Bir Duvar Hikâyesi

Bir Duvar Hikâyesi 


Gecenin bir yarısında uykumun bölünmesiyle gözüme çarpan duvar ve ranza demirleri hapishanede olduğumu tekrardan hatırlattı bana… Dışarıdan aralıklarla gelen askerin düdük sesi, beni kendime getirmeye yetti bile…
Tekrardan inatla gözümü kapatıp uykuya dalarak, özgürce şehrin sokaklarını dolaşmak istiyordum. Bir haftadır nerdeyse hep aynı şeyi yaşıyordum. Uykumda özgürce dolaşırken biran uykum hafifliyor ve cezaevine girdiğimi hatırlıyordum. Sonra inatla tekrar uyumaya çalışarak, asılında hapishanenin bir rüya olduğunu düşünmeye çalışıyordum. Meğer sonradan öğrendim ki, hapishanenin ilk günlerinde herkes aynı şeyi yaşıyormuş. Uykuda özgüce dolaştığını görmene rağmen birden uyanınca, görülen demir parmaklıklar insana çöl sıcağını ve zemheri soğuğu bir arada yaşatıyordu. Bu durumun kaç ay sürdüğünü doğrusu hatırlamıyorum. Sonra insan artık zindan ile ilgili rüyalar görmeye başlar. Özgürlüğe dair rüyalar son bulur. Ara sıra özgür olduğunu görsen dahi, komik bir şekilde rüyanın bir bölümünde gördüğün evler mahpushaneye insanlar da gardiyana dönüşür.  İnsan yaşadığı mekânla özdeşleşiyor. Tıpkı konuştuğu dil gibi… İnsan nasıl günlük hayatında konuştuğu dil ile rüyalar görüyorsa, yaşadığı mekânlar da zamanla rüyalarının bir parçasına dönüşüyor. Nadir de olsa özgürlüğe dair görülen rüyalardan sonra uyandığınızda, ruhunuzdaki hafifliği hemen hissedebiliyorsunuz.
Tutsaklığın insan fıtratına aykırı olduğunu ne kadar savunsanız da, sonunda bu mekânlara alışırsınız. Allah hiçbir insana takatin yetmeyeceği yükü yüklemez. Bundan dolayıdır ki, en başta ruhunuza aykırı gelen ve sürekli ret ettiğiniz bu mekânlara zamanla alışırsınız. Öyle ki bu mekânların bir parçası haline dönüşürsünüz. Üstelik bunun farkında bile varmadan… Koşulların tüm ağırlığına rağmen artık beton duvarın ve demir parmaklıkların içinde onlara can katmaya başlarsınız; sanki siz olmadan onlar bir hiç, onlar olmadan siz eksik…
Yıllar geçtikçe bu mekânların bir parçası olmanız trajik olsa da aslında bir zorunluluk… Aksi halde yaşamınızı sürdürmeniz mümkün olmaz. Sürekli özgürlük hülyalarıyla yaşamak, insana esaret duygusunu durmadan yaşatır. Onun için kendi gerçekliğinizi bilerek yaşamaya başlarsınız. Artık gerçek hayata dair her şey size yabancılaşır. Tatlı bir düş veya anı olarak zihninizin bir köşesinde yer etmeye başlar. O anları hatırlatan en ufak bir ipucu bile, sizi geçmişinizle yüzleştirecek bir yolculuğa çıkarmaya yeterlidir. Bir resim, bir koku ya da bir müzik parçası… Düşünün ki toprak ve ağaç kokusu bile size yabancı ama bir o kadar da tanıdık gelmeye başlar. Yağan yağmur sonrası gökyüzüne süzülen toprak kokusu size garip duygular yaşatır. Sanki öte âleme ait rüyalarmış gibi gelir size… Sanki cennet gibi… Ondan dolayıdır ki hiçbir mahkûm toprak kokusuna dayanamaz. Bilinçaltına sakladığı tüm duygularını ifşa eder. Alıp onu bilinmezlere sürükler.
