EZEL KİTABI-Muhyiddin ibn Arabi
EZEL KİTABI
Muhyiddin ibn Arabi
Bismillahirrahmanirrahim
Kapıları
açan Allah'tır
Daima var
olan Allah'a hamdolsun. O, aklen kavranan ebedi, ezele bağlar. Bir
sınama aracı
olarak kullarının dillerini ezelle konuşturur. Bununla kimisi sabit olur,
kimisi
de kayar
gider. Ezeliyeti göklerinin arasında çıkıp inen bir şey olarak izhar etti. Salât
ve
selam
rabbini nefsinin arzusuna tercih eden ve uzlete çekilenin üzerine olsun. Rabbi
Onu
bir gece
vakti katına götürdü, nezdinde en hayırlı menzile oturttu. Ona kaside ve
gazellerle
özgü
kılınmış özel hilati giydirdi. Ona, kendisiyle rabbi arasında güzellik
suretinin elçi
olmasını
ahdetti. Sonra indi. Nitekim içinde Cebrail'in (a.s.) bulunduğu Dîhye'nin
sureti ona
nazil
olurdu. Gökteki yıldızlar yere inmediği sürece ona selam olsun.
İmdi... Hiç
kuşkusuz yüce Allah, insanların diline ezel lafzını yerleştirmiştir ve onunla
yüce rabbi
nitelendiriyor, O, ezelidir, diyorlar. Bu, ezelde vardı. Buna dair bilgi
"O"nun
ezelinde
mevcuttu.bu çekim gibi, onu telafuz edenlerin çoğu, anlamını da bilmezler.
Şayet
buna dair
bir soru sorulsa ve onların bu konudaki bilgileri araştırılsa, ellerinden kayıp
gider.
Bazı
tartışmacılar, bu kelimenin, yani ezel lafzının Allah'a nisbetinin, zaman
kavramının
bize nisbeti
gibi olduğunu sandılar. Yani biz zamanda olduğumuz gibi, O da ezeldedir.
Diyorlar ki,
Allah ezeli kelamıy-la ezelde mütekellimdi ve O, ezelde Musa'ya
"Nalınlarını
çıkart"
Hz. Muhammed'e de ezelde "sana yakin gelinceye kadar rabbine ibadet
et."
demiştir,
vs.
Bir diğer
grup ise, bu kavramın boşluk gibi bir şey olduğunu tasavvur etmişlerdir.
Tıpkı boşluk
gibi manevi bir uzantı, cisimsiz bir uzayış. Ezel de zaman hareketleriyle
irtibatlı
olmaksızın bir uzayıştır. Sanki bir zaman takdir ediyorlar gibi. Nitekim yüce
Allah'ın
gökleri,
yeri ve ikisi arasındaki varlıkları takdiri, ama bir ölçüye göre mevcut olmayan
altı
günde
yarattığını söylemişlerdir. Eğer ortada mevcut günler olsaydı, o zaman bu, miktar
olurdu.
Bütün bunlar
yanlıştır, çünkü yüce Allah, gökleri, yeri ve bu ikisinin arasındaki
varlıkları,
bizim katımızda mevcut olup bilinen altı günde yaratmıştır. Bu günler, göklerin
ve
yerin
yaratılmasından önce mevcuttu. Çünkü yedi kat göğün ve yedi kat yerin günleri
yoktur;
günler, yörüngelerinde sabit olan yıldızların feleklerine aittir. Bunlar,
göklerden
önce dönüp
dururlardı. Şu kadarı var ki, gündüz ve gece olgusu ayrı bir şeydir; bunlar
günün içinde
bilinirler, günün kendisi değildirler. Dolayısıyla gece ve gündüz, göklerin ve
yerin
meydana gelmesiyle meydana geldi, günün meydana gelmesiyle değil. Yüce Allah,
bunları altı
günde yarattığından söz ediyor, altı gündüz veya altı gecede yarattığından söz
etmiyor.
