31 Mart Vak'ası- 13 Nisan 1909


31 Mart Vak'ası

MİLÂDÎ 1909 yılının 31 Mart (Rumî 1325 )- 13 Nisan Salı sabahı, İstanbul, uzak ve yakın bütün

semtlerini dehşete boğan tüfek sesleriyle yatağından fırladı.

Zaten tarihî şehir, tabiîlik dışı bir hayat sürdüğünün, yaprak kımıldamaz bir havada zelzele bekler

gibi bir hâl içinde olduğunun farkındadır.

Taksim'den Fındıklı ve Tünel istikametinde ikiye ayrılan, bir kısmı Beşiktaş'a sapan, sonra geriye

dönen ve bu iki hat üzerinde sokak sokak yelpaze gibi bölünüp Ayasofya Meydanında toplanmaya

doğru ilerleyen kollar, İstanbul’un mahmur semalarını kurşunlarıyla delik deşik etmektedir.

Bunlar, bir gece baskını şeklinde sabaha karşı İstanbul üzerine çullanmış bir eşkiya sürüsü değil,

hakikî asker... îttihadçıların «Meşrutiyet Muhafızları» ismiyle ve bir inzibat vesilesiyle Rumeliden

getirtip Taksimde Taş-kışlaya yerleştirdikleri avcı taburları...

Zabitlerini iplerle bağlayıp kışlada hapsetmişler, silâh depolarını yağmalamışlar ve içlerindeki

bütün tüfek ve mermileri ele geçirmişlerdir.

Önlerine çıkabilene; ne yapmak istediklerini, hareketlerinin neye varacağını düşünüp

düşünmediklerini sorabilene aşk olsun!...

Yığın psikolojisine göre şahlanınca ateş ve çığdan daha lâf anlamaz hâle gelen bir güruh, bütün

inzibat bağlarını kırmış, eline vatan müdafaası için verilen silâhı «Şeriat» gibi mukaddes bir

kelimenin maskesi altında nefsaniyet âleti olarak kullanmaya kalkışmıştır.

«Sultan Hamîd» piyesinde gösterdiğim gibi onlara sorunuz ve her sualinize aynı klişe cevabı

alacağınızdan emin olunuz :

— Ne istiyorsunuz?

— Şeriat istiyoruz!

— Şeriatten ne anlıyorsunuz?

— Şeriat istiyoruz!

— Şeriatı kimler ve nasıl bozdu ki, şeriat istiyorsunuz?

— Şeriat istiyoruz!

— Şeriati tam yerine getirecek ve bütün dünyada örnekleştirecek insanlar olarak kimleri

görüyorsunuz ki, şeriat istiyorsunuz?

— Şeriat istiyoruz!

— Şeriati getirmenin ilmine, irfanına, zekâsına, siyasetine, iç murakabesine, dış muhasebesine

malik misiniz ki, şeriat istiyorsunuz?

   — Şeriat istiyoruz!

Heyhat! Bu türlü şeriat isteği, onun bütün kâinatı kuşatıcı ve ferdî - içtimaî sonsuz saadeti tekeffül

edici hikmetlerine yabancı olmak bakımından hiç istememeye nispetle daha zararlıdır ve zaten

yahudi, dönme, mason tahriklerinden ibaret olan bu hareket, o mukaddes nizamı, gafil insanlar

çerçevesinde karartmak içindir.

Gizli niyet, gafil sürülerin şahsında evvelâ şeriati tepelemek, sonra da o vesileyle, biricik şeriat

bağlısı ve koruyucusu Abdülhamîd'i devirmek...

Meşrutiyeti ilân ettikten ve Mebusan Meclisini açtıktan sonra memleket meselelerini millî iradeye

ve hakkını Allah’a havale etmiş bir halife ve padişah sıfatiyle, sessiz ve hareketsiz, sarayında

oturan İkinci Abdülhamîd Han'ın seyrettiği manzara :

Vatan bir ânda Yahudi havrasına dönmüş ve «her kafadan bir ses» ifadesiyle (kakofoni) lerin en

çıldırtıcısı hüküm sürmeye başlamıştır. Ortada hürriyet isimli, ne olduğu belirsiz, kiminin insan,

kiminin hayvan, kiminin nebat, kiminin cemâd sandığı, putlaştırılmış bir lâftan başka hiçbir mevcut

kalmamıştır. Mutlakiyet günlerinde sansüre tâbi tutulduğu, yâni kuduz dişlerine ağızlıklı tasma

geçirildiği için zulme uğramış farzedilen matbuat, şimdi başmuharrirlerinin köprü üstlerinde

kurşunlanması suretiyle kuduz köpek muamelesi görmeye başlamıştır. Aynı matbuatın İttihat ve

Terakki finoları, serseri koğuşlarında bile duyulmamış küfürlerle Padişaha ulumakta ve Ulu Hakan

bu alçaklıkları, sessiz sessiz sarayında takip etmektedir. Siyaset orduyu kemirmekte, Balkan

Yarımadasındaki Türk ülkesini kuşatan dünkü tebea devletçikler artık ev sahibini talan etme

gününün geldiğini anlayıp hazırlanmakta, içerideki ekalliyetler de yüzsüzlük ve azgınlığın her

türlüsüne baş vurmakta, koca Anavatan, masum ve mahzun Anadolu ise, başsız ve rehbersiz, bu

hâle gafil bir hayret ve dehşetle bakmakta ve imparatorluk her tarafından çatırdamakta, kendi

kendisine yarılmakta, kopmakta, dökülmektedir.

Bu vaziyette Abdülhamîd'in, zaten başta yapması gerektiği gibi «Şeriat» bahsini etmeksizin, derhal

ordularını harekete geçirip, hak adına, halk iradesi dolandırıcılığını ortadan kaldırma ve yine hak

adına eski hâkimiyetini iade etmesi icap ederdi.

Ne mümkün!.. Kendisine mutlaka bir suç aranması lazımsa, taşıdığı «Kızıl Sultan» damgasına

rağmen yalnız hastalık çapında merhameti gösterilecek olan İkinci Ab-dülhamîd Hân bu mevzuda

kararını çoktan vermiş ve kendisine hamle ve hareket telkin edenlere şöyle demişti:

«— Benim yüzümden tek damla müslüman kanı akıtılmasına razı değilim! İlâhî kader ne ise, o

tecelli eder.»

