İbn-i Arabî Risaleleri: RİSALETUN İLA’L İMAM ER’RAZİ
RİSALETUN İLA’L İMAM
ER’RAZİ
İMAM RAZİ’YE YAZDIĞI RİSALE
Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN.
ARABÎ K.S. İMAM RAZİ’YE YAZDIĞI RİSALE
Bismillahirrahmanirrahim
Bu, şeyh, imam, derin ilimler
sahibi, eşsiz alim, muhakkik, hakikatin kaşifi Muhyi'l- Mille ve'd-Din Ebu Abdullah
Muhammed b. Ali b. Arabi et-Tai, el-Endelü-si el-Mağribi'nin (k.s.) İmam, allame, dahi, engin
ilimler sahibi Fahru'l-Mille ve'd-Din Muhammed b. Ömer el-Hatib er-Razi'ye-Allah ömrüne
bereket versin ve mekanını cennet kılsın-yazdığı
risaledir.
Allah'a hamdolsun ve selam
seçtiği kullarının üzerine olsun. Allah için sevdiğim dostum Fahruddin Muhammed'e selam
olsun. Allah onun himmetini artt ırsm, rahmetini ve bereketlerini üzerine akıtsın.
İmdi... Senin yüksek konumundan
dolayı kendisinden başka ilah olmayan Allah'a hamd ediyoruz. Resulullah
efendimiz (s.a.v) bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Biriniz bir kardeşini sevdiği zaman, onu
sevdiğinden haberdar etsin, seni seviyorum, desin." Yüce Allah da bir ayette şöyle
buyurmuştur: "Ve tevasav bi'l hakkı / Birbirlerine hakkı tavsiye ederler." (Asr,3) Bazı
teliflerini inceledim, Allah'ın sana destek olarak sunduğu tahayyül gücünü ve büyük tefekkür
kapasiteni gözlemledim..
Nefis, kendi elinin kazancıyla
beslenmediği zaman cömertliğin ve bağışın tadına varamaz. Böyle bir kimse
ayaklarının altından yiyenlerden sayılır. Adam odur ki, üstünden yiyebilsin. Nitekim yüce Allah
bir ayette şöyle buyurmuştur: "Ve lev ennehum ekamu't tevrate vel incile ve ma unzile
ileyhim min rabbihim le ekelu min Jevkıhim ve min tahti erculihirn / Eğer onlar Tevrat'ı,
İncil'i ve Rablerinden onlara indirileni doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem
üstlerinden, hem de ayaklarının altından yerlerdi." (Maide,66)
Dostum -Allah onu muvaffak
kılsın- şunu bilsin ki, tam varislik, her yönden olanıdır, bazı yönlerden olanı değil.
Alimler, Nebilerin varisleridir. Dolayısıyla akıl sahibi bir kimsenin, her açıdan varis olmaya
çalışması ve himmetinin eksik olmamasına dikkat etmesi gerekir.
Dostum -Allah onu muvaffak
kılsın- bilir ki, insani letafetin güzelliği, taşıdığı ilahi marifetlerden kaynaklanmaktadır.
Çirkinliği ise, bu marifetlere sahip olmamasından doğar. Yüksek himmete sahip bir kimse
ömrünü muhdeslerle -sonradan olma varlıklarla -, onların ayrıntılarıyla tüketmemelidir.
Aksi takdirde rabbi ile ilgili payını elinden kaçırır. Aynı zamanda yüksek himmet sahibi bir
kimse, nefsini fikrinin egemenliğinden de kurtarmalıdır. Çünkü fikrin kaynağı
bilinmektedir. Amaçlanan Hak bu değildir. Allah'ı bilmek, Allah'ın varlığını bilmek değildir.
Kuşkusuz akıl, bir varlık olması
hasebiyle Allah'ı bilir. Bu bilme de ispat açısından değil, olumsuzluk açısındandır.