Keskin ve tok bir ses, kapı kilidinin açıldığını haber verir size. Ardından büyük bir gürültü ile bahçenin demir kapısı açılır. Her gün sabah açılan bahçe kapısı ile yeni bir gün başlar bu mekânlarda. Ardından akşam ezanı ile kapılar tekrardan kapanır. Ve son kilit sesi, biten başka bir günün haberini verir size… Zamanın demir kapılara mahkûm edildiği bir hayat sürmekteyiz. Kapılar nerdeyse yaşamın bir parçasına dönüşür. Demir kapılar bir yandan özgürlüğünüzü yitirdiğinizi diğer yandan otoriteyi hatırlatır size… Öyle ya kapılar kapandı mı artık havalandırmada dolaşmanız bile mümkün değil… İçeriye geçer ve gece başlar… Kimi zaman dostlarınızla kimi zaman da ranzanızda kitaplarınızla baş başa kalırsızınız. Öte yandan demir kapı gücü ve aşılmazı simgeler… İnsan takatinin bittiği son nokta… İnsanın aslında ne kadar zayıf olduğunu hatırlatır size… Çünkü bir kapı sizinle özgürlüğünüz, sevdikleriniz ve hayalleriniz arasında öylece durur…
Bizim burada bahçeye havalandırma denir. Yaklaşık 40 metre kare büyüklüğündeki bu alan, gün boyu mahkûmların yürüyüp hava soluması için kullanılır. Uzun yürüyüşler yapılır bu yerlerde… Gezilerin adı voltadır mahpushanede… Burası başka bir dünya… Haliyle kavramlar da değişmekte… Her eylem veya objenin kendine has bir ismi var… Hiç unutmam, hapishaneye ilk girdiğim günün sabahı, karşı koğuşa bağıran gardiyanın o tok sesinden ne dediğini bir türlü anlayamamıştım. Gardiyan sürekli “koğuş, tayin tayin” diye bağırıyordu. Kendi kendime tayin de ne demek, diye düşünmüştüm. Sonra öğrendim ki ekmekmiş… Kapıya gelen kasalardan ekmeklerini almalarını istiyormuş meğer…
İlk başlarda küçücük havalandırmada yürümek zor gelse de sonra volta atmayı öğrenirsiniz. Atılan voltalar dört duvar arasından başlar, sonra özgür bir kuş gibi şehrin sokaklarında devam eder. 12 adım sonra karşınıza çıkan duvar geri dönmenizi ister gibi öylece karşınızda durur. Zamanla nasıl geri dönmeniz gerektiğini öğrenirsiniz. Öyle bir refleksle dönersiniz ki sanki duvar açılmış ve şehrin sokaklarına dalmışsınız hissine kapılırsınız. Ardından ikinci duvar… Yine atik bir dönüşle artık hiç duraksamadan yürümeyi öğrenirsiniz. Küçük bir çocuğun yürümeyi öğrenmesi gibi… Artık duvarlara çarpmadan düz yürümeyi öğrenirsiniz. Hatta saatlerce aynı çizgi üzerinde hem de yere hiç bakmadan yürür hale gelirsiniz.
Eski mahkûmlar “volta, cezanın törpüsüdür” demişler… Yılların tecrübesi olan bir söz… Atılan voltalar, üzerinizde biriken her neyse törpüler ve yok eder. Ya da sayılı ve sayısız mahpusluk günlerinizi… Volta zindanda başlar sonra şehrin sokaklarında devam eder demiştim. Atılan hiçbir volta yoktur ki bu akıbete maruz kalmasın. Attığınız ilk adımlarla şehrin sokaklarına karışırsınız. Şehir, cezaevine girdiğiniz ilk günkü gibidir. Oysa geçen yıllar şehri yeni baştan imar etmiştir. Fotoğraflara baktıkça şehrin ne kadar değiştiğini görür ve hüzünlenirsiniz. Çünkü şehir anılarınızın bir parçasıdır. Ve Şehrin değişmesi ile anılarınızın da kaybolacağından korkarsınız. Onun için voltalarda gezindiğiniz şehir hep eski şehirdir. Çocukluğunuzun ve gençliğinizin geçtiği şehir… Şehrin sokaklarını arşınlarken en çok çocuk parklarının önünden geçersiniz. Çığlık çığlığa oynayıp gülen çocukların sesi size hayata dair bir şeyler hatırlatır… Ve nefes almaya başlarsınız. Orda oynayan her çocuk da aslında tanıdıktır. Kimi çocuğunuz, kimisi kardeşiniz kimisi de yeğeninizdir. Zaten bu yolculukta mutlaka sevdikleriniz hemen yanı başınızdadır. Onlarla konuşur, dertleşir, gülüşür veya hüzünlenirsiniz. Onun için volta atan bir mahkûma bakarsanız onun başka bir dünyada yaşadığını hemen anlarsınız. Beklenmedik bir anda atılan bir kahkaha ya da sıkı bir sohbete dalmış gibi dudaklarının oynadığını görürüsünüz. Veya gözlerindeki hüzün bütün açıklığıyla yaşadığı özlemi dışa vurur gibidir. Sevdiklerinizle yaşamayı ıskaladığınız yıllara inat, hasret giderirsiniz. Bazen evde içilen bir çay bazen de bir dağ başında yapılan piknikte beraber olursunuz. Güler ve eğlenirsiniz. Bu keyifli dakikalar bittiğinde, voltanın gerçekten üzerinizde birikmiş tüm ağır duyguları törpülediğini ve hafiflediğinizi anlarsınız. Böylece günler geçmesine rağmen sizler hâlâ ayakta kalarak, var olma mücadelesini sürdürürsünüz.
