İbni Arabi Risâleleri: KİTABU’L CELÂL VE’L CEMÂL



KİTABU’L CELÂL VE’L CEMÂL

CELÂL VE CEMAL KİTABI



Şeyhu’l Ekber MUHYİDDİN İBN. ARABÎ K.S.

CELÂL VE CEMÂL KİTABI

Bismillahirrahmanirrahim

Değiştirme ve Kudret " O"ndandır. Cemâli zahir olduğu için celâli ulu, yaklaşmasında yakın ve yüceliğinde mürakebe eden Allah'a hamd olsun. O, izzet, göz kamaştırıcı parlaklık, azamet ve büyüklük sahibidir. O'nun zatı başka zatlara benzemekten yücedir, hareketlerden, duruşlardan, sağa sola dönmelerden, işaret ve ibareleri algılamak gibi beşeri olgulardan beridir. Nitelenmekten, sınırlardan, hareket olarak inip çıkmaktan, istiva edilen şeye temas etmek anlamında istiva etmekten, oturmaktan, bir maksadı olsa bile maksat peşinde koşuşturup seğirtmekten, yitik bir şeyle karşılaşmaktan dolayı coşkuyla kahkaha atmaktan yücedir. Tafsilatlı olarak izah edilmekten, toplanmaktan, damgalanmaktan, milletlerin değişmesiyle değişmekten, lezzet almaktan, bir amelden dolayı acı duymaktan veya ezeli olmamakla nitelenmekten münezzehtir. Yer kaplamaktan, bölünmekten ya da cisimlerin niteliklerini almaktan, anlayışların hakikatinin künhünü ihata etmesinden ya da vehimlerin şekillendirdikleri gibi olmaktan  yahut uyanıklık veya uyku halinde olduğu gibi kavranmaktan, mekanlarla ve günlerle kayıtlandırılmaktan, varlığının devamlılığının üzerinden ayların ve yılların geçmesine bağlı olmasından, üstünün, altının, sağının, solunun, arkasının veya önünün olmasından, akılların veya düşlerin celâlini kavramasından uludur.

Kapasitelerinin yüksekliğine rağmen akılların fikirleriyle, keşif ehlinin zikirleriyle, gerçek ariflerin sırlarıyla, gözdelerin gözleriyle idrâk etmelerinden beridir. Hicâb ve perdelerin gerisinde noksan bir varlık olmaktan da münezzehtir. O, ancak nurlarında idrak edilebilir. İnsan suretinde olmaktan da beridir. Objelerin varlıklarından uzak olmaktan, ya da daha önce yok iken sonradan onlara dönmekten, varlıkları yarattıktan sonra kendisinde daha önce olmayan bir halin meydana gelmesinden kalbin habbesi ve özü tarafından dilsiz bir şekilde sınırlandırılmaktan, ya da O'na bu mahiyette inanılmasından, objelere tecelli etmesiyle bir mekan edinmekten, mazi, gelecek veya şimdiki zaman dilimlerine tabi olmaktan yücedir. Duyularla kaim olmaktan, şüpheye düşmekten, olayların kendisine karışık gelmesinden, misâllerle veya kıyasla idrâk edilmekten ya da cinsler gibi çeşitlenmekten, ünsiyet kurmak için alemi yaratmış olmaktan, oturan üç kişinin üçüncüsü olmaktan münezzehtir. Eş ve çocuk edinmekten, bir kimsenin kendisine denk olmasından, varlığından önce yokluğun olmasından, el, dirsek ve ayak gibi organlarla nitelenmekten, öncesizlikte bir başkasıyla beraber olmaktan, kulların tevbe etmelerinden dolayı insanlarda bilindiği şekilde gülmekten ve sevinmekten, öteden beri biline gelen öfke ve şaşırmaktan, insanlarda olduğu gibi suretten surete girmekten yücedir.

Ululuğunda üstün iradeli ve heybetinde azamet sahibi Allah yücedir. "Leyse kemisli-hi şeyun ve huve's semi'ul basir / O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir." (Şûra, 11) 

Hiç kuşkusuz tasavvuf ehlinden Allah'ı bilen muhakkikler celâl ve cemâl kavramlarına büyük önem vermişlerdir. Bunların her biri sözkonusu kavramlarla ilgili olarak kendi durumuna uygun açıklamalar yapmıştır. Çoğunluğu, ünsiyeti cemâl sıfatıyla, heybeti de celâl sıfatıyla irtibatlı olarak ele almıştır. Bir açıdan böyle olsa da, aslında söyledikleri gibi değildir mesele.. 

Çünkü, celâl ve cemâl Allah'ın sıfatları, ünsiyet ve heybet ise insanın sıfatlarıdır. Ariflerin hakikatleri celâl sıfatını müşahede ettiğinde heybetinden etkilenir ve deyim yerindeyse kabına çekilir, büzülür; ama celâl sıfatını müşahede ettiğinde bununla yakınlık kurar, açılır. Bu yüzden sözünü ettiğim muhakkikler celâl sıfatını kahır ve cemâl sıfatını da rahmet gibi algılamışlardır ve kendi içlerinde hissettikleri duygular çerçevesinde hüküm vermişlerdir. Bense, inşallah, bu iki hakikati, yüce Allah'ın bu ibareler çerçevesinde bana yardım ettiği oranda açıklamak istiyorum. 

Öncelikle diyorum ki: Allah'ın celâl sıfatının bir anlamı var ki, bu yüce Allah'a dönüktür ve Allah'ı bilmemizi engelleyen de bu anlamdır. Cemâl ise, bizden O'na dönen bir anlam ifade etmektedir. Onunla ilgili olarak sahib olduğumuz bilgiyi bize bahşeden O'dur. İnişler, müşahedeler ve haller de öyle. Onun bizde iki etkisi vardır: Heybet ve Ünsiyet. Çünkü bu cemâlin bir ulviyeti/yüksekliği, bir de aşağılığı (önemsiz, çirkin) vardır. Yüksekliğe; cemâlin celâli adını veriyoruz. Arifler bunun hakkında konuşmuşlardır. Kendilerine tecellî eden de budur ve bu yüzden, yukarıda işaret ettiğimiz ilk celâl hakkında konuştuklarmı sanmışlardır. Sözünü ettiğimiz bu cemâlin celâli ile birlikte bizde ünsiyet oluşur. Ama aşağılık durumunu yansıtan cemâl ile birlikte bizde heybet meydana gelir. Cemâlin celâli bizde tecellî ettiğinde bizimle ünsiyet kurar. Eğer bu ünsiyet olmasaydı, bizde tecellî eden cemâlin celâli bizi helak ederdi. Çünkü celâl ve heybetin gücü karşısında hiçbir şey duramaz. Bunun karşısında ise ünsiyet eşliğindeki celâl yer alır ki, bunun amacı, müşahede sırasında itidal üzere olmamız, dolayısıyla gördüklerimizi anlamamız ve gaflet içinde olmamamızdır. Burada cemâl sıfatı bize tecellî ettiğinde, cemâl, hakkın bize açılması, yayılması, celâl ise bizden üstün ve aziz olmasıdır. Biz Onun, cemâli içinde bize açılmasına, yayılmasına heybetle karşılık veririz. Çünkü açılmaya, yayılmaya, aynısıyla karşılık vermek edebsizlik olur. İlâhî huzurda edebsizlik ise kovulmanın, rahmetten uzaklaştırılmanın sebebidir. Bu yüzden bu anlamı bilen muhakkiklerden biri şöyle demiştir: "Bu döşeğin üzerine otur, ama sakın uzanma. Çünkü Onun, bizim içimizdeki celâli, huzurda edebsizlik etmemizi engeller." 

