İbni Arabi Risâleleri: KİTABU’L ELİF “AHADİYE”
KİTABU’L ELİF “AHADİYE”
ELİF “TEKLİK” KİTABI
Şeyhul’l Ekber
MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.
ELİF “TEKLİK” KİTABI
Bismillahirrahmanirrahim
Değiştirme ve Kuvvet O'ndandır
Bismillahirrahmanirrahim
Muhammed'e ve al-i Muhammed'e salât ve selâm olsun. Rabbi yessir ve feth / Rabbim! Kolaylaştır ve aç. Elif Kitabı, Tek'lik kitabıdır. Şeyh, muhakkiklerin imamı Muhyiddin Muhammed b. Arabi'nin telifidir. O diyor ki:
Muhammed'e ve al-i Muhammed'e salât ve selâm olsun. Rabbi yessir ve feth / Rabbim! Kolaylaştır ve aç. Elif Kitabı, Tek'lik kitabıdır. Şeyh, muhakkiklerin imamı Muhyiddin Muhammed b. Arabi'nin telifidir. O diyor ki:
-"Bu kitabı Mescid-i Aksa'da gündüzün bir saatinde
yazdım."
Birin hamdinin/övgüsünün tekliği vahdaniyetin-dedir. Tek'in
övgüsünün vahdaniyeti tekliğindedir. Yalnızın övgüsünün ferdliği yalnızlığındadır.
Ferdin övgüsünün yalnızlığı ferdiyetindedir. Allahu Ekber! Bakan bakışı yeniden telafi
etti. Hatırladığı zaman hatırlayan bu sırra vakıf oldu. Beşerin varlığı açık olarak değil
zımnen parıldadı. Birin övgüsünün vahdaniyeti ikiliğindedir. Ferdin övgüsünün fertliği çift oluşundadır.
Yalnızın övgüsünün yalnızlığı eşliliğin-dedir. Ama tekin övgüsünün tekliği
tekliğinde baki kaldı. Yüce ve münezzeh Bir münezzehliğiyle Bir olan İnsan Muhammed'e salât
etti. Ki sayı sanatına ilişkin örnekten sonra ortaya çıkarıldı. Tek'in dışında,
yalnız ve ferd de öyledir. Şu halde salât yine kendisine döndü, çünkü istinat edeceği kimse
yoktur. Bu makamdan ona selâm etti.
Emin, muttaki, beri ve aydınlık kardeşlerim! Allah'ın
selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun, dinleyin, dinlediklerinizi iyi saklayın,
sakın kimseye açıklamayın, yoksa rahmetten kesilirsiniz. Bu Elif Kitabıdır ve O Ahadiye
Kitabı/teklik kitabıdır. Size "O"nun Bir olan Resulü, O'nun tekiyle tek olduğunuz için getirdi.
Tekliğin resulü onu, O'nun birliğiyle ikiliğinize getirdi. Onun yalnızlığıyla eşlendiğiniz için
yalnızlığının resulü getirdi size. O halde resullerinin gelişine hazırlanın, yollarının
amaçlarını gerçekleşti-rin, Allah size desteğiyle yardım etsin. Amin! İmdi... Tek'in mekanı olan
tekliğin üzerinde izzet perdesi 6vardır ve bu perde ebediyen açılmaz. O'ndan başkası "O"nu
teklikte göremez. Çünkü hakikatler buna imkan vermiyor.
Bilin ki, suretlerin en mükemmeli ve varoluşların en tamamı
olan insan , ahadiyet/teklik üzere değil, vahidiyet/birlik üzere
yaratılmıştır. Çünkü teklik mutlak olarak müstağnidir. Bir güçlenmez, dolayısıyla bir olan insan için
bu anlam (yani mutlak müstağnilik) sahih olmaz. Vahdaniyet (birlik), ahadiyetin (tekliğin)
gücüyle güçlenmez. Aynı şekilde bir de tek'e eşit, denk olmaz. Çünkü teklik kimliğin
zatıyla ilintili zatidir. Birlik ise onun ismidir. İkilik de bundan alır ismini. Bu yüzden rabbin
nesebi ile ilgili olarak "AHAD" (tek) ifadesi kullanılırken, vahid (bir) ifadesi
kullanılmamıştır. Teklikle birlikte tenzih sıfatlarına da yer verilmiştir.Yahudiler Hz. Muham-med'e (s.a.v.): Bize
rabbinin nesebini anlat, dediler. Bunun üzerine "Kul huvellahu ehad / De
ki: O Allah tektir." ( İhlas, 1) ayetiyle başlayan sure nazil oldu. Bu rivayette dikkat edilirse
Yahudiler neseb ifadesini kullanıyorlar, bize vasf et veya nitelendir, şeklinde bir
ifade kullanmıyorlar.
Öte yandan "teklik" niteliği, insan gibi diğer
varlıklar için de kullanılır. Ki insan bu hususta bir aç gözlülüğe kalkışmasın. Nitekim yüce Allah bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Fel ya'mel amelen salihan ve la yuşrik bi ibadeti
rabbihi ahada /İyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın." (Kehf, 110)
Müşrikler melekleri, yıldızları, insanları, şeytanları, hayvanları, ağaçları ve cansız varlıkları O'na
ortak koştular. Böylece teklik her mevcuda sirayet etmiş oldu. İnsan da bu hususta tek olmayı,
özellikli olmayı ister oldu.
