Çırağan Baskını- 20 Mayıs 1878
Ali Suavi adındaki bir gazetecinin şahsi ihtirasları ve bu ihtiraslarını yönlendiren Ruslar'ın kışkırtması ile yapılan baskın...
Maksat Ulu Hakan Abdülhamit Han'ı tahttan indirip yerine 5. Murat'ı tahta geçirmekti...
Ali Süâvî, batı ve doğu dillerini bilmesine, başarılı bir edib ve gazeteci olmasına rağmen, güven vermeyen, şüpheli tavırlar içerisinde olan birisi idi.
Bir İngiliz hanım ile evliydi. Uzun müddet yurt dışında kaldıktan sonra memlekete dönünce, Galatasaray Lisesi müdürlüğüne tâyin edildi. Dengesiz hareketlerinden dolayı kısa bir zaman sonra azledildi.
Galatasaray Lisesi müdürlüğünden azledildiği andan îtibâren sultan Abdülhamîd Han’ın amansız düşmanı kesildi. Hep ihtilâl yapma sevdasında idi.
Ali Suavi artık bir şeyi kesinlikle biliyordu ki, bundan sonra II. Abdülhamid hayattayken bir daha kesinlikle yükselemezdi. Durumun farkına vardığında son çare olarak, daha önce tahttan indirilen 5. Murad ile görüşerek onu yeniden tahta çıkarmaya ve böylece kendi şahsî hedeflerine ulaşmaya karar verdi. Bu düşüncelerle Ali Suavi, 2. Abdülhamid Hanı tahttan indirmek ve 5. Murad’ı tekrar Osmanlı Devleti padişahı yapmak için harekete geçti.
Bu sırada İstanbul’a on binlerce Balkanlı göçmen gelmişti. Vaktiyle Filibe rüşdiyesinde hocalık yapan Ali Süâvî’yi, muhacirler içinde kendini tanıyan ve sevenler vardı. Ali Süâvî bunlardan istifâdeye karar verdi, özellikle mazisi karışık bir adam olan Nişli Salih, Süâvî’nin tam istediği gibi idi.
Ali Suâvî, bu şahsiyeti belirsiz Nişli Salih’i kullanmaya karar verdi. Onun vasıtasıyla diğer muhacirlerden bir çokları ile temas kurdu. Güvenilir rivayete göre; Süâvî bu muhacirleri, düşmana ve Bulgarlara karşı mukavemet gösteren Kırcaali dağları tarafındaki müslümanlara yardım etmek üzere bir cemiyet kurduğunu söyleyerek kandırdı ve o taraflara gidecek muhacirlere pâdişâhın ihsân ve atiyyesini almak üzere onları Çırağan Sarayı önüne toplamak istedi. Bu sırada galip Rusların İstanbul kapılarına gelmeleri her tarafta teessür ve memnuniyetsizlik uyandırdı. Süâvî için bu hâl, bulunmayan bir fırsattı.
20 Mayıs 1878 günü saat on bir civarında, Ali Süâvî’nin daha önce hazırlamış olduğu beş yüzü mütecaviz muhacir değişik yollardan toplantı yeri olarak belirlenen Çırağan Sarayı yakınlarındaki Mecidiye Câmii önünde birleştiler. Diğer taraftan Ali Süâvî ve bâzı adamları Kuzguncuk’tan kayıklara binip Çırağan Sarayı’na deniz tarafından girdiler. Denizden saraya girenler, bu bölgedeki muhafızların silâhlarını alıp içeri girmeye çalışırken, Mecidiye Câmii önüne toplananlar, sarayın Paşa dâiresi ile Serdab Köşkü’nün önüne gidip, buradaki nöbetçilere saldırarak tüfek ve kasaturalarını aldılar.
Serdab Köşkü ile saltanat kapısına bakan merdivenin yanlarındaki pencere camlarını kırıp bir kısmı saray ve harem dâiresine girdi, bir kısmı da dışarıda kaldı. Harem dâiresine girenlerin başında bulunan Ali Süâvî, bir taraftan câriyelere yatıştırıcı sözler söylerken, diğer taraftan da sultan Murâd’ı sorup, onu kurtarmaya geldiğini beyân etti. Bu esnada alt katta bulunan sultan Murâd’ın oğlu Selâhaddîn Efendi, korku ve telâş içinde babasının yanına çıkarak, durumu anlattı. Bunun üzerine sultan Murâd yanında vâlidesi Şevkefzâ Kadın ile Ali Süâvî ve adamlarının yanına çıktı. Ali Süâvî, sultan Murâd’ı görür görmez yanına yaklaşıp; “Efendim! Sana bî’at etmeye geldik. Bizi Moskof’tan kurtar!” diye haykırdı. Sultan Murâd şaşkın bir hâlde; “Biraderimi ne yaptınız?” deyince, Ali Süâvî; “Ona daha bir şey yapmadık, önce size biat edeceğiz, sonra da onu tahttan indireceğiz” cevâbını verdi. Sultan Murâd’ın bir koluna Ali Süâvî, bir koluna da Nişli Salih girip, sürüklercesine götürmeye başladılar.