Ezelin bir
zaman ölçüsü olduğunu söyleyenlere ve başlangıç noktasından başka bir
yöne doğru
bir uzanış olduğunu savunanlara gelince, onlara şöyle denir: Allah'a nispet
ettiğiniz bu
ezel, ya bir varlıktır veya yokluktur. Eğer yokluksa, bizi rahatlatmış
olursunuz.
Çünkü yokluk
salt olumsuzlamadır ve bu da sizin açınızdan çok çirkin bir yaklaşım olur.
Çünkü yüce
yaratıcıyı yoklukla nitelemiş olursunuz. Bir şey de yoklukla nitelenmez, hele
yüce Allah
açısından muhaldir. Eğer deseler ki, ezel bir varlıktır, o zaman onlara şöyle
denir: bu
varlık ya yaratıcının kendisidir veya gayrısıdır. Eğer yaratıcının kendisidir,
deseler,
o zaman
isimlendirmede yanlışa düşmüş olurlar, çünkü yüce yaratıcı kendisi için böyle
bir isim
kullanmamıştır.
Şayet ezel,
yaratıcının gayrısıdır, deseler, bu durumda, ya kendisiyle kaimdir, ya da
başkasıyla.
Eğer kendisiyle kaim olursa, Allah'ın vahdaniyeti iptal olur. Başkasıyla kaim
olsa, bu
takdirde de bu başkası ya yaratıcının kendisidir, ya da değildir. Eğer yaratıcının
kendisiyse,
o zaman, yaratıcının ilmi, kudreti gibi bir mana sıfat olur. Yani Allah, ilim,
kudret ve
diğer sıfatlar gibi ezellikle de nitelendirilir, size göre. Bu durumda ezelin
kendisi
ezellikle
nitelenmiş olur. Ezelin sıfatı olan ezelden söz etmek, ilk ezelden söz etmek
gibi
olur, yani
sonsuz bir zincirleme durumu ortaya çıkar.
Eğer deseler
ki, ezelin kaim olduğu şey, yaratıcının kendisinden başkasıdır, o zaman
da
yaratıcının yanında başka bir kaim ispatlamış olurlar. Dolayısıyla biçim ve
taksim
olayından
sonra beliren aleyhte kanıt nedeniyle vahdaniyete ilişkin delili de iptal
ederler.
Bir diğer
imkansız da ezelin kaim olduğu şeyin, ezelilikle vasfedilen şey olması ve bunun
da yüce
yaratıcı olmamasıdır. Çünkü anlamlar, ancak kendileriyle kaim olan şeylere
hükümlerini
gerektirirler. Böylece yaratıcıyı ezellikle nitelemeleri iptal olur ve ortaya
çıkar
ki, aslında
bir ezel yoktur. Bundan sonra ben tekrar mevzuya dönüyorum ve diyorum ki:
Ezel
kavramı, tartışmacıların ayaklarının kaydığı bir zemindir, ama bir çok insanın
bundan
haberi
yoktur. Oysa hak yönü ihmal etmemeleri ve Allah'ın kitabında veya peygamberinin
(s.a.v.)
dilinde kendisi için kullandığı isim ve sıfatlardan başka bir lafzı ve sıfatı
Onun için
kullanmamaları
gerekirdi. Bak, ey kardeş! Allah basiretini nurlandırsın. Bu lafız ne kadar
ilginçtir.
Anlamı türediği köke ne kadar da uygundur. Çünkü ezel kelimesi, Zürafa gibi
arka
tarafı
binilmeye imkan vermeyecek şekilde aşağı doğru eğik ve kaygan olan hayvanların
niteliğidir
ve kaydı anlamına gelen zelle kökünden türemiştir. Yani durmayan, sebat
bulmayan.
Ezel kavramı da buradan gelir. Çünkü sabitleşmeyen ve tartışmacıların
ayaklarının
kaymasına neden olan bir kavramdır, rabbinin rahmetine nail olanlar başka.
Dolayısıyla
bu zeminde çokça ayaklar kaydığı için ezel olarak isimlendirilmiştir.