Teklik bütün mahlukatı kaplayacak genelliğe büründü, çünkü
ilâhîlik onlara sirayet etti, ancak Allah'ın dilediğinden başka kimse bu sirayetin
farkında değildir. İşte şu ayette bu gerçeğe işaret edilir: "Ve kada rabbuke ella ta'budu
illa iyyahu / Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, kesin bir şekilde emretti." (İsrâ, 23)
Allah'ın verdiği hükmü, bir mahlukun geri çevirmesine imkan yoktur. Onun hükmü geçerlidir,
uygulanır. Dolayısıyla kulluk eden hiç kimse O'ndan başkasına kulluk edemez. Şu halde ortak
"tek"tir. Mabud, dikilen heykel değildir; istenen, talep edilen sırdır. O da teklik
sırrıdır. Ve o yakalanamayan bir sırdır.
İbadet edilen rabdir ve cem edici Allah'dır. Anlayış sahibi
kimseler şu ayetin buna yönelik bir işaret olduğunu söylemişlerdir: "Ve la yuşrik bi
ibadeti rabbihi ahada / Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın." (Kehf, 110) Çünkü
"tek" ortaklığı kabul etmez. Ortak koşulana ibadet etmek diye bir durum söz konusu değildir, ibadet
ancak rabbe yöneliktir. Dolayısıyla rubûbiyet makamının yeterliliğine ve tekliğin de münezzehlik
üzere oluşa devam ettiğine işaret ediliyor. Ki biz az önce buna işaret etmiştik. Şu
halde "tek" üstün iradelidir, kutsiyet sahası dokunulmazdır, aşılmazdır ve her zaman bilinmezlik,
görünmezlik üzeredir, ebediyen tecellî etmez. Çünkü Onun hakikati buna engeldir.
Yakıcı teşbihlerin yöneldiği taraf da budur. Nasıl olmasın ki! Ey kardeşlerimiz! O halde
bu perdeyi kaldırmaya sakın yeltenmeyin. Çünkü bilmezsiniz ve boşuna yorulursunuz. Ama
vahdaniyete nail olmak için gerekli gücü ve hazırlığı temin edin. Çünkü vahdaniyetten
neş'et ettiniz ve çünkü vahdaniyet, sizden başkasına yöneliktir. Nitekim adn
cennetlerinde ve başkasında zühûr etti, sonra sizin için bu birlik ikilendi, ardından yüce
Allah onu "ben"e izafe etti.
Biz, "O" kitabı olarak bilinen "YA"
kitabında "ben'den, izafeden ve buna benzer zamirlerden söz ettik. Oraya bakılsın. Bir kendisinden
başkasıyla ikilenmez. Sayılar ve çokluk, birin manevi ama mevcut olmayan mertebelerde çekime
tabi tutulmasıyla zühûr eder. O halde varlıkta olan her şey birdir. Eğer bir
olmasaydı, varlığın yanında yüce Allah açısından vahdaniyet ispatlanamazdı. Çünkü varlık, neyin
üzerindeyse var edicisi için de bunu ispat eder. Şairin dediği gibi.
Her şeyde O'nun bir ayeti vardır;
Delâlet eder ki: O birdir.
Her şeyde olup da Allah'ın vahdaniyetine delalet eden ayet,
şey'in birliğidir, başka bir şey değildir. Varlıkta olan güzellik gibi şeyler, yükseklik
ve alçaklık, mutlaka yaratıcısının birliğini bilir, dolayısıyla kendisi de zorunlu olarak
birdir. Bir müşrik'in birliğe inanmadığı düşünülemez. Aksine, birliğe inanır, ama uzak ve dolaylı bir
mekandan, bu yüzden uzaklık bedbahtlığına mahkum olmuştur. Mümin ise, birliği yakın bir
mekandan ifade eder, bu yüzden yakınlıkla mutlu olur. Yoksa müşrik dediğimiz insan,
mabudun zatının vahdaniyetini ispat ettiği gibi ortağın (şerik'in)
vahdaniyetini de ispat etmiş, sonra ortağın birliğine, maddi bir birlik atfetmiştir. Hakkın birliğine de
vahdaniyetinin sırrını atfetmiştir. Tıpkı yüzün Kabe'ye kalbin ise Hakka yönelmesi gibi. Ancak
Kabe'ye yönelmeye ilişkin emir meşru olduğu için yakınlık olarak kabul edilmiştir, ve
tıpkı meleklerin zatlarının
Adem'e, sırlarınınsa Adem'in yaratıcısına secde etmesi gibi.
Şu halde bir emirden dolayı yerine getirilen her ibadet övülmüş, bir emirden dolayı
olmayan her ibadet de yerilmiş, övülmemiştir. Ancak emir dışı ibadet de meşiyetle kaimdir
ki, teklik (ahadiyet) zatının düzeyidir. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ma
ketebnaha aleyhim ü-lebtiğae ridvanülahi fema ra'avha hakka riayetiha / Onu biz yazmadık.
Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da gereği gibi
uymadılar." (Hadîd, 27) Burada, riayet edilmesi gereken ve korunması gereken bir hakkının olduğuna
işaret ediliyor. Bu, ilâhî gayret içindir. Çünkü sözkonusu mabuda ilâhî sır olduğunu
tahayyül etmeselerdi, kesinlikle ona ibadet etmezlerdi. Dolayısıyla onlar açısından bu ilâhî
sır, bizim açımızdan ilâhî emir konumundadır. Ancak Hak teala mutluluğu, meşiyet emrine,
mutsuzluğu da meşiyet iradesine bağlı kılmıştır. Çünkü Allah'tan başka yasa
koyucu, sari yoktur. İlâhî yasalar, akıl
perdesinin gerisinden sırlara iner. Bunu fikir resulü/elçisi
meşiyet iradesinden indirir ki, filozoflar buna siyaset derler. Nitekim Nebilerin
şeriatlarının onlara bu şekilde nazil olduğunu düşünmüşlerdir. Aslı da böyledir, ancak meşiyet
emrini bilemedikleri için iki durumu birbirine karıştırmışlardır.