Bu ise, bir grup akılcı ve kelamcmın aksine bir görüştür. Efendimiz Ebu Hamid
(Gazali)-Allah ruhunu kutsasın-hariç. Çünkü o, bu meselede bizimle aynı görüştedir. Allah, aklın
fikri ve nazarıyla kendisini bilmesinden münezzehtir. Bu
yüzden akıl sahibi bir kimse,
müşahede bağlamında Allah'ı bilmek istiyorsa, kalbini fikirden arındırmalıdır. Yüksek himmet
sahibi bir kimse de, bu noktada edinimlerini hayal aleminden algılamamalıdır. Çünkü
bunlar somutlaşmış ve ötelerindeki anlamlara delalet eden nurlardır. Nitekim hayal,
akli anlamları somut kalıplara döker; örneğin ilmi süt, Kur'an'ı ip ve dini de kayıt
şekline sokar. Yüksek himmet sahibi bir kimsenin
öğretmeni, şahidi, küllî nefisten edinmekle bağlantılı şahidi müennes
olmamalıdır. Aynı zamanda kesinlikle yoksuldan da almaya eğilimli olmamalıdır. Kemali
ancak başkasına bağlı olan bir şey yoksuldur. Allah'tan başka her şeyin durumu da budur.
Himmetini yükselt; ilmi sadece keşif yoluyla Allah'tan al. Çünkü muhakkiklere göre Allah'tan
başka fail yoktur. Dolayısıyla Allah'tan başkasından da almazlar. Ama bu alış akit şeklinde
olmalıdır, keşif şeklinde değil. Allah ehli olanlar, aynel yakine ulaştıkları ve ilmel
ya-kini haddinden fazla önem vermedikleri (burun kıvırdıkları) için kurtuluşa erdiler.
Bil ki, fikir ehli olanlar,
fikirde en yukarı sınıra vardıkları zaman, bu fikirleri onları taklit ve kesin hükümlülük haline sokar.
Çünkü mesele, fikrin kavramasından çok daha büyüktür. Bu yüzden fikir var oldukça,
kişinin mutmain olması, sükunete kavuşması imkansızdır. Çünkü aklın da bir sınırı vardır;
fikri tasarruf gücü bağlamında bu sınırda durur. Aklın bir
diğer özelliği de yüce Allah'ın
kendisine bahşettiğini kabul etmesidir. O halde akıl sahibi bir kimsenin, cömertlik nefhalarına
yönelmesi ve kendi bakışının ve kazancının kayıtlarının tutsağı olarak kalmaması gerekir.
Çünkü kendi bakışı ve kazancı ile ilgili olarak daima kuşku içinde olacaktır. Senin,
kendisi hakkında iyi bir niyet ve güzel bir kanaat sahibi olduğun arkadaşlarından olup da
benim de güvendiğim biri bana anlattı: Bir gün senin ağladığını görmüş. O ve orada bulunup
ağladığına tanık olan başkaları, ağlamanın sebebini sormuşlar. Sen şu cevabı
vermişsin: "Otuz seneden beri inandığım bir mesele vardı. Biraz önce karşıma çıkan
bir delil sayesinde bu meselenin benim inandığım gibi olmadığını anladım. Bu yüzden
ağlıyorum. Şimdi oluşan kanaatimin de önceki gibi olmasından korkuyorum." Bu
senin sözündür. Aklın ve fikrin mertebesini bilen bir kimsenin sükunet bulması veya rahat etmesi
imkansızdır. Özellikle Allah'ı bilme hususunda. Kişinin Allah'ın mahiyetini gözlemle, ilmi
nazarla bilmesi imkansızdır. Ey kardeş! Sana neler oluyor? Neden bu vartayı
atlamıyorsun? Neden Resulullah'ın (s.a.v) meşru bir yöntem olarak belirlediği riyazet, cehd
ve halvet yoluna girmiyorsun? Yüce Allah'ın hakkında şöyle buyurduğu zatın nail olduğu
hakikatlere nail olmuyorsun? "Abden min ibadina âteynahu rahmeten min mdina ve allemnahu
min ledunna ılma / Kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş,
yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik." (Kehf,65) Senin gibi bir adam, böylesine
şerefli bir yola, böylesine büyük ve yüksek bir mertebeye
yönelir.
