BÂBÜR ŞÂH-26 Aralık 1530
Hindistan’daki
en büyük İslâm devleti olan Gürgâniyye Devleti’nin kurucusu, edîb, âlim
ve tasavvuf ehli, Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Zahîrüddîn Muhammed
Bâbür’dür. 6 Muharrem 888 (m. 14 Şubat 1483) târihinde Özbekistan’ın
Fergâna şehrinde doğdu. 5 Cemâzil-evvel 937 (m. 26 Aralık 1530)
târihinde Agra’da vefât etti. Kabri, Kabil’dedir. Babası, dünyânın en
büyük hükümdârlarından Emîr Tîmûr Gürgân Hân’ın oğlu olan Esterâbâd
Fâtihi Miran Şâh’ın torunu Sultan Ebû Sa’îd’in oğlu, Fergâna hükümdârı
Ömer Şeyh Mirzâ’dır. Annesi Çağatay Hanlığı’nın müessisi olan Çağatay
Hân’ın torunu Yûnus Hân’ın kızı Kutluğ Nigâr Hanım idi.
İyi
bir tahsil ve terbiye ile yetiştirildi. Hoca Kelân’ın terbiyesinde
büyüdü. Türkçe’den başka, pek mükemmel sûrette Farsça, Arabca ve Moğolca
öğrendi. Âlim ve evliyâ diyârı Türkistan’da, Ehl-i sünnet i’tikâdını ve
Hanefî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi. Dedeleri Ebû Sa’îd ve Yûnus
Hân, Silsile-i âliyyenin büyüklerinden Ubeydüllah-i Ahrâr’ın (kuddise
sirruh) sohbetinde bulundular. Fergâna hükümdârı Ebû Sa’îd, gönül
sultânı Ubeydüllah-i Ahrâr’ın (kuddise sirruh) duâsını aldı. Yûnus Hân
da, bir bakışı şifâ olan, kalb ilimlerinin mütehassısı, gönüllerin
sultânı olan o mübârek zâtın teveccühünü kazandı. Bu mübârek kimselerin
torunları Bâbür Şah doğunca, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerine takdim
edip, isim taleb ettiler. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri, Bâbür’e, dînin
koruyucusu ma’nâsında Zahîrüddîn lakabını verdi. Ona, âlemlere rahmet
olarak yaratılan, Allahü teâlânın habîbi, sevgili Peygamberimizin (
aleyhisselâm ) ism-i şerîfi olan Muhammed ismini verdi. Çok duâlar etti.
Bâbür Şah, bu isimlendirme ve teveccüh sayesinde, çok büyük
muvaffakiyetlere mazhar oldu. Kendisi de dâima bunun şükrünü yaptı. Daha
sonraları çok tehlikeli, çetin ve maceralı hayâtını yazan Bâbür Şah;
“Allahü teâlâ, lütfuyla işlerimi en müsait ve en mes’ûd bir şekilde
tanzim etmiştir” derdi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyarak da,
kendisine verilen ni’metlerin şükrünü eda ederdi. Bozkır kültürünün
hâkim olduğu Türkistan’da; devrin örf ve âdetlerine göre mükemmel bir
askeri ta’lim ve terbiye ile yetişti. Kılıç kullanmayı, ok atmayı ve ata
binmeyi öğrendi. Eshâb-ı Kirâmın ve mücâhidlerin gazâlarını,
kahramanlıklarını ve evliyâ menkıbelerini dinledi. Onların hâl ve
hayatlarından ibret alarak, kumandanlık vasıflarını geliştirdi.
Gençliğinden i’tibâren gazâlara katılıp, zaferler kazandı.
Fergâna
bölgesinin emîri olan babası Şeyh Ömer Mirzâ, oğlu Bâbür’ü, kumandanlık
ve devlet idâresinde bilgi ve tecrübesini arttırması için Endican
vâliliğine gönderdi. Tahsiline burada da devam etti. Babası bir kaza
neticesinde vefât edince; 5 Ramazan 899 (m. 10 Haziran 1494) târihinde
Fergâna’ya emîr oldu. Genç yaşında mes’ûliyetli, tehlikeli ve maceralı
bir mücâdele içine girdi. Amcası ve dayısı ile mücâdele etti.
Tîmûroğulları, bağlı beylerden meydana gelen ve Semerkand’daki
hükümdârın idâresinde bulunan bir devletti. Semerkand’daki hükümdârın
gücsüzleşmesi, ba’zı kuvvetli beylerin güçlenmesine sebep oluyordu.
