İçerisi...


20 yıldan uzun bir süredir cezaevinde tutulan Eyyüp Bozkurt’un, “cezaevi olgusunu ve mapusluk hissiyatını” ele aldığı mektubunu dışarıdan içeriye bir duyarlılık adına paylaşıyoruz…
—-
Bismihi Teâlâ
Yazacaklarım anı, hatırat ağırlıklı bir anlatı kitabına uygun şeyler olabilecek mi, emin değilim. Büyüklerimiz yaşları nice ilerlese de anlatır dururlardı askerlik anılarını, büyük bir keyif ve coşkuyla. Sohbet amaçlı bir araya geldiğimiz mapus arkadaşlardan da cezaevinde olan yaşanmışlıkları sık sık anlatan olur. Çokluk özlediğimiz rahat demlerimize dair anılardır bunlar. Bu muhabbet olduğunda dinlerim daha çok, konuşmak için kelimesi bol ve hazır biri değilim, diğer yandan içimden çok da gelmez anı anlatmak. Anıdan ziyade cezaevi olgusu ve mapusluk hissiyatına dair yazmak istedim. Hem bir değişiklik olur, hem de ilginç gelebilir okuyucuya.
En iyi bildiğin şeyi dile getirmenin güç oluşu benim için salt ‘kalem’ sorunu değil. Yaşanmamış halin tasavvuru zor ve bir şeyi bilmek ile o şeyi bizzat yaşamak farklı şeyler. Bilgisine sahip olduğumuz bir şeyin, kendisinden fersah fersah uzak olabiliriz yahut anlat denilse dile bile getireceğimiz bir bilgimizin olmadığı bazı şeye de ‘sahip’ olabiliriz. Gurbeti biliriz, ama gurbet elde naçar kalıp da hasret bağrı yaktığında öğrenmiş oluruz gurbeti. İhlâs nedir bilmek başka, Muhlislerden olmak başka bir şey…
Binasını görmüş, üzerine bir şeyler okumuş, onlarca filmini izlemiştim cezaevinin. Yakalanıp da kolluktaki işlemlerden sonra cezaevine giriş yapıp üzerinden de birkaç gün geçtiğinde meğer hiçbir şey bilmediğini görüyorsun cezaevi hakkında. Gün gün, yaşaya yaşaya yeni baş tan belliyorsun mapusaneyi ve mapusluğu. Okunanlar, izlenenler olguyu idraklere yaklaştırabilir belki, fakat bahsi en çok okumuş yutmuş insan bile kodese konduğunda sanmam ki ‘meğer ben hiçbir şey bilmiyor muşum’ demekten alabilsin kendini. Eşya zıttıyla malum olur ve yokluklarında daha bir anlıyor insan şeylerin anlamını, kıymetini. Cezaevi bu meyanda –ve daha nice meyanda- çok öğretici oluyor. En başta ‘bildiğin’ mapusaneyi öğreniyorsun, az mı?
İnsan, bu sıfata haiz olabilsin için muhtaç bazı şeylere. Dışarıda yad’a gelmez insanın özgür olmakla insan olduğu. İnsanın özüdür özgürlük ve özüne kilit vurulmasının adına da cezaevi diyorlar. İçerde bulunuş sebebin bir bahsi diğer, ama içerdeysen özgür değilsin gayrı. Özgürlüğün özgül ağırlığı çok fazla, onsuz canözünden bir şeylerin koparıldığını, içinin fena hırpalandığını bilirsin. Kalbinde cam kırıkları vardır ve gün olmaz ki şu veya bu nedenle mapus olduğunu hatırlamayasın ve de kanamasın kalbin. Kabuk tutmaz, iyileşmez bir yaradır özgürlüğünden olmak, acısını sızısını duyarsın gün gün, usul usul. Zaman dertlere devadır, denir, eyvallah. Gel gör ki özünden olduğunda zaman merhem olamıyor yarana ve mapusluğun yirminci yılında bile yaran ilk günkü kadar tazedir ve dahi acısını daha derinden hissettirdiğinden rahatlıkla söz edebilirim.