Makedonya’nın netameli rüzgâriyle İstanbul üzerine sevkedilen ve «Padişahı kurtaracağız!»

yalaniyle yola çıkarılan sürüleri yalınız önlerine çekmek ve Hassa Ordusunun birkaç birliğine

havale etmek durdurmaya yeterken, Abdülhamîd kendisi için bir kahve emretmekten daha basit bu

tedbiri kabul etmemiş ve kan akıtamadığı için, vatanı ileride kana boğacaklara boyun eğmişti.

Hâdise, dokunduğumuz gibi, aslında şenî bir istismara vesile edilmek üzere ve hakikati ters - yüz

etme yoliyle, suçlu göstermek istedikleri din dâvasına vurulan ilk darbedir; ve her noktasiyle

sahtekârca tertiplenmiş bir İttihat ve Terakki oyunudur.

Şöyle ki:

1 — Hâdiseyle, gerçek din temsilcilerinin hiçbir alâkası yoktur.

2 — «Şeriat isteriz!» diye güya ayaklanan yığınlar, şeriatın ruh ve gayesi üzerinde en küçük bir

bilgi ve anlayış sahibi değildir.

3 — Ayaklanan hiç kimse yok, sadece şahıslarında din dâvasının maskara edilmek istendiği,

ayaklandırılmış bir zümre vardır.

4 — Gaye, Yahudiler, dönmeler ve masonlarca, din inceliklerine en uzak insanları kışkırtarak,

taşıdıkları veya taşımak iddiasında bulundukları mukaddes şeriat kaynağını toy ve mukallit

komitecilere çiğnetmektir.

5 — Ve nihayet, tertibi Ulu Hakan İkinci Abdülhamîd Hân’a bağlayarak, tacında Tevhid Kelimesi

pırıldayan büyük hükümdarı topyekûn tasfiye etmek...

6 — Abdülhamîd, başlangıçta kendisini hayret ve dehşete boğacak kadar (sürpriz) tesiriyle

karşıladığı ve teskini için elinden geleni yaptığı hâdiseyi tam gelişme ânından istismar etmek ve

başsız askerleri bir ânda teşkilâtlandırıp Hassa birlikleriyle desteklemek ve başlarına geçmek

imkânı apaçık ortada dururken bunu yapmamış ve tevekküllerin en masumu içinde sonuna kadar

hareketsiz kalmıştır. Hâdise onun eseri olsaydı «armut piş, ağzıma düş!» hâline gelen ese*

meyvesini vermez miydi?

7 — Âlemde, 31 Mart Vak'ası kadar, (mizansen) lerin en budalası hâlinde tertip edilmişken,

ithamların en gülüncü şeklinde Abdülhamîd'e mal edilmek istenmiş ve yeni nesillere yutturulmuş,

abes şaheseri bir misal gösterilemez.

Tarihçi İsmail Hami Danişmend, Sadrâzam Tevfik Paşanın ilmî ve hususî vesikalarından meydana

getirdiği «31 Mart Vak'ası» adlı eserinde Abdülhamîd'e ait masumiyeti izah ve 9 madde içinde

ispat ederken, bizim şahsen malik bulunduğumuz en büyük vesikadan mahrumdur.

Bu vesika, (pozitif) hendese ispatlan gibi, 31 Mart komedyasının Abdülhamîd tarafından

yapılmadığını değil de, kimlerce ve ne türlü körüklendiğini, itirafa dayalı tam bir hüccet hâlinde

gösterir.

Yahudi, dönme ve mason telkinleriyle hâdiseyi tertipleyen İttihatçılar, bu mevzuda başlıca iki kişiyi

kullanmışlardır: Malûm ve meşhur beden terbiyecisi Selim Sırrı ile filozof Rıza Tevfik...

Bakın, nasıl?

Birinci hapsim 1947 yılında Büyük Doğu'da neşrettiğim, Rıza Tevfik'in «Abdülhamîd'in

Ruhaniyetinden İstimdat» isimli şiiri yüzündendir. Ondan sonra Fransızca bir ansiklopedinin

hakkımda kaydettiği gibi «Üniversitelerimi geçen zindan hayatıma» başlangıç teşkil ve 20 küsur

gün devam edici bu ilk hapse, bu şiiri yayınladığım için «Türk milletine hakaret» isnadiyle

atılmıştım.

Önce, itham yerlerini noktalayarak şiiri bir kısmiyle göz önüne serelim :

Nerdesin şevketli Abdülhamîd Hân?

Feryadım varır mı bârigâhına?

Ölüm uykusundan bir lâhza uyan!

Şu nankör milletin bak günahına!

Tarihler adını andığı zaman,

Sana hak verecek ey koca sultan!!

Bizdik utanmadan iftira atan

Asrın en siyasî Padişahına!

Divâne sen değil, meğer bizmişiz,

Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.

Sade deli değil, edepsizmişiz,

Tükürdük atalar kıblegâhına!

Milliyet dâvası fıska büründü

Rida-yı diyanet yerde süründü,

Türkün ruhu zorla âsi göründü,

Hem Peygamberine, hem Allahına.

Sonra cinsi buruk, ahlâkı fena,

Bir sürü türedi, girdi meydana

Nerden çıktı bunca veled-i zina?

Yuh olsun onların ham ervahına!

ݺte, ilk zamanlarda, İttihat ve Terakkinin dolaplarına kapılıp ona var gücüyle yardım eden, sonra

her şeyi gören ve anlayan ve zıt istikamete dönen Rıza Tevfik, bu şiiriyle, ihtiyarlığında çektiği

vicdan azabını dile getirmek ulviyetini göstermiş ve Abdülhamîd'in büyüklüğü mevzuunda

dâvamıza en büyük vesikayı hazırlamış bulunuyordu.

Hayal ve kâbus âleminde bile Türk milletine hakaretle en küçük alâkası düşünülemeyecek olan bu

şiirin hangi gayeyle yazıldığını tahkik etmek için Avukatım Abdurrahman Şeref Lâç, mahkeme

karariyle, o sırada hastahânede bulunan Rıza Tevfik'i hâkim refakatinde suale çekmeye gitmiş ve

büyük bir heyecan içinde yatağından doğrulan hasta adamdan resmen şu ifadeyi almıştı:

«Ben bu şiiri, Türk milletine hakaret kasdiyle değil, tamamiyle aksi olarak, Türk milletini ölüme

götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamîd Hân'a edilen iftiraları tesbit gayesiyle yazdım. 31 Mart

vak'asını tertiplediği isnadı altında tahtından al aşağı edilen büyük Hükümdar, bu isnatla, sade

iftiraların değil, tertiplerin de en hamine hedef tutulmuştur. 31 Martı tertipleyen ittihatçılar ve bu

işe memur edilenler arasında bizzat ben varım! 31 Martı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı

(Tarcan) ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağından söylediğim bu sözlere tarih kulağını

kabartsın!»