Bâbür Şah da Fergâna emîri olduğu sıralarda, bölgeye hâkim
Tîmûroğullarının zayıflaması sebebiyle, mirza denilen beyler arasında
daimî çatışmalar oluyordu. Mahallî beyler arasında birlik yoktu. Bâbür
Şah, Tatar ve Özbek melikleriyle onbir yıl mücâdele etti. Geçirdiği
birçok tehlike ve maceralar, mukavemet ve azmini arttırdı. Ağır
şartlarda, az sayıda kuvvet ve sâdık mâiyetiyle büyük işler başarmayı
öğrendi. Şeybânîler’in işgalindeki Semerkand ve Endican’ı zabt etmeye
çalıştı. 904 (m. 1498) ve 905-906 (m. 1499-1500) senelerinde
teşebbüslerinde muvaffak olamadı. Mâlik olduğu herşeyini kaybetti.
Sayılan çok az olan sâdık dostlarından başka herkes kendisini terk etti.
Üç sene mâiyetiyle birlikte çok sefâlet ve sıkıntı çekti. Yiyecek,
giyecek, silâh ve barınacak yer bulamadı. Bu sıkıntılı zamanlarda,
mâiyetiyle birlikte ancak üç ekmek bulduğu olurdu. Soğuk havada harabeye
girip, kuzu postuna bürünerek uyudu. Her an ölümle burun buruna geldi.
Hep Hakka tevekkül eder, dâima abdestli olup, duâ ederdi. Allahü
teâlâdan bir ân gâfil olmayıp, ibâdet ve zikr-i İlâhî ile meşgûl olurdu.
Çok tehlike altında olduğu bir günde, abdest alıp namaz kıldı. Sonra
da; “îster bir yıl yaşa, ister yüz, ne çıkar! Kalbleri fetheden bu
saraydan ayrılma zamanı geldi!” deyip yattı. Çok geçmeden uyuyakaldı.
Rü’yâsında, Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin torunu Hoca Ya’kûb’u gördü.
Ona; “Korkmayın, dedem Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri sizi unutmadı.
Biraz sonra imdâdınıza koşacak, uyanın” diyordu. Gözlerini açtı.
Düşmanları onun bulunduğu yere gelmişler, hileyle yakalayıp bağlamaya
hazırlanıyorlardı. Aynı anda nal sesleri işitildi. Gelenler, Bâbür’ün
iki sâdık kumandanı ve yirmi adamıydı. Tehlike savuşturuldu. Yardıma
gelen adamları, rü’yâda Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerini gördüklerini ve
yerini bildirerek gidip bulmalarını emrettiğini söylediler. Evliyânın,
hayatta olduğu gibi, kabirde de feyz ve berekât saçtığı, tasarrufda
bulunup, imdâda yetiştiği bir kerre daha görüldü. Buna, Bâbür Şâh’ın
i’tikâdı tamdı. Çünkü isim hocası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; “Himmet
etmek; Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde
yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye teveccüh
eder. Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin
yapılmasını ister. Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlânın âdeti
böyledir. Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerin de hâsıl oldukları
görülmüştür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu
makamda edeb lâzımdır. Edeb de; kulun kendisini, Hak teâlânın irâdesine
tâbi etmesidir. Hakkı kendi irâdesine tâbi etmemektir. Hak teâlânın
fermanına muntazır olmaktır, irâdesi te’allûk edip ferman buyurunca,
himmet etmektir” buyurmuş, Ubeydüllah-i Ahrâr’ın ( radıyallahü anh )
oğlu Hâce Muhammed Yahyâ da; “Tasarruf sahipleri üç nev’ idir Bir kısmı,
Allahü teâlânın izni ile her istedikleri zamanda, diledikleri
kimselerin kalbinde tasarruf ederek, onu fenâ makamına eriştirirler.
Ba’zısı, Allahü teâlânın emri olmadan tasarruf etmez. Emr olunan kimseye
teveccüh ederler. Bir kısmı ise, kendilerine bir sıfat bir hâl geldiği
zaman, kalblere tasarruf ederler” buyurmuştu. Bâbür Şâh’ın bu hâdiseden
sonra, İslâm âlimlerine ve evliyâullaha olan muhabbet ve sevgisi daha da
arttı. Hayattakilere hürmet ve ta’zim edip, teveccühlerini kazanmaya
çalıştı. Âhırete intikâl etmiş olanların kabir ve türbelerini ziyâret
edip, lüzumlu i’mâr ve ta’mirlerini yaptırdı. Bütün işlerini, onların
buyurdukları ve kitaplarına yazdıkları gibi yaptı. İslâmiyetin cihâd
farizasına sımsıkı sarıldı, İslâm hukukunu, adâlet ve ahlâkını duyurup
hâkim kılmak için, dâima mücâdele etmeye azmetti. Küfür karanlığında
boğulan Güney Asya’ya hak ve hakîkati götürüp, İslâm nûruyla
aydınlatmayı ve bu iş için daha çok çalışmayı kafasına yerleştirdi. Genç
yaşında uğradığı bütün felâketlere hep sabretti. Hiçbir zaman
mücâdeleden yılmadı. Mümtaz bir şahsiyete sahip olması sebebiyle,
adamlarının kalbini kazanmasını çok iyi bilirdi. Uğradığı felâketlere
rağmen, her defasında etrâfında sâdık adamlar toplandı. Taşkend’de
dayısının yanında bulunurken, Türk ve Tatarlar’dan bir ordu kurdu.