Dostum -Allah onu muvaffak etsin
- şunu bilsin ki, bir sebebin eşliğinde varolan her mevcudun-ki bu sebep de kendisi
gibi muhdes(sonradan olma)dir- iki yönü vardır. Bir yönüyle sebebine, bir yönüyle de
var edicisine, yani yüce Allah'a bakar. Bütün insanlar sebeplerinin tarafına bakarlar,
hükema, filozoflar ve başkaları da öyle. Ancak Nebiler, Resuller, veliler ve melekler
(a.s.) gibi Allah ehli olan muhakkikler hariç. Bunlar sebepleri bilmekle beraber başka bir
yönüyle varlığın var edicisine bakarlar. Bunlardan bazısı, varlığın sebebi
yönünden Rab-bine bakar, varlığın kendisi yönünden değil. Böylele-ri:
"Kalbim Rabbimden aktararak bana anlattı", derler. Kamil olan bir başkası ise "Rabbim bana
anlattı" der. Nitekim bizim arkadaşlardan arif olan birisi buna şöyle işaret etmiştir: "Siz,
ilminizi harebelerden, ölüden ölüye naklen edindiniz. Biz ise
ilmimizi daima diri ölümsüz
olandan aldık..." Varlığını başkasından alan birinin bizim nezdimizdeki hükmü, hiçbir
şeydir. Arif, kesinlikle Allah'tan başkasına dayanmaz. Sonra dostum şunu da bilsin ki,
Hak, Bir olsa da, Onun bize bakan yönleri çoktur ve farklıdır. O halde ilâhî telkin
ve tecellilerin bu kısma dair örneklerine dikkat et. Çünkü Hakkın senin katında Rab oluşunun
hükmü, egemen olmasının hükmü gibi değildir. Aynı şekilde Rahim oluşunun hükmü de
Muntakim (öç alıcı) olmasının hükmü gibi değildir. Aynı durum bütün isimler (esmalar)
için geçerlidir. Bil ki, ilâhî veçh- ki
Allah'tır-, Rab, Kadir ve Şekur (şükürleri kabul eden) gibi bütün isimlerin ismidir. Bunların tümü
de içlerinde bulunan sıfatlardan dolayı cemedici zat gibidirler. O halde Allah ismi
bütün isimleri (esmaları) kapsamaktadır. Dolayısıyla müşahede esnasında Ondan sakın.
Çünkü O'nu mutlak olarak müşahede edemezsin.
Eğer bu cami isimle sana
seslenirse, ne ile seslendiğine bak. Ayrıca bu münacatı veya müşahedeyi gerektiren makama da
bak. Hangi ilâhî isimle bakıldığına da bak. İşte sana hitap eden veya senin gördüğün bu
isimdir. Şekli değişim esnasında ifade edilen O'dur. Örneğin suda boğulmakta olan bir
kimse "Ya Allah."dediği zaman, bu "ya Gayyas=yardım
eden" veya "ya
Munci=kurtarıcı" veya "ya Munkiz=kurtarıcı"demektir. Ağrıları
olan birisi "Ya Allah" dediği zaman
bunun anlamı "ya Şa-fi=şifa veren" veya "ya Muafi=sağlık bahşeden" ve benzeridir.
Şekli değişim derken şunu demek istiyorum: Müslim sahihinde rivayet eder ki: "Yüce
yaratıcı, tecelli eder, ama görenler Onu tanımazlar ve Ondan sakınırlar. Bunun üzerine önceden
tanıdıkları şekle dönüşür. Böylece daha önce tanımadıkları rablerini bu sefer
tanırlar." İşte buradaki müşahedenin, Rabbani münacat ve hitabın anlamı budur.