Süâvî’nin Çırağan’a hücumundan önce, sultan Abdülhamîd tarafından saraya tâyin edilmiş olan Dilâver Ağa, bir takım muhacirlerin Mecidiye Câmii önüne toplandıklarını haber alınca, şüphelenerek durumu zabtiye âmirine bildirmişti. Bunun üzerine Beşiktaş zaptiye âmiri Hasan Paşa, yeterli mikdârda zaptiye ile saraya geldi. Muhacirlerin saraya girdiklerini gören Hasan Paşa, yanındaki neferlerden on tanesini Vâlide Sultan kapısı önünde bırakarak giriş ve çıkışı emniyet altına aldı. On neferi Paşa dâiresine gönderdi. Daha sonra, dört neferle saraya giren Hasan Paşa, harem kapısından girdiği sırada, sultan Murâd’ın sağında bulunan Ali Süâvî’nin; “Yaşasın sultan Murâd” diye bağırdığını gördü. Hasan Paşa, Ali Süâvî’nin ele başı olduğunu anlayarak, kendi hizasına geldiği sırada, elindeki sopa ile başına vurup öldürdü. Bunun üzerine çıkan çatışmada bâzı rivayetlere göre isyâncılardan yirmi üçü veya altmışı öldü, on beş kadarı da yaralandı. Olay iki saat içinde bastırıldı.
Hâdiseye müteâkib Yıldız Sarayı’nda iki tahkîk heyeti kuruldu. Birinci hey’etin başkanı mâbeyn müşîri Eğinli Saîd Paşa, diğerinin ise mâbeyn başkâtibi Saîd Bey idi. Yapılan tahkîkat netîcesinde, hâdisenin Ali Süâvî’nin çılgınca bir macerasından ibaret olduğu anlaşıldı. Hattâ devlet ricalinden bir çoğunun da bu harekete gizliden gizliye tarafdâr olduğunu gösterecek deliller bulundu.
Ali Süâvî’nin kurduğu cemiyette faal rol oynayan belli başlı üyelerinden Arnavut Salih, Hacı Ahmed ve Molla Mustafa, olay sırasında öldürüldüklerinden ve Süâvî’nin yalısındaki defter ve vesikalar da İngiliz hanımı tarafından yakılıp yok edildiğinden, bu cemiyete hükümet adamlarından kimin üye olduğu anlaşılamadı. Ancak, Hâfız Nuri Bey’in ifâdesinden, İzzet Paşazade Süleymân Bey ile Bağdâdlı Süleymân Bey ve Üsküdarlı Nuri beylerin, Süâvî cemiyetine mensûb oldukları anlaşılmıştır. Hâfız Nuri’nin kayınpederi Filibeli Ahmed Paşa da cemiyete dâhil ise de olayda faal rol almamıştı. Sağ olarak ele geçirilen suçlular dîvân-ı harbe sevk edildi. Olayla birinci derecede alâkası görülen Hâfız Nuri’nin idamına ve Filibeli Ahmed Paşa’nın Kütahya’da, Hâfız Ali’nin Ankara’da, Hacı Mehmed’in Kastamonu’da mecburî ikâmete gönderilmesine; Üsküdarlı Nuri Bey, İzzetpaşazâde Süleymân ile Bağdâdlı Süleymân beylerin olay günü, Çırağan civarında dolaşmaları yüzünden, Sakız’da haps edilmelerine karar verildi.
