ULU HAKAN ABDÜLHAMİT HAN'IN TAHTTAN İNDİRİLMESİ-27 Nisan 1909


ULU HAKAN ABDÜLHAMİT HAN'IN TAHTTAN İNDİRİLMESİ

FETVA

Yahudi ve Mason kuklası İttihatçıların bazı din büyüklerini âlet ederek almaya çalıştığı Abdülhamîd'i şeriata ihanetle suçlayan küfür fetvasını, Allah korkusundan bir pay sahibi din adamları reddettikten sonra zamane Şeyhülislâmı Ziyaeddin Efendi verdi.

Aynen:

«îmam-ül müslimin olan Zeyd, bazı mesâil-i mühimme-i şer'iyeyi kütüb-ü şer'iyeden tayy ve ihraç ve kütüb-ü mez-kûreyi men' ve hark ve ihrak ve Beytülmalde tebzir ve israfla mesuğ-u şer'i hilâfına tasarruf ve bilâ sebeb-i şer'i kati ve haps ve tağrib-i raiyye ve sair gûna mezalimi itiyad eyledikten sonra...»

Diye başlayan mahut fetva cinayetinin, kelimesi kelimesine sadeleştirilmiş şekli:

«Müslümanların imamı (başı) olan şahıs, bazı ehemmiyetli şeriat meselelerini din kitaplarından siler, çıkarır, o kitapları yasaklar, yakar, hazineyi zarara sokar, boş yere harcar, şeriat dışı tasarruflara kalkar, tebayı öldürür, hapseder, sürer, türlü zulümlere hedef kılar ve doğru yola dönmeye ahd ve yemin etmişken, yemini çiğneyerek müslümanların hallerini ve işlerini tamamen bozacak büyük fitne çıkarmakta ısrar eder ve o şahsın tegalübüne sed çekince İslâm beldelerinin birçok yerlerinden o şahsı tahttan indirilmiş tanıdıklarına dair bildiriler gelir ve o şahsın yerinde tutulmasında zarar ve atılmasında iyilik görülürse kendisini imamet ve saltanattan ayrılmaya davet etmek veya doğrudan doğruya ayırmak şekillerinden hangisi ileri gelenler ve memleket idarecilerince uygun görülürse yapılması vacip olur mu? Elcevap: Olur!

      Esseyid Mehmed Ziyaeddin»

İsminin başında bir de (Esseyid) gibi sıfatların en mübarek ve muhteremini taşıyan bu din adamı ve Peygamber sülâlesinden olmak iddiasındaki kişinin fetvası, 36 Osmanlı padişahı arasında en dindarı Abdülhamîd'e yahudi ve mason tesiriyle küfür isnat etmesi bakımından küfrün ta kendisidir.

HEY'ET

Daha evvel sarayda, istikbalin Başkumandan Vekili Enver Bey'e (Paşa) geldiğini kaydettiğimiz telgrafla haber verilen heyet, Mabeyn Başkâtipi Ali Cevat Bey'in karşısında...

Heyet, âyân âzasından ve eski Padişah yaverlerinden Bahriye Feriki (Koramiral) Arif Hikmet Paşa, Ermeni cemaatinden Aram Efendi, Mebusan Meclisinden Draç Mebusu Jandarma mirilivası (Tuğgeneral) Esad Paşa ve Yahudilerden Selanik mebusu Emanüel Karuso Efendi'den kurulu...

Dikkat! Bu dört kişilik heyet içinde ikisi müslüman ismini taşıdıkları halde, tek bir Türk yoktur. Arif Hikmet Paşa, karışık ve katışık bir aileden, Es'at Paşa ise doğrudan doğruya Arnavuttur. Bunlar, İslamların Halifesi ve Türklerin Padişahına "Meclis-i Millî" yâni Türk Milletinin vekillerine mahsus Meclis adına, tahtan indirildiğini bildirmeye gelmişlerdi. Bir katışkan, bir Arnavut, bir Ermeni, ve bir de Yahudi, Ulu İslâm Halifesi ve Türk Hakanına, Müslümanlık ve Türklük namına diyeceklerdir ki:

Millet seni istemiyor, hal'etti; tahtından in aşağıya! Ve Millet, kendisinin kalp paradan daha sahte bu temsilcileri karşısında apışıp kalacak ve hiçbir vicdan sahibi çıkıp, Padişahını Yahudiye hal' ettiren denî hizbin yüreğindeki şenî küfrü, İslâm ile beraber Türk'ü batırmak kastını ortaya dökemeyecektir.