Akıl sahibi bir kimsenin
ilimlerden sadece zatını tekamül ettireceği ilimleri talep etmesi, onunla intikal edeceği
makama intikal etmesi gerekir. Bu da Allah'ı bilmekten başka bir şey değildir. Bunun
yolu da ilâhî bahsediş ve müşahededir. Örneğin tıp ilmine, ancak hastalıkların bulunduğu bir
ortamda ihtiyaç duyarsın. Hastalık bulunmayan bir ortama taşındığın zaman bu ilimle
kimi tedavi edeceksin? Akıl sahibi bir kimse, haberdar olma ihtimali olan bir yerde çaba
sarf etme gereği duymaz. Şayet Nebiler tıbbı gibi vehbi bir yoldan elde etmişse, onun
sınırında durmaz ve Allah'ı bilmeyi taleb eder. Hendese ilmi de öyle. Böyle bir
ilme ancak alan ölçümünde ihtiyaç duyulur. Başka bir yere intikal ettiğin, bu alanı
terk ettiğin zaman, nefis yalın olarak kalır ve hendese ile ilgili olarak elinde hiçbir şey kalmaz.
Aynı durum bütün ilimler için de geçerlidir. Nefis ahiret
alemine intikal ettiği zaman, bu
ilimlerin tümünü geride bırakır. Şu halde akıl sahibi bir kimse, bu gibi ilimlerden sadece
ihtiyacın zorunlu kıldığı kadarını edinmelidir. Öyle bir ilim edinmelidir ki, taşındığı her
yere bu ilim de kendisiyle beraber intikal etsin ve işe yarasın. Bu da iki ilimdir. Biri Allah'ı
bilme, diğeri de ahiret menzillerini, ahiret makamlarının
gerektirdiği görevleri bilmedir.
Ta ki insan, ahi-rette kendi evinde yürüyormuş gibi yürüsün ve hiçbir şeye orada yabancılık
çekmesin. Çünkü bu ilimlere sahip kimse irfan ehlidir, inkar ehli değildir. Ahiret menzilleri
de temyiz menzilleridir, kaynaşma menzilleri değil. Kaynaşma menzilleri de
karışıklığa neden olurlar. Kişi iyice arınıp ihlas düzeyine eriştiğinde,
dolayısıyla bu makamı elde ettiğinde
ayrışır ve Rableri kendilerine tecelli ettiği zaman, "Senden Allah'a
sığınırız, sen bizim rabbimiz değilsin. Rabbimiz bize gelinceye kadar burada bekliyoruz,"
diyen ve rableri bildikleri surette kendilerine tecelli ettiğinde Onu tanıyıp Rablığını ikrar eden
gruba katılır. Ne büyük hayret! Şu halde akıl sahibi bir kimse, riyazet, cehd ve şartları
belirlenmiş bir yolda halvet yöntemi esasına dayalı olarak bu iki ilmi keşfetmelidir. Halveti,
halvetin şartlarını ve bu menzilde tecelli eden ilimleri belli bir düzen içinde bölüm bölüm anlatmak
istiyordum. Ancak zaman buna engel oldu. Zaman
derken, bilmediklerini inkar
eden, taassup kıskacına giren, gösteriş ve liderlik sevdası yüzünden Hakka boyun eğmeye ve iman olmasa
bile teslim olmaya yanaşmayan kötü niyetli alimleri kast ediyorum.
Burada risale
son buldu. Allah her şeye yeter. Evvel (ilk), Ahir (son), Batın ve
Zahir olarak
hamd O'nadır.
Salat ve selam,
zikreden ve şükreden Nebisinin üzerine olsun.
Fasıl:
"Lâ tedrikuhu'1 ebsar /
Gözler O'nu göremez." (En'am,103) ayeti hakkındaki değerlendirme Celâl kapsamına
girer. Onun karşılığı olan Cemal de onda gizlidir. Hz. Resulullah'a (s.a.v.) soruldu:
Rabbini gördün mü? diye. Buyurdu ki: O, nuranîdir. İzzet perdesi indirilmiş haldedir; ebediyen
açılmaz." O, gözlerin hakimiyetine girmekten münezzehtir. O'nu müşahede
ederken de böyledir. Çünkü müşahede hayret ve acziyet içinde gerçekleşir. O'nu görmek
O'nu görmemektir. Sıddık'm söylediği gibi: İdraki anlamaktan aciz olmak idraktir.