Bunun sebebi, meşiyeti bilmemeleridir. Şu halde her dilden,
her halde ve her zamanda ibadet edilen mabud birdir. İbadet eden her abid de
birdir. Ortada birden başkası yoktur. İki, birden başka bir şey değildir, üç, dört, on,
yüz, bin...de öyle. Birden başkasını bulamazsın. Fazladan bir şey yoktur. Bir manevi iki mertebe
zühûr etmiş iki (ll)ismini almıştır. Sonra üç mertebede zühûr etmiş (111) diye
isimlendirilmiştir. Buna bir daha eklediğimizde dört olur. Dörde bir eklediğimizde beş olur.
Bir bu sayıları inşa ettiği gibi, onları yok da edebilir. Birle mevcut olan beşten biri yok
ettiğimizde beş de yok olur. Bir ortaya çıktığında beş de ortaya çıkar. Bu her şey için
geçerlidir.
İşte bu, Hakkın vahdaniyetidir ve biz Onun varlığıyla ortaya
çıkmışız. O olmasaydı biz olmazdık. Ama bizim olmamamız yüce Allah'ın olmamasını
gerektirmez. Beşin olmamasının birin olmamasını gerektirmemesi gibi. Çünkü
sayılar birden meydana gelirler, ama bir onlardan meydana gelmez. Bu yüzden sayılar birle
zühûr ederler, ama sayıların yok olmasıyla bir yok olmaz. Aynı durum nail olduğu
mertebeler için de geçerlidir. Eğer bir manevi bir mertebede olmazsa, birlikte zühûr edemezler. Bu
biri ve tevhidi iyice anla. Bu bağlamda birleşmekten, ittihattan sakın. Çünkü birlikte
zühûr edilen bu mertebede birleşme sahih değildir. Çünkü iki ayrı zat bir olmazlar. İki tane
bir vardır ve bunlar iki ayrı mertebede zühûr eden bir'den ibarettir.
Bu nedenle bir birle çarpıldığı zaman artmaz, ikisinin
çarpımından çokluk doğmaz. Çünkü ikisi ondan ibarettir. Sen bir şeyi kendisiyle
çarptığın zaman kendisinden başka bir şey elde edemezsin. Örneğin "ben"i
"ben"le çarpsan "ben" elde edersin. "O"nu "O"yla çarpsan "O" elde edersin. Bu kendisiyle çarpılan her şey için geçerlidir. Hatta cümleler (topluluklar) da öyle. Bir cümleyi bir cümleyle
çarpsan, çarpılan cümlenin bireylerinin her birinin mertebesinde iki cümleden birinin
sayılarını eksiksiz bir şekilde elde edersin. Çünkü cümle, cümleler içinde birdir. Cümleler ve
cümle de birlerden meydana gelirler. Birler ise birin mertebelerde tekrarlanmasından
ibarettir. Şu halde vahdaniyet gayrısına sirayet eder. İkilik hal gibi bir şeydir ve mevcut
değildir. Çünkü hakikat onu yok
eder veya ona imkan vermez. Ama yok da değildir, çünkü hak
onu ispat etmektedir.
Bu anlattığımızın örneği dört kere dört (4x4) de-mendir. Bu
işlemin sonucu on altı (16) dır. Sanki, dört bütün olarak diğer dördün bireyleri
içine veya kendi bireylerinin içine yürümüştür. Ki bu zorunlu olarak sahihtir. Bunun sonucu da
on altı (16) olur. Çünkü dört bir hakikattir, on altı da bir hakikattir. Birden de ancak bir
çıkar, işte bizim yukarıda söylediklerimizin anlamı budur ve bu doğru bir sonuç çıkarmadır. Aynı şekilde
yedi kere sekiz (7x8) dediğimiz zaman, ki bu birbirinden farklı rakamların
çarpımından ibarettir, ikisinin çarpımından elli altı (56) elde edilir. Sanki şöyle söylemiş
gibiyim: Yedi, sekizin bireylerinin içine veya sekiz yedinin bireylerinin içine girdiğinde, bu
bireylerden kaç mertebe zuhur eder? Buna cevap olarak elli altı tane bir demen gerekir.
Bir anlamda bir, elli altı menzil yürümüştür, deniyor. Birin bu şekilde bilinmesi gerekir. Şu
kadarı var ki bir (vahid) isminin anlamına sadece yalnız (vitr) kelimesi ortaktır. Çünkü vitr,
vahid'e kaynak bakımından ortaktır. Bu yüzdendir ki vitir namazı bir rekat veya
üç...rekat kılınabiliyor. Fert de bire ortaktır. Çünkü fert, ancak üç veya daha yukarı sayılarda ortaya çıkar
ve iki eşit sayıya da bölünemez, beş, yedi, dokuz, on bir... gibi. Sanki vitr,
vahid'den intikam almak istemektedir. Çünkü vahid (bir) onun şeklini gizlemiş, bir
çok konumdan onu indirmiştir, geride çok az bir yer bırakmıştır. Sadece bir namaz türünde
(vitir namazı) ve yüce hakkın isimlerinde kalmasına imkan vermiştir. Vahid, her mertebe ve
menzile akan, sirayet eden bir isimdir. Sözlükte vitir kelimesi bir şeyin içine girme
anlamına gelir ki, bu, intikam alma isteğini ifade eder. Vitrin vahidle kaynak olarak ortak
olmasının nedeni, vahid'un onu bir çok mertebeden indirmesidir, aksi değil. Vahidin vitr'i mertebelerden azletmesinin nedeni, kaynakta
kendisine ortak olmasıdır.
