilgilidir. Çünkü bu sırada O zuhur eder,
O'ndan başkası sırf gaybtir.
Lafzı kast ediyorum. Yazı ve rakama gelince, mutlak gaybtan
ibarettir, başka değil.
Biliniz ki, "ALLAH" lafzı, altı harf içermektedir:
Elif, Lam, Lam, Elif ve Ha... Bunlardan dördü zahirdir, yazıda görünürler. Baştaki Elif ve gaybin
başlangıcı olan lam, ki diğer lam'ın içine girdirilmiştir (mudğama), şehaditin (görünürlüğün)
başlangıcı "lam" ve bu lam şeddeli olarak telaffuz edilir. Bir de kimlik "ha"sı.
Bunların dördü telaffuzda zahirdir: Kudret elifi, şehadetin
başlangıcı olan lam, zat elifi ve huve (o)nin ha'sı. Bunlardan biri de ne lafızda ne de
yazıda yer alan "vav"dır. Ancak telaffuzda buna delalet edilir. "Huve"nin vav'ını
ve yazıdaki kimlik vav'ını kast ediyorum. Böylece harfler sınırlandırılmış oluyor. Lam orta alem
içindir. Orta alem derken manevi bir alem olan berzah alemini kast ediyorum. Ha, gayb içindir.
Vav, şehadet alemi içindir. Allah mutlak gayb olduğu için ve içinde de şehadet aleminin vav'ı
da yer alınca, dudak harfi olan bu vav'ın Allah lafzında zuhur etmesi mümkün olmamıştır. Bu
yüzden yazıda da telaffuzda da yer almaz. Yani gayb içinde gaybdir. İşte gayb dediğimiz
zaman bunu kast ediyoruz.
Somutun soyuta üstünlüğü de buradan gelir. Çünkü somut bu
gün soyut içinde bir gaybdir. Soyut ise zahirdir. Yarın ahiret gününde egemenlik tamamen
ilahi huzurun olacaktır, yoğun görme de maddenin. Gözler ona bakacaktır. Orada amaçlar
gözlere, zahirler de akıllara aittir. Eğer amaçlar olmazsa kimse dönüp zahir-liklere
bakmaz. Buradaki sırlara bak! O da ahiretin dünyadan daha üstün olmasıdır. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Turidune arada'd Dünya Valla-hu yuridu'l ahirete / Siz geçici dünya
malını istiyorsunuz, halbuki Allah ahireti istiyor." (Enfâl, 67) "Ve'I Ahiretu hayrun
ve ebka/Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır." (A'lâ, 17)
Ayrıca ahiret devamlıdır, dünya ise geçici ve yok olucudur.
Kalıcılık ve devamlılık, gidicilikten ve yok oluculuktan daha üstündür.
Sonra ilmin başlangıcı Allah'ı bilmek, gayesi de aynen
görmektir. Aynel yakin, ilmel yakinden daha şereflidir. Bilme akla, görme ise göze ait bir
fonksiyondur. Şu halde his; akıldan daha üstündür. Çünkü akıl için çabalamak gerekir,
göz için bakmak yeterlidir. Dolayısıyla şehadet alemi gaybin gaybıdır. Bu yüzden dünyada
daire nedeniyle zuhur etmiştir. Çünkü sonu başına doğru eğilir. Bu da gösteriyor
ki, şehadet alemi başlangıçtır, mutlak olması gerekeni kayıtlandırıcıdır. Nitekim göz ancak
belli bir yönden görebilir ve kulak da ancak yakındaki bir sesi işitebilir. Hakikat
yürüdüğünde bunun tersi crtaya çıkar, Sariye'nin işitmesi ve Ömer'in (r.) Medine'den onu görmesi
ve sesinin oradan ona ulaşması gibi. Buna benzer bir çok olayı örnek göstermek mümkündür.
Böylece gayb alemi orta bir
alem olarak belirginleşiyor ve bu da akıl alemidir. Çünkü
bilmek istediği şeylere dair delillerini maddi alemden alır. Böylece şehadet alemi mutlak
olarak gayb içinde gayb olur.
Akıl ona doğru çaba sarf eder, ona hizmet eder ve sureti de
bir daire şeklinde olur.
Fasıl:
Her şeyin gölgesi vardır, Allah'ın gölgesi de Arştır. Ama
her gölge uzamaz. Ulûhiyette Arş, uzamayan bir gölgedir, fakat gaybdir. Algılanan
gölgeleri olan cisimleri görmez misiniz ki, ışıklar onları kuşattığında gölgeleri onların içindedir?