Dünyânın en muhteşem sıra dağları olan Hindukuş’u aşıp, Kabil’e geldi.
Şehri muhasara etti. Kan döküp, tahribat yapmak istemiyordu. Kabil’i
elinde bulunduran Hâkim Mukim Argun ile müzâkere başlatıldı. Müzâkerenin
uzatılması için, Bâbür Şah şaşalı bir askerî gösteri tertipledi.
Birliklerini etrâfa yaydı. Rüzgâra karşı dalgalanan sancaklar, kulakları
sağır eden kös sesleri arasında, kal’anın karşısındaki yüksek bir
düzlükte resm-i geçit yaptırdı. Kâbillilerin hayranlıkla seyrettiği
merasim, Mukim Argun’un şehri teslim etmesine sebep oldu. Kabil, silâh
kuvvetiyle, katliam ve tahribat yapılarak değil, ince bir siyâsetle
zabtedilmiş oldu. 910 (m. 1504)’de, Hindukuş’tan Gazne’ye kadar, hâkim
ve hükümdâr oldu. Mukim Argun, Bâbür’ün tâbiiyyetine girince,
mükâfatlandırdı. Bâbür Şah, teşkilâtlanmaya önem verdi. Yine toprakları
tımarlara ayırarak, kendisiyle beraber gelen kumandan ve hânedan
mensûplarına dağıttı. Şeybânî istilâsından kaçan; Semerkand, Hisar ve
Fergâna ahâlisini iskân etti. Fars, Türk, Tatar, Hindu, Puştu
lisânlarını konuşan ahâliye adâletle muâmele etti. Askerî teşkilâtı
kuvvetlendirip, güçlü bir ordu kurdu, İslâmiyeti insanlara duyurdu.
Her
tarafta İslâm hukukunu tatbik edip, adâleti te’min için gazâlara çıktı.
911 (m. 1505)’de İndus nehri sahillerine kadar ilerledi. Âsi kabile
reîslerini cezalandırdı. Şeybânîler’in çekilmesiyle Horasan’a ilerledi.
Hire’yi zabt edip, Belh şehrini hâkimiyeti altına aldı. 912 (m. 1506)’da
Tîmûrlular hükümdârı Hüseyn Baykara’nın vefâtından sonra Hirat’a geldi.
Yeğenleri Bediüzzemân ve Muzaffer Hüseyn tarafından çok iyi karşılandı.
Hirat’ın ziyâret makamlarını, san’at ve mimari eserlerini, dinlenme
merkezlerini gezdi. Evliyânın büyüklerinden Şeyh-ül-İslâm Abdüllah-i
Ensârî hazretlerinin türbesini huşû’ ile ziyâret etti. Abdullah-i Ensârî
hazretlerinin; “Yâ Rabbî! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan
sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan, onları tanımıyor. Yâ Rabbî! Her kimi
felâkete düşürmek istersen, onu İslâm âlimleri üzerine atarsın” sözünü
bir defa daha hatırladı. Ubeydüllah-i Ahrâr’ın (kuddise sirruh)
talebesi, büyük âlim, edîb, veliy-yi kâmil Molla Câmî hazretlerinin
türbesini ziyâret ederek, feyz aldı. Hirat’taki nadide kitaplar,
işlemeli silâhlar, göz nûru dökülerek meydana getirilen motifler, san’at
eserleri Bâbür Şâh’a çok te’sîr etti. Edebî hisleri uyandı. Hirat’ı
zihnine nakş edip, yedi aydır ayrı kaldığı Kabil’e döndü.