Şu anda mebus ve gazeteci, Avukat Abdurrahman Şeref Lâç ile refakatindeki hâkim ve mahkeme

kâtibi sağ olduklarına göre, hâdisenin içyüzünü, en çarpıcı vesika hâlinde takdim ederim.

Bu kıymet hükümlerinden sonra, bıraktığımız yerden .alarak 31 Mart vak'asmın hikâyesine devam

edelim :

İsmail Hami Danişmend'in eserinden, vak'anın cereyan şekline ait nakil:

«31 Mart, yâni 13 Nisan Salı sabahından 24 Nisan Cumartesi sabahı Selanik'ten gelen Hareket

Ordusu İstanbul'a girinceye kadar 11 gün süren bu meşhur irtica vak'asında en mühim hareket,

birinci günü ilk kurşunlar havaya sıkıldıktan sonra Ayasofya meydanındaki Meclis binasına

yürüyen âsilerin:

— Şeriat isteriz!

Nâralariyle başlamış, bâzı sarıklı mebuslar aşağıya inip nasihat etmek istemişlerse de hiçbir tesiri

olmamış, âsiler yalnız Şeriat değil, daha başka şeyler de istemiş, Sadrâzam Hüseyin Hilmi Paşa ile

Meclis-i Mebûsan Reisi Ahmed Rıza Beyin istifalariyle İttihadçıların nefyi ve alaylı zabitlerin

vazifelerine iadeleri de istenilmiş, mütemadiyen atılan kurşunlar bâzı kazalara sebep olmuş ve

nihayet o sırada Meclis'e gelen Adliye Nâzın Nâzım Paşa yanlışlıkla Ahmed Rıza Bey zannedilerek

kalbinden vurulup öldürülmüş ve Lâzıkıyye Mebusu Mehmed Şefik Arslan da yine öyle bir

yanlışlığa kurban gitmiştir. Bu 11 günlük irtica devrinin en mühim vak'alarından biri de Yıldız

Sarayını topa tutmak istediğinden bahsedilen (Âsâr-ı Tevfik) süvarisi Ali Kabulî Bey'in kendi

gemisindeki bahriyeliler tarafından Yıldız'a götürülüp öldürülmesinde gösterilir:

Âsiler, Sultan Hamîd'in pencereye gelmesini istemişler ve Kabulî Kaptanı, onun muhalefetine

rağmen gözünün önünde öldürmüşlerdir. Sokaklarda ve köprü üstünde bâzı genç zabitlerin de

«Mektepli» oldukları için öldürüldüklerinden bahsedilirse de sayısı belli değildir. Bu badirede

(Tanin) ve (Şûrây-ı Ümmet) gibi bâzı gazetelerin idarehaneleri de tahrip ve yağma edilmiştir.

Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa vak'anın çıktığı gün saraya gidip istifa ettikten sonra bir dostunun

evinde saklanmış ve ertesi gün bîtaraflığından dolayı herkesin itimâdını kazanmış olan Hâriciye

nâzın Tevfik Paşa yeni kabineyi teşkile me'mur olmuştur. Askerin istemediği Meclis-i Meb'usan

Reisi Ahmed Rızâ Bey'le birçok İttihatçı mebuslar da saklanmışlardır.

Sultan Hamid'in vak'a esnasındaki vaziyeti çok dürüsttür. Zuhurunda hiçbir dahili ve tesiri olmayan

irtica hareketinin kendi lehindeki seyrinden istifâdeyi bile aklından geçirmemiş olduğunu isbât

edecek resmî bir vesika vardır. Âsiler meşrutiyetin aleyhinde bulundukları ve hattâ meşhur Derviş

Vahdeti (Volkan) gazetesinde Meclisin kapatılmasını istediği halde, Sultan Hamid yeni Sadrâzam

Paşa'ya hitâb eden Sadâret Hatt-ı Hümâyûnunda «Kanun-ı esasînin muhafazası ile asayişin

idâmesi» lüzumundan bahsetmiş, ihtilâlin ilk günü Mâbeyn Başkâtibi Cevad Bey'i âsilere

göndererek istedikleri Şeriat'e daima olduğu gibi riayet edileceğini ve isyandan vazgeçtikleri

takdirde haklarında Aff-ı umumî ilân edeceğini bildirmiş, bu hâl işin biraz yatışmasına sebep

olmuşsa da tahrikçilerin tesiriyle âsiler ertesi gün tekrar azgınlığa başlamış ve nihayet asker

üzerindeki nüfuzundan dolayı yeni kabinede Harbiye nezâretine tâyin edilen Tesalya kahramanı

müşir Gazi Edhem Paşa da Pâdişâh nâmına âsi askerlere gidip bir kere daha teskine çalışmıştır.

Kendi sarayını muhafaza eden İkinci Fırka efradı bile âsilere tarafdar olduğu için. Sultan Hamid'in

nasihatten fazla bir şey yapması ve meselâ askerî bir tenkil hareketine kalkışması maddeten

imkânsızdır.»

Hâdise üzerine Hünkâra çekilen şu edepsiz telgrafa bakın:

Padişah, iftihar ediniz! Bir irtica mel'anetiyle binây-ı meşrutiyyet hedm ve hükûmet-i müstebidde

ikaame edildi. Umum bir milletin hukukunu muhafaza etmek vazifeden iken bu irtica kemâl-i

mehâretle tatbik olundu. Mülevves bir İstanbul halkının âmâl-i mel'ûnânelerine tebean otuz milyon

kuvvetinde bir millet-i muazzamamn eyâdî-i kahriyyeye geçirilmesi istenildi. Fakat heyhat! O

cehennemlikler için buna muvaffakiyet değil, mezâr-ı a-dem nasîb olacaktır. Bundan evvel size

Hilmi Paşa kabinesinin mevki-i iktidara getirilmesi hakkındaki lüzum ve vücûbu müş'ir çekilen

telgrafnâmeye muayyen olan müddet dâhilinde cevap vermediğiniz için işte bütün millet ve ordu

İstanbul'a yürüyor. Bakınız, bu kudret-i kahhâra mâlik olan millet nasıl istihsâl-i matlab edermiş!