Işığın gölgesi kendi içinde, karanlığın ışığı da kendi içindedir. Allah, kulun kalbine
istiva edince şöyle buyurmuştur: "Arzım ve semam beni içine alamadı, kulumun kalbine
sığdım." Rahman ismi, bilinen zahir arşa istiva etmiş olur böylece. Zahir arş, rahmanın
gölgesidir. İnsani arş, Allah'ın gölgesidir. Mertebe bakımından iki arş arasındaki fark,
Allah ismiyle Rahman ismi arasındaki fark gibidir. Gerçi yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Kulid'ullahe evid'urrahmane eyyen ma ted'u fe-lehu'l esmau'l husna / De ki: İster Allah deyin,
ister. Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler Ona hastır."
((İsra, 110) Ama her akıl sahibi bilir ki, bütün açılardan iki isim arasında mertebe farkı vardır. Bu
yüzden "Uscudu li'r Rahmani / Rahman'a secde edin" (Furkan, 60) denildiğinde
mükellefler "Rahman nedir?" diye cevap vermişlerdir. Ama onlara, "Allah'a ibadet edin",
denildiğinde "Allah nedir?" dememişler. Arş bir taht olduğu için, rahmanhkta gayb olmuştur, kalbe
yönelik ilahi istiva "içine sığdım" babında bir durum olduğu için de ulû-hiyet de insanda gayb
olmuştun Dolayısıyla görünürlüğü (şehadeti) insan, gaybi de ilâhtır. Gaybi ulû-hiyet insanî
şahsa sirayet ettiği içindir ki ilâh ismiyle ulûhiyet iddiasında bulunmuştur. Firavun
"Ma alimtu lekum min ilahin gayri / Sizin için kendimden başka ilâh bilmiyorum" (Kasas, 38)
demiştir. Ama Firavun'un bu sözü uygun olmamıştır. Çünkü bu sözü kendi iradesiyle söylemiştir,
halden dolayı veya emir yoluyla "Enellahu / ben Allah'ım" (Tâ-hâ, 14)
demek gibi bir tarzda söylememiştir.
Ayrıca ben bir ilâhım da dememiştir, benden başka lafzıyla
söylemiştir. Kurnazlık yaparak rubûbiyeti ilan etmiştir. Çünkü ulûhiyet gücüyle desteklenmemiştir!
Ve "Ene Rabbukumu'l A'la / Ben sizin yüce rabbinizim" (Nâziât, 24)
demiştir. Oysa bunu hâl olarak söyleyen veya meşiyetin yardımıyla ve emir yoluyla söyleyen, böylece ceman
ifade eden kimse başkadır.
Ebu Yezid gibi. O bir kere "Şüphesiz ben Allah'ım.
Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin" demiş, bir keresinde de "Ben Allah'ım"
demiştir. Çünkü o bunları söylerken içinde uluhiyetten hali, okunu atacağı boş bir yer yoktu. Sirayet
eksiz olarak gerçekleşmişti. Çünkü ulûhiyetin diğer isimlerin mertebeleri üzerindeki üstünlüğü
açık ve sınırsızdır, hiçbir esmanın/ismin O'nun karşısında direnmesi kesinlikle mümkün
değildir.
Fasıl:
"Allah" nefiy kelimesidir; ulvî alemde
şeddelen-miş ve tercüman ile yükselmiştir. İspattan sonra nef-ye dönenin, lafzen zuhur etse de aynen
var olmaz. "O'nun şeriki/ortağı yoktur.'], ifadesiyle "şerik"in nef-yedilmesi
gibi. Hükmen şerik'in aynı yoktur. Ama onu dile getiren lafız vardır. (Allah lafzından) nefiy-den sonra
geride kalan "la"dır. Ama iki elif hariç. İlk ve son elif. Bunları birbiriyle çarparsan aralarında
"ha" çıkar ve ikisi nefyolur. O da "huve"dir. Çünkü yüce Allah için "evvel"
(ilk) ismi izafidir, bir hakikati yoktur. Bizim var olmamız ve aynlerimizin meydana gelişiyle Onun hakkında
evveliyet hükmü verilmiştir.
Bizim aynlerimizin yok olmasıyla da Onun hakkında ahiriyet
(sonluk) hükmü verilmiştir. Biz ise hakikat yönünden şu ifadelerde belirtildiği gibiyiz:
"Ve lekad halaktuke min kablu ve lem teku şey'a / Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım."