Tıpkı Onun cemâli ve açılması karşısında ürpermemiz, heybete kapılmamız, edebsizlik etmemize engel olması gibi. O halde bizim ashabın keşfi doğrudur, ama celâl içlerine kapanmalarına, cemâl ise açılmalarına neden oluyor, hükmünde bulunmaları ise yanlıştır. Keşif doğru olduktan sonra gerisine aldırmamak gerekir. İşte hakikatlerin anlattığı kadarıyla celâl budur. Bil ki, Kur'an cemâlin celâlini ve cemâli ihtiva eder. Mutlak cemâle gelince hiçbir mahluk onu bilmeye nüfuz edemez, onu müşahede edemez. O sadece Hakka has bir alandır. Burası yüce Allah'ın kendisini olduğu gibi gösterdiği huzurdur. Eğer bu huzura ve bu huzurda sergilenen mutlak celâle müdahale imkanımız olsaydı, o zaman bilgi olarak Allah'ı ve Onun katında olan şeyleri ihata etmiş olurduk ki, bu imkansızdır. 

Bil ki, ey kardeşim! Yüce Allah'ın iki hakikati vardır ve kendisini iki el ile vasfetmiş, iki kabzasının olduğunu bize öğretmiştir. Varlık da bu çerçevede meydana gelmiştir. Bu nedenle varlıkta her ne varsa, mutlaka bunlara tekabül eden bir özelliği vardır. Tekabül derken özellikle celâl ve cemâle dönük boyutları kast ediyoruz. Yine celâl derken az önce söylediğimiz gibi cemâlin celâlini kast ediyoruz. Çünkü yüce Allah'tan haber veren Resulden aktarılan kutsi hadislerde celâlden söz edilen her yerde mutlaka cemâlden ona karşılık gelecek bir husus da zikredilmiştir. Nazil olan kitablarda ve her şeyde böyledir. Aynı şekilde Kur'ân'da rahmetten söz eden her ayetinin mutlaka azaptan bahseden bir karşılığı vardır. Buna aşağıdaki ayetleri örnek gösterebiliriz: "Ğafiri'z zenbi ve kabili't tevbi / Günahı bağışlayan, tevbeyi kabul eden." (Mü'min, 3) Buyuruyor ve buna karşılık olarak da "Şedid'ul İkab / azabı çetin."(Mü'min, 3) buyuruyor. 

Bir ayette "Nebbi' İbadi enni ene'l Gafuru' Rahim / Kullarıma, benim çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver." (Hicr, 49) buyuruyor. Hemen arkasında da "Ve enne azabi huve'l azabu'l elim / Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir." (Hicr, 50) buyuruyor. 

Bir yerde "Ve ashabu'l yemini ma ashabu'l yemini fi sidrin mah-dudin / Sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere! Düzgün kiraz ağaçları içindedirler." (Vakıa, 27-28) buyuruyor. Hemen arkasında da "Ve ashabu'ş Şimali ma as-habu'ş şimali fi semumin ve hamim / Soldakiler; ne yazık o soldakilere! İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içindedirler." (Vakıa, 41-42) Bir ayette "Vucu-hun yevme izin nadiretun / Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır." (Kıyamet, 22) buyuruyor. Buna mukabil olarak da "Vucuhun yevme izin basire-tun I Yüzler vardır ki, o gün buruşacaktır." (Kıyamet, 24) buyuruyor. 

Bir yerde "Yevme tebyeddu vucuhun / Nice yüzlerin ağardığı gün."(Al-i İmran, 106) buyuruyor. Arkasından "Ve tesveddu vucuhun / Nice yüzlerin karardığı gün." (Al-i İmran, 106) buyuruyor. Bir yerde "Vucuhun yevmeizin haşiatun amiletun nasibe-tun tesla naren hamiyeten / O gün bir takım yüzler zelildir, durmadan çalışır, yorulur, kızgın ateşe girer." (Gaşiye, 2-3-4) buyuruyor, arkasından da şöyle buyuruyor: "Vucuhun yevme izin naimetun li sa'yiha radiyetun / O gün bir takım yüzler vardır ki, kutludurlar; çabalarından hoşnut olmuşlardır." (Gaşiye, 8-9) Bir surede "Vucuhun yevme izin musfiretun da-hiketun mustebşiretun / O gün bir takım yüzler parlak, güleç ve sevinçlidir." (Abese, 40-41) buyuruyor. Arkasından da "Vucuhun yevmeizin aleyha gaberetun terhekuha kateretun / Yine o gün bir takım yüzleri de keder bürümüş, hüzünden kapkara kesilmiştir." (Abese, 40-41) buyuruyor. 

Kur'an'ı incelediğin zaman bütün ifadelerin bu türden ve bu çerçevede sunulduğunu görebilirsin. Bütün bunlar iki yönlü ilâhî denetime işaret etme amacına yöneliktir. Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kulen numiddu haulai ve haulai /Hepsine, onlara da bunlara da veririz." (İsra, 20) "Fe elhemeha fucureha ve takvaha / İyilik ve kötülüklerini ilham edene." (Şems, 8) Ayrıca hakkı tasdik ederek bağışta bulunan kimse hakkında "Fesenuyes-siru.hu lil yusra / Biz onu en kolaya hazırlarız." (Leyi, 7) buyurmuş, buna mukabil, hakkı yalanlayarak cimrilik eden kimse hakkında da "Fesenuyessiruhu lil Usra / Biz onu en zora hazırlarız." (Leyi, 10) buyurmuştur. Bil ki, Allah'ın kitabındaki celâl ve cemâl ayetleri de böyledir. 

Celâl ve cemâl ayetlerinin az bir kısmını zikretmek ve beşeri tortulardan ve hayvani şehvetlerden arınmış, kutsal anlamları kavramaya hazır bembeyaz bir sayfa gibi boşalmış zihinlerin anlayacağı işaretlerle bu ayetler üzerinde konuşmak istiyorum. Allah, izzetiyle bizi korusun ve söz ve fiil olarak doğruyu bulmamızı sağlama noktasında bizi desteklesin. Amin. 

Bu açıklamaları "fasıl" veya "bab" gibi başlıklar yerine "işaret" olarak nitelendireceğim. Önce celâl ayetleriyle işe başlayacağım, bunun hemen yanı başında cemâl ayetlerine yer vereceğim. Sonra başka celâl ayetlerine geçeceğim ve inşallah bu çerçevede açıklamaları sürdüreceğim. Hiç kuşkusuz bir ayetin iki boyutu olabilir: Biri celâl boyutu, biri cemâl boyutu. Dolayısıyla aynı ayeti hem celâl konusuna hem de cemâl konusuna örnek olarak sunacağım. Çünkü sözünü ettiğim bu tür ayetler karşılıklılık hususuna elverişli anlamlar içermektedirler. İnşallah bu noktanın daha belirgin bir şekilde anlaşılmasını sağlamış olacağız. 