İki duvar arasında mekik dokur gibi atılan voltalar bana bazen Safa ile Merve arasında hacıların koşuşturmasını hatırlatır. Bu yürüyüş, bir çöle Rablerinin emri ile yerleştirilen bir anne ve yavrusunun hikâyesidir. Hacer çaresizdir. Oğlu İsmail’in dudaklarını ıslatacak bir iki damla su aramaktadır. Bu annenin iki tepe arasındaki çaresiz koşuşunu, Allah karşılıksız bırakmayacak ve ona zemzem kuyusunu bahşedecektir. Müminler de Allah’ın sonsuz rahmetini anmak için binlerce yıldır o ritüeli devam ettirir. Böylece her çaresiz anımızda eğer O’na doğru koşarsak, dualarımızın karşılık bulacağına inanırız. Mahkûmların da aslında yaşadığı benzer bir çaresizliktir. Özgür olarak yaratılıp esaret altına alınınca, ne yapacağını bilmez haldedirler. Onun için atılan her volta, aslına rücu etmek için yapılan bir koşuyu hatırlatır bana…
Bu mekânlarda en özel günler ziyaret günleridir. Haftada bir gün bir saat sevdiklerinizle ses geçirmeyen cam bir pencerenin ardından bile olsa bakışmak ve konuşmak, ayrı bir duygu yaşatır sizlere… Sevdiklerinize dokunamamak size dokunsa da, yine de onlarla konuşmak ve onları görmek size iyi gelir. Onlarla konuşurken uzun uzun onlara bakarsınız. İyi olduklarını görmek sizi bir yandan mutlu eder diğer yandan endişelerinizi giderir.  Gözler en çok çocukların üzerinde dolaşır. Büyüyen çocuklar sizi mutlu etse de, onlarla yaşayamadığınız anılar yüreğinizde bir düğüm oluşturur. Ama o gülücükleri ve sizlere seslenişi, size yaşama sevinci sunar. Uzun mahpusluğa nasıl dayandığımı kendi kendime sorduğumda aldığım cevap hep aynı olmuştur. Birincisi Rabbimin sonsuz lütfu, ikincisi ise sevdiklerimin özellikle de yeğenlerimin sevgi kokan bakışlarıdır. Ziyaret uzun sürmez. Derken ayrılık zili çalar. O kısa zaman diliminde ne konuşursanız konuşun, koğuşa gittiğinizde aklınızda kalan sadece bakışlarıdır. Sanki zaman durmuş ve konuşma imkânı bulmamışsınız gibi gelir size…
Ses geçirmeyen cam pencerenin ardından ahize ile konuşurken, zamanla bu pencerelerin bir filtre gibi bazı şeyleri sakladığını öğrenirsiniz. Dışarıdan gelen haberler hep sansürlüdür. En güzel anlar paylaşılır; ne bir dert ne de sorun vardır. Aynı şekilde sizlerde, içerde her şeyin iyi olduğunu anlatmayı alışkanlık haline getirirsiniz. Çünkü ne içerdekiler ne de dışarıdakiler karşısındakini üzmek istemez. Sabır, iyilik ve hayır üzere yapılan dileklerle ziyaret sona ere.
