AVRUPA'YA DÜŞEN YILDIRIM: NİĞBOLU- 25 EYLÜL 1396
AVRUPA'YA DÜŞEN YILDIRIM: NİĞBOLU
Osmanlı Devleti ile tek başına girişeceği bir harpten hiçbir şey elde edemeyeceğini, Türkleri ise Macaristan’ın istikbali için Tuna’dan uzaklaştırmanın şart olduğunu bilen Macar kralı Sigismund, Osmanlı’ya karşı Avrupa devletleriyle ortak bir hıristiyan cephesi kurmaya girişti. Papa, 1394 yılında Müslümanlara karşı yeni bir Haçlı seferi ilân etti. Haçlı seferinin asıl hedefi, bir asır önce Memlükler tarafından ortadan kaldırılan Kudüs krallığını ihya etmek idi.
Yapılacak Haçlı seferinin hazırlıkları birkaç sene sürmüş, birçok Avrupa devletinin iştiraki ile, Avrupa’nın çıkarabileceği en seçkin ve en iyi teçhiz edilmiş bir ordu meydana getirilmiştir. Sadece Fransa’da, Fransız kontenjanını hazırlamak ve silâhlandırmak için şimdiki rayiçle birkaç milyar dolar harcanmıştı ki bu, ortaçağ Fransası için pek büyük bir rakamdı. Haçlı ordusunun sayısı 130.000 civarında idi. Zaferden o kadar emindiler ki Macar Kralı Sigismund: “Eğer gökyüzü yere düşecek olsa hıristiyan ordularının süngülerine takılıp kalır!” diye böbürleniyordu.
Büyük harp meclisi Budapeşte’de toplanmıştı. Macaristan kralı, asla Osmanlı hududunun geçilmemesini, Macar topraklarında düşmanın beklenmesini, Türk ordusunun mümkün olabildiği kadar yıpratılmasının zafer için şart olduğunu ileri sürdü. Ancak bu teklif, bütün meclis âzâsının itirazları ile karşılandı. Maksadın Osmanlıları ezmek değil, fütuhat olduğu, eldeki ordunun, Avrupa’nın çıkarabileceği en mükemmel kuvvet bulunduğu ileri sürüldü.
Bu arada yapılan hazırlıklardan çoktan beri haberi bulunan Yıldırım, şubatta Macaristan’a resmen harp ilân etmiş, mayısta Macar hududunu geçeceğini krala tehdit yollu bildirmişti. Halbuki haziran girdiği halde, Türk ordusundan eser yoktu. Fransız prenslerinin kuvvetli ısrarları ve icabında kendisini dinlemeyecekleri ihtimaline karşılık Sigismund, Osmanlı hududunu geçmek emrini vermeye mecbur kaldı.
Haçlı ordusu iki kola ayrılarak bir kolu Sırbistan, öbürü Eflâk üzerinden geçerek çok önemli bir kilit noktası olan Niğbolu Kalesi önünde birleştiler. Buraya gelene kadar önlerine gelen her yeri yakıp yıkmış, kadın çoluk çocuk demeden büyük katliamlar yapmışlardı.
Niğbolu kalesi mühim bir Türk garnizonu idi ve şehir ahalisinin çoğunluğu Türk’tü. Kale çok sağlamdı. Erzak ve silah boldu. Ancak bu derece kalabalık bir orduya karşı koyma ümidi zayıftı. Kale kumandanı Doğan Bey, Sultan Murad’ın en iyi kumandanlarındandı, garnizonda fevkalâde bir disiplin tesis etmişti. Surları çevirmiş olan haçlılarda ise büyük bir disiplinsizlik hakim idi. Avrupa’nın her tarafından devşirilmiş olan alaylar, birbirlerinin dillerini bile anlamıyorlardı. Komutan Sigismund’un bu kuvvetler üzerindeki hakimiyeti zayıftı.
Yıldırım Bayezid ve ordusuna dair hiçbir ciddi haber alınamaması da ayrıca haçlılara büsbütün cesaret vermişti. Kuşatmayı bile ciddi tutmayıp, kaledeki Türk’lerin gözleri önünde içki içip, onlarla alay ediyorlardı.