(Meryem, 9) "Lem yekun şey'en mezkura / Henüz zikredilen bir şey
olmadığı..." (İnsan, 1) yani biz olmadığımız zaman evveliyet de yoktu. Ve biz olmadığımız için de sonluk
(ahiriyet) da olmaz.
Dolayısıyla özel olarak "O" baki kalır ve istenen
de budur.
Fasıl:
"Allah" isminin ilk "lam"ı harfi
tariftir. Çünkü "elif-lam" harfleri, belirtildiği gibi tarif edatlarıdır. İlk elif "Allah vardı, beraberinde hiçbir
şey yoktu" anlamını vurgulamak içindir. Geride ikinci "lam" ve "ha" harfleri
kalıyor. Sözlerimiz yazı ile ilgilidir. Bu ikinci "lam" malikiyet/sahiplik anlamını vermektedir. Çünkü ilk
"elif" ve "lam"ın yok olmasıyla "O"nun bir sureti kalıyor, bu da malikiyet ifade eden
"lam"dır. "Ha" mutlak zatın gaybîliğinden kinayedir. Çünkü "ha" harflerin ilkidir. Zira
"O/huve" nin başlangıç harfi "ha"dır. Bu harfin bir kaynağı, başlangıç noktası vardır, bu kaynak insanın içinde
gaybtir. Bu yüzden gayb uzaklaştırılmıştır ve bu isim bu işaretleriyle, yani
"elif" açısından "Allah" vardı, beraberinde hiçbir şey yoktu" anlamını, ilk lam açısından marifet
makamını, ikinci lam açısından malikiyet makamını, ki bu makamda Ondan başka her şey zuhur eder, ha
açısından alemin O'nu zikretmesini ihtiva eder. Çünkü ha gaybın delilidir ve
o alemlere göre gaybdir. Allah'a ancak "O" ismini verebilirler bu yüzden. Elif ile
kendisini, ha ile mahlukatı zikreder. Eliften
sonra gelen vech ile yani harfi tarif lam ile kendisini
ezeli olarak tanıtır, onun diğer veçhiyle de yani malikiyet lami ile de onu mahlukatma ebedi olarak
tanıtır. Bu lam'ın kendisi, yani lam-ı tarif itibariyle sonradan olma bir tanımadır. Bununla
bilmeyi bildirir. Böylece bu ismin içinde sonradan olma varlık kemâl bulur ki sıfatı kadim
mevsufu da hakikidir. Şu ismin ne tamam ve ne de mükemmel olduğunu görüyor musunuz!
Elif harfi, yazıda ha'ya bitişik malikiyet lam'm-dan sonra
lafızda zahir olur. Gayb vav'ı ise ha harfindedir. Bu, ruh dile getirdiği zaman böyledir.
Ama cisim telaffuz ederse vav harfi ya'ya dönüşür. Benzerlik de içeren nefis telaffuz
ederse vav harfi elife dönüşür.
Telaffuzda görülen bu elifin ve suretten surete giren bu
vav'm hükmü, konuşan kimse açısından ayrı bir hükümdür. Şöyle ki: Ha harfi ilk elife
bakar. Elifin oradaki makamı ise, hiçbir harfin kendisine bitişmemesidir. Bu yüzden elif lam'dan
sonra ortaya çıkmıştır. Konuşmada lam ona bitişmiştir. Geride ha, beraberinde hiçbir
şey olmadan kalmıştır, tabi varlık onu zikretmediği sürece, sakindir. Ama bu hayat
sükunetidir, ölüm sükuneti değil.
Varlık onu dile getirse ve zikretse, zikredenin daha önce
söylediğimiz gibi olması kaçınılmazdır. Yine söylediğimiz gibi ondan sonraki harfler
zuhur etmeye başlarlar.
Fasıl:
Sonra bu anlattıklarımız "Huve Kitabında" hu, ha
ve hi olarak gerçekleştirmiştir. Varlıkların meydana gelişinde hüviyetlerin kaynaşması
meselesini kast ediyoruz. Billahi, vellahe ve Vellahu dediğin zaman, zamme halinde huve, fetha
halinde ha ve kesre halinde hiye ile karşılaşırsın. Söylediğimiz gibi de bu bab
kapsamında sükun için baki kalır. İşte sübut dediğimiz de budur.