Allah,
ezelde falan şeyle mütekellimdi, diyenler, çok çirkin bir anlayış içindedirler.
Bunu demekle
bir ilim elde etmezler, sadece cehaletlerini sergilerler.
Bu bağlamda
söylenmesi gereken şudur: Allah'ın kelamı, şekil almayan kadim bir
sıfatıdır.
Çünkü ilmin bu dalında keyfiyet muhaldir. Bu dalda ilim, ancak idrake taalluk
edince
gerçekleşir; eğer görülen bir şeyse, görmekle, işitilen bir şeyse, işitmekle ve
eğer
koklanabilen
bir şeyse, koklamakla idrak edildikten sonra bilinir. Diğer keyfiyetler de
böyledir.
Allah'ın kelam sıfatına sahib olduğu ve kelamın hadis (sonradan olma) bir şey
olmadığı
ispatlandıktan sonra, bunu tanımlamak için ezele veya ezelden başkasına ihtiyaç
yoktur.
Dolayısıyla diyoruz ki, yüce Allah Musa'yı (a.s) yarattıktan sonra, o, bir
takım olaylar
yaşadı,
sonra bir ateş gördü, ateşin olduğu tarafa yöneldi ve Musa'nın (a.s.) içinde
bulunduğu bu
vakitte Hak teala ona seslendi. Çünkü Musa (a.s.) zamanla kayıtlıdır, ama
yüce
yaratıcı vakit ve zamanla ve sıfalanamaz. Musa'nın (a.s.) içinde bulunduğu bu
vakitte, Hak
taala kadim kelamıyla ona: nalınlarını çıkar, diye seslendi ve başka şeyler de
söyledi.
Musa (a.s.) da öncesinin olması gibi bir niteliği olmayan bu kelamı bizim
açımızdan
bir keyfiyeti ve sınırı olmaksızın, kadimde olması gereken heybet ve celaletle
işitti.
Diğer bir ifadeyle konuşan bir boyutta, dinleyen de bir boyuttaydı.
Bir kimse,
yüce Allah kelamını, zamansal bir hareket eşliğinde sundu, diyemez.
Çünkü
zamanla mu-kayet olan Musa {a.s), bunun aksini söyleyen kimseye göre daha
öncelikli
durumdadır. Musa (a.s.), zamansız işitmiştir, çünkü konuşan bir zamanda
konuşmamıştır.
Yüce
yaratıcıyı mahlukata benzer kıl-maktansa, Musa'yı (a.s.) tenzihe
yaklaştırmak
daha doğrudur. Nitekim şöyle denilmiştir:
Yokluğundan
sonra baki kıldığına zahir oldun
Oluşsuz
oldu, çünkü onu sen oldurdun
Burada kul
tenzihe katılmıştır, çünkü sırrı hak ile gerçekleşmiş ve tenzihin hükmü
uyarınca ona
taalluk etmiştir. Sır, varlıklar âleminden arınıp tenzih etmiştir. Çünkü
varlıklar
âleminden
fena bulmuş, yaratıcısında kendisine zuhur eden şeyi müşahede etmektedir. Bir
diğeri de
şöyle demiştir:
Kanadının
gölgesine sığınarak zamanımdan gizlendim
Gözlerim
zamanımı görürken zamanım görmez beni
Günlere,
adım nedir? diye sorulsa, bilemez
Mekanım
neresi ki, nereden bilsinler mekanı mı?
Bu son
beyitleri söyleyen kişi , tenzihe karışmış, zamanın üzerine çıkmış ve önceki
beyitleri
söyleyenin bir derece fazlasını gerçekleştirmiştir. Çünkü önceki fanidir. Bu
ise "
gözlerim
zamanımı görürken zamanın görmez beni" diyor. Nitekim Hak bizi görür, ama
biz
Onu
göremeyiz. Dolayısıyla bu sonuncusu hakkı ifade etmiştir.
Bu konuyu
destekleyici bir husus, yüce yaratıcıyı görmemiz meselesidir.