İşaret:
Gözler havayı göremez; çünkü hava
içinde yüzerler. Bir şeyin avucunda olan, o şeyi idrak edemez.
Diğer bir
işaret:
Göz suyun rengini ve
berraklıktaki yoğun şeffaflığı görmek ister, fakat göremez. Eğer görürse, onu sınırlandırmış,
kayıt altına almış olur. Çünkü berraklıkta o da kendisine benzer. İdrak, kendisini idrak
edemez. Çünkü kendisi kendi içindedir. Ama onu idrak eder. çünkü o gören ve görülen gözdür.
Üçüncü İşaret:
Göz, parlak bir cisme baktığı
zaman, onda bir takım şekiller görür. Şu halde şekilleri idrak etmiştir, parlak cismi
değil. Çünkü parlak cisimden yansıyan suretin karşılığı olan nesneyi parlak cismin kendisinde
görmek istese buna güç yetiremez. Çünkü parlaklık sınırlandırılamaz. Ona ne gördüğü
sorulsa, parlaklığı gördüm, diyemez. Çünkü parlaklık
sınırlandırılamaz ve bir hükme
tabi kılınamaz. Eğer biri böyle bir iddiada
bulunursa, o cahildir ve gözlemlediği şey hakkında
herhangi bir bilgiye sahip
değildir. Ama, suretten veya gördüğü şekilden bahsederek gördüm, bu sözü doğrudur. İşte bu
şeyler gözü idrak etmekten yücedirler; çünkü mahlukturlar. Göz ise onları
kayıtlamaksızın idrak eder. Bu şeylerin göze yönelişleri zatidir ve görenlerin görmesi esnasında
kesinlikle bir suretten hali değildirler. Bu da bizim söylediklerimizin gerçekliğini
ortaya koymaktadır.
Bil ki, hiçbir göz ve hiçbir akıl
yüce Allah’ı ihata edemez. Ancak zayıf vehim, O’nu somutlaştırır, tasavvur eder. Bu
durum, bazı akıl erbabı için geçerlidir, ki Allah’ı hayal ettiklerinden ve
vehmettiklerinden tenzih etmişlerdir. Sonra tenzihin ardından vehmin ve hayalin etkisi altına girerler ve
O’nu orana vurmaya kalkarlar. Bir ayette yüce Allah şöyle buyurmuştur: “İza messehum taifun
mineşşeytani tezekkeru feiza hum mubsirun / Şeytan tarafından bir vesvese
dokunduğunda hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (A’raf, 201)
Gerçeği görmekten maksat, aklın
sahih bir delile dayalı olarak ortaya koyduğu tenzihe dönmelidir. Hamd Allah’a hastır.
Bismillahirrahmanirrahim
Söylendiğine göre, sadıklardan
biri insanları Allah’a tevhidi esas alarak davet etti. İnsanlar ancak birer birer
davetine icabet ettiler. Bu sadık kişi bu duruma hayret etti. Bunun üzerine yüce Allah ona şöyle
vahyetti: Akılların sana icabet etmesini mi istiyorsun? Evet, dedi. Buyurdu ki: O zaman beni
onlardan gizle. Dedi ki: Onları sana çağırdığım halde nasıl seni onlardan gizleyebilirim?
Buyurdu ki: Sebepler, sebeplerin sebepleri hakkında konuş. Bunun üzerine bu sadık kişi,
insanları bu yöntemle Allah'a davet etti. Neticede büyük bir kalabalık çağrısını kabul etti.