Bir Müslüman olarak cezaevinde yaşarken, sahip olduğunuz inanç size dayanma gücü verir. En sıkıntılı anlarda Rabbinizin size olan seslenişi ile tekrardan hayat bulursunuz. Üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle sıkıntılarınızın en doruk anlarında seccadenizin alnınızı öptüğünü hisseder, gelen bu ilahi yardım ile hayatınıza kaldığınız yerden devam edersiniz. Aslında Allah ile olan irtibatını koparmış insanlık olarak, yaşadığımız her sıkıntı sanki bu irtibatı kurmaya yönelik ilahi bir uyarıya ve rahmete dönüşür. Bunun için “her zorluk ile beraber kolaylık vardır. Gerçekten her zorlukla beraber kolaylık vardır. Ve boşa düştüğünde yani yalnız başına zorluğun üstesinden kalkamayacağını anladığında hemen Rabbine yönel / O’na rağbet et…” ilahi çağrısı dudaklarınızdan terennüm ederken, Allah’ın sonsuz lütfuna tekrar tekrar şahit olursunuz.  Çünkü verdiğiniz her sese her zaman karşılık veren sadece O’dur. Denizin ortasında fırtınaya tutulan o insanların haykırışı aklınıza düşer. “Eğer bizi kurtarırsan ey Rabb! And olsun sana kulluk edenlerden olacağız.” Derken gelen ilahi yardım ile sahile ulaşınca, hiçbir şey yaşanmamış gibi eski hayatlarına geri dönerler. Karanın ve denizin karanlıklarından ilahi yardımla kurtulan insanların bu umursamaz tavrını düşünüyorum. Acaba diyorum. Bu gök kubbe altında üzerimize inen onca “sekine”ye rağmen kulluğumuzu hakkıyla yerine getiriyor ve bunda diretebiliyor muyuz? Yoksa sahili görünce dünyevileşen o insanlardan mıyız? Doğrusu akıbetimizden korkuyorum.
İnsan tabiatı itibariyle boşluk barındırmaz. Boş verdiğiniz an, mutlaka sizi ve ruhunuzu başka duygular alıp kuşatır… Onun için bir yandan mekâna ve size zorluk yaşatmaya çalışan sisteme direnirsiniz, diğer yandan iç dünyanızın size olan baş kaldırışına…
Siyasi olarak tutsaksanız, sistem sizi düşman bellediğinden her zaman ayrı bir hukuka tâbi tutulursuzunuz. Daha ilk günden başlar bu… Öncelikle kaldığınız zindanlar farklıdır. Yüksek güvenlikli cezaevlerinde kalırsınız. Ve size öngörülen hukuk gereği size yapılan muamele farklıdır. Çünkü onlar için affedilmeyecek tek suç devletin şahsiyetine yönelik suçlardır. Ya devlet suçluysa ve zalim olmuşsa…  Ya da inancınızı ayaklar altına almış ve buna isyan etmişseniz… Ya da meşruiyetini yitirmişse…  Hayır… Tek felsefe vardır, o da; devlet ebed müddet… Devletin bekasına dokunmak en büyük günahtır. Bunun dışında ne kadar ahlak dışı eylemde bulunmuş veya insanlık suçu bile işlemişseniz önemli değil…  Nihayetinde “Kader” mahkûmusunuz. Bir afla çıkar tekrar toplumun ifsadı için çalışırsınız. Tekrar yakalanır ve ufak bir ceza ile kurtulursunuz… Öyle ya… Sistemin kurbanısınız… Ama siyasi suçluysanız her şeye müstahaksınız demektir.
Sistemin size karşı çıkardığı zorluklara kimi dönemlerde barikat ve isyanlarla cevap verirsiniz. Ve istediğinizi bir şekilde koparırsınız. Hak verilmez alınır sözü gereği… Ama bu fazla uzun sürmez. Sistem bu açığını kapamak için yeni cezaevleri inşa eder sizler için… Böylece sizleri üç kişilik odalara koyar. Yalnız başınıza bırakarak direnişinizi kırmaya çalışır. Böylece devletin gücü karşısında itaat etmeyi öğretir aklınca… Ama bu o kadar kolay olmaz. İman ve umudunuz size her daim varlık nedeninizi hatırlatır durur… Zorluklar karşısında ise pasif olarak da olsa direnişiniz sürer… Çünkü vazgeçtiğiniz an, artık geri dönülmez bir yola gireceğinizi iyi bilirsiziniz.  Ve takatinizin bittiği yerde de sadece Allah’ı vekil tayin edersiniz.