Haçlılar tam 15 gün, birbirlerine ziyafet vermekle, yağma ettikleri malları ikramla vakit geçirdiler. Bu sırada Yıldırım’ın yaklaşmakta olduğu haberleri geldiyse de, bu derece büyük bir ordunun üzerine padişahın yürümeye cesaret etmesi ihtimali, kumandanlar arasında kahkahayla karşılandı. Hatta Türkler’in yaklaşmakta olduğunu iddia eden birkaç öncü askerin kulakları kesildi.
Bütün orduda, Yıldırım’ın devletini savunmaktan ümidini keserek Kahire’ye kaçtığı ve Memlük Sultanı’na sığındığı kanaati hakimdi. Ancak Yıldırım, yaz aylarında kendisine has süratiyle ordusunu büyük bir meydan muharebesine hazırlamıştı. En seçkin alayları yanına almış, Balkanlar’da birçok garnizonu da takviye etmişti. Üstelik Macaristan Kralı ve Bizans İmparatoru arasındaki gizli haberleşmeleri ele geçirmiş, Haçlı ordusunun teşkilât ve plânlarına vâkıf olmuştu.
Ordu, olanca görkem ve ihtişamı ile büyük bir hızla, adeta yıldırım gibi ilerliyordu. Bunda Yıldırım’ın şu sözlerinin etkisi büyüktü:
“Vezirlerim, kumandanlarım, gazi yiğitlerim! Düşman gurur içindedir. Sayısı çoktur. Fakat bizim imanımız vardır. Hakk’ın inayetine güveniriz. Ama, düşmanı gafil bastırmak gerektir. Şimdi düşman, daha bizim çok uzaklarda olduğumuza güvenerek gaflet içinde olsa gerektir. Gayret sizden... Dinlenmeyi, rahatı kendinize haram edeceksiniz. Aç, susuz kalabiliriz, uykusuz da kalabiliriz. Fakat en kısa zamanda Niğbolu önüne ulaşmamız şarttır.”
Niğbolu’ya oldukça yaklaşılmıştı. Yola çıkalı iki gün olmuştu ki, ilk defa istirahat molası verildi. Vakit akşamdı. Yıldırım, herkesin çadırlarına çekilmesini emretti. Yorgunluktan bitkin bir hâlde olan orduda şimdi büyük bir sessizlik hâkimdi. Bir ara Yıldırım, çadırından dışarıya çıktı. Atının getirilmesini emretti. Muhteşem beyaz atı gecenin karanlığında nur gibi parlıyordu. Atına binerek karanlıklar içinde kayboldu.
Yıldırım, atını çılgın gibi sürüyor, bir yıldırım hızında ilerliyordu. Yer, adeta atının ayakları altında kayıyordu. Böylece dereleri, tepeleri aştı, nihayet önünde Niğbolu Kalesi’nin duvarları göründü. Haçlıların arasından geçerek kalenin önüne geldi. Gecenin karanlığı, tokmak gibi bir sesle yırtıldı:
“Bre Doğan!.. Bre Doğan!..”
Doğan Bey, kendisine, Sultan’dan başka hiç kimsenin sadece adını söyleyerek seslenmeyeceğini bildiği için, Yıldırım Bayezid’in geldiğini anladı. Yıldırım, biraz daha sabretmelerini söyleyerek, geldiği yoldan karanlıklar içinde kayboldu. Bu pek mühim hadise, kalede kuşatılmış durumdaki mücahidlerin mâneviyâtını fevkalâde yükseltmiştir. Yıldırım’ın eşsiz cesareti, bir kez daha görülmüştür.
Ayrıca bu olay, kuşatmanın ne derece gevşek tutulduğunu ve hıristiyan ordusundaki sarhoşluğu göstermektedir. Bu yürek titreten hadiseyi kumandanlara haber verenlerin iddiaları asılsız bulunmuş ve kulakları kesilmiştir.