Başkâtibi okuyalım:

«Heyet ve miralay Galip Bey huzura girdiler. Şehzade Abdürrahim Efendi Hazretleriyle bu abd-i hakir ve diğer bazı hademe salon kapısının yanında bulunan paravanın önünde durduk. Heyetten Esat Paşa (Biz Meclis-i Mebusan tarafından geldik. Fetva-yi şerif var. Millet seni hal' etti. Ama hayatınız emindir!) dedi. Bunun üzerine Zat-ı Hümayunları kemal-i metanet ve vekar ile mumaileyhe biraz takarrub ederek, (Bu işi ben yapmadım! Sebep olanları millet arasın, bulsun. Ben milletimin iyiliği için çok çalıştım. Hepsi mahvoldu! Hepsinin üstüne sünger çekildi. Kaderim böyle imiş, Müsebbiblerini varsın millet bulsun. Yalnız bir ricam var: O da hayatımın Çırağan Sarayı'nda muhafaza edilmesidir. Ben orada hasta biraderimi bunca sene muhafaza ettim. Yarın bahçeden çoluk çocuğumla beraber oraya giderim. Zaten ben yorulmuş idim. Hiçbir şey istemem ve hiçbir işe karışmam. Milletten bunu rica ederim!) buyurdular. Esat Paşa ve Arif Hikmet Paşa, hayat-ı şahanelerinin emniyette olduğunu ve ancak mahal-i ikâmet tâyini için gûna memuriyetleri olmayıp, bu arzuy-u şahanelerini Meclise bildireceklerini beyan ederek gittiler.»

Başkâtibin paravana arkasından dinlediği iddiasına rağmen, hal'in tebliği tablosunu onun çizdiğinden ibaret sanmamalıdır. Her şeyden önce Es'at Paşa, (millet seni hal'etti!) değil, (azletti) demiştir. Buna karşı Abdülhamîd, "Yasîn" sûresi'nden işlerin "Aziz ve Alim"in takdirine bağlı olduğuna dair ayetten bir kısım okumuş ve sonra kuvvetli bir rivayete göre, müslüman ismi taşıyan paşalara dönüp, Karuso'yu göstererek şöyle demiştir:

- İslamların Halifesi ve Türklerin Padişahı'na hal'ini bildirmek için kurulan heyete şu Yahudiden başka alınacak insan bulamadınız mı?

Peşinden 31 Mart hadisesiyle en küçük alâkası bulunmadığını bildirmiş ve Çırağan Sarayı'nda oturmak dileğinde bulunmuştur. Buna da bizzat Karuso, millet nereyi gösterirse oraya oturacağını ve bunun Selanik olacağını söylemiştir.

Hal'in tebliği levhası bizzat Başkâtibin anlattığı gibi olsa da, yine aynı adamın şehadetiyle sabittir ki, Ulu Hakan bu esnada tarihte hiçbir hükümdarın olamadığı derecede vekarlı ve heybetlidir.

İşte:

«Sultan Abdülhamîd Han-ı Sâni hazretleri aklen ve cismen kavî ve metin, sahib-i kiyaset ve fetanet bir padişah-ı vakur ve mekîn olduğu halde, madde-i hal'in tevehhüm ve tahayyülü ve hattâ hin-i telâffuzda hal kelimesine müşahebeti olan (hal) kelimesi bile muvazene-i asabiyesini müteessir ve mütehheyic ettiği cihetle, daire-i kitabetçe bu kelimenin istimalinden daima tevakki ve ihtiraz olunur idi. İşte bunun için vükelâdan ve ulemadan ve müşirandan velhasıl eâli ve esafilden bir sınıf halk bu hayali bin türlü şekil ve surete sokup, kendilerine sermaye-i terakki ve maişet ittihaz ederek Zât-ı Hümayunlarının bu babdaki zaafından istifadeye kıyam etmişlerdir ki, bu alçakları memleket ve halkın ve Sultan Abdülhamîd Hân Hazretlerinin felâketini mucip olmuştur. Fesubhanallah; şurası şâyan-i dikkat ve hayrettir ki, otuz üç sene, tayf ve hayaliyle iştigal ve cidal etmiş oldukları hal, tecessüd ve tecessüm ederek huzurunda bütün çirkinliğiyle ve bütün dehşetiyle arz-ı endam eylediği halde, Zat-ı Hümayunlarinca bittabi ve bihakkın hasıl olmuş olan teessüratin asar ve alâimi zan ve tahmin olunan derecelerde görülmedi. Bilâkis bu ân-ı felâket istimalde Zât-ı Şahaneleri kendileri gibi sahib-i azm ve irade olan büyük adamlara mahsus ve münhasır bir tavr-ı azamet ve haşmet ile metanet ve vekar-ı Hümayunlarını muhafaza buyurdular.

Bu esnada haremsaray-ı âlide bulunan kadınların nâle ve feryadı ve şehzade Abdürrahim Efendi Hazretlerinin hıçkıra hıçkıra ağlayişıyla bendegâmn suzü güdazı öyle bir levha-ı hazin ve bir manzara-i felâketkarîn teşkil ediyordu ki, kalemim tariften âcizdir. Ben de kalb-i suzanım ve çeşnı-i giryanım ile bir köşeye çekildim.»

Koca Sultan, kendisine Türk milleti adına hareket ettiği süsünü verecek kadar küstah ve hayâsız Yahudiliğin, sırf tevekkül ve merhameti yüzünden kurbanı olmuştur. Abdülhamîd mevzuunda Yahudiden başka hiçbir gerçek sorumlu yoktur.

HAL'E DAİR

Aşağıdaki yazı, meşhur ve merhum tarihçi ve ilim adamı Abdurrahman Şerefindir. Meşrutiyetin ilk günlerinde yazılmış ve Meşrutiyet ekâbirini öfkelendirmemekle hakikati söylemek gibi bir tezat içinde sıkışıp kalmış bir yazı... Buna ve yeni idare taraflılığına rağmen aslında necip bir ruh taşıyan bu ilim adamının kalemi, Abdülhamîd mevzuunda Padişahın mahrem çehresine ait incelikleri göstermekten geri durmamıştır.

Aynen sadeleştirerek:

«Osmanlı Padişahlarının yaş büyüklüğü noktasında ikinci ve saltanat süresi bakımından dördüncü olan Abdülhamîd artık tarihe mal oldu. Bu fâni dünyadan el çekenlere karşı, geride kalanların dünya husumetlerinden ve kalp ihtiraslarından elini çekmesi lâzım gelir. Ölüye rahmet okumak ve günahlarına mağfiret dilemek, İslâmî necabet iktizasıdir. Onun otuz üç sene süren hükümetini tenkit ve muhakeme etmek de ileride müverrihlerin âdil vicdanlarına ve tarafsız kalemlerine düşen bir borç...

Abdülhamîd'in çehre ve bünyesinde, Osmanlı hanedanına mahsus alâmetler iyice seçilir. Nitekim (Bellini) tarafından tersim edilen Fâtih'in tasvirinde, Abdülhamîd'e ait çehre hatları besbellidir. Kendisi fevkalâde zeki, hassas, ince, inceliklere âşinâ, gayet nazik, hususi bir ses halâvetine mâlik, efendiliğin ve hilâfet ve saltanatın büyüklük ve vekarını şuurlu yerine getirir bir zattı. Bendelerini taltif ve kendisiyle görüşen ecnebileri teshir yolunu bilirdi. Tehditlerini hakkıyle yerine getirmeye kaadir ve icabında şiddetini izhar veya hiddetini teskin gibi ruhî fevkalâdeliklere mâlikti. Şimdi onun, herkesçe bilinmeyen ve tahttan indiriliş hikâyesini anlatacağım:

31 Mart (13 Nisan 1909) askerî isyanı üzerine Selanik'ten İstanbul'a gelen ve âsilerin tedibini üzerine alan Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa Ayastefanosa'da içtiması başlayan ayan ve Mebusan Meclisleriyle temasa geldiği vakit, Abdülhamîd'i asla tahttan indirmek fikrinde olmadığını söylemişti. Fakat sonra umumî efkâr ve heyecan, önüne geçilmeyecek dereceye çıktığı için, saltanat değişikliği bütün nazarların hedefi oldu.