Fasıl:
O, sair isimler üzerinde egemen olduğu için, zahir olduğu
zaman isimler O'na sirayet ederler, isimler zahir olduklarında da O onların içine
sirayet eder. Suyun suya sirayet etmesi gibi. Bu isimlerden birinde taayyün etmesi ve bu
isimlerin Onda taayyün etmeleri hüküm, sonuç ve yönelinen hususla ilgili olur. Şu halde
anlatım isimleri ortaya çıkarır. Ulûhiyet de bilgi ve isimlerdedir. Sonra ulûhiyet anlatımı
icat eder. Bir devri daim varmış gibi.
Fasıl:
Kendine has alemde bu ismin hükmü, toplayıcılık ve egemenlik
makamı bağlamında üzerine zaittir. Bu, bilinmek ve gözlemlenmek istendiği
zaman herşeye sirayet eden hayrettir. Onun huzuru fiildir ve bu kendisinden başka
kimsenin göremediği sahnedir. Kim bu konuda konuşursa konuştuğu şeyi bilemez. Doğru
söylediğini sansa da hata etmiştir.
İşte bu varoluşsal sahne ve bu fiili huzur ile ilâhlık sahih
olur, başka bir şeyle değil. Hatta akıl erbabı ve bizim arkadaşlardan kıyasla iştigal eden Ebu
Hamid (Gazali) gibiler, büyüklere göre O'nu bilmenin bizi bilmekten önce geldiğini
sanmışlardır. Oysa bu bir hatadır. Evet, büyükler, akli taksim açısından O'nu
bilirler. Yani varlık ikiye ayrılır: öncesi olan ve öncesi olmayan... Bunların tümü doğrudur. Ancak Onun
kendilerinin O'nu bilmelerinden önce de ilâh olmasıyla, ilâh olmasının dışında
bilinen, sahih bir zat olmasıbirbirinden ayırmazlar. Bizim açıklamalarımıznı ulûhiyetle ilgilidir,
yok olması imkansız, kadim bir zat oluşuyla ilgili değildir. Bunu söyleyenler
için, O'nu ulûhiyetle tanıdıkları söylenemez. On'un Allah ismini belirginleştirmeleri ancak
O'nu tanımalarından sonradır.
Bu yüzden şeriat sarih bir şekilde ru-bûbiyet üzerinde
durmuş ve "Kendini bilen Rabbini bilir" demiştir. "Rabbini bilen kendini
bilir" dememiştir. Çünkü bu sahih değildir. Şayet bize en yakın kapı olan rubûbiyeti bilmemiz ancak bizim kendimizi
bilmemizle mümkün olabiliyorsa, sen var bir de ulû-hiyeti düşün! Bu ilâhî
makamda şeriat, Onun huzurunun hayret olduğunu kinayeli olarak ifade etmiştir. Nitekim
Efendimiz (s.a.v.) "Rabbimiz gökleri ve yeri yaratmadan önce neredeydi?" diye sorulduğunda
"Fî ama/Bulut içindeydi"-Bu kelimenin orijinalinin son harfi kısa ve uzun okunabilir-
(Üstünde ve altında hava yoktu) demiştir. Buradaki kısa telaffuz hayret ifade eder ve bu da
Allah ismine özgü bir durumdur.
Bu yüzden basiretler ve akıllar hangi açıdan O'nu idrak
etmek isterlerse istesinler hayrete düşerler. Çünkü O "nerede" ile
sınırlandırılamaz. Uzun okuma ise bulut ifade eder. Bulut hayat demek olan suyu taşır. Her şey ondan canlı
kılınmıştır. O da kendi zatı içinde "nerede" sorusuna konu edilemez. Gök ile yer
arasındaki ara boşlukta (berzah) yer alan bir varlıkla ona delalet edilir. Berzahlarda hayretler yaşanır.
Ya hayret edenler ne yapsın!
Gölge ile güneş arasındaki çizgi gibi, iki nokta arasında
vehmedilen doğru, iki çizgi ve iki satıh ve de iki her şey arasında hayretler içinde yüzenler!
Böylece berzah sözü bizzat hayretin kendisi oldu. Ortada hayretten başka bir şey
yoktur. Ondan da herkes ancak kendisinde olanı elde eder. Yabancı bir şey elde etmemiştir,
etmemesi gerekir. Eğer O, Odur, desen O Odur, Eğer O O değildir, desen, O, O değildir.
Hayret bile hayret ediyor.
Yüce Allah, mahlukatın bazısını uzak bir babdan hayrete
düşürmeyi dileyince, sonradan olma (hadis) kadirde, sonradan olma (hadis) kudreti
yarattı. Etkinlik verdi ve sonradan olma kadirde fiile yönelme yeteneğini halk etti.