Ferd ise vahid gibi mertebelerde varlığını sürdürüyor, çünkü
kaynak itibariyle vahid'e ortak değildir. Vahid, ferdin mertebelerde belirmesini mubah
kılmıştır ve bu vahidin ona yetki vermesiyle mümkün olmuştur. Bu bakımdan birin hükmü altında
olmasına önem vermemek gerekir. Vitr de vahid'in yetki verdiğidir, bu yüzden bizim
yaptığımız değerlendirmenin esas alınması gerekir.
Ferdliğin ilk basamağı üçtür. Bu yüzden insanlığın latif
ferdaniyeti vahdaniyetine muhaliftir. Çünkü insanlığın ferdaniyeti, ikiliğin önce var olmasıyla
sabit olmuştur. İkilik ise bedenin şekillendirilmesi ve küllî ruhun ona tevcih
edilmesidir. Bundan da cüz'î nefis doğmuştur. Cüz'î nefis latif insanlıktır. Bu terkiple insan
ferd olmuştur. Şu şekil verilmiş bedenin kocası küllî ruhtur. Cüz'î nefis ise bu ikisinin
çocuğu ve ferd olarak doğmuştur.
Ferd, kendisine ısınacağı, tıpkı babası olan küllî ruhun
anası olan bedende sükun bulduğu gibi sükun bulacağı bir eş istemiş ve şöyle demiştir:
"Rabbi la tezerni ferden ve ente hayru'l varisin / Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen,
varislerin en hayırlısısm." (Enbiyâ, 89) Bu talebde bulunmasının nedeni, kendisinden sonra işin
rabbi-ne döneceğini ve bunun rabbinin kendisini halife kılmasının bir karşılığı olduğunu
bilmesidir. Rabbinin onu halife kılmasına şu ayette işaret edilmektedir: "Ve enfiku
mimma cealekum mustahlifine fihi / Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili (halife) kıldığı şeylerden
harcayın." (Hadîd, 7) Alimlerin alimi Resulullah'm (s.a.v.) sefer duasında da bu anlamın
belirginleştiğini görüyoruz: "Allahumme entel halifehu fi ehil / Allah'ım! Ailemde benim halifem
sensin." Burada Resulullah (s.a.v.), yüce Allah'ı ailesinden sorumlu halifesi olarak
nitelendiriyor. Sanki Hak kul hükmündeymiş de onun emriyle iş görüyormuş gibi. O'ndan başka ilâh
yoktur, üstün iradelidir, her yaptığı yerindedir. Aynı şekilde yüce Allah miras hakkında şöyle
buyurmuştur: "Ve inne'l Arda lillahi yuri-suha men yeşau min ibadihi / Şüphesiz ki
arz/yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona varis kılar." (A'raf, 128) Daha önce
ferd olan kulun da Allah'a "Ve ente hayru'l varisin / Sen varislerin en hayırlısısm." (Enbiya, 89)
dediğini görmüştük. Diğer bir ayette de yüce Allah şöyle buyuruyor: "İnna nah-nu nerisu'l arda
ve men aleyha ve ileyna yurceun / Yeryüzüne ve onun üzerindekilere ancak biz varis oluruz ve
onlar ancak bize döndürülürler." (Meryem, 40) Akıllar nerede! Niçin
hakkın şu tecellîsine, kulun işini görmesi anlamındaki nüzulüne bakmazlar? Neden "Ve ma
kadarullahe hakka kadrihi / Allah' ı gereği gibi bilemediler." (En'am, 91) ayetinin ışığında
yeniden meseleyi incelemezler? Nasıl oluyor de izzet sıfatına sahib yüce Allah'ın kullarına
yönelik bu tecellîsi üzerinde düşünmezler? Daha önce ferdiliğin insanî cisimlerde iki
yerde zuhur ettiğini söylemiştim.
Biri Adem'de (a.s.): "Fe iza sevveytu.hu ve nefahtu
fihi min ruhi / Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye
kapanın." (Hicr, 29) Bir de İsa'da (a.s): "Ve Meryeme'bnete İmrane elleti ahsenet ferceha
fenefahna fihi min ruhi-na / İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem'i de. Biz, ona ruhumuzdan
üfledik."(Tahrim, 12) Böylece İsa (a.s), Meryem açısından, Adem'deki ruhun işlevini
görmüştür. Bu ruhun cisim olarak çıkmasının nedeni cisimler aleminde zuhur etmesidir. Çünkü
cisimler dünyasına çıktığında bedensellikten çok cismaniliğe yakındır. Dolayısıyla
melekûtî ve ateşten ruhların özelliğine sahiptir. Gözlere göründüğü zaman bedene bürünür. Görme
duyusu da cisimlerle irtibatlıdır. Ama kendi açısından bedensel ruhîlik üzeredir.