Celâl İşaretleri: Yüce Allah bir ayette "Leyse ke mislihi şey'un / Onun benzeri gibi hiçbir şey yoktur." (Şûra, 11) buyurmuştur. Bu ayetin anlamının mukabili yine kendi içindedir. Ayrıca ayetin devamı olan "Ve huve's Semi'ul Basir / O, işitendir, görendir."(Şûrâ, 11) ifadesi de önceki cümlenin anlamının karşılığı, mukabili konumundadır. Hadislerden de buna tekabül den rivayet şudur: "Allah Adem'i kendi suretinde yarattı." Ey müşahede denizine dalmış kimse! Bil ki, celâl'de benzerlik manevidir, cemâlde benzerlik ise dilseldir. Bu ayette sıfatlarda ortaklık anlamına gelen benzerlik nefyedilmiştir. Burası büyük denizler gibi engin bir alandır. Şöyle ki: iki şey arasındaki benzerlik, ikisinin de kemâl sıfatına sahib olmasını gerektirmez. Faziletler gibi hususlarda da denkliklerini zorunlu kılmaz. Eğer nefsin sıfatları yoluyla aralarında bir benzerlik olsa, mana sıfatları yoluyla ya aralarında benzerlik olur ya da çelişki. Tıpkı nefsin bir sıfatında aralarında benzerlik olan, buna karşılık biri aciz, yetersiz, câhil, dilsiz, kör ve sağır, öbürü de âlim, güçlü, irade sahibi, konuşan, gören ve işiten iki adam gibi. Aralarındaki onca farklılığa rağmen bir tek sınır onları bir araya getirmiştir. Bu ortak sınır şayet varsa, örneğin onların ikisinin de konuşan ve ölümlü hayvan olmalarıdır. İşte bu bir işarettir ve bunu iyi anla. Aynı şekilde mana sıfatları noktasında da ortaklık ve benzerlik olabildiği halde bütünüyle benzerlik anlamında bir ortaklık söz konusu olmaz, "ayet bir şeyin hakikati nefsinin sıfatlarından ise ve bir başka şey de bu sıfatın bazı hususlarında ona ortak olursa, bu şey, her açıdan diğer şeyin benzeri olarak kabul edilemez. Hem insan hem de diğer canlılar için kullanılan "hayvan" niteliği gibi. Çünkü insan at gibi değildir. Ve çünkü benzerliğin şartlarından biri nefsi sıfatların tümünde ortaklıktır. Bu da ancak aynı türün bireyleri arasında olabilir. Bu tür bir benzerliğe manevi benzerlik denir. Buna, külli ve kamillik benzerliği adını verelim. Cüz'î benzerlik ise, nefsin bazı sıfatlarında ortaklığın olmasından ibarettir. Bu sıfat açısından benzerlik vardır, ama diğer alanlarda ayrılık belirginleşir. Gerçekler mana sıfatlarında benzerliğin olmasını kabul etmez. Çünkü mana sıfatları, bunlarla mevsuf olan zatın hakikati değildirler. Bunlar zattan ayrılmaz olsalar da, yoklukları imkansız sayılsa da araz konumundadırlar. Çünkü bir benzerlik varsa burada, o da iki anlam arasındadır, benzer iki anlamın kaim oldukları iki şey arasında değildir. İki alimin benzerliği gibi. İki alim arasında benzerlik manen ve hakikaten vardır. Eğer iki alim bu açının dışında da benze- şirse, anlamlar, kaim oldukları kimsenin belirginleş-mesiyle belirginleşirse, anlamların belirginleşmeleri tabilik hükmünde olur. Tıpkı arazın, tabi olarak yer aldığı mahalle yerleşmesi gibi. Araz, yer aldığı mahalli itibariyle bir anlam ifade eder. Çünkü araz yer tutmak durumundadır. İşte bu, yüce yaratıcıyla bizim aramızda nefsin sıfatları açısından gerek küllî ve gerekse cüz'î olarak bir ortaklığın olmadığının işaretidir. Bu yüzden hakikatler açısından bizimle Onun arasında benzerlik nefyedilmiştir. Sakın Allah'ın kendisini vasfettiği gibi seni de alim, irade eden vb. sıfatlarla vasf etmiş olmasına aldanmayasın. Bilesin ki hayvanlar da işitirler, görürler ve irade ederler. Bu noktayı iyice anlayın. 

Cemal: "Leyse kemislihi şey'an /O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur." (Şûra, 11) ayeti, dil açısından da bir benzerliğe işaret etmektedir. "Zeyd Aslan gibidir" sözü gibi. Ayetin orijinalinde yer alan "kaf" harfi sıfat anlamındadır. Çünkü ayetin açılımı "benzerinin benzeri bir şey yoktur." şeklindedir. Böylece Hak teala cemal sıfatıyla ariflerin kalblerine açılma makamına inmiştir. Bu ayette yüce Allah, mahlukat içinde onlara benzeyen varlıkların olmasını nefyediyor. Aynı şekilde celâl sıfatıyla da bu ihtimali nefyediyor. Böylece bu ayette yüce Allah, insanın, bütün yaratılmışlardan şerefli ve üstün olduğuna dikkat çekiyor.. Bu arada insan için tamamlık ve kemâl sıfatlarını ispat ederek onu bahşedici bir konuma getiriyor ve isimlerin anahtarlarına sahib kılıyor. Bu dilsel benzerlikledir ki, insanın halifeliği sahih olmuş, dünya ve ahi-ret imarı onunla mümkün olabilmiştir. Ruhlar bundan dolayı O'nun emrine verilmiş ve bundan dolayıdır ki yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve sahhare le-kum mafi's Semavati ve mafi'l ardi cemian / O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından size boyun eğdirmiştir." (Câsiye, 13) Bu ayet, yüce Allah'ın, hakikat ehli olan birinin kalbine tecellî ettiği zaman, açılmasına, yayılmasına işaret etmektedir. Bu vakitte Onun durumu, celâliyle ilgili olarak bizden sadır olan anlamlar gibi olur. Yani bu ayetteki celâli hakikat ehlinin kalbine tecellî ettiği zaman, bu esnada Onun hali cemâlinin anlamı gibi olur. Aynı durum söylediğimiz gibi her tecellî için geçerlidir. Dolayısıyla celâli, denklik varsaymak ama benzerlik ve eşitliği nefyetmek, cemâli ise mislin bulunması ve mümasilin nefyedilmesi mahiyetindedir. Celâl hakkın kutsanmasını, cemâl kulun yüceltilmesini ispat eder. Nitekim yüce Allah celâli ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Leyse kemislihi şey'un / Onun benzeri gibi hiçbir şey yoktur." (Şûra, 11) Bu, ilâhî hakikatlere mukabil hakikatleriyle ilgilidir. Sonra bunun karşılığında, Hakkın işitme ve görme niteliği itibariyle benzerlik makamına inişine yer verilmiştir. Bu işareti iyice anlayın. Çünkü kulun nefsinin sıfatlarıyla bekası, Allah'ın bekasına bağlıdır. Onun bekası, ru-bubiyette sabit, ama kullukta arızi olan kemâl sıfatlarıyla beka bulması, Allah'ın onu baki kılmasına bağlıdır. Allah'ın baki kılmasıyla hakikat mertebesine eren kişi, mecnun konumundadır. Çünkü kesintisiz bir müşahede halindedir, bunun nedeni de karşılıklılık konumunda olmasıdır. Allah'ın baki kılmasıyla hakikate ermeyen kimse de mecnun konumundadır. Çünkü ilahlaşmaktan engellenmiş durumdadır. O benzerlik noktasında evrende Allah ile beraber fiil halindedir ve bu bir haldir. Cennetlikler cennette bir şey istedikleri zaman ona "Ol!.." derler, o da oluverir. Hakikat ehli, bunu sözünün anlamında görür, sözünde değil. Hakikat ehli olmayan da, bunu sözle birlikte gerçekleştiği için bu oluşu sözden görür. Ama her ikisi de kudretin kendilerinde olmadığı noktasında birleşmişlerdir. Bu noktayı da iyice anlamak gerekir. 