Milletin kudreti ve ordunun satveti altında tevkifaat-ı Samedâniyyeye bizleri mazhar edip ikna eden

alçakları derhal dar-ağacına çektirsin! Bundan başka hiç bir türlü icraatın bizi müsterih

edemiyeceğini ve milletin bu suretle intikamının alındığına dair bugün saat onikiye kadar cevap

gelmediği takdirde başta ordumuz kumandanı olduğu halde bütün ordu ve milletle yarın İstanbul

üzerine yürüneceği suret-i kat'iyyede bilinsin! ݺte artık bizim için ölmek var, dönmek yoktur!»

«Osmanlı ittihad-ve-Terakkî Cem'iyyeti Merkez-i umumîsi

Bu telgraf; bizzat hâdise mürettiplerinin suçu Ulu Hakan'a nispet etmelerindeki şenaat ve doğrudan

doğruya Şeriatı yıkmak emelleri bakımından hayâsızlık ve namussuzlukta eşsizdir.

Bin kere tekrarlasak da yeri olduğu gibi, suçu, Şeriat bağlılarına atarak onların şahıslarında bu

bağlılığı tepelemek, arkasından da Abdülhamid'i bütün bütün tasfiye etmek plânından ibaret 31

Mart Vak'asını, şüphesiz ki İttihatçılara fırsat verici bazı hâdiseler beslemekte ve geliştirmekteydi.

Bunlar arasında bazı alaylı zabitlerin ordudan çıkarılmaları, medrese talebelerinin askere

alınmaları, ilericilik taslağı bazı subayların, askere:

«— Hocalarla katiyyen görüşmeyeceksiniz! Askerlikte diyanet meselesi aranmaz ve Allahtan başka

kimse tanınmaz! Halk, İttihat ve Terakki Cemiyetinin elindedir!»

Tarzındaki telkinleri (31 Mart Hâdisesi - S. 22 - İsmail Hami Danişmend), kısa zamanda halkta

meydana gelen hayal sukutları ve inkisarlar, İttihatçıları dinsiz ve mason kuklası kabul edici halk

kanaati, bu arada bazı yayınlar ve bilhassa Derviş Vahdeti isimli basit ve dâvayı temsil etmekten

âciz bir şahısça çıkarılan (Volkan) gazetesi ve girişilen hücumlar böyle bir tepkiyi hazırlarken karşı

tarafa tepeden inme bir tegallüp fırsatını ilham etmekte rol sahibiydi.

İttihat ve Terakki, kendi eseri, bu plânsız, mihraksız, teşkilâtsız, devlet tarafından desteksiz tepkiyi,

ortada mukavemet diye bir şeye imkân bulunmadığını görmekten ve bütün bunları evvelce hesap

etmiş olmaktan gelen bir gözü karalıkla ve istismarların en küstahiyle karşılamış; ve eğer Padişah

dileseydi birkaç saat içinde Hassa ordusuna tepeleteceği muhakkak bir sürüyü Selanik'ten yola

çıkararak Payitahtı ele geçirmeyi bilmiştir. Yâni, saray bahçesine soktukları birkaç bekçiye

kendilerine uzaktan yumruk sıktırmak yoliyle, İttihat ve Terakki komitecileri bahçeye girip,

etrafında koskoca muhafız halkasına ve bütün bir halk barikatına rağmen sarayı talan etmek şansına

ermişlerdir.

Abdülhamid, her işte kendi öz dâvasına engel, düşmanlarına da yardımcı bir ruh haletine sahiptir

ki, onun ismi merhamettir.

Ve işte İstanbul kapılarında Hareket Ordusu!..

Birkaç komiteci elinde bu şuursuz sürünün İstanbul'a girişini, o sırada Sadrâzam Tevfik Paşanın

Berlin'deki oğullarına kâtiplik eden Ali Şevki Beyden daha canlı ve renkli ifade edebilen

olmamıştır. Ali Şevki Bey, Tevfik Paşanın oğluna yazdığı uzun mektupta, bilhassa şu kısımlarla

tabloyu en mahrem çerçevede çizmektedir:

“ Selâmlık merasiminden sonra Davutpaşa ve Râmiz kışlalarının Hareket Ordusu tarafından işgal

edilmiş olduğu hakkında heyecanlı bir haber aldık. Bunun sebebi, boş kalan kışlalardaki askerlerin

Selâmlık merasimine gitmiş olmalarıydı. Edhem Paşa pür-telâş gelip haberi getirdi. Aradan biraz

geçince Padişah alelacele babamı saraya çağırttı. Babam giderken, annemle ikisi arasında müessir

bir sahne oldu.

Babam anneme:

— Ben bu akşam eve dönebileceğimi zannetmiyorum! Eğer ölecek olursam çocuklarıma iyi bak.

Dedi.

Bu sahnenin, annem Melek Hanımla benden başka şahidi olmadığı halde hepimiz matem

içindeydik. Yıldız Sarayı ile kışlalara her ân bir hücum bekliyorduk.

Mektup, birkaç paragraf sonra şöyle devam ediyor:

«Sabahleyin alaturka saat onbuçuğa doğru Melek Hanım beni çağırmak için koşa koşa aşağı indi.

Korkudan titriyor ve şu sözleri güçlükle söylüyordu:

— Harp başladı!

«Taksim Meydanına yerleştirilip Topçu kışlasını hedef ittihaz eden toplarla tüfek seslerinden başka

bir şey işitmiyorduk. Kapımızın önündeki cadde askerlerle dolmuştu. Bunlar Selânikten gelmiş

olan eski Avcu kıtalarının efradıydı. Kışlalarından kaçmış olan bu askerler bir taarruza uğradıkları

takdirde mukabelede bulunmak üzere hazırlanıyorlardı.

Sokakta mütemadiyen mavzer kurşunları yağıyor ve hattâ bizim bahçeye bile düşüyordu.

Annem, şaşılacak bir soğukkanlılıkla bana dedi ki:

— Bu top güllelerinin kışlaları yakacakları muhakkaktır ama, içlerinde kaynaşan kelleleri öldürüp

ortalığı temizliyecekleri de şüphesizdir!

Sonra pencereleri açıp gramofon çaldığı takdirde sokakları dolduran âsi askerlerin sükûnet bulup

bulamayacaklarını sordu. Ben de pek tabiî olarak kendisini o fikirden vaz geçirdim.