Tıpkı hayalde beden suretinde görünen şeyler gibi. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"İnne mesele İsa indallahi kemeseli Ademe / Allah nezdinde İsa'nın durumu, Adem'in durumu
gibidir." (Al-i imran, 59) Bu ortaklık ferdilikleriyle ilgilidir. Ne var ki, İsa'nın (a.s)
bedeni daha halistir, bu yüzden ruh olarak isimlendirilmiştir. Aynı durumdaki Adem ismi ise
zahir, dış, deri anlamına
gelmektedir. Çünkü Adem toprağın dış yüzeyinden
yaratılmıştır. Dış nerede nurani saflık nerede! Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Halekahu min turabin / Allah onu topraktan yarattı."(Al-i imran, 59) Ama (Adem'le İsa'yı
birlikte kast ederek) "ikisini...yarattı" dememiştir. Ayetteki zamir ise, sözlü anlatımlardan
bildiğimiz kadarıyla en yakın olana dönüktür. Çünkü Adem'in (a.s) çamuru yoğrulmuştur. Onu
yoğuran da kutsal eldir. Aynı şekilde İsa (a.s) da, Allah'ın izniyle yarattığı kuşun
çamurunu yoğurmuştur. Bu davranışıyla kendisiyle Adem arasındaki benzerlik noktasına dikkat
çekiyor. Demek istiyor ki: İş sizin zannettiğiniz gibi değildir; ruhî kuvvet bana aittir; ben
bedenim, Adem de bedendir. Ben sağ el tarafından yaratılmışım. Adem de Adem (dış, deri,
toprağın dış yüzeyi) olması hasebiyle her ikisi de sağ olan eller tarafından
yaratılmıştır, bense serbest el aracılığıyla yaratıldım. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ma
meneake en tescude Uma halaktu bi yedeyye /İki elimle yarattığıma secde etmekten
seni men eden nedir?" (Sâd, 75) Bu ayette yüce Allah Adem'den söz ederken iki elini birden
zikrediyor. Çünkü bugün her sebeb o kutsal ele niyabeten, onun adına hareket etmektedir.
Eğer sebebler kime naiblik ettiklerini bilirlerse, kapasitelerini, sınırlarını da
bilirler. Ama sebebler bunu göremediler ve "ben" dediler de başka bir şey demediler. Biz
bunların gözlerinin önündeki perdeyi kaldıracağız ve gözleri keskin olacaktır. (Ben de ben olmam
hasebiyle öyleyim) İsa mutlak elden söz ediyor. Ama Meryem açısından bilinen eli
zikrediyor. Her ikisi de benim rabbimin sağ elidir. Diyor ki: Bedenim babamın kızının oğludur. Ben
babamın, annemin ve ikisinin oğlunun ruhuyum. İki el birleşince ikilik ferdliği
belirginleştirir. Bu yüzden Allah nezdinde İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir. İşte bu ferdliğin
sırlarından biridir. Havva (a.s) ise vahdaniyettendir. Çünkü ferd, uyandırılıncaya kadar bilmez.
Onu uyuyan diriden kendi suretinde yarattı. Tıpkı Adem'i (a.s) kendi suretinde
yaratması gibi. Ondan kendisini fazladan düşünmeye gerek olmadan. Cinsel ilişki şehveti,
Havva'nın çıkıp imar ettiği yerdeydi. Çünkü varlıkta boşluk olmaz. Havva oraya indiği
için şehvet sabitleşti. Havva'nın Adem'den çıktığı yere indi şehvet. O yermamur oldu ve şehvet
Havva'da cereyan ettiğinden daha güçlü bir hal aldı. Çünkü Havva'da şehvetin
yeri vardır. Bu yüzden kadınlar erkeklerden daha çok şehvetlerine hakim olurlar. Çünkü erkekteki
şehvet bizzat vardır, kadında ise, imar ettiği yerde merhametinin bir izi olarak
kalmıştır. Şehvet Havva'da yerin suretinden dolayı bir giysi gibiydi. Adem'deki şehvet
kabardı ve ikisini de bürüdü. İşte bu gerekçeyle ve bu nedenle orgazm esnasında cinsel ilişki
şehveti bütün bedeni kaplar. Ve bu yüzden bedenin tümünün yıkanması emredilmiştir. Çünkü
beden o esnada bütünüyle yok olmuştur ve bu yüzden bütünüyle temizlenmesi
emredilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Yahrucu min beyni's Sulbi ue't Teraibi
/Sırt ile göğüs kafesi arasından çıkar." (Târik, 7) Şu halde Adem ferdtir. Havva ise birdir (vahid).
Bir ferdin içindedir. Bu yüzden kadın aşkı gizlemek hususunda erkekten daha güçlüdür
ve bu yüzden kadın icabete daha yakındır ve yer itibariyle de daha saftır.
Bütün bunların nedeni vahdaniyettir.
Ferd, ancak ikinin sabit olmasından sonra sözkonusu
olabildiği için vahdaniyetin izzeti açısından zayıftır. Bu yüzden"La tezerni ferden
/ Beni yalnız bırakma." (Enbiyâ, 89) demiştir. Sakın, bunu söylerken vahdaniyete (birliğe) dönmek
istemiştir, deme. Çünkü bu iki şeyden dolayı doğru değildir: Birincisi; ferdtir,
vahid/bir değildir. İkincisi; yüce Allah duasını kabul etmiştir: "Festecebna lehu ueue-hebna
lehu Yahya / Biz onun duasını kabul ettik ve ona Yahya'yı verdik."(Enbiyâ, 90) Ona eşini
bahşedince başka bir ferd zuhur etmiş oldu, o da Yahya'dır. Sonra Hak teala kadının vahdaniyetine,
erkeğin fertliğine, miras suretinde kadının gücüne, erkeğinse zayıflığına işaret etti.