Eğer Allah, müminlerin kalplerini dost edinme-seydi, imanı onlara sevdirmeseydi, süslü
gösterme-seydi, küfrü nefret ettirmeseydi, kötü göstermeseydi, karanlıklar içinde
şaşkın halde dolaşacaklardı, helak denizlerine batacaklardı. Bunun nedeni
insanların hayatında alışkanlıkların belirgin bir etkinliğinin olması ve her şeyi sebepler
bağlamında algılamalarıdır. Ne var ki, yüce Allah, müminlerin kalplerini korumuş, onlara imanı
sevdirmiş ve süslü göstermiştir. Buna karşılık küfür ve günahı da onlara çirkin
göstererek nefret etmelerini sağlamıştır. Bu nedenle örtülü gaybe inananları övmüştür. Bu yüzden
yakınlaştırılmışlar (mukarrebin) nuru müşahede etme hususunda öne geçmişlerdir. Yüce Allah bir
ayette şöyle buyurmuştur: "Allahu. veliyyullezîne âmenu yuhricuhum minezzulumati
ilâ'nnûrî / Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan nura
çıkarır." (Bakara,257) Eğer insanlar, tabiatları itibariyle karanlık
içinde olmasalardı, yüce Allah,
kendilerini karanlıktan çıkarıp yakin nuruna kavuşturmasından
dolayı onlara minnet etmezdi. Bir
rivayette belirtildiğine göre, yüce Allah mahlukatı karanlıkta yarattı. Sonra onların
üzerine nurunu serpti. Nurun isabet ettiği kişiler doğru yolu bulmuş, nurun isabet etmediği
kimseler de sapmışlardır. "Yemhullahu ma yeşau ve yusebbit / Allah dilediğini
siler, dilediğini de sabit bırakır." (Ra'd,39) ayetine ilişkin anlamlardan biri de şudur:
"Muvahhitlerin kalplerinden sebepleri siler, kendisini sabit bırakır.
Nazar ehlinin kalplerinden birliğini
siler, sebepleri sabit bırakır." Eğer hiçbir arif tevhidi bir kitapta resmetmeseydi veya hiçbir alim
bir hitapta keşfetmeseydi, genel ilimler onu müşahede etmekten aciz olurdu. Akılların
fikirleri de, anlattığımız nedenden dolayı, zayıf oldukları için onu keşfetmenin yükünü
kaldırmakta yetersiz kalırdı. İşte akılların apışıp kalması ve akıl sahiplerinin çaresizlik içinde
şaşkınca susması bu yüzdendir. Ancak biz, henüz akılların ulaşamadığı şeyleri ibda etmek
istemedik veya akılların hayretler içinde kalıp şaşırdıkları şeyleri izhar etmekten kaçındık.
Anlattıklarımızdan gerekli nasibin alınmamasından korktuk. Dolayısıyla zararını
savdığımız şeyler dinleyenler için bir yarardır.
Tevhid ilminin haki'kati
marifetin batınıdır. Bu da, yakın ve özel sevgiliye has bir sıfat aracılığıyla bilme vasıtasının
bilinenden önce olmasıdır ki bunların tümünün bilinmesi imkan dahilinde değildir.
Rububiyet sırrını ifşa etmek küfürdür. Ariflerden biri, tevhidi açıkça dile getiren ve vahdaniyet
sırrını ifşa eden kişinin öldürülmesi on kişiyi yaşatmaktan
daha efdaldir, demiştir.
Biri de şöyle demiştirrRububiyetin
bir sırrı vardır ki, eğer bu sır açıklanırsa Nübüvvet iptal olur. Nübüvvetin de bir
sırrı vardır; şayet açıklanırsa ilim iptal olur. Allah'ı bilenlerin de bir sırrı vardır; eğer bu sır
açıklanırsa hükümler iptal olur. Dolayısıyla imanın ayakta durması ve şeriatın istikamet
üzere egemen olması, sırrın gizlenmesine bağlıdır, bundan
dolayı tedbir gerçekleşmiş, emir
ve yasaklar konulmuştur. Allah, emrini yerine getirme hususunda galiptir. Bunun üstünde
tevhit ilmi vardır. Bundan türetilmiş isim de vahdani'dir. Tevhit bu ismin sıfatıdır. Bunun
üstünde ittihat ilmi vardır. Bundan türetilmiş sıfat müttehittir. Bu ikisinin de
üstünde vahdaniyet ilmi vardır. Bundan türetilmiş isim ise Vahittir. Bunun üstünde Ahadiyet
ilmi vardır. Bundan türetilmiş isim ahattir. Bunlar, sıfatları ve nitelikleri olan isimlerdir.