İşte buna kesb denir. Böylece daha önce olmayan zuhur etti. Sonradan olma kadir "bu
benim fiilimdir, kesbim değildir" dedi. Kadim kadir ise "benim fiilimdir" dedi ve
gerçeği söyledi. Akl-i selime sahip bir kimseye göre bir şeyin iki kadirin güç yetirileni (madru)
olması imkansız değildir. İmkansız olan bir eserin iki müessire ait olmasıdır. Bu faslı anla,
inşallah doğru yolu bulursun. Allah bilmez, bilinmez, cahil olmaz, cahil olunmaz, görülmez,
keşfedilmez, ihata yoluyla
görülmez, akledilmez, idrak edilmez. Bu idraklerin tümü
sadece ulûhiyet isimlerine ve Hak ettiği isimlere taalluk eder: Rab, Malik, Mümin gibi. Bu
yüzdendir ki Kitap ve sünnet, ahirette ve bu dünyada rubûbiyetin görülebileceğini
vurgulamıştır. Musa dedi ki: "Rabbi erini enzur iley-ke I Rabbim! Bana kendini göster; seni
göreyim!" (A'raf, 143) "Felemma tecella rabbu.hu. lil cebel / Rabbi o dağa tecellî
edince..." (A'raf, 143) Buraya ulûhiyeti hiçbir şekilde karıştırmadığını görüyoruz. Bilakis
ulûhiyetin görülmesi kesin bir ifadeyle olumsuzlanmıştır: "La tudrikuhu'l ebsaru ve huve
yudriku'l ebsare / Gözler O'nu göremez; halbuki O, gözleri görür." (En.am, 103) Bu ayette huve
(O) zamiri kullanılmış ve görülemeyeceği vurgulanmıştır ve sahih olanı budur. Bir
ayette şöyle buyuruyor: "Vucuhun yevmeizin nadiretun ila rabbiha naziretun / Yüzler vardır
ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır." (Kıyamet, 22-23) Hicap da
rubûbiyetle irtibatlandırılmıştır. Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Kella innehum an
rabbihim yevmeizin le mahcubun / Hayır! Onlar şüphesiz o gün Rab-lerinden mahcub
kalmışlardır." (Mutaffifin, 15) Hz. Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: "Ay'ı
gördüğünüz gibi Rabbinizi görürsünüz." Bir başka rivayette "güneşi gördüğünüz gibi"
deniliyor. Bu hadisi Müslim sahihinde rivayet etmiştir. Müslim sahihinde yer alan bir diğer hadiste de
şöyle deniyor: "Rab haşirde bir gruba tecellî eder ve: "Ben sizin Rabbinizim",
der. Onlar: Senden Allah'a sığınırız. Rabbimiz gelmeden buradan ayrılmayız, Rabbimiz geldiğinde
O'nu tanırız, derler. Derken yüce Allah onlara bildikleri suretiyle gelir ve "Ene
Rabbukum / Ben sizin Rabbinizim" (Nâziât, 24) der. Onlar da, "evet, sen bizim
Rabbimizsin", derler. Onlara zuhur eden Rabden başkası değildir, tanıdıkları Rabden başkası değildir
ve rabden başkası onlara hitap etmemiştir. Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Ve cae
rabbuke ve'l meleku/Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği
zaman." (Fecr, 22) Allah'ın gelmesinden söz ediliyorsa, bunun anlamı daha önce de söylediğimiz gibi
rabdir. Çünkü durumlar ve karineler hakikatleri itibariyle yüce Allah'tan kendilerine
özgü isimler talep ederler. Vallahu huve'l camiu'l muhitu/ Cem eden ve kuşatan Allah'tır.
Fasıl:
Yüce Allah, Nebîsi(s.a.v.)e, dolayısıyla bize "Fe'lem
ennehû lâ ilahe illâllahû / Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur, ancak "O"
vardır." diye emrederken ne güzel söylemiş ve dikkatlerimizi bu gerçeğe ne güzel çekmiştir! Bu cümle,
nefyin ispatın aynısı, ispatın nefyedenin aynısı, nefyedenin ispat edenin aynısı, ispat
edenin ispat edilenin aynısı, ispat edilenin de nefyedilenin aynısı olduğuna delalet etmektedir.
Çünkü nefyedilen yalnızca ulûhiyettir, ispat edilen de yalnızca ulûhiyettir. Sabit
olan, ispat eden ve ispat edilen de yalnızca ulûhiyettir. Çünkü ulûhiyet kendinde ispat
edilmezse, başkasının onu ispat etmesi sahih olmaz. Eğer sabit olmayan bir ispat eden, onu ispat
ederse, bu sefer yalan olur.