Kışlalarında teslim olmadıklarına pişman olan âsi askerler affedilmelerini temin edecek bir çâre

arıyorlardı. Ben kendilerine bir nutuk irad edip hepsini etrafıma topladıktan sonra bombardıman

edilmekte olan kışlalarına götürmek ve silâhlarını teslim ettirip af olunmalarını temin etmek üzere

sokağa çıktım. Fakat konağın arkasındaki caminin önünde bizim aşçıbaşının geçirmiş olduğu

Cehennem azabını duyunca o sevdadan vazgeçtim. Halil Ağa, âsilerin muhasara kuvvetlerine

teslim olmak istediklerini görünce kendilerine camie girip tüfeklerini teslim alâmeti olarak kapının

önüne bırakmalarım teklif etmiş, bunun üzerine içlerinden üç nefer silâhlarını zavallının üstüne

çevirmiş... Nihayet oraya biriken mahalle halkının ricaları sayesinde adamcağız ölümden kurtulup

ahıra sığınmış.

Kurşun sesleri de, bombardımanda ikindiye doğru nihayet buldu. Çünkü artık bütün kışlalar teslim

olmuştu; yalnız Taşkışla akşama kadar mukavemete devam etti.

Kurşun sesleri durur durmaz ben yaya olarak sokağa çıktım ve babamı görmek için saraya doğru

yürüdüm. Kamilen müsellâh asker kaçaklariyle dolup tasan sokaklarda bâzı hamallarla

tulumbacılar da dolaşıyordu. Bütün caddeler harp sahnelerine dönmüştü. Nihayet sağ, salim

Yıldız'a vâsıl oldum. Üç kapıcı ile iki asker muhafazasındaki saray kapısından geçip babamın

Edhem Paşa ve Cevad Bey'le görüşmekte olduğu odaya girdim; koridorlarda ne bir uşak, ne de bir

hademe görebildim: Hepsi kaçmıştı!

Babamla 'yanındakiler bana şehirden havadis sordular; görüp işittiklerimi anlattım. Âsi askerlerin

sokaklarda silâhlariyle dolaştıklarını ve can vermeden tüfeklerini vermiyeceklerini söylediğim

zaman Edhem Paşa (Harbiye Nazırı) hayretler içinde kaldı. Âsileri teslim olmaya mecbur etmek

için Hareket Ordusu devriyelerinin sokaklarda dolaşmaya başlayıp başlamadıklarını sordu.

Bilmediğimi söyledim.

Edhem Paşa'nın bütün vukuata alelade bir seyirci gibi, hattâ iyi haber alamayan bir seyirci gibi

şâhid olduğunu ve Mahmud Şevket Paşa'nın plânından bihaber bulunduğunu anladım.

Babam benimle beraber bitişik odaya geçti. Geceyi hiç göz yummadan geçirdiğini söyledi. Saat

dokuza kadar uyanık kaldıktan sonra biraz istirahat etmek için kanepeye uzanmış ve nihayet saat

onda top ve tüfek sesleriyle uyanmıştı.

Pâdişâh Rumeli askerinin Sadâkat ve merbutiyetin-den son derece emin ve müsterih görünüyordu.

Babama işte bu emniyetle:

— Onların hepsi benim evlâtlarımdır ve hepsi Müslüman’dır; hiç bir zaman bana fenalık etmezler.

Demişti.

Babam saraya gitmekle hayatını tehlikeye atmış, fakat çok mühim bir hizmette bulunmuştu: Yıldız

kışlalarını muhasara eden müfrezeler sayıca mahsurlardan daha zayıftı. Muhasara edilen kuvvetler

mühimmat almak için depolara saldırmışlar ve mukavemete hazırlanmışlardı. Bunun üzerine

babam muhasarayı idare eden Şevket Paşa ismindeki kumandanla Enver Bey'e haber gönderip

muvaffak olmaları için daha fazla kuvvet getirmelerini bildirdi. Onlar da şimdilik daha fazla kuvvet

celbine imkân olmadığını arzettiler. ݺte bunun üzerine âsilerin muvaffakiyetlerinden doğabilecek

neticelerin vehâmetini hesap eden babam onları birbirlerinden ayırmak suretiyle zayıflatma

çarelerine başvurdu. Kimisine Padişahın muhasara kuvvetlerini kardeşçe kabul edip silâhlarını

teslim etmelerini istediğinden bahsettirdi ve kimisine de tüfeklerini alıp memleketlerine gidebilme

müsaadesini verdi. İşte bunun üzerine üç bin kadar asker Üsküdar tarafına geçince boş kalan

kışlalar muhasara kuvvetlerinin eline geçmiş oldu.»

Görülüyor ki Sadrâzam Tevfik Paşa, inmeli ve yatalak bir hükümetin reisi sıfatiyle adetâ

İttihatçıların içeriden memuru gibi hareket etmekte ve Hareket Ordusunun işini çabuk bitirmesine

yardım etmektedir. Vaziyet bu kadar perişandır.

Vak'a sırasında sarayın hali o kadar acıklıdır ki, Türk cemiyetinin asırlardır ne kadar

çürütüldüğünden ve Abdülhamid Hân'ın ne çerden çöpten insanlarla çevrili olduğundan âdeta

nişanedir. Tam 33 yıl dâhice idaresiyle cemiyetin seciye zaafını peçeleyen, dışarıya göstermeyen ve

devamlı bir yalnızlık hayatı süren Abdülhamid, küçük bir buhran zuhur edince bütün yıldızların

dökülmesine ve içyüzlerinin meydana çıkmasına mâni olamamıştır.

Hareket ordusu İstanbul surlarının önünde boy gösterir göstermez sarayda ne bir uşak, ne bir kapıcı,

ne bir bahçevan, ne bir aşçı, ne bir kâtip, ne bir haremağası kalmış; bütün hizmetçiler ve

«Bendegân» kadrosu başım aldığı gibi kaçmış ve sağa sola sığınmıştır. Tek emriyle Hassa

Ordusunun tek tümenine, Hareket Ordusunu tek darbede çiğnetmek gücündeki Padişah, sarayda tek

başına, sadece harem halkından ve iki üç yakınından ibaret kalmıştır. Öyle ki, Makedonya kaynaklı

çapulcu sürüsünü mutlaka tepelemek, bunun için de hassa ordusunu kullanmak gerektiğini, önünde

diz çökerek istirham eden bir kumandana, Abdülhamid, kapı aralığından bir kadın elinin uzattığı

kahveyi eliyle alıp vermek zorunda kalmış, müşirin telâş ve ıstırabı üzerine de:

— Ne yapalım Paşa, iş bize düştü! Bütün etrafım kaçtı!