Celâl İşaretleri: Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "La tudrikuhu'l Ebsar / Gözler O'nu göremez." (En.am, 103) Bu ayetin anlamının mukabili de içindedir. Hz. Resulullah'a (s.a.v.): "Rabbini gördün mü?" diye soruldu. Efendimiz (s.a.v): "Nurani bir varlığı mı göreceğim?" diye cevap verdi. İzzet perdesi her zaman indirilmiş haldedir. Ebediyen açılmaz. Bu yüzden gözler O'na hükmedemez. Bu durum Allah'ı müşahede esnasında da geçerlidir. Çünkü burası şaşkınlık ve acizlik makamıdır. Orada gerçekleşen görme, görme değildir. Ebubekir es-Sıddik şöyle demiştir: "İdrâki derk etmekten acizlik idrâktir." İşaret: Gözler, içinde yüzdükleri için havayı göremezler. Kim bir şeyin avucunda ise o şeyi göremez. İşaret: Göz suyun rengini ve en son noktaya varmış şeffaflığı görmek ister, ama göremez. Çünkü onu görürse sınırlandırmış olur. Bunun nedeni saflıkta gözün de ona benzemesidir. İdrak kendi kendisini idrak edemez, çünkü idrak kendisinin içindedir ve onu idrak eder. İşte bu gören gözdür. İşaret: Göz parlak bir cisme baktığı zaman, onun içindeki sureti görür. Görmesi parlak cismin suretiyle ilintilidir. Ama parlak cismin içindeki suretin karşıtını parlak cisimden görmek için çabalasa, buna güç ye-tiremez. Çünkü parlaklık kayıtlandırılamaz. O'na neyi gördüğü sorulsa, parlak cismi gördüm diye cevap veremez, çünkü parlaklık kayıtlandırılamaz ve hakkında bir hüküm de verilemez. Eğer dese, şudur, o cahildir, gördüğü şeyle ilgili bilgisi yoktur. Ama gördüm, derse ve gördüğü sureti veya suretleri haber verirse, doğru söylemiş olur. Kuşkusuz bu varlıklar, yaratılmış olmalarına rağmen gözlerin görmelerinden arındırılmışlardır. Bu noktanın da iyice anlaşılması gerekir. °u kadarı var ki, gören kişi, bu varlıkları aslında kayıtlandırmadan görmüştür. Bu varlıkların zâti suretleri kabul etmeleri hususu, görenin görmesi esnasında kesinlikle suretten ayrı olamaz. İşte senin görmen de budur. Anlattığımız bu hususlar üzerinde tahkik edici bir gözle durmalısın. Bil ki, bir gözün veya aklın Allah'ı ihata etmesi olabilir; ancak dayanaksız vehim O'nu ölçülere vurur, sınırlandırır, zayıf hayâl ise misallendirir ve tasavvur etmeye kalkar. Bu değerlendirme bazı akıl erbabı için geçerlidir ki, onlar Allah'ı hayâl ettiklerinden ve vehmettikleri suretlerden tenzih etmişlerdir. Sonra hakkın tenzilinin ardından vehmin ve hayâlin hakimiyeti altına girerler ve Allah hakkında ölçüler ve sınırlar tasavvur ederler. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İza messehum taifun mine'ş Şeytani tezekkeru fe iza hum mubsirun / Onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda hatırlayıp hemen gerçeği görürler." (A'raf, 201) Gerçeği görürler derken, sahih bir kanıt neticesinde aklın kendilerine telkin ettiği Allah'ı böyle bir nitelemeden tenzih etme anlayışına geri dönüşleri kast ediliyor. 

Cemâl: Bu celâlin cemâline gelince, ona da şu ayetlerde işaret edilmektedir: "Vucuhun yevmeizin nadiretun ila rabbiha naziretun / Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır, rablerine bakacaklardır." (Kıyamet, 22-23) Bu ayet bağlamında yüce Allah manevi açılım şeklinde cemâliyle inzal buyuruyor ki gözlerimizle O'nu görelim. Efendimiz (a.s)m şu hadisi de bu ayetin anlamına işaret etmektedir: "Ayın on dördünde ayı, öğle vakti bulutsuz bir günde güneşi gördüğünüz gibi rabbinizi kıyamet günü görürsünüz ve görmeden zarar görmez, rahatsız olmazsınız." Yüce Allah cehennemlikler hakkında şöyle buyuruyor: "Kella inne-hum an rabbihim yevme izin le mahcubun / Hayır! Onlar şüphesiz o gün rablerinden mahrum kalmışlardır." (Mutaffifin, 15) Arapça'da "nazare" fiili "ila" harfi cerriyle geçişli (müteaddi) kılındığı zaman, sadece gözle görme anlamını verir. Buna karşılık "fi" harfi cerriyle geçişli (müteaddi) kılındığı zaman, akıl ve fikirle görmeyi ifade eder. "Lam" harfi cerriyle geçişli kılındığında ise rahmet ve acıma anlamına gelir. Harfi cersiz kullanılınca karşılık, mücadele ve gecikme anlamına gelir. Görme yüzün bir sıfatıdır. Akıl ise bu sıfatlardan biri değildir. Bu yüzden aklın görmesi kaçınılmazdır. Yüce Allah'ın Musa'ya (a.s.) hitaben söylediği "Len terani / Sen beni asla göremezsin." (A'raf, 143) sözü, bir hükümdür ki, yüce Allah'ın Musa'nın (a.s.) sorusu ile ilgili olarak bildiği bir hale dönüktür. Bu konuda bir şey söyleyemeyiz. Nitekim yüce Allah o'nu dağa çıkartmış, sonra dağ parçalanmış ve Musa düşüp bayılmıştı. Oysa idrâk kendinden geçmez. İdrâk için özel bir bünyenin bulunması şart değildir, ayrıca herhangi bir bünyenin olması da idrâk için şart değildir. Sadece kendisiyle kaim olacağı bir varlık lazımdır, çünkü idrak bir anlamdır. Bayılma, kendinden geçme katı bünye ile kaim olmuştur. Nitekim ayılıp kendine gelince derhal Allah'ı tenzih etmiştir. Böyle bir yerde kaim olduktan sonra tenzih ediliyorsa, bu, bir müşahedenin gerçekleştiğini gösterir, başka türlü tenzihin anlamı olmazdı. Çünkü burada bu makamda idrâk için bünye şartını koşmaktan tevbe etme marifeti ilham edilmiştir. Sonra o saikada, bayılmada gördüğüne ilk inanan olduğunu ikrar ediyor Musa. Çünkü iman, ancak bir görme neticesi tasavvur edilebilir, bu da hangi alemde olursa olsun. Bu yüzden Hz. Nebi (s.a.v.) Harise'ye şöyle demiştir: "Senin İmanının hakikati nedir?" o da şu cevabı vermiştir: "Sanki rabbimin arşına çıplak gözle bakıyor gibiyim." Bu, herhangi bir alemde rü'yetin varlığını ispat etmektedir. Bununla imanın hakikati sahih oluyor. Nitekim Hz. Nebî (s.a.v.) bu sözden sonra onun marifet sahibi olduğunu ikrar ediyor. Bundan ötesine mecazi iman denir. Müşahede, bizzat görme ile desteklenmedikçe gâibden imanın bir faydası yoktur. Ancak o zaman imana şüphe sızmaz. O halde Musa (a.s), ne şekilde olursa olsun, Allah'ı ilk görendir. Bu mertebenin bir hali ve bir makamı vardır. Eğer makamda ise Musa onu ilk görendir, yok eğer halde ise başkasının da O'nu görmesi mümkündür. Bu takdirde ilk olma, hale bağlı olur ve kıssanın kemaliyle ilintili olur. Bu da çokça olan bir şeydir. Dolayısıyla bu ayette işaret edilen müşahede açısından Hak sana açılırsa, gözlerin O'nu göremeyeceğine kesin olarak kani ol. Eğer böyle yapmazsan helak olursun, sana daha önce haber verdiğim gibi. Sakın bu müşahedede açılma, bilakis ürperti ve heybet halinde ol. Bu seni koruyacaktır, sakın unutma. Yol gösterici yüce Allah'tır. 

