İbn-i Arabî Risaleleri: RİSALETUN Fİ SUALİ İSMAİL B.SEVDEKİN
RİSALETUN Fİ
SUALİ İSMAİL
B.SEVDEKİN
Şeyhu’l Ekber
MUHYİDDİN İBN.
ARABÎ K.S.
İSMAİL B.
SEVDEKİ’NİN SORUSU İLE
İLGİLİ RİSALE
Bismillahirrahmanirrahim
Şemsuddin İsmail b. Sevdekin
en-Nurî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun), Şeyhlerin şeyhi Muhyil-Mille ve'd-Din'e
(Allah ondan razı olsun), insanların himmetlerinin ulaştığı en son nokta olup, zahiri ve Batıni
eşyanın kendilerine zuhur etmesi durumunda Allah'ı bilmeyi gerçekleştirdikleri
mertebelerin ve hallerin en yükseğinin ne olduğunu sordu.
Buna cevap olarak şöyle dedi:
Mümkün varlıklar alemindeki her
şey, bizzat Vacibu'l-vücuttan, en özel şekilde sadır olmuşlardır. Akılcılar, bunu
akl-ı evvel (ilk akıl) olarak ispat etmişlerdir. Bu tür mümkün varlıklar, bir sebeple birlikte
veya bir sebepten kaynaklanarak varolmuş gibi görünseler de, muhakkikler daha özel bir açıdan
görebilmektedirler. Bunlar her neyi görürlerse mutlaka
onda Hakkın vechini de görürler.
Çünkü hiçbir şey "O"ndan hali değildir. Eğer "O" olmasa
olamazlar. Ama bu, filozofların
söyledikleri gibi illet veya failler mahiyetinde aracılar ispat etmek suretiyle bir temele
dayanmak şeklinde değildir. Aksine bu, bir sebeple birlikte veya bir sebepten kaynaklanmadan
varolan ilk varlıktan kaynaklanmak mahiyetindedir. Bize
göre de her mümkün varlık bu
şekilde sadır olmuştur ve sebebiyetin O'nun üzerinde
kesinlikle hiçbir etkisi yoktur.
Sebepler, Allah'ı bilmeleri hususunda insanlar için birer
sınama aracı olarak halk edilmişlerdir.
Ki Allah'ı bilenler arasında üstünlük durumu hasıl
olsun. Hangi varlık mertebesinde
olursa olsun, her mümkün varlığın korunması ve bekası
bu şekilde gerçekleşir. Çünkü her
malum(bilinen), kendisine ilişkin bilgi kapsamında
mevcuttur ve kendisini bilen
açısından zahirdir. Bilen onu görmekte ve işitmektedir; yok
olsa da. Yokluğu sadece
kendisiyle ilgilidir, onu bilenle ilgili değildir. Bu yüzden, varlığın
hangi mertebesinde olursa olsun
korunması ve bekası bu şekildedir diyoruz. Muhakkik ilim
olarak değil zevk olarak bu
mertebeyi gerçekleştirdiğinde, onun şey olması üzerinde
herhangi bir etki bırakmaz. Çünkü
onu, hakkın veçhinin onun şeyliğinde olması açısından
müşahede etmektedir. Bu makamda
hal olarak gerçekleşmiş alime, herhangi bir vakitte, bu
şeyin şeyliğinden dolayı kabz ve
göğüs sıkışması hali baskın gelirse, bil ki, kabz, göğüs
sıkışması veya şeyin olması onun
yanında tahakkuk etmiştir. Biz onun, her şeyde hakkın
veçhini bilen olduğunu
varsaydığımıza göre, kendisine baskın gelen şeyde de hakkın
veçhini müşahede etmiş olması
gerekir. Bu halde de hakkın hakikatlerini tahkik etmiş
olması lazımdır. Ki Hak kıyamet
günü, daha önce kimsenin öfkelenmediği kadar öfkelenir
ve daha sonra da kimse bu şekilde
öfkelenmeyecektir. Nitekim Sahih-i Müslim'de, İman
kitabı Şefaat bölümünde yer alan
bir hadiste belirtildiğine göre, kabzı, daralması ve öfkesi
bu ilahi gazap veçhini
görmesinden dolayıdır. Allah için, Allah hakkında ve Allah ile
öfkelenmek yani. Dolayısıyla bu
kimse bir yönden, bir halde hem bast hem de kabz
halindedir. İki yönden ve iki
itibardan dolayı değil. Tam tersine bu açıdan kabz halinde iken ilâhî yönden bast halindedir. Ve
bu kevni bir sebepten dolayı değildir. Bu ilâhî yoldaki
enteresan sırlardan biridir
Ebu Said el-Harraz'a sorulmuş: Allah'ı
ne ile bildin? diye. "İki zıttı bir arada bulundurmasıyla", diye cevap
vermiş. Çünkü Allah, son (Ahir) olması bakımından ilk
(Evvel)tir. Zahir olması
bakımından batındır. Çünkü her bakımdan bir olan, nispetlerle veya
izafelerle çoğalmaz. Yani zatı itibariyle
üzerinde bulunduğu cisim gibi bir şeyden ya da
sıfatlar ve arazlardan dolayı
sayı olarak çoğalmaz. Bir ve Tekten Bir ve Teke sığınırız.