Hirat’tan
Kabil’e dönüşü pek çetin ve maceralı geçti. Mevsim kıştı. Kandehâr
yolundan Heri-Rûd Dağı’na girdi. Kara gömüldü. Şiddetli bir fırtınaya
tutuldu, ilerlemesine devam etti. Fırtınanın çok şiddetlendiği bir
sırada, bir mağaraya rastladılar. Birlikler, karlar altında, bütün
geceyi oldukları yerde, atlarının üstünde geçirdiler. Bâbür Şâh’a,
mağaraya sığınması için çok ısrar ettiler. Askerleri dışarıda fırtına ve
soğukta mücâdele ederken, sıcak bir barınağa girmek istemedi. Kederde
ve tasada beraber olması, onu askerin gözünde daha da büyüttü. “Onların
çektiği ızdırâbı ben de tatmalıyım. Dostlarla beraber ölmek düğündür”
deyip, bulunduğu yere kürekle bir çukur açtı. Diz çökerek içine girdi.
Askerleri de, fırtınadan korunmak için aynı yolu ta’kib ettiler.
Uyandığında, başının üstüne karış karış kar birikmiş, kulakları
donmuştu. Fırtına dinmiş, ortalık sakinleşmişti. Zerrin Boğazı’ndan
Hindukuş’u geçip, Kabil’e geldi. Amcaoğlu Hân Mirzâ’nın isyanını
bastırıp, şehre girdi. 913 (m. 1507)’de Kandehâr’ı zabt etti.
Afganistan’a hâkim büyük bir İslâm devleti kurdu. Tîmûrlular hânedanının
en büyük reîsi olduğunu ilân edip, “Pâdişâh” ünvanını aldı. Şeybânî
Hân’ın Şah İsmâil Safevî’ye mağlup olup şehîd edilmesi üzerine, tekrar
Mâverâün-nehr’e gitmek istedi. Bu sırada Şah İsmâil, Hirat’ı işgal edip,
Ehl-i sünnet ahâlisine çok zulüm etti. Hutbede bu ümmetin en yükseği
olan, müslümanların gözbebeği Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk ve
Osmân-ı Zinnûreyn hazretlerine dil uzattırmaya, Eshâb-ı Kirâmdan
ba’zılarına da hürmetsizlik ettirmeye kalkıştı. Hatîb, hutbede Hulefâ-i
râşidînin isimlerini okuyunca, Eshâb-ı Kirâm düşmanı olan askerler
tarafından derhâl parçalandı. Şah İsmâil-i Safevî, Hirat Şeyhülislâmını
çağırdı. İlk üç halîfeyi kötüleyerek tel’in etmesini istedi.
Şeyhülislâm, sapıklık olan bu teklifi red edince, Şah İsmâil, bizzat ok
atarak onu şehîd etti. Ağaca astırıp yaktırdı. Bid’at ve sapıklık
bilmeyen, Sünnî bir müslüman olan Bâbür Şah, Safevî zulmüne son vermek
istedi. 917 (m. 1511) senesinde Hisar ve Buhârâ’yı zabt edip,
Mâverâünnehr’deki şehir ve kasabalara hâkim oldu. Aynı yılın Receb
ayında, üçüncü defa Semerkand’a hâkim oldu. Moğolların ihânetine
uğrayınca, Kabil’e çekildi. Mâverâünnehr’e Sünnî Özbekler hâkim olunca;
zulüm ve tahribat durduruldu. Bâbür, 920 (m. 1514) senesinde tekrar
Kabil’e döndü. Budizm ve mecûsîlik gibi putperestliğe inanan Racaların
zulmü altında inleyen Hindistan’a İslâmiyeti götürmeye karar verdi.
Kuvvetli bir ordu kurdu. Süvari ve ateşli silâhlar ile, 924 (m. 1518)
senesinde Kunar ve İndus sahalarını emniyet altına aldı. 925 (m.
1519)’de İndus nehrini sallarla geçti. Pencab’a hâkim oldu. Pencab
ahâlisine çok iyi muâmele etti. Askerlerin zulüm ve tahribat yapmasını
şiddetle yasakladı. Hindistan’ın merkezi Dehlî’ye gönderdiği elçi,
Lâhor’da tevkif edilince çok üzüldü. Pencab’ı teşkilâtlandırıp,
ta’yinlerde bulundu. Kabil’e dönüp, hududlarını emniyete almaya ve ordu
toplamaya başladı. Kandehâr’ı zabt etmesiyle, Amuderyâ ile İndus ve
Belûcistan arasındaki bütün topraklara hâkim oldu.
Bâbür
Şah, Afganistan’da kuvvetlenip, Hindistan’da taraftar topladı, İndus
nehrini geçti. Kuzey Hindistan’a girdi. Lâhor’u zabt ile, bütün Pencab’ı
adamları arasında taksim ederek tekrar Kabil’e döndü. 932 (m. 1525)’de
beşinci ve sonuncu Hindistan seferine çıktı. İndus nehrini geçerken, bir
kâtib kadrosu kurdurup, karşı sahile geçen kuvvetlerini tek tek
kaydettirdi. Hindistan’a onikibin kişilik kuvvetle girdi. Pencab’daki
kuvvetlerini topladı. Hindistan’ın merkezi Dehlî’ye hareket etti.