Celâl İşaretleri: Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ve ahsa kule şey'in adeda / Ve her şeyi bir bir saymıştır." (Cin, 28) Bu ayette yüce Allah'ın geçmişte olan, şu anda olmakta olan ve gelecekte olacak bütün esmaları/isimleri kuşattığına işaret ediliyor. Buradaki kuşatıcılık sırf geçmişte olan, şu anda bulunan ve olmakta olan varlıklara özgü kılınamaz. Böyle bir özgü kılma "Ehate bi külli şey'in ilmen / Ve her şeyi ilmiyle kuşatmıştır." (Talâk, 12) ayetinin taalluk ettiği alandan daha özel ve daha dar bir alanı gösterir. Oysa ilgili ayet varlığı zorunlu, varlığı caiz (mümkün) ve varlığı imkansız olan her şeyi kapsamaktadır. Bazı alimler "şey" ismini sadece mevcut olanlar için kullansalar da, biz bu yaklaşımı dikkate almıyoruz. Çünkü yüce Allah her şeyi ilmiyle kuşatmıştır ve imkansızı da bilmektedir. Bu sınırlandırmayı yapan kişi, ayette geçen kuşatıcı ilim kavramını sırf mevcut varlıklarla sınırlandırsa da, buna dair bir delili yoktur. Sadece mevcut olan varlıklara "şey" denir diye bir anlayışın hakim olması söz konusudur. Şu halde ayette işaret edilen ihâta/kuşatma tam da asıl anlamı olan genellik mahiyetinde kullanılmıştır. Saymak (ihsa) ise sayılan şeyin sınırlılığını gerektirir. İhâ-ta/kuşatma ise, burada, bilginin sonsuz bilinenlere taalluk etmesinden ibarettir. Buradaki sayma fiili ihata anlamında genel bir kavram mahiyetinde kullanılmış olabilir. Tıpkı gelecekte olacak şeylerin sonsuz olduklarını söylediğimiz gibi. Çünkü Allah'ın güç yetirdiği şeyler sonsuzdur, bildikleri de güç yetirdiklerinden (takdir ettiklerinden) çok daha fazladır. Sayılarla sayılmak Ona taalluk etmez, çünkü Onun için bu caiz olmaz, dolayısıyla kendisi sayılmaz. İmkansız olan bir şey de sayı ile vasfedilmez, dolayısıyla sayılmaz. Ancak ilim onu kuşatır. Artık ilminin hangi yönünü esas alıp anlamlandırıyorsak. Hak te-ala her şeyi bir bir saydığına ve sen de sayılan şeylerden biri olduğuna göre, Onun koruması ve denetimi altındasın. Sırlar O'nu bu ayet çerçevesinde müşahede edince, Hakkın celâli karşısında donup kaldılar, nefesleri, anları, parıldayışları, kokuları ve yücelikleri, O'nda ve O'ndan olan her şey karşısında hayrete düştüler. Bu müşahede ile gerçekleşince Hak teala biraz sonra bu celâlin cemâli ile ilgili olarak zikredeceğim ayette bu tahakkuku açmıştır. Bununla ünsiyet istenince, söz konusu ayette bu celâl kapsamında isteyene tecellî eder ve onu hayrete düşürüp mahveder. Bu inceliğin de iyice anlaşılması gerekir. 

Cemal: Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ve er-selnahu ila mieti elfin ev yezidun / O'nu yüz bin veya daha çok kişiye resul olarak gönderdik." (Saffat, 147) Bu ayetin orijinalinde şüphe ve tereddüt anlamını ifade eden "ew/veya" edatı kullanılmıştır. Şüphe ve tereddüt ise yüce Allah hakkında imkansızdır. Hak teala bu ayette cemâli kapsamında bize açılma şeklinde nazil olunca, şüphe de bu durumla irtibat-landırıldı. Böylece kul için bir tür münasebet ikame edilmiş oldu. Kul câhilse eğer rabbini kendine hamleder ve O'nu şüphe ile vasfederek dalâlete düşer. Ama hakikat ehli biriyse o zaman şu ayete sığınır: "Ve ahsa kule şey'in adeda / Ve her şeyi bir bir saymıştır."... (Bakara, 163) Bunun sırrı üzerinde durur, şüpheyi beşeri görmeyle irtibatlandırır. Ki Araplar arasında çokça görülen bir hitap şeklidir bu. Böylece şüphe mahlukatla ilgili olarak belirginleşir. Eğer sayıları saymayı irade etse ve kendisini de yaratıcısını tenzih ettiği yönden farklı olarak tenzih etmek istese, o zaman bunu sayısal olarak çokluk anlamına almalıdır. Yine de çokluk anlamında olsa bile gerçek sayıdan yoksun değildir. Şu kadarı var ki, burada söyleyenin maksadı sayı belirlemek değildir, bilakis, irâde, çokluğu bildirmekle ilgilidir. Bu tür bir ifade, kendilerine resuller gönderilen kimseler arasında bilindiğinden, gerçek sayılar üzerinde durmaları kast edilmiş olamaz. Kul burada çokluk iradesini müşahede edince, öğrendiği şeylerin varlık vakitlerinden kendi vaktine kadar ve de sonsuza kadar olanların sayılması hususu belirginleşir. Ne var ki, bu da bazı kelâm alimlerinin bizden farklı düşündükleri bir hakikat şeklinde olur. Bu hakikat bilginin bilinenler ve ötesi ile ilgili olmasıdır. Bazılarına göre bu imkansızdır. Fakat bazıları da bunun olabileceğini söylemişlerdir. İmam Ebu Amr esSelalifi (r.a) gibi. Es-Selali-fi bu hususta bizden farklı düşünmüyor. El-Esferaini Ebu İshak'm: "Kalb, bir zamanda sadece bir bilgiyi kaldırabilir." şeklindeki sözüne gelince, bunun bizim görüşümüze yönelik bir işaret olması mümkündür. Aynı durum, bilgiyi, fiili muhkem yapma ve sağlam kılma gibi ondan tasavvur edilen şey olarak sınırlandırması için de geçerlidir. Bu sınırlandırmada da buna yönelik bir işaret vardır çünkü. Biz, Allah ehli, hakikatler ve sırlar erbâbıyla konuyoruz. Şekil alimlerinin sözleriyle bağlantı kurmamın nedeni, hakikatler açısından bu yoldan uzak düşen kalpleri ısındırma isteğimdir. Bunu unutma. Vallahu yekulu'l Hakka ve huve yehdi's Sebile Allah Hakkı söyler ve doğru yola O eriştirir." (Ahzâb, 4) Celâl İşaretleri: Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ve ila-hukum ilahun vahid / İlâhınız bir tek ilâhtır." (Bakara, 163) Bu ayetin anlamının mukabili de içindedir. Bu, kulluk sunulan, ilâh edinilen her şeyi kapsayan bir hitabdır. İşaret: Eğer ulûhiyet sırrını, her ibadet eden kişi, mabudunda, yani mabuduna ibadet ettiği esnada görme-seydi, Ona ibadet etmezdi. Aynı şekilde eğer tam açıklayıcı bir söz olarak söyleme imkanını bulsalar-dı, şöyle derlerdi: Sapık kimsenin sapmasının nedeni, ulûhiyeti ilâh olmayana nispet etmesidir. O söz konusu mabuda ibadet ederken ulûhiyet s ırrına ibadet etmiştir ve bu da sadece yüce Allah'a ait bir niteliktir. Çünkü yüce rabbimiz bu sırrın etkisini o mabuda yansıtmamıştır. İşte "Ve ilahukum ilahun va-hidun la ilahe illa hu / İlâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur." (Bakara, 163) ayetinin ruhu budur. Böylece ayet hakikat hükmü açısından olum-suzladığının aynısını olumluyor. Allah'tan başka şeylerin ilâh edinilmesi, onlara izafe ettikleri niteliklerden kaynaklanmaktadır. Yani onları yontmuş, sonra onlara isim vermiş ve tanrı olarak önlerine koyarak ihtiyaçlarını onlara sunmuşlardır. Burayı iyi anlayın, çünkü bu enteresan bir sırdır. İşaret: Ayette varlığı olmayan ortak nefyediliyor. Şu halde ayette bir şey nefyedilmiyor. Çünkü ortak var olmayan vaz'î bir itibardır. Vazedilmiş şeyler de izafelerdir. İzafelerinse hakikati yoktur. Dolayısıyla şirk olumsuzlanınca vahdaniyet ispat edilmiş oluyor. Vahdaniyetin ispatı varlıkla ilintili bir olgudur. Şirkin nefyedilmesi ise yoklukla ilintili bir olgudur. Bunu iyice anlayınız. İşaret: Vahdaniyetin tecelli etmesi... İlahi istivanın insanî arşı bürümesinden ibarettir ve bu rahmani istivadan farklıdır. Çünkü ilâhî istiva dâirenin noktası içindedir. "Arzıma, semâma sığmadım, ama mümin kulumun kalbine sığdım" sözü buna işaret etmektedir. Rahmani istiva ise dâireyi kuşatmıştır. Buna da "Er-Rahmanu ale'l Arşi'steva / Rahman arşa istiva etmiştir." (Tâ-hâ, 5) ayetinde işaret ediliyor. Şu halde rahmani istiva bağlamında arş, insanî istiva bağlamında Hakk konumundadır. İlâhî istiva bağlamında kalb, rahmani istiva bağlamında Hakk konumundadır. Dolayısıyla vahdaniyet tecellî edince müşahedede bulunan kişi, ister vahdaniyet makamında olsun ister başka makamda olsun, kendisinden başkasını gözlemlemez. Buna sayılar dünyasından bir örnek verecek olursak, birin birle çarpılması gibidir ki sonuç gene birdir. 1x1 = 1 Eğer vahdaniyetten başka olursa o zaman, birin ikiyle çarpılması gibi olur ki, sonuç ikiden başka bir şey olamaz. Bu durum sonsuza kadar bütün sayılar için geçerlidir. Örneğin 1x15=15 ya da 1x55 = 55 Yani biri hangi sayıla çarparsan onu elde edersin. 1x155=155 gibi. Bunu iyice anlayınız. Cemâl: Bu cemâlin celâline gelince, o da "Kulid'ullahe evid'ur Rahmane eyyen ma ted'u felehu'l esmau'l husna / De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel esmalar /isimler O'na hastır." (İsra, 110) ayetinde ifadesini bulmaktadır. Hak teala cemâli içinde rahmanlığıyla bize açılarak inzal buyurmuştur. Arşa bu isimle istiva etmiştir ki, bu genel marifettir. Ariflerin ulaştıkları son nokta burasıdır. Muhakkikler burada açılır ve ilâhî celâl karşısında burada toparlanıp içlerine kapanırlar, bu da "Ve ilahukum ilahtın vahid / ilâhınız bir tek ilâhtır." (Bakara, 165) cümlesinde ifadesini bulmaktadır. Allah her şeyi cem ettiği, rahman da alemin hakikatlerini ve alemde bulunan şeyleri cem ettiği için "dünyada ve ahirette rahmandır" denilmiştir. Bu yüzden onlara "Kulid'ullahe evid'ur Rahmane eyyen ma ted'u felehu'l esmau'l husna / de ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır." denilmiştir. Çünkü onların duaları, ancak bilgileri oranında menfaatleri için O'na yönelmeleri ile ilgili olur. Bu da "Rahman" ismiyle irtibatlı bir olgudur. Bu "Rahman" ismi, "ALLAH" ismi hariç bütün güzel isimleri kapsar. Çünkü güzel isimler "Allah"a aittir. "Rahman" ise "Allah" isminin kapsamındaki isimlerden biridir. Allah'a seslendiğin zaman, onunla özellikle "Rah-man"a seslenmiş olursun. Rahman'a seslendiğinde ise seni dua etmeye yönelten hakikatin ilgili olduğu isme seslenmiş oluyorsun. Örneğin boğulmak üzere olan kişi "Ey Gayyas/ey yardım eden!" Aç olan bir kimse "Ey Rezzak!", günah işleyen bir kimse "Ey Gaffar /Ey bağışlayıcı!" diye seslenir. Aynı durum diğer bütün isimler için geçerlidir. Sana gösterdiğimiz bu hususları iyice anla. Çünkü bu çok büyük ve çok faydalı bir konudur. 