Hareket Ordusu İstanbul'a gelince, ayan ve Mebusan meclisi de Ayastefanos'tan Ayasofya'daki hususi dairelerine döndü. Mebusan salonunda, Milli Meclis halinde her iki meclis azasının (14-27 Nisan 1909) içtimaları vuku buldu. Abdülhamîd'in hal'ini mukarrerdi. Bu işin tatbikatında zorluğa tesadüf olmamak için Yıldız'da bulunan askerler ve maiyetin elde edilmesi ve Sultandan uzaklaştırılması karar altına alındı.

- Bugün Cenab-ı Hak Milli Meclise mühim bir vazife tevdi etmiştir. Millet, telâş içinde, bu vazifenin yerine getirilmesini bekliyor. Hepimiz kalbimizde, evvelden verilmiş bir karar saklıyoruz. Sözü uzatmaya lüzum yoktur. Yalnız sizden şu iki şeyi rica ederim: Evvelâ memleketimizde, bu gibi hallerde kan döküldüğü sık sık görülmüştür; böyle bir hal milletin şan ve nezahatine yakışmayacağından bundan çekinilmesini şiddetle ihtar ederim. İkincisi, bu gibi hallerde fetvaya müracaat âdet olduğu için Şeriat mümessilliği tarafından hüküm istenmesini tavsiye ederim.

Bu teklifler alkışlarla kabul edildi. Fetva emininin çağırılması için bir murahhas heyet seçildi ve gönderildi. Fetva emini Hacı Nuri Efendi'nin gelmesi üzerine fetva çıkıncaya kadar celse muvakkattan tatil olundu. Fakat, azadan hiçbir kimsenin meclis salonundan dışarıya çıkmaması ve dışarıdan da hiç kimsenin içeriye girmemesi emniyet altına alındı.

Fetva eminiyle beraber ayan ve Mebusan reisleri, vükelâ odasında toplandılar. Bazı mebusların karaladıkları fetva suretini kabul etmekte Hacı Nuri Efendi zorluk gösterdi ve şahsen bu işe memur olmadığını ve bu hususta mütalâasına lüzum bulunmadığını ifade edip eliyle Şeyhülislâm Ziyaeddin Efendi'yi gösterdi:

- Müftiyüleman zat-ı âlileridir. Fetva vermek kendilerine aittir. Nasıl tensip buyururlarsa, ol veçhile hareket ederler. Dedi.

Bu mukabele üzerine lâf uzayıp sokaklarda toplanmış bulunan binlerce halkın sözden ziyade iş beklediği ihtar edildi. Nihayet Hacı Efendi reyini izhar etti: , - Padişah hal'inde meymenet yoktur; eğer saltanat değişikliği lazımsa, teklif ediniz, kendi kendini azletsin!

Müsveddeyi kaleme alanlar, Fetvanın nihayetine (Padişahın hal'i veya kendisine istifa teklifi şıklarından hangisini memleket büyükleri tercih ederse, icrası...) diye bir fıkra ilâve edilince, buna Hacı Nuri Efendi razı oldu. Fetva yazılıp imza edildikten sonra, meclis salonuna dönüldü ve celse yeniden açıldı. Fetvayı imza eden kalemi, yadigar olarak Ahmed Rıza Bey almıştı.

Bizde Padişah hal'i işlerini birtakım iç ve dış gaileler takip ettiği için, o zamanlar ayandan ve Maarif Nâzın bulunarı bendeniz de, Padişaha istifa teklif olunması taraftarıydım. Bu hususta tanıdığım mebuslara ve bazı ayan azasına fikrimi söylemekten çekinmemiştim. Hareket Ordusu Yıldız'ı teslim almış bulunduğu için, böyle bir teklif karşısında Sultanın mukavemeti imkânsızdı.