Geçtiği yerlerdeki merkezleri teşkilâtlandırarak ilerledi. Lahor’daki
saray kütüphânesinde bulunan İslâm âlimlerinin kitaplarına hayran kaldı.
Bâbür Şah, uğradığı her yerde, insanların müslüman olmasında müessir
olan gönül sultânı evliyâ ve âlimlerin kabir ve türbelerini ziyâret
etti. Muvaffakiyeti için onların rûhlarından istimdâd edip, Allahü
teâlâya duâ etti. Hindistan’ın zabtı için, batıdaki en büyük Türk-İslâm
devleti olan Osmanlı Devleti ile münâsebet kurdu. O devrin en yüksek
ateşli silâh teknolojisine sahip olan Osmanlı Devleti’nden topçu
ustaları getirtti. Dehlî’ye hâkim olan İbrâhim Lodî’ye karşı harekete
geçti. Pâni-püt’te, İbrâhim Lodî’nin kendisinden çok üstün olan
kuvvetlerini karşıladı. 933 (m. 1526) yılında, on-onbeşbin kişilik
küçük, fakat muntazam bir ordu ile, yüzbin kişilik orduyu mağlubiyete
Uğrattı, İbrâhim Lodî’nin öldürüldüğü, Bâbür’ün kazandığı Pâni-püt
meydan muharebesinin, Hindistan’ın istikbâline büyük te’sîri oldu.
Muharebede, Bâbür’ün askerî dehâsı, teşkilâtçılığı, ordudaki ateşli
silâhları, topları, tecrübeli Türk ve Tatar cengâverleri, fillerle dolu
düşman ordusunu darmadağın etmeye kâfi geldi. Bâbür, Pâni-püt zaferi
sonrasında ilerlemesine devam ederek, Dehlî ve Ağra’ya girdi Mağluplara
ve ahâliye âlicenaplıkla muâmele etti.
Meşhûr
âlim Zeynüddîn Hafî hazretlerinin, aynı ismi taşıyan torununu yanından
hiç ayırmayan Bâbür Şah, Dehlî’de ilk hutbeyi, dedesi gibi âlim olan
Zeynüddîn Hafî’ye okuttu. Halka yapılan zulüm ve baskıları kaldırdı.
Ülkede adâleti te’sis etti. İslâmiyete uymayan her türlü vergiyi
kaldırdı. Halkının refah ve saadeti için çalıştı. Onun iyilikleri, bütün
teb’asına te’sîr etti. Ahâli rahata kavuştu. Herkese iyi muâmele
ederek, insanların gönlünde taht kurdu. Oğlu Hümâyûn kumandasındaki bir
ordu, âsî Afgan emirlerini mağlup etti.
Bâbür
Şah, Hindistan’ın fethinde ve İslâm dîninin yayılmasında büyük emeği
geçen Dehlî Türk hükümdârlarından Kutbüddîn Aybek, Alâüddîn Mes’ûd Şah
ve Gıyâseddîn Balaban’ın türbelerini ve onların yaptığı diğer âbideleri
ziyâret etti. Hindistan fâtihlerinin rûhunu şad etti. Hindistan’dan
aldığı ganîmetleri, kumandan ve askerlerine dağıttı. Kendisine refakat
eden âlim, evliyâ, edîb ve san’atkârlara da hediyeler verdi. Semerkand,
Kaşgar, Horasan ve Irak’daki şeyh ve âlimlere, Mekke ve Medine’nin azîz
bekçilerine bol bol hediyeler gönderdi. Cömertliğinin mükâfatını
ziyadesiyle görüp, çok duâ aldı. Eski başşehri Kabil’in bütün ahâlisine
hediyeler gönderdi.
Bâbür
Şah, Hindistan’da karşılaştığı üç amansız düşman olan hararet, rüzgâr
ve tozla mücâdele etti. Agra yakınlarında bahçe kurdu. Bahçede büyük bir
kuyu kazdırdı. Suyu akıtmaya yarayan çarklar kurdurdu. Havuzlar,
hamamlar, evler yaptı. Bahçe ve çiçekliklerin plânını bizzat kendisi
çizdi. Bu plâna göre hazırlanan bahçe, çok güzel ve simetrikti. Şehirde
de, üç katlı büyük bir kargîr su deposu yaptırdı. Su, bu sarnıcın en üst
katına çıkıyordu. Maiyeti de Bâbür Şâh’ın yaptıklarını diğer beldelerde
yaptılar. Onun i’mâr çalışmalarını her tarafa yaydılar.