Bazılarımızın
diğer bazılarına göre bir cihette olduğundan kuşku duymuyoruz. Aynı şekilde
yüce
yaratıcı bu gün bizi görmekte, ama biz cihetlerle kayıtlıyız. Bizi görmesi
bakımından
bir cihetle
ifade edemeyiz Onu. Öte yandan eğer gözlerimizin önündeki perde açılsa, biz
Onu
cihetsiz, sahip olduğu celal ve kemal sıfatlarıyla görürüz. Biz Onu idrak
ettiğimiz
zaman,
birbirimize göre bir cihette oluruz, ama Ona göre değil. Aynı durum zaman,
mekan
ve bu
konuyla ilgili diğer tüm olgular için de geçerlidir. Biz, kendimize göre bir
cihette
değiliz,
âlemin tümü de kendisine göre bir cihette değildir. Bu açıklamadan sonra, Allah
ezelde,
olacak bir şeyle ilgili olarak konuştu ve nalınlarını çıkar, dedi, deme
ihtiyacını
duymuyoruz.
Vakit gelince, olacağını söyledi. Bu gün olunca da, onun olduğunu söyledi.
Aslında
bunların tümü bilgidir, kelam değildir. Bununla ilgili öyle çirkinlikler ve
yakışıksız
sözler
vardır ki, aklı başında olanlara bunlar gizli değildir.
Muhakkiklere
gelince, ezel kavramı, onlara göre, kadimlik hükmündedir ve öncesinin
olmasının
nefye-dilmesi anlamındadır. Dolayısıyla selbi bir sıfattır, temel bir sıfat
değildir.
Yani bu konu
son derece basit, akla yakındır, âlemin yokluktan var edilmiş olması da bizim
sözlerimizi açıklayıcı
bir olgudur. Zayıfların vehmettikleri gibi, âlemin vakitten önce var
edilmesinin
caiz olduğunu vehmetmekten sakın. Bunun anlamı, âlemin varedileceği vakti
takdir etmek
ve de bunun ertelenebileceğidir. Dolayısıyla bir vakte tahsis edip olabileceği
başka bir
vakitten soyutlamak, bir tahsis ediciyi gerektirir. Yani onların önce, sonra,
zaman
ve zamanın
takdir edilmesi gibi sözleri yersizdir. Çünkü içinde bir şey olmayanın takdir
edilmesi,
içindeki şeydir. Ortada Allah'tan başka bir şey de yoktur. Dolayısıyla her
açıdan
ve her
durumda bu değerlendirme kelam kavramına aykırı olur.
Söylenmesi
gerekin şudur: El-Barî (Yaratıcı) kendisiyle mevcuddur (vardır), vücudunu
(varlığını)
hiç kimseden almamıştır. "O" Subhanehu "AHAD" Tek'dir.
Yani; O'ndan başka
bir şey
yoktur. Âlem ise Onunla vardır, varlığını Ondan almıştır. Âlem zati ile mümkün,
başkasıyla
da vacibul vücuttur. Çünkü başkasından edinmiştir varlığını. Yaratıcı ise
vacisul
vücuttur,
varlığını başka bir şeyden edinmemiştir. Ayrıca âlem yokluktur, yokluk ise
yokun
aynısıdır;
yokluk yoka eklemlenmiş zait bir şey değildir. Yine varlık, var olana
eklemlenmiş
zait bir
olgu değildir. Yokluk yokun aynısı, varlık da varın aynısıdır. Eğer varlık
anlaşılsa ve
varın
mahiyeti anlaşılmasaydı, o zaman varlığın varın aynısı olmadığı, aksine
mahiyetin
hallerinden
bir hal olduğu tahayyül edilirdi. Ayrıca bütün yönleriyle de bilinmez ve
belirginleşmez-di.