Nurları da vardır. Bu nurlardan ilimler doğar. İlimlerden de müşahedeler çıkar. Yani hepsi
birbirinden kaynaklanır: "Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen biri vardır."
Bil ki, tevhit ilmi bu ilimlerin
ilkidir. Bu müşahedelerin en geneli, bu nurların en açığı ve halka en yakın olanıdır.
Bundan türemiş isim muvahhittir. Mahlukat bundan kaynaklanmış, zuhur etmiştir. Bu,
Allah'ın Birlenmesidir; muvahhitler, bütün mahlukatından O'nu ayırarak birlemişlerdir. Bu
da onlara O'nun rahmeti olarak geri dönmüştür. Müşahedeler, mahlukatin
tevhidinden önce, rabbin kendisini kendisi ile kendisi için birlemesidir. Dolayısıyla
mahlukatin O'nu birlemesi, O'nun kendisini birlemesinden kaynaklanır. Ki biz bunu kinayeli
olarak anlattık ve açıkladığım hususlar kapsamında gizledik. Çünkü O, gayp
hazinelerinde anlayış gözlerinden gözlenip perdelenmiştir. Bütün melekut ilmini de aşmıştır. O,
bunun ötesinde ceberut hazinelerindedir. Bununla ilgili olarak da kalplerin azığından söz ettik
ki, müridin buna iman etmesi kaçınılmazdır. Alimimiz, yani Sehl b. Abdullah et-Tusteri şöyle
der: İlimler üç kısma ayrılır: zahiri ilmi, zahir ehline bıraktık. Batıni ilim, onu da
ancak ehil olanlara açıklayabiliriz. Bir diğer ilim de vardır ki, alim ile Allah arasında bir
sırdır. O alimin imanının hakikatidir, onu zahir ehline de batın ehline de açıklamaz. Ondan önce
selef ulemasından biri şöyle demiştir: "Bir alim, bir kavme akıllarının ermediği bir
ilmi anlatıyorsa, onları fitneye düşürmüş olur." Bu Ebubekir el-Mekki (k.s)'nin
Fedailu'ş-Şehade adlı eserinden bir bölümdü.
Şeyh Muhyiddin
b. Arabi'nin (k.s) Sözleri:
İmkan mertebesi, içerdiği mümkün
nitelikli olgularla birlikte gayptir ve bir karanlığı vardır. Varlık nurunda
belirginleşenler de mümkün nitelikli olgulardır. Bu mümkün varlıkların bazısının hükümleri
diğer bazısına Hak ile ve Hak içinde zahir olur. Hak yüce Allah'tır. Allah için bir sınır
olmadığı gibi belirginleşme de yoktur. Bu nedenle varlıkta vaki olan örnek de asla uygun olmuştur.
Çünkü mürekkep divitle birlikte olur. Bu, imkan mertebesine ve bu mertebenin
içerdiği mümkün varlıklara benzer. Ki Hak bu mertebeyi ve içeriğini varlık ve bilgi olarak
kuşatmıştır. Mümkün varlıkların hakikatleri divitte gizli olan
harfler gibidir. Nitekim
"Allah vardı ve beraberinde hiçbir şey yoktu." sözüyle buna işaret edilmiştir. Benim sözlerim de bu
anlamı vurgulamaya yöneliktir.