Ali Suavi’nin bu baskın olayı, Ulu Hakan'ı bazı tedbirler almaya sevk etti. Sonrasında ise ülkesindeki bölücü, ayrımcı ve ihtilâlci hareketleri daha yakından izlemek ve takip etmek, emperyalist devletlerin ve ülke içindeki uzantılarının sinsi faaliyetlerini tespit ederek faaliyetlerine son vermek amacıyla, dünyada ilk defa, merkezî sisteme bağlı güçlü bir istihbarat teşkilâtı ve gizli bir polis örgütü (Hafiye Teşkilâtı) kurmaya karar verdi. İşte böylece kurulan bu mükemmel teşkilat sayesinde memlekette olup bitenlerden herkesten önce Ulu Hakan'ın haberdar edildi. İngiliz Casusu Vambery, onun bu konuda şunları söylediğini nakleder: “Haber alma düzeni bulunmayan bir hükümet, bir devlet ya da bir devlet adamı düşünülebilir mi? Zirvede bulunan kişi tüm yanı başında olup biteni bilmezlik edemez. Amcam Abdülaziz’in kanlı alın yazısına bakın. O benim için bir ders bir ibret olmamalı mı? Ben de, işte böylece jurnalleri keşfettim. Sözgelişi azizim Vambery, onlar bana, sizin kısa zaman önce benim amansız muhaliflerimle ilişkiye girdiğinizi bize haber verdiler."
Bu arada, II. Abdülhamid Hanın kurduğu bu güçlü istihbarat teşkilâtını baltalamak için kendisini çekemeyenler onu vehimlik ve korkaklıkla suçlarken, o ise kurdurttuğu istihbarat örgütü hakkında şunları söyleyerek kendi düşüncelerini ifade etmektedir:
“Osmanlı’da töre budur. Padişah tebaasının ne düşündüğünü, hangi şikâyetleri olduğunu, bir yandan kendi valilerinden kadılarından hükümet yoluyla öğrenir, bir taraftan ülkenin dört bucağına serpilmiş tekkelerin şeyhlerinden, dervişlerinden haberler toplar ve buna göre ülkeyi idare eder. Ceddim Sultan Mahmut (Mahmut II) buna gezginci dervişleri de ekleyerek istihbaratı genişletmişti. Ben tahta çıktığım zaman durum buydu ve böylece devam ediyordu.
Bir gün Londra Sefiri (elçisi) Musurus Paşadan eski Sadrazam ve Serasker Hüseyin Avni Paşanın İngilizlerden para aldığını öğrendim. Devleti, padişah adına idare eden sadrazam kendi devletine ihanet ediyorsa, istihbaratı da elbette kendi işine geldiği gibi Saray’a duyururdu. Tedirgin olmuştum, müteessirdim.
İşte bu günlerde (Damat) Mahmut Paşa bana geldi ve Jön Türklerden bazıları hakkında haberler getirdi. Getirdiği haberler mühimdi. Kendisine bunları nasıl öğrendiğini sordum. Hususî bir istihbarat teşkilâtı kurmuş, bazı kimselerin yakınlarını para ile elde etmişti. Bu kimseler kendisine görüp duyduklarını haber veriyorlar, o da bunları değerlendiriyordu.
İsterse kardeşimin kocası olsun, devletin bir paşasının devlette gizli ve ayrı bir istihbarat kurması doğru olamazdı. Kendisine teşkilâtı hemen bana devretmesini ve bundan böyle bu işlerle uğraşmamasını söyledim. Teşkilâtı bana devretti ama bundan çok alındı. Ben bundan sonra, şahsıma bağlı müstakil bir istihbarat teşkilâtı kurdum.
Yabancı devletler, kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse devlet güven içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir istihbarat teşkilâtı kurmaya bu düşünce ile karar verdim.İşte, düşmanlarımın jurnalcilik dediği teşkilât da budur!
Bu jurnallerin hakikî olanlarının yanında iftira mahiyetinde olanlarının da bulunduğunu elbette biliyorum. Ama ben hiçbir jurnale titiz bir tahkikten geçirmeden inanmadım ve onun icabına el sürmedim.
Ceddi azizim Selim Han (Selim III) “Yabancıların elleri ciğerlerimin üstünde geziniyor, aman biz de yabancı devletlere elçi gönderelim ve onların ne yapmakta olduklarını bir an önce öğrenmeye çalışalım.” diye feryat etmişti. Ben bu yabancı elleri ciğerlerimin içinde duyuyordum. Sadrazamlarımı, vezirlerimi satın alıyorlar ve mülküme karşı kullanıyorlardı. Ben, nasıl olur da devlet hazinesinden beslediğim bu insanların ne yaptıklarını, neye hazırlandıklarını öğrenmeyebilirdim?
Evet, jurnal sistemini ben kurdum, ben idare ettim. Fakat vatandaşı değil hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimeti ile gırtlaklarına kadar dolu oldukları hâlde, devletime ihanet edenleri tanımak, takip etmek için… Kendi devletini yıkmak, kendi padişahının canına kast etmek karşılığı, yabancı devletten para alan sadrazamları gördükten sonra...”
Hiç yorum yok