Dolayısıyla gerçekte kendisini ispat eden ulûhiyetin kendisidir.
Hakikatler makamından hakikatler makamına dair sözlerimiz altı hükümden ibarettir.
Aslında bunlar Tek, Bir hakikattir. Varlığın tümü de böyledir, yani gerçekte birdir
ve beraberinde bir şey yoktur. Bu yüzden şeriatın şu işareti ne kadar da latiftir: "Li
men kane lehu kalbun ev elkassem'a ve huve şehid / Bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren
kimseler için bir öğüt vardır." (Kaf, 37) Hazır bulunan yani şahîd O'dur, kalb ve işitme de.
Hz. Peygamber (s.a.v.) de ""O" vardı ve beraberinde bir şey yoktu" buyurmuştur.
Alimler bu sözü "Allah ile" tamamlamış ve şöyle demişlerdir: O, şu anda olduğu gibidir. Dolayısıyla
şu anda O, Odur. Önce de O, Oydu. O'ndan başka bir şey yoktur. Biz de mevcuduz. Öte
yandan halin aynı hal ve aynin aynı ayn olduğu da ispatlanmıştır. Şu halde ortada zuhur
eden bir gaybtan, gayb olan bir zuhurdan başka bir şey yoktur. Sonra gayb olmuş, sonra zuhur
etmiş, sonra gayb olmuş...
Eğer kitab ve sünneti incelersen, ebedi bir birden başka bir
şey bulamazsın. O, O'dur, her zaman ve ebediyen gaibdir.
Muhakkikler, yüce Allah'ın bir şahsa tek bir surette iki
kere tecellî etmediği ve tek bir surette iki kişiye tecellî etmediği hususunda görüş birliği
içindedirler. İşte bu "O"nun genişlemesidir. Ebû Talib şöyle der: "Benzeri gibisi olmayanı,
ancak benzeri gibisi olmayan görebilir. Dolayısıyla gören görülenin aynısıdır." Bir
yerde de şöyle demiştir: Onun benzeri gibisi yoktur. Bu ifadenin anlamı eğer bazılarının iddia
ettiği gibi "Onun gibi bir şey yoktur" şeklinde olsa, şey de O olur. Şayet ifadenin orijinalinde
geçen "kaf" edatı sıfat veya bir şekilde zait olsa, buna itibar edilmez. Eğer sıfat ise bu
takdirde nadir bir şey olur. Ebû Talib şöyle der: "Eğer sıfat değilse, O, O olmaz ve şey O
olur, O da O olur. Dolayısıyla O'ndan başka O yoktur."
Yüce Allah ile ilgili olarak söylediklerimizi Hz. Rasulullah
(s.a.v.)m şu sözü de desteklemektedir: "Allah'ın nurdan ve karanlıktan
yetmiş bin perdesi vardır. Eğer bu perdeleri açarsa, mahlukattan gözleriyle O'nu idrak
edenlerin yüzlerinin derisini yakar."" İşte bu Allah'tır ve O, söylediğimiz gibi O'dur. Allah
Rasulu (s.a.v.) makamları ne güzel biliyor ve eşyayı ne güzel keşfediyor. Bu açıklamayı
yaparken maksadi perdelerin sayısını vermek değildir, bilakis, maksadı yüce Allah'ın zuhur etmesinin
mümkün olmadığını vurgulamaktır. Ayrıca Hz. Rasulullah (s.a.v.) ifadeyi
gözlerle de teyit ediyor. Bu, Allah'ın vasfı olduğuna dair en şerefli basirettir. Ama akıl böyle
değildir. Çünkü akıl gayb ile ilintilidir. Allah açısından ise gayb diye bir şey yoktur.
Her şey Onun için görünendir. Bu yüzden akıl değil gözden, basardan söz edilmiştir.
Yukarıda yaptığımız açıklamalar ışığında bakacak olursak, şu
husus da bu kapsama girer: Hayret huzuru, sıfatları gözleyenlerin, fikir
erbabının ve basiret sahiplerinin içine giren hayret, yani sıfatların aynlerinin ispatı veya nefyi
Allah'a aittir. Hükümlerine gelince, bu hususta akıl erbabı arasında bir ihtilaf yoktur. Bu
noktadaki hayretin sureti şöyledir: bu sıfatların aynlerini mevsuf zata zait olarak kabul edenler
Allah'ta sayı, çokluk ve muhtaçlık ispat etmiş olurlar. Oysa Allah her açıdan birdir (bizzat
müstağnidir ve bizzat kâmildir).