Nitekim cevher için, o bir şeydir, dediğin zaman, onun bir şey olmasının
mahiyetinin
bir parçası olduğundan kuşku duymayız. Fakat sadece "şey" demekle
herhangi bir
mahiyeti anlayamayız, kendisiyle kaim, bir yer kaplayan ve araz almaya
elverişli
olduğunu hissediyoruz demediğimiz sürece. Aynı durum varlık ve yokluk için de
geçerlidir.
Çünkü vehmedil-diği gibi Hak ile mahluk arasında bir uzantı yoktur. Mahluk da
şu şu
vakitler bekledi sonra var olmuş değildir. Bunların tümü hayali ve fasit
vehimlerdir,
dengesini
yitirmeyen her salim akıl bunları reddeder. Ne Hakkın katında ne de mahlukatm
yanında bir
aralık vardır. Var etmede, hadisin kadime, mümkünün de vacibe veya vacibul
vücudun,
bizzat vacibul vücut olmayana bağlanması söz konusudur, başkası değil.
Tasavvuf
muhakkikleri olmamız hasebiyle bu ezel kavramı ile ilgili bir itiraz bize
yöneltilebilir.
Biz diyoruz ki: hakikatler yolunda önceliği olduğuna şahitlik ettiğiniz
imamlarınızdan
biri "Meratibu'1-ibad ve'1-muridin ve'1-arifin ve'1-ulema" adl ı
eserinde yüce
Allah ile
ilgili olarak diyor ki: Yüce Allah ile kulları arasında inayetten başka bir
münasebet,
hükümden
başka bir sebep ve ezelden başka bir vakit yoktur. Böylece ezel kavramını
ispatlamış
oluyor. , (Not. Bu sözü söyleyen İmam Şeyh İbnu'l-Arlf'tir ve Kitabu'l Mehasin
adlı
eserinde söylemiştir) Buna cevap olarak deriz ki: Ey itiraz eden kimse! Bu
muhakkikin
sözlerini iyi
araştır. Belagat sahibi biri, halkın alışa geldiği kavramları kullanarak hitap
eder
ki,
dinleyenler dilini anlasınlar ve iletmek istediği mesajı kavrasınlar. Burada da
sözü edilen
kişi vakti
olumsuzlarken ezeli olumluyor. Ezel, önceliğin olumsuz-lanmasından ibarettir.
Olumsuzlama
ise salt yokluktur. Dolayısıyla orada bir şey olmadığı gibi, ora da yoktur.
Böylece
tıpkı kadim gibi anlamından anlaşılacağı üzere ezel de olumsuzlanıyor.
İnsanların
ezel
kavramıyla ilgili olarak bildikleri anlamı muhakkiklerin bildiğini bildiği için
bunu
kullanmıştır.
Eğer muhakkiklerin bundan olmayan şeyde veya mukadder zamanda uzanışı,
yani halk
ile Hak arasında uzak bir ayrılık anlamını ifade edeceğini bilseydi, böyle bir
ifadeyi
kullanmayacaktı. Çünkü o zaman ezel kavramı olumsuzlamayı, yani yokluğu ifade
etmeyecekti.
Bu yüzden bu tür itirazları önemsememek gerekir.
Fasıl:
Bu
açıklamadan sonra dönüyor ve diyoruz ki: Ezelde Allah ile beraber bir kimse var
mıydı, yok
muydu? Kudemadan bir grup: dört şey vardı: Yaratıcı, akıl, nefis ve heyuli,
vardı,
demiştir. Yine kudemadan bir grup: : zat ve yedi sıfat olmak üzere sekiz şey
vardı,
demişlerdir.
Bir grup da şöyle demiştir: Bir Tek Kadim vardır, "O" da Hak
taaladır. O, her
bakımdan
birdir. Zatından dolayı "Kadir" olarak isimlendirilir. Onun için
kullanılan bütün
sıfatlar da
böyledir.