Hindistan’da
fetihlere devam edip, emniyeti sağlamaya çalıştı. Mültan’ı ilhakla,
hudutlarını İndus’tan Bihâr’a kadar ulaştırdı. 935 (m. 1527)’de Büyana
kal’asını zabt etti. Bâbür’e karşı Afgan ve Hind Rajputları ittifâk
edince, Rânâ Senkâ üzerine ilerledi. Kanvaha civarında, 934 (m. 1527)
senesinde Rajput ordusuyla karşılaştı. Muharebe başladı. Bâbür’ün
askerleri tarafından târihe şan veren destanı bir mücâdeleyle
kahramanlıklar gösterildi. Ateşli silâhlara ve Osmanlı Sultânı
tarafından gönderilen Mustafa Bey’in kumandasındaki top ve topçu’
birliğine sahip Bâbürlü ordusu, mükemmel muharebe etti. Hindliler, daha
top ve tüfeğe yabancıydılar. Zafer kazanılarak, Bâbür, “Gâzî” ünvanını
aldı. Hindistan’daki Türk-İslâm idâresi kuvvetlendi. Şeyh Zeyn Hâfi’nin
kaleme aldığı zafernâme, bütün müslüman hükümdârlara gönderildi. 935 (m.
1528)’de Şanderi’ye varıp, Rajputlar’dan şehrin teslimini istedi.
Teklif kabûl edilmeyince, müstahkem şehir, muhasara ile Rajput ve
Hindular’dan kurtarıldı. Aynı sene Luknov’a girdi. Gvvalyar’a kadar
ilerledi. Zabt edilen beldelerin emniyet, i’mâr ve iskâniyle alâkadar
oldu. 936 (m. 1529)’da Bengal hududlarında ordugâh kurup, mahallî
hükümetleri itaati altına aldı. Ganj nehrini geçti. Bengâl’e hâkim oldu.
Agra’ya döndü. Bâbür Şah, Bengal seferi neticesinde; Himalaya’dan
Gwalyar’a, Şanderi ve Amuderyâ’dan Bengâle kadar hâkim oldu. Otuz seneyi
aşan mücâdeleli hayâtı onu yıprattı. Sıhhati bozuldu. Bedahşan vâlisi
olan büyük oğlu Hümâyûn’u Agra’ya çağırdı. Hümâyûn, burada hastalandı.
Altı ay hasta yattı. Hümâyûn’un hastalığı Bâbür’ü daha da üzdü. İyi
olması için çok duâ ve niyazda bulundu. Hümâyûn iyileşince, devlet
erkânını toplayarak, kendisinden sonra oğlu Hümâyûn’u hükümdâr
yapmalarını bildirerek, onu veliaht ta’yin etti. Sıtma ve müzmin
ishalden sıhhati iyice bozulan Bâbür’ün rahatsızlığı arttı. 5
Cemazil-evvel 937 (m. 26 Aralık 1530) senesinde, kırksekiz yaşında iken
vefât etti. Önce Agra’da Nûr-Afson bahçelerine defn edildiyse de,
vasıyyeti îcâbı daha sonra Kabil’e nakl edildi. Torunlarından Şah Cihan,
1056 (m. 1646) senesinde kabri üstüne muhteşem bir türbe inşâ etti.
Vefâtında, onsekiz evlâdından dört oğlu ile üç kızı hayatta idi.
Oğulları; Hümâyûn, Kamron, Askeri ve Hindal, kızları ise; Gülrenk,
Gülçehre ve Gülbeden idi. Babasının vefâtından sonra, Hümâyûn Şah,
Hindistan hükümdârı oldu.
Bâbür
Şah, otuzaltı sene hükümdârlık yaptı. Hindistan’ı alıp, büyük bir İslâm
devleti kurdu. Bâbürlüler, Tîmûroğulları veya Gürgâniyye denilen bu
devlet, 933 (m. 1526) senesinden 1274 (m. 1858)’de Hindistan’ın
İngilizler tarafından işgaline kadar ücyüzkırkbir sene hüküm sürdü.