Böyle bir şey olabilir mi? Eğer desek ki, sıfatların
aynlerinin zata zait nitelikler olduğunu ispat etmekten hiçbir şekilde sayının ispatı çıkmaz. O zaman
ortadaki durum, sayı ispat etmekten daha şiddetli olur. Şöyle ki: Böyle bir durumda
ilâhî zat başka bir şeyle kâmil olmuş olur. Başkasıyla kamil olan bir şey de zatı itibariyle
eksiktir. Sıfatların aynlerini nefyeden ve bu iki makamdan, yani hem kesretten hem de
eksiklikten kaçan kimse de başka bir durumla karşı karşıya gelir. Şöyle ki:
marifetullah ile ilgili olarak ortaya koyduğunuz delil açısından hüküm, Onun güç yetiremediği
şeklinde belirginleşir. Eğer bu hükümler sırf zat için ispatlanırsa, bu takdirde Onun
kendisi için kadir olduğu ispatlanır ve fiil de ezelîlik niteliğini kazanır ki bu imkansızdır.
Dolayısıyla bu bakımdan Allah'ın kendisi için kadir olduğunu ispat etmek de imkansız olur.
Sonra kalb, görüneni görünmeyene mukayese etmek yoluyla bu
aç ıklığı ve belirginliği bulamaz. Özellikle akim kaynağının ne olduğu, burhanlarını
ve delillerini nereden terkip ettiği bilindikten sonra. O halde kusur bu çerçeveyle
ilgilidir ve bu gibi işlere dalmak güzel bir davranış değildir. Bir şey ancak gözlem, görme veya
tarif ile elde edilebiliyorsa, onu bu yolların dışında elde etmek makama karşı küstahlık ve cüret
sayılır.
O halde akıl erbabı için en uygun olanı varlık üzerinde
durup ikrar etmek, ötesine geçmemek ve sıfatları sağlamlaştırmaktır. Çünkü bunları
nefyetmenin de ispatlamanın da imkanı yoktur. Akıl böyle bir konuya vakıf olmaktan acizdir.
Daha doğrusu bu konuyla ilgili olarak dayandığı bilgiler çok azdır. Şu acayip isme ve
kelimeye bakın; nasıl da hayretle bütün alemlere hakimdir! Nasıl bir akıl almaz belirsizliğe
bürünmüştür! Bak; akıl sahiplerinin hayreti ne çetindir! Hiçbir noktada birleşememişlerdir; ne
ispat edenler ne de nefyeden diğerleri! Müşahede erbabına gelince, onlara zahir olmuştur.
Ama O'na dair marifetlerinin suretiyle örtüşmediği için bu zuhuru inkar etmişlerdir.
Bundan Allah'a sığınırız. O'na dair marifetleriyle görmüşlerdir. Oysa O her zaman zahirdir.
Ancak aynaya baktığın zaman maksadın kendi yüzünü görmekse, ve aynayı tam karşında
tutmazsan, aksine yan tutarsan, orada senden başka bir suret görürsün, böylece
tanımadığın için de, benim istediğim bu değildi, dersin. Sonra aynayı tam karşına alıp
suretini gördüğünde, bu doğrudur, dersin. Burada kusur aynanın değil senindir.
İsteği aklındaki suretle sınırlandırdığın zaman çok hayrı
yitirirsin. Hiç kuşkusuz, müşahede ehlinin hayreti, müşahede ile birlikte akıl
erbabının hayretinden çok daha çetindir. Görme erbabı da ilk görüşte böyle bir durum
yaşarlar. Çünkü görme müşahededen ayrı bir şeydir. Bu yüzden rivayetlerde yarın (kıyamet günü)
O'nu göreceğimiz haber veriliyor, O'nu müşahede edeceğimiz değil. Biz bu bölümü
"Ayn Kitabı"nda açıkladık, oraya bakılabilir. Görme erbabı, kendilerinde meydana gelen duruma
sarılmışlardır. Ama başka bir sefer daha gördüklerinde bundan farklı bir durum
yaşarlar. Bu farklılık her görüşte gerçekleşir. Burada müşahede ehlinin hayrete düştüğü gibi
hayrete düşerler. Aslında hayret içinde hayretten başka bir şey yoktur. Eğer o zahir
olsaydı, ihtilaf sahih olmazdı. Eğer O zahir olsaydı, O olmazdı. Ben olurdu. Ama Onun olması
kaçınılmazdır, bu yüzden ihtilafın olması da kaçınılmazdır. Bu hususu bir kasidede
şöyle dile getirmiştik:
Onun varlığından yararlanmak istediğimde Sahip olduğum
her şeyi borçlular arasında
paylaştırdım
Gözümde Onun varlığının yerini yok ettimde Onun zuhuru,
gizlenmek üzere devam
etmektir.