Celâl İşaretleri: Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "La yus'elu amma yefalu / Allah yaptığından sorumlu tutulmaz." (Enbiyâ, 23) Bu ayet kahır ve ceberutla, mülkün ispatıyla ilgilidir. Bu sıfatlar kulun kalbine yerleşince, artık neden aramak, itiraz edilebilecek başka şeyleri taleb etmek onun için imkansız olur. İşaret: Nefsinde ne olduğunu bilen kimse nefsini sorgu-lamaz. Ancak nefsinin ne üzerine kaim olduğunu bilmeyen bir kimsenin sorması başka. Böyle bir kimseden soru sadır olabilir. Bu gerçekleşince, yani kendinin içindekileri bilme durumu gerçekleşince artık yaptığını sormaz. Çünkü Allah'tan, sıfatlarından ve fiillerinden başka bir şey söz konusu değildir. Bu anlama şu cümlede cevap veriliyor: "Ve hum yus'elun / Onlar ise sorguya çekileceklerdir." (Enbiyâ, 23) Çünkü hakikat birdir. Allah, onlara, kendilerine yaptıklarını ve onlardan zahir olanları sorar, onlar da O'nu kendilerine yaptıklarını cevap olarak gösterirler. Bunu anlayın, çünkü ben işaret ehline özet açıklamalar sunmak istiyorum. 

Cemâl: Yukarıda üzerinde durduğumuz ayetin cemâli ise "Lime ketebte aleyne'l kitale / Savaşı bize niçin yazdın." (Nisa, 77) ayetinde belirginleşmektedir. Burada Allah cemâli içinde bize açılarak inzal buyuruyor ve biz de soru sormak suretiyle konuşuyoruz. Bu ayetin içerdiği cemâl, bize o vakitteki celâlin marifetini yi-tirmişliğimizi göstermesidir. Oysa kulun, "O yaptıklarından sorgulanmaz." ayetiyle birlikte böyle bir soru esnasında bu gerçeği hatırlaması gerekirdi. Bu yapının bina edilmesinden sonraki işareti, ancak te-kellüf eden ve bu gerçeği ikame etmeyi zahmetli bulan kimse için zordur. Bir de bu hususta herhangi bir sorumluluk hissetmeyen kimseler için. Oysa mahlukatın varlığı ve yokluğu Onun için birdir. Bunu yaptığı zaman, Onun hakkında "hikmet sahibi değildir" denemez. İşaret: Eşyayı ait olduğu yere koymak hikmetin bir gereğidir. Suretleri çerçevelerine yerleştirmek de hikmetin bir göstergesidir. Ahiret çerçevesi dünya çerçevesi gibi değildir. Bu yüzden dünya hayatının ahiret hayatı olması uygun olmaz. Bilâkis ahiret hayatının, Hz. Resulullah (s.a.v.) söylediği gibi nimet ehli için saf, ince, güzel ve mutedil, cehennem ehli için de bunun tam tersi olması kaçınılmazdır. Çünkü dünya bulanıktır ve değişkendir, bu yüzden dünya hayatı hastadır, sakattır, karanlıktır; buradan taşınmak kaçınılmazdır; hayat değiştirmek zorunludur. Nitekim bunu gerçek olarak gördükleri için, ayetin sonunda i şaret edildiği gibi "Lev la ahhartena ila ecelin karibin /Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?" (Nisa, 77) demişlerdir. Çünkü hayatı değiştirmekten başka çare yoktur. İşaret: "Lime ketebte aleyne'l kitale / Savaşı bize niçin yazdın?" (Nisa, 77) ifadesi, düşünce yoluyla Allah'tan bilgi taleb etmek ve karanlık şüpheyi geri çevirmek mahiyetindedir. Aynı zamanda mücâdele ve zahmet çekme yoluyla müşahede talebinde bulunmak anlamındadır. Bütün bunlar Hakkın onlara açılması anlamına gelir. Allah da onlar hakkında yol gösterme şeklinde hükmünü açıklıyor. Aslında bu tavırlarıyla onlar sui edebde bulunmuşlardır, ehli hakikat olsalardı böyle yapmazlardı. 