İlâhî zati gaypte sayısal çokluk
ve varoluşsal belirginleşme olmaz. Kağıt ve üzerine yazılan şeyler, içinde varlıkların
suretleri belirginleşen genel varlık nurunun yayılması gibidir. Yazı, var etme, ortaya
çıkarıp izhar etme ve aracı olma sırrıdır. Yazma aracı, ilâhî kalemdir. Yazan ise, var eden,
yaratan, yoktan meydana getiren ve şekil veren olarak Haktır. Tıpkı tekli üç parmak ucu
gibi. İlkinde ve onunla üretim, niyet ve irade gerçekleşir. Sonra yazılması irade edilen
şeyin zihinde canlandırılması. Ki iradi bir tahsis olayıdır ve ortaya çıkan tüm malumları
kuşatan öğreticiye tabidir. Alim bir katibin yazmak istediği
şeyleri edinmesi iki temel unsura dayanır. Biri ilk bilgidir, diğeri ise, somut
varlıklardan edinilen histir. Burada da aynı durum söz konusudur. Birincisin örneği, Hakkın zatını
bilmesi ve zatını bilmesinin aynısı olarak her şeyi bilmesidir. Somut varlıklardan edinilen
hissin örneği de yüce Allah'ın mümkün nitelikli varlıkların hakikatlerini ve imkan huzurunu
görmesidir. İlmin ezelden buna taalluk etmesi, zati bir taalluktur ve bilindiği sınır ve
üzerinde bulunduğu durum çerçevesinde varlık aleminde
ortaya çıkarmasından ibarettir.
İşte bu, bilenin bilgisinin bilinene (malum) gönderdiği bir sırdır. Bilmenin bu iki ilmi
temelini birleştiren nispetle ilgili bir çok sır vardır. Ancak bunları açıklamaya vakit elvermiyor.
Ayrıntılarına geçmeden sadece bu sırlardan birinin şu ayet olduğunu söylemekle yetiniyoruz:
"ve lenebluvennekum hattâ n'aleme / ...bilinceye kadar,
sizi imtihan edeceğiz."
(Muhammed,31)
Hüseyin
el-Hallac bir öğrencisine şöyle yazar:
Oğlum! Selam üzerine olsun.
Allah, şeriatın zahirini senden gizlesin ve sana küfrün hakikatini açsın. Çünkü şeriatın
zahiri gizli şirktir, küfrün hakikati ise açık marifettir. İmdi. Bil ki, dilediği kimseye bir iğnenin
ucunda tecelli eder, dilediği kimseden de göklerde ve yerlerde gizlenir. Onun kendisi
olmadığına şahitlik etti. O da O'nun başkası olduğuna şahitlik etti. Dolayısıyla O'nu ispat
ederek şahitlik edenle, O'nu nefyederek şahitlik eden yerilmez. Bu mektubu sana
yazmamın amacı şudur: Allah'a aldanma, ama O'ndan ümidini de kesme. O'nun sevgisini arzu
etme; fakat O'nu sevmeyen biri olmaya da razı olma. O'nu
ispat etme, ama nefyetmeye de
meyletme. Aman ha, tevhitten sak ın. Vesselam.
Sözlerine mecazi bir dille
söylediği şu şiiri ekler:
Allah'ın dininin üzerine örttüm.
Örtmek vaciptir Benim için. Müslümanların nezdinde ise küfür çirkindir.
Şeyh'in sözü:
Bil ki, bütünüyle alem, Allah'ın
uyku tutmaz gözünün bebeğidir. Yüceler alemi gözünün kapağıdır. Aşağı alemler
de gözün alt kapağıdır. Yüceler aleminde meleklerin taksim edilişi gözün üst
kapağının kirpikleri, süfli varlıklar da alt kapağın kirpikleridir. Küllî nefis gözün karasıdır. Küllî ruh
gözün beyazıdır. Yüce Allah bu gözün nurudur. Yüceler alemi ve aşağı alemler gözün üst
ve alt kapaklarıdır dedik, çünkü bunlar nurun zuhurunu muhafaza ederler.
Eğer insanın gözünün kapağı
kesilirse gözün nuru dağılır, parçalanır; neticede hiçbir şey göremez. Aynı şekilde eğer
yukarı ve aşağı alemler ortadan kalkacak olursa Allah'ın nuru dağılır ve neticede ondan
hiçbir şey idrak edilmez. Allah'ın gözü derken, Allah'ın içinde taayyün ettiği şeyi kast
ediyoruz, o da bütünüyle alemdir.
Hiç yorum yok