Cezaevi mahlesinde küçük ve mahdut bir dünyası var mapusun. Şu an için tüm yaşamımız 25 m2 dubleks mutfak koğuş odası ve 50 m2’de bahçeden müteşekkil bir evrende geçiyor. Bahçe kullanıma sadece gündüz vakti açık (sabah sekiz, akşam ezanı arası) ve kalan zamanını odanda geçiriyorsun. Kitap, gazete, TV, radyo ve F tiplerindeki uygulama olarak en fazla iki de arkadaşın olabiliyor odanda. Kantinden öteberi ve yine idare vasıtasıyla sebze meyve alabiliyorsun. Kısa zaman içinde hayatın günlüğü bir rutine bağlanıyor ve renklendirmek için elinden pek bir şey gelmiyor. Normal hayat çeşitlilik ve değişim üzerine kurulu oysa. Sıkıldınsa farklı bir şey yapabiliyorsun, olmadı odana çekiliyorsun, bir alo sesini duyman iyi gelecek bir dostun vardır, hasılı bulabiliyorsun bir şeyler. Mapusanede rutinin dışına çıkamıyorsun. Anlaşılsın için kıyas lazım; dışarıda nem, küf, pas ne ise eşya için, cezaevi rutini de odur mapus için. ‘Bozar’ insanı sinsi sinsi, verdiği hasarı etraflı anlatmaya hacet yok ama işbu rutini makul bir süre yaşamış bir insanı kalabalığın arasından rahat seçersin ve ‘haza mahkum’ dedirtecek emareler taşır üzerinde cezaevi rutininden.
Küçük evreni içinde tabir caizse mapus da ‘küçülür’ biraz. Çok yönlü küçülmedir söz konusu olan. İhtiyaçların itibariyle küçülürsün daha çok ve bazen bakmışın son derece basit ve kıymetsiz bir şey hayati bir hacet oluverir senin için, ne etsen ulaşamadığın. Bir parça bant o gün için uğruna binler lira verebileceğin bir eksikliktir ve de yoktur, hani o parayı versen de alamıyor. Sevindiren şeylerin de kimi zaman çok ‘küçük’ olabilir hakeza. Hatta çok küçük bir şeyden büyük bir sevinç ve haz duyar bulursun kendini… Maddi manevi muhtelif yokluklar ve mahrumiyetler yurdudur cezaevi. Dizi dizi yasakların sonu gelmez. Onu alamazsın, bunu getiremezsin, bazen yasak yoktur ama imkan da yoktur almana, getirmene, sürer mahrumluk mahkumluğun gölgesi gibi. Okuduklarımdan biraz tanışsam cehennemi, mapusane ona benziyor bazı yönleriyle diyebilirim. Değil mi ki arabide aynı kökten ‘sicn’ mapusanenin, ‘siccin’ ise cehennemin bir ismidir. Görmeden daha, yaşadım cehennemi, diyebilir mapus, yalan da olmaz sanırım. Rabbim uhrevi yokluk ve mahrumiyetten korusun Müslümanları!
Dış dünyasına mukabil iç dünyası geniş, büyük olur mapusun. Zihin boş ve atıl kalmaya gelmeyen bir şey, günlük iş uğraş oyalar zihni, okumak yazmak hakeza. Kalan zamanlarda düşünürsün, mahirsen düşünür okursun, değilse hayalkuşun nereye sen oraya. İstem ve iradeden hepten bağımsız ve serseri bir hayalkuşu alır başını gider, yakalayana aşk olsun. Bazı bazı kaptırmak neyse de, çokça hayal sağlıklı bir hal değildir. Olmayan, geride bıraktığın şeyleri düşleyip duracağından en azından kötü hissettirir. Her bir şey sebep olabilir hayallere dalmana, ama bilasebep kendini derin hayallere dalmış da bulabilirsin. İzlediğin bir haber program, gelen bir mektup, yapılan ziyaretler neler hatırlatmaz ki insana. Mapusluk demlendikçe gayrı iradi hayaller artar, kitap okuyorken hayal alemine geçersin çaktırmadan, yazar efendi orada anlatır durur, bazen gözlerin onu takip eder ama aklınsa hayalkuşunun insafına kalmış artık, dolanır durursun… Genişleyen iç evren sair duygu düşüncelerde de gösterir kendini. Sürekli bir şeyler beklediğinden ve çoğu şey geç/güç geldiğinden –kimisi hiç gelmez- öğrenirsin sabretmeyi biraz, daha daha bunu huy da edinebilirsin, içinde fırtınalar kopsa da mecbur sabredersin. Duygular melekeler böyle derinlemesinedir yani ez hülasa, mapusanede.