Nitekim miras bağlamında, daha zayıf olana daha fazla verdi ki zayıflık ve gelişim
yönü güçlensin. Çünkü vahdanî
olan ancak kendisi gibi olanı kabul eder, bu yüzden ona bir
pay verilmiştir. Fert ise ikinin aynısıdır ve kendisinden kaynaklandığı şeye bakar,
bu yüzden ona iki pay verilmiştir. Her iki açıdan kadına üçte bir erkeğe ise üçte iki verilir,
çünkü ikisinden başkası yoktur. Bu noktayı anlamak için üzerinde iyice düşünün. Çünkü hüküm
fazla ve eksiğin intikal etmesiyle intikal eder ve sorunun vazediliş sureti üzere
olur. Hüküm her zaman çerçeve ile ilgili olur. Bu yüzden İsa (a.s) ile ilgili olarak dedik ki:
Eğer maddî çerçeve olmasaydı, hiçbir zaman cisim olarak ortaya çıkmazdı. Dolayısıyla bu maddi
yurt çerçevesi o'na hakim olmuştur, ki bu da Hz. Meryem'dir.
Birin (vahid) ikiliği ve ferdin çift oluşu anlaşılınca,
vitri (yalnız) de eşliğinde (şef) aradık ve bunu kardeşler için açıklamak istedik: Çünkü bunda birin
izzeti vardır ve çünkü eşlilik mülkten sana bir payın kalıcı olmasını sağlar. Vitrin
(yalnız, tek), kaynak itibariyle çok sayıda payı vardır, ama bir (vahid) gibi değildir. Çünkü bir
onun aslıdır. Bu yüzden vitre(tek) çift (şef) eşlik etmektedir, başkası değil. Bu
yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve'ş Şefi ve'l Vetri / Çifte ve
teke." (Fecr, 3) Burada yüce Allah çifte ve teke yemin etmektedir. Ama tek (vitr) bu akıcılığa, sirayet
özelliğine sahib değildir. Bu yüzden vahdaniyetin fehvaniyeti (anlamsallığı) devreye sokulmuştur,
ama gaybîliği açısından; ayniliği açısından değil. Ki tek çift ile kaim olabilsin ve
sirayet etmede vahdaniyetle karşı
karşıya gelsin. Ama tekin böyle bir özelliği olmaz. Bundan
dolayı yüce Allah "Ve'lieyli iza yer-si / örttüğü an geceye yemin ederim." (Fecr,4)
buyurmuştur. Burada birin, sayılar ortaya çıksınlar diye mertebelerde seyre çıkışına dikkat
çekiliyor. Ama burada bir yerine kinayeli olarak gece ifadesi kullanılmıştır. Bunun nedeni
de, vahdaniyetin aynısı zahir açısından sayıların içinde söndürülmüş, örtülmüş olmasıdır.
Sadece her mebdede belirgin olur. Çünkü vahdaniyet mebdelerde bizzat ortaya çıkar. Sen
sayı saydığın zaman, birden sonra hiçbir zaman bir demezsin, iki, üç, dört, beş...on
dersin. Böylece on iki tane olan yalın sayılar bire benzerler. Çünkü bunlar mertebelerde
birin zuhuru gibi zuhur ederler.
Dolayısıyla bunlar isim itibariyle birin nabidirler, anlam
itibariyle değil. Bu sayılar şunlardır: bir, iki, üç, dört, beş, altı,yedi, sekiz, dokuz, on, yüz,
bin... bundan fazlası yoktur. Çünkü hüküm sadece on iki tanesiyle ilgilidir. Yüce Allah varlığı on
iki sayısıyla irtibatlandırmıştır.
Bunlar meşhur on iki burçtur: Koç, Boğa, İkizler, Yengeç,
Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova ve Balık... Bir, balık burcunundur. On iki
ise Koç burcunundur. Sayılarda tertip üzere yürür. Balık suda yaşar. Yüce Allah bir ayette
şöyle buyurmuştur: "Ve cealna mine'l mai külle şey'in hay-ya I Her şeyi sudan canlı
kıldık."(Enbiyâ, 30) Varlık aleminde ne varsa canlıdır. Çünkü varlık aleminde bulunan her şey
Allah'ı hamd ile teşbih eder. Bir canlı da ancak teşbih edebilir. O halde hayat sırrı bütün
varlıklarda mevcuttur. Bir de daha önce söylediğimiz gibi "hay sırrı" bütün
varlıklara sirayet etmiştir. Böylece sayılarda bu on iki lafızdan başkası görünmez olmuştur. Örneğin yirmi bir,
otuz iki, kırk üç, dört bin, on beş bin, yüz bin...deriz. İşte on iki sayı, bütün türemiş
varlıklar açısından on iki burç hükmündedir.
Ruhanî felekler... Vahdaniyetin sultanî kudretini
(egemliğinin gücünü) düşünün! Ne üstün ve ne de azametlidir! Bir eşyada ismiyle zuhur etmez,
manasıyla zuhur eder. Eğer birin manası olmasaydı, eşyanın objeleri var olamazdı. Eğer
bir ismiyle zuhur etseydi, yine de eşyanın objeleri zuhur etmezdi. Bu varlıkların zuhur
etmelerinin gerisindeki amaç, birin bunlarda anlamıyla bulunmasının, ismiyle bulunmamasının zorunluluğudur.
İsmi zuhur edince varlık iptal olur, manası zail olunca da varlık iptal
olur. Ey efendim! Bak; aklınla düşün; bir'den olan bir netice sahih olabiliyor mu?
Kesinlikle sahih olamaz. Netice, ancak vahdaniyetin manasının iki mertebede, zuhur etmesiyle olur.