Cevabını verip, bildiğiniz gibi, silâhlı mukabele ve mukavemeti kökünden reddetmiştir.

Manzarayı, Sadrâzam Tevfik Paşanın oğluna yazılan mektup pek güzel çizer :

«Yıldız Sarayının bomboş olduğu anlaşılıyordu. Herkes kaçmıştı. Askerler tüfekleriyle odalara

kadar girmişlerdi. Babam doğru padişahın huzuruna gitti. Bütün adamları kendisini terkedip

gitmişlerdi! Sultan Hamid babama acı acı dert yanarak kendisine sadık zannettiği bütün

adamlarının çekilip gitmiş olduklarından ve hiç kimsenin imdadına yetişmediğinden bahsetti. Sonra

sözüne şöyle devam etti:

— Ben sizi bana daha merbut ve daha sâdık zannederdim. Şu perişan halimi görüyorsunuz da beni

bu vaziyetten kurtaracak bir şey yapmıyorsunuz. Ben sizden selâmetimi temin hususunda daha

fazla gayret beklerdim. Odalarıma kadar girmiş olan şu vahşilerden kat'iyyen emin değilim.

Her hangi bir anda, her hangi birinin süngüsü altında can vermekten mütemadiyen endişe

ediyorum. Eğer isterlerse beni hal'etsinler; ama şu herifleri başımdan savsınlar ve hayatımın

masuniyetini temin etsinler..»

Sarayın suyu ve elektriği kesilmiş, kilerlerde de tek kişilik gıda malzemesi kalmamıştır.

Yüzmilyonların Halife ve Padişahı, harem halkiyle beraber açtır.

Nihayet sarayı kuşatan Hareket Ordusu birliklerine baş vuruluyor ve onlardan aç kalmış saray adına

gıda maddesi isteniyor. Lütfedip bir araba ekmek gönderiyorlar.

— Bu ekmeğe biraz da katık bulamaz mıyız? Ricasına da şu cevabı veriyorlar :

— Biraz da katıksız ekmek yeyin!

Nihayet örfî idare ve Divan-ı Harp... Hareket Ordusunun Yeşilköyde (Ayastefanos), manevî otağı

içinde toplanan ve «Meclis-i Umumî-i Millî» yi teşkil eden Mebusan ve Ayan Meclisleri; başta her

sıkıştığı zaman ecnebilere sığınmakla maruf Said Paşa olmak üzere Abdülhamid'e hiyanet

mesleğinin ustalarından ibaret İttihat ve Terakki dalkavuklarının işe meşru bir şekil vermek

gayretleri ve din adına en büyük dinsizlik vesikası olan meşhur fetva...

Şeyhülislâm Mehmed Ziyaüddin imzasını taşıyan bu fetva, Türk tarihini dinî celâdet ve sadakatla

dolduran ulvî şeyhülislâmlara karşılık, korku ve menfaat fetvaları vermekten çekinmemiş süfliler

arasında en süfli olanıdır. En büyük hasleti dindarlık olan Abdülhamid'i din adına suçlamakta ve

böylece, gayesi bazı gafilleri din adına harekete getirip dindarlığı ezmek olan İttihat ve Terakki

zâlimlerine hizmet etmektedir. Demek ki, ilk din mazlumlarına zemin açan tertip, dayanağını yine

dinde göstermek suretiyle küfrün en zehirli şubesi olan münafıklıkta bir şaheser vermekte ve buna

âlet olacak Şeyhülislâmı da bulmaktadır.

Evvelâ, ayniyle fetvayı okuyalım:

FETVAYI ŞER'Î:

İmâm-ül müslimîn olan Zeyd bazı mesâil-i mühimme-i şer'iyyeyi kütüb-i şer'iyyeden tayy-u-ihrâc

ve kü-tüb-i mezkûreyi men-ü-hark-u-ihrak ve Beyt-ül-mâl'de tebzîr-ü-isrâf ile müsevveg-i şer'î

hilâfında tasarruf ve bilâ-sebeb-i şer'î katl-ü haps ve tağrîb-i raiyye ve sair güne mezâlimi itiyad

eyledikten sonra salâha rücû etmek üzre ahd-ü-kasem etmiş iken yemininde hânis olarak ahvâl ve

umûr-i müslimîni bil-kül-liyye mühtel kılacak fit-ne-i azîme ihdasında ısrar ve mukatele îkaa

etmekle me-nea-i müslimîn Zeyd-i mezbûrun tagallübünü izâle ettiklerinde bilâd-ı İslâmiyyenin

cevânib-i kesîresinden mez-bûru mahlû tanıdıklarına dâir ahbâr-ı mütevâliye vürûd edip mezbûrun

bekaasında zarar muhakkak ve zevalinde salâh melhuz olmağın Zeyd-i mezbûra İmamet ve

Saltanattan feragat teklif etmek veya hal'etmek suretlerinden hangisi erbâb-ı hall-ü-akd ve evliyây-^

umur tarafından «rcah görülür ise icrası vâcib olur mu?

El-cevâb : olur.

KETEBEHU-L-FAKÎR

ES-SEYYÎD MEHMED ZIYÂÜDDİN

UFİYE ANHU

Kelimesi kelimesine tercümesi:

«Müslümanların başı olan Zeyd (filân adam) bazı mühim şeriat meselelerini şeriat kitaplarından

sildirir ve çıkarır ve şeriat kitaplarını yasaklar ve yakar müslümanlarm hazinesini israf eder ve dinî

ölçü dışında kullanır, tebaasını din hükümlerince aykırı şekilde öldürür, hapseder, sürer ve ayrıca

bir çok zulmü alışkanlık haline getirir; ve sonra doğru yola gelmek üzere ahd ve yemin eder de

yeminini çiğneyerek müslümanların halini ve işlerini tamamiyle bozan büyük fitneler çıkarmakta

devam eder ve kan dökülmesine sebep olursa, müslümanların vasıtaları o adama ait baskıyı

kaldırdıklarında İslâm memleketlerinin bir çok yerinden adamı tahtından indirilmiş tanıdıkları

yolunda haberler gelince, adamın yerinde kalmasında zarar ve yerinden atılmasında fayda

görüldüğü takdirde, adıgeçen Zeyd'e saltanattan vaz geçmesi teklif edilmek veya doğrudan

doğruya tahtından indirilmek yollarından iş başındakilere elverişli sayılanı hangisiyse yerine

getirilmesi vâcib olur mu?