En çok ve en iyi mapusanede tanırsın insanı ve de aynayı üç beş gün olsun başkalarına tutmaktan vazgeçebilirsen, kendini. Yolculukta, ticarette, misafirlikte tanınır ya insan, bunların süreklisinin yaşandığı yerdir cezaevi. Fazladan olarak insan darlıkta, sıkıntıda, yokluk ve mahrumiyette belli eder kaç kilo geldiğini. Özgür adamların dünyasında her bir yere uygun çeşit çeşit maskeler bulup takmak zor değil, çok mahirizdir hatta bunda. Mapusanede maskeler bir bir düşer, ‘üryan’ kalırsın meydanda. Başta bir şok etkisi yapar bu, en çok da kendi günahlarımızı başkalarında görmek dehşete düşürür bizi. Kendimizle yüzleşmek istemeyiz, gran gelir. Ama kaçabilir mi insan kendinden!
Mapusaneye düştükten sonra hiçbir şey eskisi gibi değildir artık. Algısı değişir insanın, farklı gözlerle bakarsın dünyaya. Ve pek çok şeyin değerini yokluklarında daha yeni ve daha esaslı anlarsın. Bu şeylerin başında aile gelir. Essahtan ağlayan onlardır zira ve daha başta öğrenirsin bunu. Yıllar yıllara ulanır, herkesler iş uğraşında, ama ailen yine yanı başındadır. Varsa böyle bir ailen çok da gam yemezsin, Ya Rabbi sana çok şükür, aileme de şükür, dersin. Aileler bu olgunun nice farkındalar bilemiyorum, ama bu vesileyle, her ziyarete gelişlerinde mapusun birikmiş sıkıntısını tasasını çuval çuval yüklenip bizleri ‘hafif’ kıldıklarını bilmelerini isterim. Tek bunun bile maddi bir karşılığı yoktur şu dünyada…
Zaman yıl yıl ilerledikçe özgür adamların dünyasını takipteki ilgin azalmaya yüz tutsa da, yılda birkaç gelen ziyaretçilerden, yazılı ve görsel medyadan ve az da olsa gelen mektuplardan bağlısındır dış dünyaya. Haber ve sonu gelmez tartışma programları sayesinde ilgi ve hararetini daim taze kılma şansın da söz konusu, ama posta ve ziyarete değinmeden olmaz.Normal hayatta bile bir mektup alıp da içinde bir dosttan iç ısıtan bir kart, bir name almak, kendisine yeni bayramlık alınmış çocuk kadar sevindiriyorsa insanı, bunun dört duvar arasındaki insan için nice bir sevinç ve moral kaynağı olduğunu kestirmek kolay olmasına kolay, bunu en iyi bilenlerden yıllar yılı bir posta alamamak da mapusanenin ve mapusluğun cilvelerinden maalesef. Bu bahis benim için ciddi anlamda merak konusu. Bahse konu olur bu durum bazen aramızda, kimisi tembellik der, kimisi vefasızlık yahut kayıtsızlık. Tembel bir millet olduğumuz doğru, ama anlamadan yargılamak da istemem ve sanmam ki vefasızlık yahut unutmaktan söz edilebilsin. Vefa ve unutkanlığını iyi bildiğimiz nicesi var, hayır olay başka bir şey. İnsanın içi el vermiyordur yazmaya mesela, bilemiyorum veyahut kestiremediğin muhtelif durumlar. Vardır bir hikayesi illaki. Belki bu satırları okuyan bir zatı muhterem, alır eline kalemi de merakımızı giderir…
Askerlik yapanların iyi bildiğini zannettiğim bir durumsal benzerliğimiz var. İçerde hayat tek cinsiyet üzerine kurulu ve yaş grupları da tekdüze gibidir. Seni tamamlayan eşinin olmayışından çok daha geniş bir çerçeveden söz ediyorum. Ademler var sadece içerde yahu, bu ‘insan’ için normal bir şey değildir, hakeza içerdeki ‘Havvalar’ için de durum aynı. Aile, hısım, akraba, sokak, mahalle… ve bunların sakinlerini arkanda bırakıyorsun. Anne ve onun sıcak yemekleri yoktur, bacı yoktur, yenge yoktur, hala yoktur, ÇOCUKLAR yoktur, Bakkal Ahmet Amca, bitişikteki Fatma Teyze… yoktur bir şey yani. Bu yılların uzun vadede insanı olumsuz etkilememesi mümkün mü? Varlıklarında sağaltıcı tesiri fark edilmez, diğer pek çok ‘normal’ şey gibi, ne zaman ki kaybettin eldekini, anlarsın. Cennetten kokular taşıyan çocuklardan uzunca anlatılabilir, bir anımı paylaşabilirim: Gelen ziyaretçilerin beraberindeki ufakları bazı bazı bulunduğumuz tarafa alabiliyorduk kapalı ziyaret yaptığımız Adıyaman’da. Uslu mu uslu üç beş aylık bir bebek geldi bir sefer. Annesine dedim ki, gözlerini yum, bu çocuğu ağlatacağım. Şaka sandı ilkin, bense çok ciddiydim ve çocuğun koluna bir çimdik atmamla ağlaması bir oldu garibin. Hayır, sadist filan değilim, fena özlemiştim ‘canlı yayında’ çocuk ağlamasının sesini. Ve evet, ‘güzeldi’ çocuk ağlaması. Çocuğun annesi çok sövmemiştir bana umarım.