İki birin izdivacıyla netice oluşur ve varlık zuhur eder. Ne var ki, insanların büyük
çoğunluğu bu gerçeği bilmiyor ve neticenin, ikinin aynısı olduğunu tahayyül ediyor, bu ise
batıldır. Halbuki netice üçten olur; iki ve ferten yani. Çünkü bir ikiye eşlik etmediği sürece
ikinin arasında sonuç alma gücü kesinlikle olamaz. Dişi ve erkeğe bakın; özel bir şekilde
gerçekleştirdikleri özel hareketle ancak sonuç alabiliyorlar, üreyebiliyorlar. Eğer bu özel
nitelikli özel hareket olmasaydı, üreyemezlerdi. İki vardı, özel biçimdeki özel hareket
olmadığı için, bir sonuç, bir üreme yoktu. Bu da gösteriyor ki hareket üçüncü bir varlıktır ve
fert mahiyetinde birdir, ki hiçbir mevcut tevhid/birleme olmadan var olmasın. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Lev_kane fi-hima alihetun illallahu lefesedeta/ Eğer
yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök kesinlikle bozulup
gitmişti." (Enbiyâ, 22) "Ve ilahu-kum ilahun uahid / İlâhınız bir tek ilâhtır." (Bakara, 163)
Aynı durum ilmî öncüller için de geçerlidir, ki malumlar delil ile tasavvur edilebilsinler.
Hiçbir delil iki öncül olmadan tasavvur edilemez. Her öncül de iki tekilden ibarettir, tekillerden
biri diğerinden haber verir. Ama bu da bir sonuç vermez. Çünkü "Sultan zalimdir",
"Halid İnsandır" dememize benzer. Bu dört kelime, aralarında bir olmadıkça sonuç vermezler. Şu kadarı
var ki, bu dört kelime, vahdaniyet için bir açıdan üç olmazlarsa, ancak birin bu iki
öncülde tekrarlanan dörtten olması durumunda sonuç verirler. Bu takdirde üç olurlar ve
sonuç verirler. Bunların arasındaki ilişkiden dolayı özel bir şekilde sonuç vermeleri
de kaçınılmazdır. Yani hüküm illetten genel olmalı ve ona eşit olmalıdır. Ayrıca özel bir
şekilde de olmalıdır. Eğer bir anlam ifade etmek şeklinde bir sonuç istiyorsan dörtten biri
iki öncülde tekrarlanmalıdır.
Aksi takdirde sonuç bir anlam ifade etmemiş olacaktır. Yani
üç olacaktır, dört değil. Bundan maksat sonucun varlığıdır, başka değil. Bunda doğruyu
veya yalanı ortaya çıkarmak da değildir. Doğruluk ve yalanlık ancak temel
açısından söz konusu olabilir, temel de öncüllerdir. Örneğin iki öncülden birinden veya
ikisinden, onlarda olan veya olmayan bir şeyle haber verilebilir; onlara yalan veya doğru
bir nispette bulunulabilir. Bizim bu açıklamadaki amacımız şunu vurgulamaktır: Varlıkların
objelerinin zuhurundan ibaret olan neticeler ancak, fert olan bir ile sahih olabilirler,
fert olmayan birle değil.
Baksanıza! Hak Subhanehû, alemi, sadece zat olmasıyla mı
yaratmıştır, yoksa bir olmasıyla mı? Allah, alemi; kadir zat olmasıyla yaratmıştır.
Bunlar iki şeydir: Zat ve kadir olmak. Kadir olmak başka bir anlam ifade eder ve ondan,
Allah'ın zat olmasından farklı bir şey anlaşılır. Yine O'nu zat veya irade eden yahut bilen
olarak sınırlandırmak, bizim O'nu kadir olarak sınırlandırmamız gibidir. Sonra bizim yanımızda
zat ve kadir olduğu halde var etmeye yönelmemiş olsa, bir şey varlık aleminde zuhur
edebilir mi? O halde yönelmesi kadir olmasından ayrıdır. Bu, sabit bir hükümdür. Bu aynı
zamanda ferd olan birin hükmüdür. Biz Allah'ın ezelden beri zat ve kadir olduğunu
ispat ettik. Fakat ezelde varlık yoktu. Çünkü üçüncü hüküm devrede değildi. Yani henüz ispat
etmediğimiz var etmeye yöneliş hükmü. Olmayan varlık ve fiilin ezeli olması
imkansızdır. Buna karşılık kadirin
olması imkansız değildir. Bu meseleyi etraflıca düşünün.
Yukarıda zikrettiğimiz önermelerin neticelerine gelince,
bunların anlaşılmamasından korkuyorum. Anlattıklarımızla ilgili şer'î bir örnek verelim
de anlayışına ve dini bilgine daha yakın olsun. Diyorum ki: Varlıkta nebiz denen içkinin haram
olduğunun belirginleşmesini istediğin zaman, "her tür nebiz sarhoş edicidir",
dersin. Buradaki ikili sarhoş edici ve haram ifadeleridir. Sonra diyoruz ki: nebiz' sarhoş edicidir. O
halde bu ikili sarhoş edicidir. Bundan da zorunlu olarak nebizin haram olduğu çıkıyor, hem de
tartışmasız olarak. Neticeyi kast ediyorum. Fakat verilen bu hüküm doğru mudur, değil midir?