Celâl İşaretleri: Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "İnnel-lahe la yeğfiru en yuşreke bihi / Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz." (Nisa, 48) "La ilahe illallah /Allah'dan başka ilah yoktur" dairesi, ateşte ebedi olarak kalmayacak bütün muvahhit-leri içine alır. Bu sözün hakimiyeti, sadece bu ilke ile birlikte kendilerinde hayır bulunan kimseler için geçerlidir. Bu sözü söylemiş olanlara da özellikle merhametlilerin en merhametlisi olan Allah şefaat eder. Allah'dan başkasının şefaati ise, tevhid olmaksızın, zerre ağırlığınca hayır bulunan kimseler için geçerlidir. Aslında bizim amacımız, "la ilahe illallah" ve ehli ile ilgili olarak ayrı bir kitab yazmaktır. Çünkü la ilahe illallâh'ın celâli zordur. Çünkü insanda bu anlamdan başkasına dayanmamak gibi bir hâlin olmasını gerektirmektedir. Bu ise zordur. Çünkü ulûhiyet sırrının genel olarak en aşağısından en yukarısına bütün mevcudata ve mabudata sirayet edi-şindeki bu en büyük celâl onları bütünüyle kaplar. Ulûhiyet sırrının fiilen sirayet edişine vakıf oldukları zaman, sebeblere açılırlar ve onlar aracılığıyla yaratılış gayaleri ile birlikte kendileri için yaratılan şeyleri de öğrenirler. Bu noktanın üzerinde durup anlamak gerekir. 

Cemal: "înnellahe yeğfiru'z Zunııbe cemian /Allah bütün günahları bağışlar." (Zümer, 53) Şirk de bir günahtır; ama bağışlanmaz. Bu ayette Hak teala cemâli içinde bize açılarak inzal buyurdu ve ulûhiyetin mabudlara sirayet edişini bize gösterdi. İnsanlar şirke açılınca "înnellahe la yeğfiru en yuşreke bihi /Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz." (Nisa, 48) ayetindeki celâl ile onları kabzetti. Çünkü ulûhiyet sırrını kendi içlerinde saklayıp üzerinde bulundukları hâlin zıddmı sergilediler. Bunun üzerine Allah sergiledikleri muhalifliklerini gizledi. Bunun nedeni o'rıu kalb-lerinde gizlemeleridir. Onları bu gizleme ile ilgili olarak iki kısma ayırdı: bir kısmını başkalarından gizledi. Bir kısmını da kendilerinden gizledi. Nitekim cehenneme girdikleri zaman acıları da onlardan gizler. Yani onları orada bir şekilde öldürerek acı duymamalarını sağlar. İşte bu kalblerinde gizledikleri tev-hiddir. Ve acıların mahalli olan kalbleri gizleyen de budur. Yani acıları bizzat görseler de bunları hissetmezler. Bu, harikulade bir işarettir ki cemâli kalbleri kuşatır, kalbin gözeneklerini ve inceliklerini bü-rür. İşaret: O'nu gizlemedikleri için, O da onları hiçbir yerde gizlemez, şahidlerin önünde onları rezil eder. İşaret: Allah bu ayette "Gaffar" (çok bağışlayan) anlamında kullanılmıştır. Böyle bütün sıfatları kapsayan bir ismin kullanılmasının nedeni, ayette "bütün/ce-mian" gibi genel ve kapsayıcı bir ifadenin kullanılmış olmasıdır. Gaffar ismininse bu bağlamda böyle bir kapsayıcılığı yoktur, bu yüzden "Allah" denilmiştir. 

Celâl İşaretleri: Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve ma kade-ru'llahe hakka kadrihi / Allah'ı gereği gibi tanımadılar." (En'am, 91) Her bilinen ve tanınan bağlamında tanıma/marifet iki olguyla ilintili olur: Bu olgulardan biri hak, biri de hakikattir. Hak, akılların delil yoluyla idrâk ettikleri bir şeydir. Hakikat ise; keşif ve müşahede ile idrâk edilir. İdrâk edilecek bir üçüncü olgu kesinlikle yoktur. Bu yüzden Harise: "Ben gerçek (hak) bir müminim" demiştir. Bu sözünde Harise, idrâk edilenlerin ilkini zikredilmiştir. Çünkü ikinci idrâk edilen aracılığıyla pekiştirilmiş, vurgulanmış bir olgudur onun nazarında. Ama bu noktaya değinmeden susmuştur. Hz. Resulullah (s.a.v.) ona şöyle demiştir: "Senin imanının hakikati nedir?" Efendimiz (s.a-.v.), eğer o ikinci olguyu idrak etmiş biri olsa, bizzat gözlem, muttali olma ve keşif şeklinde cevap vereceğini düşünmüştür. Nitekim bu yönde bir cevap verince Efendimiz (s.a.v.): "Bildin, bundan ayrılma" şeklinde karşılık vermiştir. Bir şeyi kemâl derecesinde bilmenin, tanımanın şu iki gerçekten başka bir yolu yoktur: Hak ve Hakikat. Yüce Allah, kendisini "hakk"ıyla bilmekten aciz olduğumuzu haber verdiğine göre, acaba O'nu "hakikaf'iyle bilebilir miyiz? Ayette geçen "kadr"dan maksat, ulûhiyet makamının gerektirdiği azameti bilmekten başka bir şey değildir. Biz bundan aciz olduğumuza göre, yüce zatını bilmememiz çok daha belirgin olarak ortaya çıkar. Muhakkikler bu celâli/ululuğu bizzat gözlemleyince, kesin olarak O'nu hakkıyla bilemeyeceklerini ifade ettiler, bununla beraber ta'zimde de kusur etmediler. Bu noktada sergiledikleri yetersizlik oranında şunu da öğrendiler: Sonradan olma (hadis) bir varlığın, öncesiz (kadim) bir varlığı hakkıyla bilmesi, gücü dahilinde değildir. Çünkü bu, bir tür gerçek bir münasebete bağlıdır. Oysa bu hayret sahralarında bu celâlle münasebet kurmak da mümkün değildir. 

Cemal: Bu celâlin cemali şu ayette gizlidir: "Ve ma halak-tu'l cinne ve'l inse illa li ye'budun / Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 56) Muhakkiklerin nefisleri şuna iyice alışmış ve kesin olarak inanmışlardır. Ki üzerinde yerle- şik olarak bulundukları durumu ancak Onun başarılı kılmasıyla elde edebilmişlerdir. Nitekim bu makamın açılımını gerçekleştirdiklerinde "Allah'ı gereği gibi tanımadılar." ayetinin celâli onları yakalayıverir. İşaret: Bu ayette, senden taleb edilen marifetin sınırını bilmek istersen, senin için yaratılan ve üzerlerine hakim kılındığın varlıklara bak, sonra senin için yaratılan bu varlıklardan seni bilmelerini taleb ettiğin zaman, içinde neler geçtiğine bak. İşte hakkın senden kendisini bilmesini de aynen böyledir; yani O'nu ne fazla ne de eksik, tam anlamıyla bilmeni taleb etmektedir. Ama sen buna güç yetiremiyorsun, muvaffak olamamandan dolayı. Yüce Allah Tevrat'ta şöyle vahyetmiştir: "Ey Adem oğlu! Eşyayı senin için yarattım, seni de kendim için yarattım, senin için yarattığım şeyler uğruna benim için yarattığımı kirletme." İşaret: Senin için yaratılmış bir varlık sana isyan ettiği zaman onu yerme, çünkü senin yermen, hoşuna gitmeyen bu şeyi yapan faile yönelik olur, ortada Allah'tan başka fail de yoktur. Allah ise yergiyi hakketmez. Kaldı ki sen nefsinin cahilliğine ve su-i edebine de tanıklık etmektesin. İşte bu açılımdan nice teferruatlar dal budak salmıştır. Bu nedenledir ki, cemâl karşısında bizim heybetin etkisinde kalmamız devreye girer. Şayet "Allah'ı celâliyle birlikte hakkıyla bilemediler" açılımı esnasında bu heybete kapılma durumu olmasaydı, helak olurduk. Uyarı: Senin için yaratılan bir varlık sana isyan ettiği zaman, önce ondan ne istediğine bak, sonra kendi nefsine dön ve senin dile getirdiğin bu talebe uygun olarak rabbinin senden ne istediğine bak. Eğer rab-binin bunun aynısını senden istediğini, senin de isyan edip yüz çevirdiğini görürsen, bil ki kendisinden talepte bulunduğun varlık da bu yüzden sana baş kaldırmıştır. Çünkü yüce Allah, ister senin benzerin olsun ister olmasın senin için yarattığı şeylere yönelik bir talebi senin içine yerleştirmişse, bil ki yüce Allah da senden aynısını taleb etmektedir, ama sen bunun farkında değilsin. Eğer sen bu hususta Allah'a itaat etmişsen, talepte bulunduğun varlık da sana itaat edecektir. Eğer tam tersi bir davranış ser-gilemişsen, sana karşı da tam tersi bir davranış sergilenecektir. Bil ki, yüce Allah şu insan türünü yine insan için yaratmıştır. Nitekim bir ayette bu konuya şöyle işaret etmektedir: "Ve refe'na ba'dehum feuka ba'din derecatin li yettehize ba'duhum ba'den suhriy-ya I Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık." (Zuhruf, 32) Bu işareti iyice anla; inşallah doğruyu bulursun. 