Okumak ve yazmak, bu mekânlara ve de sisteme yönelik direnişinizin merkezine oturur. Bir yandan zihninizi okuyarak yeniler ve bu dar ortamdan sıyrılarak ruhunuza nefes aldırırsınız. Diğer yandan doğru bilgilerle yeni bir hayata mekik dokur gibi ilmik ilmik hazırlanırsınız. Nihayetinde bilgi özgürlüktür. Ve okudukça özgürleşirsiniz. Bu konuda Kur’an buyruğu yolunuzu durmadan aydınlatır. “De ki; Rabbim ilmimi artır…” Ve eliniz bazen kaleme uzanır. Böylece içinizde biriken ve akıtamadığınız duyguları yazarak, kâğıda boşaltırsınız. Aslında ne yazdığınız önemli değil. Mesele ruhunuzda birikenleri bir şekilde paylaşmak… Ve kâğıt aslında en iyi dinleyici olarak, size yarenlik eder. Kimi zaman bu yazdıklarınızı dostlarınızla paylaşırsınız; paylaştıkça hayra vesile olmasını dileyerek…  Kimi zaman kendinize saklarsınız; hatıra defterinizde saklı tutmak ve okudukça hatırlamak için… Kimi zaman da sadece siz ve Rabbiniz arasında kalsın diye yazdıklarınızı yok edersiniz…
İdeal sahibi Müslümanların bu mekânlarla hasbıhali çok eskilere dayanır. Onun için duvar hikâyelerinin bir parçası olmak, sizi kadim geleneğinizin bir parçasına dönüştürür; sizin duvarlara duvarın da size Rabbinizin huzurunda şahitlik etmesidir bütün mesele… Açılan avuçlar bu şahitliğin kabulünü diler ısrarla… O nedenle duvarlar nedense tanıdık gelir. Sanki buranın müdavimi olan eski dostlardan selam söyler gibi durur önünüzde… Ondan olacak hiç yabancılık çekmiyor insan… Tabi bir de özlem denen o insani duygu olmazsa… Buna rağmen zaman öyle bir geçer ki yılları nasıl geride bıraktığınızın farkına bile varamazsınız. Zamanın hızına tanıklık eden sadece eski fotoğraflar ve aynalar olur. Cezaevine girdiğim ilk zamanlarda Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevi’nde iken mahkûmlara öğütler yazdığı bir şiir okumuş ve çok beğenmiştim. O şiirde mahkûmlar için, aynaya bakma ve yaşını düşünme diyordu. Ama bunu yapmak mümkün olmuyor ki… İlla ki aynalara bakıyor ve yüzünüze çizilen yılların hatırasını gülümseyerek seyrediyorsunuz. Ya da yıllar önce çekilen fotoğraflara baktıkça yaşamın Kur’an’ın ifadesiyle nasılda gelip geçici olduğunu, asıl kalıcı olanın ahiret yurdu olduğuna yakinen şahit oluyorsunuz. Aslında bu bile insana en güzel teselliyi verebiliyor. Ahiretin varlığı sabrınıza sabır katar… Aksi halde geçen bir ömre dayanabilmek mümkün olur muydu hiç? Dostoyevski “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu” der. Allah’ın varlığı, sorumsuz ve sınırsız tüm davranışlar yerine vahyin öğretisi doğrultusunda bir yaşamın zorunluluğunu hatırlatır sizlere… Allah var olduğuna göre, attığınız her adımın mutlaka hesabını vereceksiniz demektir. Onun için Allah yolunda bu dünyada yaşadığınız her zorluk birer teferruata dönüşür. Kadiri mutlak ve adil olan Allah’ın hesabı, yardımı ve vaadi yeter size… O ne güzel vekil ve dosttur.
Ahmet Şat
Aralık 2013
Batman M Tipi Cezaevi

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.