Mucizeler ‘tabii’ ve tüm tabiatı ‘mucizevi’ kabul etsek, yine de bazısının daha mucizevi algılanmasının önüne geçemeyiz. Gün gün, mevsim mevsim mütemadiyen yaşayageldiğimiz bu mucizeler bize çok ‘tabii’ gelir zamanla. Güneş doğar, yağmur yağar, çocuklar dünyaya gelir… ama bunlar olup biterken hiç de mucize görmüş gibi hissetmeyiz. Bir baharın gelişidir her sene tüm güzellik ve haşmetiyle insanlarca ‘görülen’, yaşanan. Canlanan tabiat ile beraber en miskinlerimize bile bir hayat gelir, yeniden diriliştir sahnelenen adeta. Kuşlar bir ayrı ötmeye başlar, keyifle özgürlüğe uçar dururlar, çocuklar daha şendir, oyunları daha coşkulu. Tüm nebatat, hele çiçekler ağaçlar renklerin en güzellerini bulup cicilerini giyinirler… Ayıptır söylemesi biz mapuslar da dört duvar arasında olmaklığa rağmen yaşarız baharı. Kanı kaynar insanın, koşasın gelir, o kadar gelir ki koşsam duvarı bile yıkar devam ederim koşuya gibi hissedersin. Ve sıla hasreti ve özgürlük yağmur sonrası gelen taze yaprak kokusu gibi tüter burnunda mapusun sair zamanlarla kıyaslanmaz bir şekilde. İş uğraşlar pek tat vermez, birkaç hafta böyle delifişek gibi dolanır durursun. Sonra durulursun usul usul, rutin gergefini dokumaya devam eder, mayışırsın yine.
Yirmili yaşlardan sonra insan değişmiyor, gelişmiyor değildir, daha uzun sürece yayılan değişimi pek fark etmeyiz. Beş, on sene arayla görenlerin gözünden kaçmaz yılların getirdikleri. Yıllarsa tesirini en çok çocuklarda gösterir. Ay ay, yıl yıl büyüdüklerini görürüz. Ve çocuk bildiklerini çocuk sahibi ‘çocuklar’ olarak karşında gördüğünde anlıyorsun geçen zamanın kaç zaman olduğunu. Zaman algısı ‘normal’ değildir mapusun. Beklenti içinde olduğunda, bir haber, bir posta bekliyorsundur mesela, zaman çok çok uzun gelebilir sana, oysa daha iki hafta olmamıştır. Ramazan ayı gelir, sene ne çabuk geçti yahu, dersin. Filan olayın işte altıncı yılı dendiğinde şaşar kalır insan, sorsalar iki sene oldu muydu, derim en fazla. Geriye dönük takvim de şöyle işler: filan cezaevinde, işte filan koğuşta olduğumuz zaman, deriz mesela bir şeyler anlatırken, sene bilmem kaç olayımız yoktur. Sene, tutuklandığın sene, sonrasında takvim durmuştur, yahut yoktur… Aile dışındakilerin de ziyarete gelebildikleri zamanlarda (yasakladılar, sonrasında üç kişi ile sınırlı bir hak tanıdılar) kapalı ziyarette, uzun boylu gençten bir yakışıklı ‘Selamun Aleykum’, yüzü gözü gülüyor, aleyküm selam, hoş geldin diyorsun, bir yandan da hızla düşünüyon nerede, hangi şehirde görüşmüş olabilirim? Tabi çıkaramayıp, evvelden görüşmüş müydük, diye soruyorsun. ‘He AMCA görüştüydük’ dediğinde anca düşebiliyor jetonun. Yeğenin gelmiş, tanıyamamışın. Oysa görmeyeli hepi topu beş altı sene olmuş.