Bir başka
grup aynı görüşü savunmakla birlikte bir anlamı eklemişlerdir. Bu anlama
da
hakikatlerin hakikati, adı verilir. Şöyle ki, bu hakikat ne vardır, ne yoktur,
ne sonradan
olmadır, ne
de kadimdir. Bilakis kadim içinde kadim ve sonradan olma içinde de sonradan
olma
(hadis)dır. Akledilir, ama bizzat var olmaz, tıpkı bilenlik ve söyleyenlik
gibi. Şu halde
ezelde anlam
olarak sadece Bir vardı. Kendinden önceliği olumsuzlayan sadece birdir,
"...benden
başka..." çünkü bizim için de ezelde bir şekilde bir hüküm geçerlidir.
Nitekim
biliyoruz
ki, bizim mevcut bir aynimiz olmadan da biz Allah için biliniyorduk. Ve çünkü
eşyanın
varlık itibariyle dört mertebesi vardır: ilimde varlık. Objede varlık. Sözde
varlık ve
yazıda
varlık. Bu hükme göre, bizim ezelde iki varlık mertebemiz söz konusudur. Bu
mertebelerden
biriyle şu an için ilgilenmiyoruz. O da Onun ilmi kapsamında var
olmamızdır.
Diğeri ise, yukarıda yaptığımız açıklamalar muvacehesinde bizi
ilgilendirmektedir.
O da ezelde Onun söyleyen veya mütekellim olmasıyla ilgili olarak var
olmamızdır.
Burada bir tartışma söz konusudur. Kitabımızın önceki bölümlerinde bu
hususun bir
tarafını açıkladık.
Bu bölümü
"el-Cedavil ve'd-devair"adlı eserimizde doyurucu ve iyice tahkik
edilmiş
şekilde
sunduk. Oraya bakılabilir. Çünkü bu kısa değerlendirme böyle bir meseleyi
detaylı
olarak
sunmaya elverişli değildir. Bu kitabın gayesi ise ezel kavramını ve ezeliyi
açıklamaktır,
başka değil. Bizler bu anlamda ezeliyiz; ama objelerimiz ezelden beri vardı
anlamında
değil. Hiç kuşkusuz ilim literatüründe ezel kavramıyla ilgili, fazla açıklamaya
ihtiyaç
bırakmayacak değerlendirmeler yapılmıştır. O halde meseleye genişlik
kazandırmak
maksadıyla biz, bundaki sırların diline müracaat edelim. Diyorum ki: Ezel
feleklerinin
hak için olanları yedilidir. Ezel kelimesini oluşturan harflerinin terkibini
geniş
bölmelerine
doğru karala-sak, göreceğiz ki, bu üç harfin her birinin bir huzuru vardır.
Dolayısıyla
üç huzur söz konusudur. Fakat bize göre "lam" harfi iki harfin
terkibinden
ibarettir.
Bu takdirde de dört harften ibaret olur. Tıpkı "Allah" lafzı gibi.
Böylece Allah lafzı
açısından
iki elif ve lamın varlığı isme ve sıfata tetabuk eder. Biz "lam"
harfi iki harften
mürekkeptir,
derken, yazıyı kast ettik. Çünkü yazıda elif ve nun'dan oluşur. Çünkü
"lam"ın
dairesi,
üzerine lam harfinin uzun kısmı da büküldüğünde tam bir dairedir. Bu kevn
dairesidir.
Kevnin dairesinden de sadece yarısı zahir olduğu için "za" harfi
"nun" suretinde
zuhur
etmiştir. Yazıda "mim" ve "elif" suretinde zuhur
etmemiştir. Çünkü elif ve mim yazı
itibariyle
Allah'ın zatı içindirler. "Allah vardı ve beraberinde bir şey yoktu".
"Za" ile "lam"
arasında
izzet perdesi vardır ki, bu yüce Allah ile mahlukat arasındaki perdenin
kendisidir.
Bu yüzden
"za" şekil olarak "nun" suretinde zuhur etmiştir. Ama
"nun" dan biraz daha
kısadır.
Bunu gerektiren sebep, "lam"ın da boşluk kısmı olan "nun",
ancak "za" miktarında
açığa çıkar
ve görünür. Bu yüzden "za" harfi "nun" kadar kemale
ermemiştir. Çünkü perdedir.