Celâl İşaretleri: Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Fette-ku'llahe mesteta'tum / Gücünüz yettiğince Allah'a isyandan kaçının." (Teğâbun, 16) Allah'ın kitabındaki her ayetin ve varlıkta yer alan her kelimenin mutlaka üç yönü vardır: Celâl, cemâl ve kemâl. Kemâli; zatının bilinmesi, varlığının illeti ve bulunduğu makamın gayesinden ibarettir. Celâli ve Cemâli ise; heybet, ünsiyet, kabz(kapanma), bast (açılma), havf(kor-ku) ve reca (umut) şeklinde kendisine yönelene onunda yönelişinin bilinmesinden ibarettir. Bu yöneliş şekillerinin her birinin kendisinden bilinen bir algılanışı vardır. Bu cüzde bir ayetin celâlini bir diğerinin de cemâlini ele almamızın nedeni, bilgi peşindeki müride, iki ayrı şey arasındaki uyum suretlerini göstermektir. Çünkü bir kelimenin dördüncü bir makamı olmaz. Bunun sırrı, ilâhlık bağlamında, hakkın kendisini, elini ve kabzedişini bilme ile açığa çıkar. Bunu aklından çıkarma. Nitekim bu sözün celâli muhakkikleri dehşete düşürmüştür. Çünkü ayet, onları yapabilirliklerine, istitaatlerına havale etmektedir. Yani onları uzaklık denizlerine atmıştır. Celâl sıfatı da Allah'ın izzetinde zühûr etmiştir. Çünkü hiçbir mükellef, Allah'tan korkup sakınma hususunda gücünün, yapabilirliğinin tümünü tüketmemiştir. İşte bu sehl-i mümteni (bir benzerini getirmek imkansız olan basit) söz onları helak etmiştir. Bu celâl onları helak edecek kadar şiddetlenince, hakk onlara açılmış, onlarla ünsiyet kurmuş ve onlara şu hakikati göstermiştir: "İttekullahe hakka tukatihi / Allah'tan, Ona yaraşır şekilde korkun." (Al-i İmran, 102) 

Cemal: Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İttekullahe hakka tukatihi / Allah'tan, Ona yaraşır şekilde korkun" (Al-i İmran, 102) Bu ayette Hak teala cemâlinde açılarak onlara inzal buyurmuştur. Onlara hakkıyla sakınma noktasında tüm güçlerini tüketmeyi emretmesiyle onlarla bir ünsiyet kurmuş, mutmain olmalarını sağlamıştır. Onlar da açılımın gaileleri ile ilgili olarak kendileri adına endişeye kapılmışlardır. Dolayısıyla "Fettekullahe mesteta'tum / Allah'tan gereğince sakının." (Tegabun, 16) ayetinin anlamı noktasında hem nefislerini hem de sırlarını kullandılar. Bunun üzerine bu ayet, huzurun edebini korumalarını sağlayarak, Allah'dan Allah ile sakınmalarını işaret etmiştir. Nitekim Efendimizin (s.a.v.) bu anlamda bir hadisi vardır: "Allah'ım! Senden sana sığınırım." Yüce Allah da bir ayette şöyle buyurmuştur: "Zuk inneke ente'l azizu'l kerim /Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin!" (Duhân, 49) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur: "Yetba'ullahu ala külli kalbi mutekebbirin cebbarın / Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler." (Mü'min, 35) Bu ayetlerde, Allah'ın gazap eden oluşundan razı olan oluşuna sığının demek isteniyor. Genel Kevnî Bir İşaret: Cezalandırıcı Allah'tan affedici Allah'a sığının. Esmaların /isimlerin hakikatlerini bilen bir kimseye kuşkusuz ilimlerin anahtarları verilmiştir ve bu kadarı yeterlidir. Çünkü bu ayetlerin ayrıntılarının zikredilmesinin amacı, bu ilmin girişini öğretmek, kaynağını göstermektir. Hiç şüphesiz bu üstün bir kaynaktır. Allah bizi ve seni asılsız iddialardan korusun. Uyarı: Bil ki, ey Kardeşim! Aziz Kur'an, Allah'ın hakkı ile ilgili olarak bize iki yoldan hitab eder. Kur'an'da-ki bazı ayetlerde bize, bizden başkalarının halleri, sergiledikleri tavırları, varlığımızın nereden başladığı, nereye varacağımız öğretilir. Bu birinci yoldur. Kur'an'ın diğer bazı ayetlerinde ise, bize hitab edilir ki, bunlar aracılığıyla O'na hitab edelim. Bunlar da iki kısımdır: Bir kısım ayetlerde O'na fiili olarak hitab etmemiz telkin edilir: "Akimu's Salate ve Atu'z Zekate I Namazı kılın, zekatı verin." (Bakara, 110} "Ve Etimmu'l Hacce ve'l Umrete lillahi / Haccı ve Umreyi Allah için tamamlayın." (Bakara, 196) ayetlerinde olduğu gibi. Diğer bazı ayetlerde ise O'na lafzı olarak hitab etmemiz telkin edilir: "İhdina's sirate'l müstakim /Bizi dosdoğru yola ilet." (Fatiha, 6) "Rabbena amenna Jağjirlena /Rabbimiz! İman ettik, bizi bağışla." (Mü'minun, 109) "Rabbena la tuahizna in nesina ev ahta'na / Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi sorumlu tutma." (Bakara, 186) ayetlerinde olduğu gibi. Bunlar gibi çok sayıda ayet vardır. Ama Kur'an bunun dışında bir şey ihtiva etmez. Allah'ın kelamını okuduğun zaman ifadelerin bölümlerine dikkat etmen gerekir. Örneğin şu ayeti okuduğunda; "Ve iza lekullezin amenu / Müminlerle karşılaştıkları vakit. Derler ki:" Burada dur ve "iman ettik." sözünü açıkla Dur, sonra de ki: "Ve iza haleu ila şeyatinihim kalu /şeytanları ile başbaşa kaldıklarında ise, derler ki:" burada da dur, sonra de ki: "İnna meakum innema nahnu mustehziun / Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz." (Bakara, 14) Dur, sonra de ki: "Allahu yestehziu / Gerçekte, Allah istihza eder."(Bakara, 15) Bu ayetleri bu şekilde bölerek okursan, sırlarını öğrenirsin, hitab yerlerini, durumların, sözlerin ve davranışların hikâye edildiği ifadeleri ve olguların birbirleriyle olan uyumunu ayırt edersin. Bunu unutma. Maksat açığa kavuştu, o halde dizginleri çekelim. Allah bizi ve sizi ilimden yararlandırsın ve bizi ilim ehlinden kılsın. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Kitab tamamlandı.

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.