Doğudaki en büyük İslâm devleti Gürgâniyye idi. Doğu Asya ve
Hindistan’da İslâm dîninin bekçisi idi. Gürgâniyye hükümdârlarının son
zamanlarında, İngilizler Hindistan’a yerleşmeğe başladı. El altından
Hindu kafirlerini müslümanlara karşı kışkırttılar. Sürekli fitneler
çıkardılar, önce, Felemenk (Hollanda), Portekiz, Fransız ve İngiliz
tüccârları ve büyük şirketleri sahil şehirlerine yerleştiler, ilk olarak
Ferrûh Şîr Şah, bir İngiliz şirketine imtiyaz hakkı tanıdı, ikinci
Şâh-ı âlem, Bingale bölgesini senede yirmidörtbin Ruble karşılığı
İngiliz şirketine kiraya verdi. 1221 (m. 1806)’de Şâh-ı âlem vefât
edince, İngiliz hükümeti, şirketin haklarını korumak behânesi ile işe
karıştı. 1274 (m. 1858)’de Dehlî’de ihtilâl çıkarıp, Behâdır Şâh’ı
Kalküte şehrine nakil ve habs ederek, Gürgâniyye devletine son verdi.
Midhat Paşa’nın sebep olduğu Osmanlı-Rus harbi (93 Harbi) sırasında
İngilizler, Hindistan’da rahat hareket etme imkânını buldular. 1294 (m.
1877) yılında Hindistan’ı, İngiltere krallığına bağladıklarını ilân
etti. Midhat Paşa’nın İslâmiyete yaptığı zararların en büyüğü bu oldu.
İngilizler, girdikleri bütün İslâm memleketlerinde yaptıkları gibi;
İslâm âlimlerini, İslâm kitaplarını, İslâm mekteplerini yok ettiler. Tam
din câhili bir gençlik yetiştirdiler. Hindûlarla müslümanları
çarpıştırıp, milyonlarca müslümanın kılıçtan geçmesine sebep oldular.
Çıkardıkları fitnelerden en kanlısı, 1274 (m. 1858) ve 1366 (m. 1947)’de
Pakistan kurulurken oldu. Senelerce sonra memleketimizden ziyâret için
giden bir zât 1391 (m. 1971) sonunda, Hind ve Pakistan seyahatinde
Pâni-püt şehrinde, kapısı kilitli bir Kur’ân-ı kerîm mektebi görüp,
niçin kapalı olduğunu sorunca; “1947’den beri kapalıdır. Bütün talebeyi
ve şehirdeki binlerce müslümanın hepsini (m. 1947)’de Hindular öldürdü.
Bir Ehl-i sünnet sağ kalmadı. Biz sonradan buraya geldik” demişlerdir.
Bâbür
Şah; âlim, âdil, edîb, mücâhid ve iyi bir müslüman hükümdârdı.
Vefâtından sonra, “Hazret-i Firdevs Mekânî” ve “Hazret-i Git-i sitânî
(Cihan fâtihi)” diye yâd edildi. Devrinin büyük dâhisi, nâdir kabiliyet
sahibiydi. Cesâreti, keskin zekâsı, ince, zarif, merhamet dolu bir kalbi
vardı. Çok akıllıydı. Büyük bir devlet adamı ve kumandandı. Aklı,
zekâsı, kahramanlığı ve yılmaz azmi ile tanınırdı, insan rûhuna sevgi ve
saygı ile hitâb edip, çevresindekileri kendine bağlardı. Geçirdiği
türlü tecrübeler, kabiliyetini arttırdı. Saâdetli ve felâketli bütün
hâdiseleri tevekkül ile karşılardı. Kaza ve kadere rızâ gösterirdi.
Allahü teâlâdan ümidini kesmezdi. Metanetliydi. Maiyetine, teb’asına
merhamet ve şefkatle muâmele ederdi. Affetmesini severdi. Kendisine
karşı gelen pekçok hânedan üyesi kumandan ve devlet adamını hemen
affederdi. İslâmiyetin ve devletin bekâsı söz konusu olduğu anda, en
şiddetli hareketlerden asla çekinmezdi. Rûh yüksekliği, berrak bir
zekâsı çelik gibi bir irâdesi vardı. Herhangi bir işte bir hatâ görünce,
onu hemen düzeltirdi. Spor yapardı. Kılıç kullanmakta, ok atmakta, ata
binmekte mahirdi. Bütün bu meziyetlerinin yanında, muazzam bir edebî
dehâya sahipti. Edebiyat ve fikir çalışmaları bakımından, Türk
edebiyatının en büyük şâir ve edîblerindendi. Hayâtını kendi yazdı.