Yeni celse Fetvanın okunmasıyla başladı. Her taraftan şu sesler yükseliyordu: "Hal'i lâzım! Hal'ine gidelim!"

Heyecan o derecedeydi ki, istifa teklifini ağıza almak bile mümkün görünmüyordu. Mebuslar Padişahın hal'iyle milli hâkimiyetin kuvvetini göstermek kanaat ve niyetini besliyorlardı. Reis Paşa bir aralık: - Memleket büyüklerinden maksat, "Vükelâ" değil midir? Diye ortaya bir söz attı ve Padişahın hal'i mes'uliyetini vükelâ'ya yüklemek istedi. Vekillerin tevkil edici azletmesi mantığa zıt olmak şöyle dursun, bu işe hemen bütün mebuslar itiraz etti. Bütün zihinleri sadece tahttan zorla indirme keyfiyeti işgal ediyordu. Ayandan ferik Sami Paşa, İstanbul'un Fatih Sultan Mehmet olduğu gibi, bu defa Padişahtan istibdat ve irticadan kurtuluşun da bir (Fethi Mübin) olduğu iddiasiyle Velahtın Beşinci Sultan Mehmet unvanı altında taht'a cülusunu teklif etti ve bu teklif alkışlarla karşılandı. Padişahın hal'i kararı verileceği ânda vaziyetin mehabetine delil olarak Reis Sait Paşa kürsüde ayağa kalktı. Onu takip ederek salonda bulunanların hepsi de ayağa kalktılar. Müthiş bir sükût hâsıl oldu. Meclisin manzarasında gurur ve azamet ve çehrelerde sevinç ve heyecan okunuyordu. Vazifenin ağırlığıyla beraber yerine getirilmesinde lüzum ve isabet, kanaat, tavırlardan hissediliyor, durumun dehşeti ve verilecek kararın ehemmiyeti şahıstan şahısa 'aksediyordu.

Nihayet Reis Paşa'nın sesi yükseldi:

-Efendiler! Okunan Fetvaya ve millet tarafından gösterilen arzuya göre Sultan İkinci Abdülhamîd'in hilâfet ve saltanattan hal'ine karar veriyor musunuz?

Umumi bir tasvip!.. Reis:

-Sultan Abdülhamîd tahttan indirilmiştir. Hilâfet ve saltanat makamına meşru Veliaht Mehmet Reşat Efendi'nin çıkartılmasına karar veriyor musunuz?

(Yaşasın Beşinci Mehmet!) nidalarıyla bu teklifi de kabul edildi.

Hemen, ayan meclisinden Esat Paşa (Draç) ve Karuso Efendi (Selânik)den mürekkep bir heyet seçilip sabık Padişaha hal'ini bildirmek üzere Yıldiz'a gönderildi. Karar verilirken istifa tasavvurunda bulunan küçük bir zümre ayağa kalkmıştı. Reis Paşa "İttifakla karar verildi!" sözünü söylerken oturanlar gözüne ilişip:

- İttifakla mı, ekseriyetle mi?

Diye sorunca bu şahıslar ayağa kalktı. Böylece Padişahın hal'i kararı ittifakla verilmiş oldu.

Murahhaslar sabık Hakana hal'ini haber verdikleri za; man şu karşılığı aldılar:

- Ne yapalım? Kaderin icabı böyle imiş... Ben bu ne'ticeyi anlamıştım!

Ve sabık Hakan devlet ve millete ettiği hizmetleri sayarak, kardeşini senelerce muhafaza ettiği Çirağan Sarayı'n oturmasına müsaade edilmesi arzusunu belirtti. Murahhaslarsa bu arzusunun Millî Meclise tebliğ olunacağını vâdettiler. Fakat eski Sultanın bu arzusu kabul olunmadı; ve o, ertesi akşam vakti Selânik'e doğru yola çıkarıldı.»

 NECİP FAZIL KISAKÜREK
 ULU HAKAN II.ABDÜLHAMÎD HAN 

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.