Ben olmadığım zaman O olarak Onun zuhuru Allah'tır, ta ki O
olarak O, O olmasın. Aksi takdirde Onun zuhuru esnasında ben kalırsam Sen olur. O
halde Onun varlığı kaçınılmazdır. Baki olması zorunludur. Benim baki olmam ise
söz konusu değildir. O, ancak O'da yok olur. Çünkü O, "kendinden Onun içinde
olmadığı gibi başkasında da değildir. İlâhî hayret babı da bu konunun kapsamına girer:
"Ve marameyte iz rameyte ve lakinnellahe rama / Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah
attı." (Enfâl, 17) Yap, ey kulum! Ama sen yapan değilsin, Benim yapan. Ben de ancak seninle
yaparım. Çünkü kendimle yapmam mümkün değildir. Senin olman kaçınılmazdır, senin
için de ben lazımım, benim olmam da kaçınılmazdır. Böylece bütün işler bana ve O'na
bağlıdır. Hayret ettim, hayret de hayret etti ve her şey hayret etti. Ortada hayret içinde
hayretten başka bir şey yoktur. Kaç kere şöyle demiştim:
Rab haktır, kul haktır
Keşke bilseydim, mükellef kim?
Eğer kuldur, desem, bu nefiydir
Rabdir desem, o zaman kim teklif eder?
Kaç kere şöyle demiştim:
Bir hayret bir hayretten sadır oldu
Keşke bilseydim, orada kim hayret etmez?
Ben mecburum; bana ait bir fiil yoktur
O halde ne yapıyorsam, zorla yapıyorum
Fiilimi O'na isnat eden
Fiillerinde muhtar değildir
Ben, ben desem, hayır, der
O, ben dese, yine durum değişmez
Ben ve O bir nokta üzerindeyiz
Sabittir, ama kararsız.
Birkaç kere de şöyle demiştim:
Şaşırdım; teklif etmesine yarattığı şeyi; ve ben ki, bana
ait bir fiil yoktur, onu görüyorum
Ah, keşke bilseydim; kim mükellef oluyor? Ancak Allah
vardır, O'ndan başkası yok ki.
Bütün bu sözlerime rağmen, bana: Yap! denilmiş. İlahi hayret
kapsamına giren sözlerden biri de şudur: "Ma yubeddelu'l kavlu ledeyye
/ Benim huzurumda söz değiştirilemez." (Kaf, 29) Akla göre hareket eden,
hükmü, uygulamayı, geçerli kılmayı esas alır; çünkü bu hükmü kendi gücüyle geri çevirmesine imkan
yoktur . Muhakkik hayret açısından olaya bakar. Çünkü bundan başkasına imkanı yoktur.
Yoksa elli beşe vasıl olduğu ve ondan aşağıya doğru eksilmesi mümkün olmadığı gibi
ellinin asıl olarak kalması da mümkün değildir. Çünkü ondan önce söz varit olmuştur. Bu,
celâletin içindeki celâletten bazı hususlardı. Vaktin elverdiği ölçüde amacımızı
gerçekleştirdik. Allah'a hamdolsun.
Allah'ın hamdı, minneti ve yardımıyla Celâlet Kitabı
tamamlandı. Allah'a hamd olsun,
Salât ve selam efendimiz Muhammed'in, ehlibeytinin ve
ashabının üzerine olsun. Amin!.
Efendim Ebu Bekir ez-Zahidi'nin el yazısından bu şekilde
istinsah edildi. O da musannifin el yazısından nakletmiştir. Allah kitabın
musannif efendim Şeyh imam muhakkik varis Muhyiddin b. Arabi'ye rahmet etsin, bu
kitapla onu yararlandırsın. Kitabın tamamlanması fakr Ebubekir b. Abdunnebi ed-Dehnan'm eliyle
gerçekleşti. Allah ona muhabbetinin kesesinden içirsin, marifeti önündeki cehalet
perdelerini kalbinin üzerinden kaldırsın, onu şevk kanatlarıyla kendine yükseltsin, irfan
bahçeleri arasında Hakkın rükünleri içinde onu kurtarsın. Amin!. Allah'ım! Amin! Ey
alemlerin Rabbü.
Hiç yorum yok