Onun tekliğinin kemali
ulu-hiyetine ve zatı olmayan kendiliğinden varlığından ileri
gelmektedir. Dolayısıyla bu
sahneye erişmiş kişi, insanlık niteliklerinin elverdiği ölçüde
imkanlarının gereğince tasarrufta
bulunur. Ve sıfatları ve ru-haniyeti nispet ve izafe olarak
da eksilmez. Bu yüzden, sıfatları
eksilmez, dedik. Çünkü bundan, aynlerin varlığı bir'de
çokluğu gerektirir, şeklinde bir
vehim doğar. Oysa Bir'de çokluk imkansızdır. Bu, hallerin ve makamların en mükemmelidir. Bunun
ötesinde Allah yolunu izleyen kişi için bir amaç
olmaz. Çünkü bu mutlak Hak'tır,
bir şeyin varlığını da yokluğunu da kapsar. Bir olan Allah'a
hamdolsun. Yüce ve azamet sahibi
Allah'tan başka güç ve kuvvet yoktur. Yaratıcının ilmi, bilmemeyi
barındırmayan bir bilmedir. Onu bilmekse, bilme barındırmayan bilmemedir ve
alimlerin ilminin vardığı son nokta da burasıdır.
Namaz
Tekbirlerinin Sırlarını Bilme Babı:
Onu ululuyorum,
her fiilde ki
Bana bakan için,
tecelli etmiştir isimlere
Çünkü bana
görünen, Odur ki
Bu fiilde
görüyorum Onu, Rabbim ve amirim.
Bir menzilde ruh şöyle dedi: Bil
ki, her şey için iki huzur vardır. Nitekim bizim şu
sözümüzde bunda açıklığa
kavuşmuştur: Varlık bütünüyle iki şeye dayanır. Dolayısıyla
Allah, ki bunu derken ismi kast
ediyorum, bütün güzel isimleri toplamıştır. Uluhiyete sahip
zat ise, bütün zati kutsi
sıfatları ve en uzak alemden en yakın aleme bütün hazır sıfatları
toplamıştır. Dünyevi veya semavi
hallerden herhangi birinde bulunduğun zaman, hiç şüphe
yoktur ki, isimlerden birinin
egemenliği altındasın, ister bunu bil, ister bilme, ister bu ismin
müşahedesine vakıf ol, ister
olma. Çünkü seni hareket ettiren, durduran veya renklendiren
ve yerleştiren isim sana diyor
ki: Ben senin ilahınım. Bu sözü doğrudur. Senin de, Allahu
Ekber! demen gerekir. Sen, ey
isim! O'nun fiilinin sebebisin. Bu bakımdan senin için
sebeplik yüksekliği, Allah için
de ilahlık yüksekliği vardır. İsmi tafdil kalıbıyla Onun için
"yaptırdı" denebilir.
Çünkü bu, benzerlik huzuruna ait bir durumdur. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Kulid'ullâhe
evid'ur rahman eyyem ma ted'ü fe lehul esmaul husna/ De ki:
İster Allah deyin, ister Rahman
deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na
hastır." (İsra, 110) Aynı
şekilde Allah'ın yüce sıfatları da vardır. Çünkü O, Allah, er- Rahmandır, er-Rahimdir,
el-Melikdir, el-Kuddüsdür, es-Selamdır, el-Mümindir, el
Müheymin (her şeye egemendir),
el-Azizdir, el-Cebbardır, el-Mütekebbir (uludur), el-
Halık(yaratandır), el-Barî (şekil
verendir), el-Evvel(ilktir), el-Ahır (sondur), ez-Zahirdir, el-
Batındır, eş-Şekur (şükrü kabul
edendir), el-Alîm (bilendir), el-Kadirdir, er-Rauf (acıyandır),
er-Rahiym (merhamet edendir),
er-Rezzak (rızık verendir). Bunun gibi bize bildirdiği ve
bildirmediği, anlamını
kavradığımız ve kavramadığımız daha bir çok sıfatı vardır. Bu
anlamda "Allahu Ekber"
demek yerindedir. Bununla ilahi marifetler sabit olur, gerçekleşir.
Bu, mücmel bir husustur;
amellerin onu tafsil eder. Kapalı bir sırdır; hallerin onu açıklar.
Kesin olarak bil ki, zat, olduğu
gibi hiçbir zaman sana tecelli etmez. Aksine, herhangi
bir sıfatı gerekçesiyle sana
tecelli eder. Allah ismi de öyle. Hiçbir zaman anlamını
bilemezsin, anlamının boyutları
ile ilgili olarak hiçbir zaman teskin olamazsın. Zaten İlah
kulundan, Rab merbubundan bu sır
ile ayrılır. Eğer bu ayırım olmasaydı, o zaman helak
olan helak edene katılırdı.
Böylece mertebeler açıklığa kavuştu, nispetler bilindi, sebebin
hakikati anlaşıldı.
Allah, bizi ve
sizi hareket ettiricisini müşahede edip O'nu ululayanlardan
eylesin.
En büyük olan
Allah'ın, ki kendisinden başka Rab yoktur, tecelli ettiği kimselerden
kılsın. Bir olan Allah'a hamdolsun.
Sadece tükenmekte
olan ömre üzülüyorum
Bir araya gelmek
hususunda bir nasibimiz yok çünkü.
Hiç yorum yok