Başka bir şeyi bilmek için başka bir şeye ihtiyaç vardır. Ama bu kitap o tür konuların
açıklanmasının yeri değildir. Biz fert birin varlığıyla özel olarak varlık sahnesine çıkan
neticeyi kast ediyoruz. Şimdi şu iki önermeye bak; dört mertebede üç unsurdan mürekkep olduğunu
göreceksin. O da sarhoş edici, haram ve nebiz ifadeleridir. Ortada bir dördüncüsü
yok. Ama sarhoş edici sözünü tekrarlıyorsun, ki istenen bir odur ve netice bununla
gerçekleşiyor. Özel yöntem ise bu birin tekrarlanmasıdır.
Bu izdivaçtaki özel şartın hükmüne gelince, o da bu meselede
hükmün illetten daha genel olmasıdır. Yani illet sarhoş ediciliktir. Hüküm ise
haram kılmadır. Haram kılma sarhoş edicilikten daha geneldir. Çünkü haram olan şeyler
çoktur ve sarhoş edici şeyler bunların sadece bir kısmını oluşturmaktadır ve bunlar içinde
sarhoş edici olmayan şeyler de vardır. Eğer etkinliğin ve işin birle ilgili olduğunu
anladıysan, amacımız gerçekleşmiş demektir.
Sonra biliniz ki, tıpkı birin bütün sayıların mertebelerine
sirayet etmesi gibi elif harfi bütün harflerin mahreçlerine sirayet ettiği için bu kitaba
"Elif Kitabı" adını verdik. Harfler elifle kaimdirler. Öncelik itibariyle münezzehlik onun
içindir ve sonralık itibariyle de her harfin bağlantısı onunladır. Dolayısıyla her şey onunla
ilintilidir ve o hiçbir şeyle ilintili değildir. Bu bakımdan bire benzer. Çünkü sayıların objelerinin varlığı
ona taalluk eder ve bir onlara taalluk etmez. Bir onları ortaya çıkarır, ama onlar
biri ortaya çıkarmazlar. Bu hüküm bağlamında dal, zal, ra, zeyn ve vav harfleri de ona benzer.
Sirayet etmek bakımından makabli mazmum vav ve makabli meksur ya harflerine benzer.
Bütün bunları "Harfler Kitabı"nda zikrettik. Orada
yaptığımız açıklamalar yeterlidir, oraya bakılabilir. Bir, daha önce zikrettiğimiz gibi bütün
mertebeler içinde bir mertebeyle kayıtlandırılamadığı ve objesi , yani ismi de bütün
mertebelerde gizli olduğu gibi, elif de bir mertebeyle kayıtlandırılamaz ve onun ismi de bütün
mertebelerde gizlidir. Mertebelerde isim ba'ya, cim'e, ha'ya...bütün harflere ait olur. Anlam
ise tıpkı bir gibi elife ait olur. Bu yüzden "Elif Kitabı" adını verdik risaleye. Soru
soran kişinin soruyu sorarken bulunduğu konumun gerektirdiği oranda bu kitapla güttüğümüz amaç
gerçekleşmiş oldu.
Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir.
Alemlerin Rabbi olan ALLAH'a hamdolsun.
Teklik Kitabı, diğer ismiyle Elif Kitabı sona erdi.
İnşallah bunu Celale
"KELİMETULLAH" Kitabı izleyecektir.
Alemlerin Rabbi olan ALLAH'a hamdolsun.
Not: Ahadiyet "Teklik" kitabı , yani Elif Kitabı
sona erdi. Allah'a hamdolsun. Efendimiz Hatemennebiyyi / Nebilerin sonuncusu, mührü Muhammed'e salât
ve selâm olsun. Bu nüshayı naklettiğim asıl kitap bizzat müellifi Şeyh
Muhyiddin b. Ali. b. Arabi'nin elyazısıyla hazırlanan nüshadır. Allah onu bağışlasın. Bu nüshayı yazan,
Allah'a muhtaç, Rabbinin affını ve bağışlamasını uman fakirleri seven Ebubekir b.
İshak b. İbrahim ez-Zahidi eş Şafiî, el-Kadiri, el-Gazzi el-Cündi'dir. O gün Allah onu
bağışlasın, ona lütfetsin, ona geri dönmesiz tevbeyi nasip etsin, sıddıklarm makamlarını ona
lütfetsin, ona, şeyhlerine, ailesine, anne babasına, çocuklarına, zürriyetine,
arkadaşlarına, sevenlerine, komşularına, memleketinin halkına ve bütün müslümanlara, gönderilmiş
resullerin efendisi, muttakilerin imamı, bütün mahlukatm en üstünü, doğru sözlü, emin
Muhammed'in (salât ve selâm O'nun, ehlibeytinin, bütün nebilerin, resullerin ve
meleklerin üzerine olsun) bereketiyle nasib etsin, AMİN!. Allah, Resulullah'ın (s.a.v.) bütün
ashabından, tabiinden ve din gününe kadar onlara güzellikle uyan tebei tabiinden razı olsun.
Onlara karşı sergilediğimiz güzel tavırdan dolayı bizden, anne babamızdan, zürriyetimizden ve
bütün müslümanlardan, müminlerden razı olsun. AMİN!. Alemlerin Rabbi olan Allah'a
hamdolsun. Allah bize yeter ve O ne güzel vekildir.
Bu kitap yedi yüz yetmiş sekiz senesinin Cemadiel ahir
ayında, yazarının bereketiyle yazıldı. Ki Dibeti'tayda olarak bilinen Cibaliya'da yazıldı.
Gazze sahilinde yer alır bu şehir. Sözü edilen Tayda Bahreyn (Maymasaskelan) sahilinde yer alan
bir Bizans şehridir.
Hiç yorum yok