“Tüzük Bâbürî”, “Bâbürnâme” veya “Vekâyî” adlı eser Çağatayca idi. Bu
eserin edebiyat âleminde büyük yeri olduğu gibi, devrin orta Asya,
Afganistan ve Hindistan târihi için de çok önemlidir, önce Farsça, sonra
ise; İngilizce, Fransızca, Rusça, Felemenkçe, Hintçe, Almanca ve
Türkiye Türkçesi’ne tercüme edildi. Türkçe nesrin şahikalarından olan
“Tüzük Bâbürînin yazmaları, san’atkârlar tarafından nefis minyatürlerle
süslendi. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin, Hanefî fıkhı üzerine
Farsça olarak yazdığı “Risâle-i Vâlidiyye”sini, “Risâle-i Vâlidiyye
tercümesi” adıyla şiir şeklinde Türkçeye çevirdi. Bu eserin tercümesini
yaparken, Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr hazretlerinin büyük tasarruflarına
mazhar oldu. Bozulan sıhhati düzeldi. Yine Hanefî mezhebine âit fıkıh
mes’elelerini ihtivâ eden “Mübeyyen”ini yazdı. Mesnevî tarzında yazılan
bu eser, Bâbür Şah’ın fıkıh ilmindeki bilgisini de ortaya koymaktadır.
Şiirdeki ustalığını, fıkıh bilgisindeki üstünlüğü ile birleştiren Bâbür
Şah, fıkıhla ilgili manzûm eserlerinden başka, Türkçe pek kıymetli bir
eser olan “Risâle-i Arûz”u yazdı. Bu eserinde beşyüzdört çeşit muhtemel
durak gösterdi. Farsça ve Türkçe şiirlerinin toplandığı Dîvân’da; gazel,
mesnevî, kıt’a, tuyuğ, rubai, müfred, müsenna gibi edebî çeşitler
vardır. Bâbür Şah, bu eserlerde; Türkçe, Farsça, Arabca ve Moğolcayı pek
hâkim bir şekilde kullandı. Çok güzel yazı yazardı. Onun yazılarından,
“Hatt-ı Bâbürî” adı ile yeni bir yazı şekli ortaya çıktı.
Bâbür
Şah; teşkilâtçılık, mücâhidlik, kumandanlık, âdillik, âlimlik, ediblik,
şairlik, hattâtlık, İslâm hukuku, tasavvuf bilgileri, nebatat,
hayvancılık, bahçecilik, mimarlık ve daha pekçok san’at, bilgi ve güzel
ahlâkı kendinde toplayan bir hükümdârdı.
Torun’un
oğlu Cihangir’in ta’biriyle; “Bâbür Şâh, nûra olduğu kadar fütuhata da
yürüdü. Ama aslında ma’nâ âlemine dönüktü.” Bu teşhis, onun şahsiyetini
açıklamaya kâfidir.
Son derece mümtaz ve geniş bir kültüre sahip olan Bâbür Şah’ın sözlerinden seçmeler:
“Sana kötülük edeni kadere bırak.
Kader, intikamını daha iyi alır.”
Kader, intikamını daha iyi alır.”
“İşlerin zamanında yapılması lâzımdır.
Vakitsiz yapılan iş, gevşek olur gevşek.”
Vakitsiz yapılan iş, gevşek olur gevşek.”
“Yaralı gönüllerin derdinden sakın.
Çünkü gönül yarası nihâyet zuhur eder;
Çünkü gönül yarası nihâyet zuhur eder;
Elinden geldiği kadar bir gönül yıkma.
Çünkü bir âh, bir dünyâyı altüst eder.”
Çünkü bir âh, bir dünyâyı altüst eder.”
“İster yüz sene, ister bir gün kal.
Bu gönül aydınlatıcı köşkü terk edeceksin.”
Bu gönül aydınlatıcı köşkü terk edeceksin.”
“Kötü adla yaşamaktansa,
İyi adla ölmek daha iyidir.”
İyi adla ölmek daha iyidir.”
“İslâm uğrunda çölde âvâre oldum;
Kâfirler ile hep çarpıştım.
Kendimi şehîd etmeye azm etmiştim;
Allahü teâlâya şükür ki gâzi oldum.”
Kâfirler ile hep çarpıştım.
Kendimi şehîd etmeye azm etmiştim;
Allahü teâlâya şükür ki gâzi oldum.”
“Cihangirlik, durmakla te’lîf edilmez;
Dünyâ, acele etmeyi bilenindir.
Her işte efendinin sükûnu yaraşır; Padişahlık müstesna.”
Dünyâ, acele etmeyi bilenindir.
Her işte efendinin sükûnu yaraşır; Padişahlık müstesna.”
“Dünyâya gelen herkes ölecektir!
Ebedî olarak kalan Allahtır.
Hayat meclisine giren herkes,
Ecel kadehinden içecektir.
Dirilik konağına gelen herkes,
Bu gam evinden elbet geçecektir.”
Ebedî olarak kalan Allahtır.
Hayat meclisine giren herkes,
Ecel kadehinden içecektir.
Dirilik konağına gelen herkes,
Bu gam evinden elbet geçecektir.”
Hiç yorum yok