Cevap: Olur!»

Bu fetvaya göre Abdülhamid, Şeriat kitaplarını değiştirmek, bozmak ve yakmak, devlet

hazinesini keyfine göre harcamak ve israf etmek, tebaasını da kanunsuz öldürmek, zindanlara

atmak ve sürmekle suçlandırılmaktadır ki, ithamların üçü birden güneşe katran kuyusu demek

çapında birer yalandır.

Sadece mason ve dönmelerin din tahrifçisi kitaplarını yaktıran, 3 milyon altınlık «Düyun-u

Umumiye» borcunu kesesinden ödeyen ve saltanatı boyunca —tek bir harem ağası kaatil

müstesna— hiçbir idam kararını imza etmemiş olan bir Padişahı bu mücadelelerde suçlamak her üç

misalde de ak'a kara demekten ve vakıaları tam zıtlariyle ele almaktan farksızdır. Ve bakınız, güya

din eliyle dini tepelemek için hangi alçaklık derecesine kadar düşülmektedir!

Ve Padişahı tahttan indirdiler. Sahneyi, Başkâtip Ali. Cevat Beyden dinleyelim :

«Meclis-i Ayan âzasından ve yâveran-ı Şehriyârîden Bahriye Feriki Arif Hikmet Paşa ile ermeni

katolik cemaatinden Aram Efendiye Meclis-i Mebusan âzasından Braç mebusu, Jandarma levası

Esat Paşa ve Selanik mebusu Cemaat-i Museviyyeden Emanüel Karasu Efendiden mürekkep bir

heyet gelerek bilvasıta vuku bulan arz üzerine heyetin huzura girmesi ferman buyruldu. Zat-ı

Hümayunları birkaç günden beri ikamet buyurdukları küçük Mabeyn tesmiye olunan dairedeki

salonda bulunuyorlar idi. Heyet ve miralay Galip huzura girdiler. Şehzade Abdurrahim Efendi

hazretleriyle abdi hakir ve diğer bazı hademe salon kapısının yanında bulunan paravananın önünde

durduk. Heyetten Esat Paşa «Biz Meclis-i Mebusan tarafından geldik. Fetvay-ı şerif var. Millet seni

hal' etti. Ama hayatınız emindir» dedi. Bunun üzerine Zat-ı Hümayunları kemal-i metanet ve vekar

ile mumaileyhe biraz takarrub ederek «Bu işi ben yapmadım. Sebep olanları millet arasın, bulsun!

Ben milîAtimin iyiliği için çalıştım. Hepsi mahvoldu. Hepsinin üstüne sünger çekildi! Kaderim

böyle imiş. Müsebbiblerini varsın millet bulsun! Yalnız bir ricam var. O da hayatımın Çırağan

sarayında muhafaza edilmesidir. Ben orada hasta biraderimi bunca sene muhafaza ettim. Yarın

bahçeden çoluk çocuğumla beraber oraya giderim. Zaten ben yorulmuş idim. Hiçbir şey istemem

ve hiçbir şeye karışmam. Milletten bunu rica ederim.» buyurdular. Esat Paşa ile Arif Hikmet Paşa

hayat-ı şahanelerinin emniyette olduğunu ve ancak mahall-i ikamet tâyini için bir gûna memuriyeti

olmayıp bu arzuy-ı şahanelerini Meclise bildireceklerini beyan ederek gittiler ve Zat-ı Şahane de

yanındaki odaya avdet buyururlar iken, bana bakarak «Bu işlere sen sebeb oldun» buyurdular. Ben

de ağlayarak dedim ki: «Efendimiz, ben ne yaptım ve ne yapabilirim? Ben gebermeli idim de bu

günü görmemeli idim.»

«Sultan Abdülhamid Han-ı Sâni hazretleri aklen ve cismen kavi ve metin, sahib-i kiyaset ve fetanet

bir padişah-ı vakur ve mekîn olduğu halde, madde-i hal'in tevehhüm ve tahayyülü ve hattâ hîn-i

telâffuzda hal' kelimesine müşabeheti olan «hal» kelimesi bile muvazene-i asabiyesini müteessir ve

miteheyyic ettiği cihetle, daire-i kitabetçe bu kelimenin istimalinden daima tevakki ve ihtiraz

olunur idi. İşte bunun için vükelâdan ve ulemadan ve müşirandan velhasıl ealî ve esafilden bir sınıf

halk ve vehim ve hayali bin türlü şekil ve surete sokup kendilerine sermaye-i terakki ve maişet

ittihaz ederek, Zat-ı Hümayunlarının bu babdaki zaafından istifadeye kıyam etmişlerdir ki, bu

alçaklar memleket ve halkın ve sultan Abdülhamid Hân Hazretlerinin felâketini mucib olmuştur.»

Abdülhamid Hânın, öteden beri şüphelendiği Başkâtibine nihayet nasıl hitap ettiğini görüyor, onun

bu ithama karşı da neler gevelemeye çalıştığını gözden kaçırmıyoruz. Gerçekten şüphe mevzuu

olan bu şahıs, Hünkârın hal'i tebliğ eden heyete söylediklerini de gizlemektedir.

Ulu Hakan, hal'in tebliğinde «takdir Allahındır» mealinde «yasin» sûresinden bir âyet okumuş,

peşinden Esad Paşaya Yahudi Karasu'yu göstererek:

«— Türklerin padişahı ve Müslümanların Halifesi olan bana, hal'ini tebliğ için şu yahudiden

başkasını bulamadınız mı? Bu adamı siz, Türk ve Müslüman olarak karşıma çıkarmaktan

utanmıyor musunuz?» demiştir.

Derken Selâniğe, yahudiliğin Abdülhamid'den intikamı halinde Selâniğin yahudi Alâtini köşküne

gönderilişi...

Abdülhamid'in Selâniğe gönderilişine ait, Başkâtip Ali Cevat Beyin «Fezleke»sinden, vesika

mahiyetinde bir tesbit:

«Geçen Çarşamba gecesi saat yedi raddelerinde Abdülhamid-i Sani, ihzar olunan bir tren ile

Selânik'e gönderilmiştir.