Eğer
"nun" gibi kamil olsaydı, bu takdirde kendisini perdeleyecek bir şey
olmazdı ve
perde
hakikati de iptal olurdu. Oysa perdenin varlığı kaçınılmazdır. Dolayısıyla
"za"nın da
zuhur ettiği
şekilde olması zorunludur. Eğer perde olmasaydı, belki de kevn iptal olurdu. O
halde bir
koruyucu lazımdır. Koruyucu olmazsa kevn olmaz. Nitekim yüce Allah,
mahlukatının
koruyucusu olduğuna dikkatlerimizi çekmiştir: "Ve la yeuduhu hifzuhuma /
Onları
koruyup gözetmek kendisine zor gelmez." (Bakara, 255) ayette
"hifzuhuma"
denilmiştir.
Bu kelime "hifz" kökünden gelir ve "hafız"(koruyan)ın
aynısıdır. Dolayısıyla
"lam"ın
boyunu oluşturan "elif", "nun"un başına gelmiş.
"Nun" ise "lam"ın boşluğudur. Aynı
zamanda
izzet perdesinin arkasından ilk "elifin de gölgesidir. Şu halde kevn gölge
ile
korunuyor.
Bu yüzden gölgesi de onun suretinde zuhur etmi ştir. Sanki o ve gölgesi
rahmetten
kinayedir.
Nitekim: Biz falanın gölgesindeyiz, deriz.
Yüce Allah:
"bu gün celalim için birbirlerini sevenleri, kıyamet günü gölgemin altına
alırım."
buyurmuştur. İlk "elif" lafızda olunca, azamet "elifi olur ve bu
sırada hemze olarak
belirginleşir.
İzzet perdesi de ondan sadır olur. Çünkü "za" harfi
"hemze"nin açılı-mındadır.
Azamet
"elifi olunca "lam"ın boyu gölge olmaz. Çünkü "elif"
hemzeye gölge olmaz. Bunun
nedeni de
onun suretinden başka bir surette olmasıdır, gölgenin olmasının bir şartı
surettir
çünkü.. Bu
yüzden arşın gölgesi ile ilgili olarak, rahmetin gölgesidir, diyorum.
Dolayısıyla
rahmet,
arşın isimlerinden biridir. Bu durumda "lam"ın boyu emirden dolayı
koruyucudur.
Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Yehfezunehu min emrillahi / Allah'ın emriyle onu
koruyorlar..."
(Ra'd.ll) Yani Allah onlara emrettiği için. Bir diğer ayette de şöyle
buyurmuştur:
"Ve yur-silu aleykum hafezeten /Size koruyucular gönderir."
(En'am,61)
Menzillerin Anlamı:
Öte yandan
âlem üç mertebeden ibarettir: Ulvî, süflî ve bu ikisinin arasında yer alan
mertebe. Bir
dördüncü âlem daha vardır. Seyyar ve musahhar kılınmış ruhların indiği
menziller
ise yirmi sekiz tanedir. Bu menzillerin isimleri şöyledir: Batin (Karıncık),
Süreyya,
Deberan
(Süreyya ile ikizler burcu arasında bir yıldız), İysyan, Hayyetü(Yılan), Huk'a
(ikizler
burcunda saç ayağı şeklinde üç yıldız), Zira', Nesre, Tarf, Cebhe, Haretan,
Sırfe,
Ava, Semmak,
Ğifr, Zebana, İklil, Kalb, Şule, Neaim, Belde, Sa'du'zzabih, Sa'du bal',
Sa'du'ssuud,
Sa'dul ahbi-ye, Farğu'lmukaddem, Farğu'lmuaahhar, Rişa... bu menzillerin
ikisine veya
üçüne birden bir burç denir. Dolayısıyla menziller burçlardan ayrıdır. Allah
tarafından
âlemlerin kontrolü ellerine verilen ruhlar ise yedi tanedir: Zuhal, Müşteri,
Merih,
Şems(Güneş),
Zühre, Katib ve Kamer(Ay).