Yıldırım Bayezid Han, düşmanına nisbetle sayısı çok az olan ordusuna hilâl şeklinde mevzi aldırmıştı. En önde Sarıca Paşa kumandasında hafif süvari ve hafif piyadeler; ikinci safta, ortada, Yeniçerilerin bir kısmı, sağ kolda Şehzâde Süleyman Çelebi kumandasında Sadrazam Ali Paşa, Rumeli Beylerbeyi Firuz Bey, Malkoç Bey, Timurtaş Bey ve Avrupa yakası sipahileri; sol tarafta, Şehzade Mustafa Çelebi kumandasında Anadolu Beylerbeyi Kara Timurtaş Paşa, Karaman Beylerbeyi Mehmet, Tahir Beyler ve Anadolu Yakası sipahileri; üçüncü hatta, merkezde yeniçerilerin büyük bölümü, sağda Sırp yardımcı askerleri, sol cenahta sipahiler bulunuyordu.
Haçlılar, kalenin güneyinde mevzilenmişlerdi. Ayrıca Tuna cihetinden de düşman donanması tarafından Niğbolu kalesi sarılmış bulunuyordu.
Savaş başlamıştı. Türklerin savaş taktiğine tamamen yabancı olan ve büyük çapta bir meydan savaşı görmemiş olan Haçlılar, Türk hatları kıskacını daralttıkça ve geriye doğru saflarını açıp düşmanı içine aldıkça şaşırdılar. Fransızlar, savaşı kazandık zannıyla alabildiğine Türk saflarının derinlerine dalıyorlardı.
Cephenin sol kanadına kumanda eden Şehzade Mustafa’nın saflarını yardıklarına kanan Haçlılar, ancak kıskacın içine düşüp imha edilmeye başladıkları anda kendilerine geldiler ki, artık iş işten geçmişti. Her Haçlı birliği, diğerinden habersiz, kendi başına savaşıp kahramanlık göstermeye çalışırken, artık orduda hezimet başlamıştı.
Herkes, canını Tuna’ya atıp kaçmak istiyordu. Fakat nehrin Türk atlıları tarafından tutulduğunu görünce adeta şok oldular. Yenilme ihtimalini akıllarından bile geçirmediklerinden dolayı, hiçbir kaçış tedbiri almamışlardı. Kendilerini delice Tuna’nın sularına bırakan haçlılar, zırhlarının ağırlığı ile bu geniş ve derin nehirde boğuldular. Ayrıca Tuna üzerindeki haçlı filosunun büyük bir kısmı da imha edildi. Netice itibari ile haçlı ordusundan 100.000 kişi ya Osmanlı kılıcı altında veya Tuna’da boğularak can vermiş, kalanı esir edilmiş, pek az bir kısmı kaçmaya muvaffak olabilmiştir. Türk askerinin cesareti ve dirayeti karşısında şövalyelerin zırhları, kalkanları bir işe yaramamıştır.
Bir tarihçi şöyle diyor:
“1396 Haçlı seferi için yola çıkan Fransız şövalyeleri ve yardımcı yabancılar, sadece Macaristan’ı ve Bizans’ı kurtarmak için değil, Türkler’i Asya’daki müstahkem yerlerinde ezmek, mukaddes makamları Mısır sultanının pençesinden kurtarmak fikriyle oralara gidiyorlardı.
Bunlardan bazıları şüphesiz Niğbolu’dan öteye de gittiler.
Fakat bir fâtih, bir kurtarıcı olarak değil, köle ve esir olarak...”
Esir edilenler arasında pek çok asilzâde de bulunmaktaydı. Bunlar pek yüksek fidyeler karşılığında serbest bırakılmışlardır.
Savaştan sonra: “Başımıza Yıldırım düştü.” diyen Fransız şövalyelerinin başı Korkusuz Jan, padişahın huzuruna girdiği vakit, serbest bırakılacağını öğrenince bir daha savaş yapmak üzere Yıldırım’ın karşısına çıkmayacağına dair yemin etmişti.
Yıldırım ise ona, tarihe geçen şu sözleriyle mukabelede bulunmuştur:
“Bana karşı bir daha silah kaldırmayacağına dair ettiğin yemini, sana bağışlıyorum. Bilâkis, şerefini kurtarmak üzere, bana karşı hıristiyanlığın bütün kuvvetlerini topla. Yeniden gel! Bana şân-ü şerefimi arttırmak için yeni fırsatlar bahşet!”
Hiç yorum yok