İçerdeki Ramazanlarımız ve de bayramlarımızdan nasıl söz etmeli? Oruçluluk bir yana Ramazan koşturmacasını unuttuk, deyip bayram faslına geçeyim uzatmadan. Dem dem, çeşitli nedenlerden yahut görünür bir sebep bile istemeden icabında kimi zaman ‘kötü’ olur insan, üzgün durgunsundur vs. Soğuk algınlığı grip emsal yılda bir iki yoklamaya tabi olursun, yine grip gibi ‘ilaç’ alırsın veya almazsın üç gün beş gün, bazen daha uzun, kısa neyse geçer. Bayram günlerindeki mapus burukluğu ise nevi şahsına münhasırdır, mapusluğun başkaca hiçbir haline benzemez. Duvarlar hiçbir zaman bayram günleri kadar gelmez üstüne, en ‘cool’ ademleri bile alır bir hâl. Şimdi yazarken bile o denli kötü hissettim ki yazacak kelime bulmakta zorlanıyorum. En sevdiği oyuncağı elinden zorla alınan çocuk, desem karşılamıyor, çocuklar bayram günü babam bana şunu aldı bunu aldı, der dururlar da, yetim çocuğun yok ki babası zaten desin bana şunu aldı ve zaten eskilerinden ‘yenileri’ giyinip çıkmıştır sokağa. Onun bu hali benzedi sanırım mapusun bayram burukluğuna, biraz yani.
Hepten anısız/tuzsuz bir anlatı olmuş olmasın madem. Başlarında mapusluğun –ikinci yıl olabilir- şehri Adıyaman’da devlet hastanesine ilk gidişimi unutmam. Ring arabası şehrin içinden geçerken, insanların cadde boyu yürümeleri tuhaf geliyor, on metrede bir geri dönmüyor kimse! Sonrasında hastane polikliniğine giriyorum, hınca hınç kalabalığın kuyruklar oluşturduğu yıllardı. Ellerin kelepçeli, iki kolunda asker, birkaçı da önde arkada, insanların bakışını kadınların inceleyen, acıyan, şefkat merhamet yüklü bakışlarını bir ömür unutmak mümkün değil, bir tuhaf oluyor insan… Yine kapalı ziyaretlerde camlı parmaklığın öte tarafında dağ/taş gibi kimi adamı gözleri yaş dolmuş görmüşlüğümü hiç unutmam, tek kelime konuşamadan gözleri ile çok şey söylüyorlardı zaten… Dünyanın harbiden dar geldiği kimi vefat/şehadet haberleri, eksik olmayan Çeçen İşgali, Suriye, Irak, Filistin, Mısır olayları bağlamında yaşanan kayıplar, acılar acıtan cinsten. Yine Marmara depremindeki yıkım ve giden canların çokluğu derin tesir bırakmıştı bende.
Pek bir ‘Medrese-i Yusufiye’ muhabbetine benzemediğinin farkındayım ve gayrı klişe bir söz, bir etiket gibi ulu orta kullanılması da yerinde gelmiyor. İmtihandan azade bir anı yoktur Müslüman’ın, dışarıda içerde, okulda çarşıda, evde avluda… mesuliyetlerimizin tatil yapması söz konusu edilemez. Sırrı ihlasla yapılmış üç beş amelin olsun, canını da Müslümanca verebilme bahtiyarlığına erişebildinse ikametgah adresin füruattır. Bela ve eza yurdudur mapusane, dilemezsin Allah’tan, ama başa gelince sabır ve rızadan, şükür ve tevekkülden oluşsun azığımız, vesselam…

Eyyüp BOZKURT
Bolu F Tipi Cezaevi

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.