Trenin hareketinden evvel Sirkeci İstasyonu mikdar-ı kâfi askerle taht-u muhafazaya aldırılmış ve

Hareket Ordusu Birinci Fırka Kumandanı Hüsnü Paşa ve Dersaadet Polis Müfettiş-i Umumisi

Miralay Galip Bey dahi zırhlı otomobil ile istasyona gelmişlerdi.

Abdülhamid-i Sani bir arabada ve maiyeti dahi diğer bir kaç arabada oldukları hâlde saat yediye

yakın şimendifer istasyonuna getirilmişlerdir.

Abdülhamid'in azimetine tahsis edilmiş olan tren, Şark Demir Yolları Müdir-i Umumisi Mösyö

Gross'un rükûbuna mahsus olarak yapılmış gayet müzeyyen bir vagon ile diğer bir vagondan ibaret

idi.

Abdülhamid, redingot beyaz yelek iktisa etmiş idi. Veçhinde alâm-i yeis ve keder nümayan

oluyordu. Abdülhamid'in maiyetinde onbir kadın, iki harem ağası ve daha bir kaç hademe

bulunuyordu. Küçük mahdumu Abdürrahim Efendi dahi birlikte idi.

Abdülhamid'in ikameti için Selanik'te Alâtini köşkü tahsis edilmiştir. Bu köşk Selânik'in en güzel

binasıdır.

Abdülhamid'in yanında orta büyüklükte üç çanta bulunuyordu. Sirkeci istasyonunda bir bardak

Taşdelen suyu istemiş, suyu getirene 30 kuruş kadar bahşiş vermiştir. Tren nısfülleyli bir saat elli

dakika geçerek hareket etmiş ve dün gece Selânik'e varmıştır.

Abdülhamid'i Selânik'e götüren zat Binbaşı Fethi Bey olup maiyetinde bir miktar asker vardır.»

Dini vesile ederek, dini tepelemek ve Abdülhamid'i devirmek taktiğinin mazlumları, İstanbul

meydanlarını dehşete boğan üç ayaklı sehpalarda, bir sürü gafil, belki de safdil insan oldu.

Hareket Ordusu, bedavadan vaziyete hâkim olunca «Örfî İdare» ilân etti, «Divan-ı Harb» mı kurdu

ve dönmelerden ilk Türk zabiti olan, Avcı Taburları kumandam Binbaşı Remzi Beyi (Remzi Paşa)

bu Divan-ı Harb» işine memur ederek, «Şeriat isteriz» diye bağırttığı gafillerin elebaşılarını teker

teker ipte sallandırdı.

«Son Devrin Din Mazlumları» adını verdiğimiz eserimizde bu gafiller hiçbir şahsiyet rolü

oynamasa da (anonim) olarak ilk din zulmünün, çoğu isimsiz örnekleridir ve hakikatte bu zulüm,

birdenbire göze görünmeden Abdülhamid'i hedef tutmaktadır. Fakat biz, sırf dine, milliyetine

bağlılığı yüzünden Yahudi intikamına uğrayan yüce Hükümdarı doğrudan doğruya ele almaksızın,

birtakım gafiller ve safdiller plânında mücerret dine karşı girişilen Yahudi oyununu,

memleketimizde din mazlumluğu çığırını ilk açan hareket olarak başa almak ihtiyacım duymuş

bulunuyoruz.

Fert ve ferdî şahsiyet plânında din mazlumları bundan sonra gelecek ve Cumhuriyet devri

çerçevesinde tecelli edecektir.

Yahudi ve mason kuklası İttihat ve Terakki'nin dini batırırken nasıl bir din maskesi kullandığını

«Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiye» isimli teşekkülün 2 Nisan 1325 tarihli şu beyannamesi şahittir:

«MEBUSAN-IKİRAM HEYET-Î MUHTEREMESÎYLE MİLLETİ NECİBE!

OSMANİYYEYE:

Esselâmün aleykûm...

Mebusan-ı kiramdan bazılarının emniyet-i hayatiyelerince endişeye düşerek istifa etmek niyetinde

bulundukları ve ahalimizce istibdadın avdeti ihtimalinden korkulmaya başlandığı hakkında bazı

hissiyat ve istitlâat hasıl olduğu anlaşıldığından meşveret ve meşrutiyetin şer'i şerif-i Ahmedî

ahkâmına katiyyen muvafık olduğunda zerre kadar tereddüdü olmayan ve derv-i istibdatta kütüb-i

İslâmiyemizin külhanlarda yakıldığını henüz unutmayan Cemiyet-i İlmiye-i îslâmiyenin ahkâm-ı

şer'iyeye hadim olacak Meclis-i Mebusanımızla meşrutiyet-i meşruamızm muhafazası uğrunda

bütün efradiyle son dereceye kadar sarf-ı mesaiye azmetmiş olduğu ve meşrutiyetin muhafazası için

bezl-i hayat etmeyi bir farîza-i diniye bildiği cihetle, bugüne kadar istifa edenler veya firara tasaddî

etmek suretiyle müstafi addolunacaklardan maada, müslim ve gayr-i müslim mebusan-ı kirama,

ulema ve bütün milletin itimadı berkemâl olup badema istifaya teşebbüs edenler hain-i vatan

addedilecekleri cihetle cümlesinin kemal-i hakkaniyet ve adalet ve istikamet dairesinde ifay-ı

vazifeye müdavemetleri ve tevfikat-ı rabbaniyeye mazhariyetleri hususunda kemal-i hulûsi kalb ile

dergâh-ı icabet-i Rabb-i mutteâle ref-i niday-ı tazarru edilmekte olduğu ve ruhaniyet-i

Muhammediyyeye müsteniden bütün millet zahiriniz bulunduğu arz ve beyan olunur. Şanlı asker

evlâtlarımızdan da ricamız şudur ki, sükûnet ve itaatlerini muhafaza ederek ulemay-ı şeriatın

nasihatla-riyle âmil olsunlar ki, Cenab-ı Hak da vatanımıza selâmet, dünya ve âhirette cümlemize

saadet ihsan buyursun, .âmin.»

31 Mart hâdisesi, ortada fert ve şahsiyet ismi bulunmayan bir umumîlik plânında, ileride dine karşı

girişilecek zulmün ilk hazırlayıcı. ve geliştirici iklimini getirmiştir.

Necip Fazıl Kısakürek- Son Devrin Din Mazlumları

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.