Bu
gezegenlerin bu menzillerden geçirilmesiyle yüce Allah, söz konusu âlemlerdeki
etkilenmeleri
birbiriyle irtibatlandırmıştır. Buna göre âlemlerin toplamı otuz sekizdir. Ezel
kelimesinin
rakamsal değeri de otuz sekizdir. Böylece âlem, sayısal olarak ezel suretinde
zuhur
etmiştir. Ezel aynı zamanda yüce Allah'ın niteliklerinden biridir, dolayısıyla
O'nun
suretindedir.
Allah, Adem'i kendi suretinde, âlemi de Adem suretinde yaratmıştır. Böylece
bütün bütüne
bağlanmıştır. Bunun neticesinde de menzillerin en şereflileri olan dört menzil
açığa
çıkıyor: Âlem, İnsan, Ezel ve Allah. Bu da bizim açıklamamızı iyice
belirginleştirerek
ilâhî
marifetin özü olduğunu ortaya çıkarıyor.
Sonra ezel
kavramında akıl almaz bir nükte vardır. Buna göre âlem, zuhur iddiasıyla
ortaya
çıkınca, Hak, onu ezelîliğiyle bastırmak istedi. Böylece sonradan olma (hadis)
varlık
için bir iz
ortada kalmadı; ezel belirginleşti. O da ezel kelimesinde âlemin zuhuru
şeklindeki
eliftir.
Alem hakkında ise "zel" kaldı. Sanki biri, âlem nerede? diye sormuş
da, ona, zatın
elifinin
zuhuruyla zail oldu, denilmiş gibi. Zaten ezelden istenen, teklik nedeniyle
özellikle
eliftir.
Tenbih /
Uyarı:
Bil ki, ezel
sırrı ve ezelin varoluşuna esas oluşturan ruhu, "ben"dir. Aynı durum
kadimlik,
öncelik, sonralık, zahirlik ve batınlık gibi ezel'in eşleri durumundaki
kavramlar için
de
geçerlidir. Yani eğer "ben" olmasaydı, bunlardan hiçbiri olmazdı.
Eğer bu nitelikler için
ezel sahih
olursa, "ben" ezelîyetsiz ezelim. Eğer bu nitelikler ve de benim
aynim sahih
değilse, ben
orada yokum. İşte niteliklerin sırları ile sıfat ve isimlerin sırları
arasındaki
ayrılık
noktası burasıdır. Çünkü isimler Allah için konulmuşlardır. Anlamdan
soyutlanmış
olarak
şahıslara konulmuş değildirler. Eğer olsaydı, her hangi bir şahsa konulduğunda
aynîlği
dışında bu
özelliklerin tümünden uzak olarak belirginleşirlerdi.
Eğer isme
ait olup ismin delâlet ettiği bir anlam tesadüfen müsemmâda bulunursa,
ismin
konulmasının maksadı, müsemmâda bu anlamın bulunması değildir. Çünkü isimlerin
konulmasında
asıl maksat, bir müsemmâyı diğer bir müsemmâdan ayırmaktır. Bu arada
isim
tesadüfen müsemmâda bulunan bu anlama da delâlet etmi ş ve müsemmâ da bu ismi
böylece
hakketmiş olabilir. Ama ismi koyanın maksadı kesinlikle bu değildir.
İsimlerin
bazısı, insan, melek, hayvan ve at gibi türlere delâlet eden cins isim olur.
Bazısı da
Zeyd, Cafer ve "bu ağaç" gibi şahısların objelerine delâlet ederler.
Sıfatlar ise,
mevsufta
bulunan anlamlar için kullanılırlar. Örneğin "alim" sıfatı, ilim
sıfatına haiz olan
kimse için
kullanılan bir isimdir. Bu, alim kişinin sıfatıdır, ismi değil. İsmi örneğin
Ali, Zeyd
veya Halid
olur. Bu isim, özellikle onun objesine delalet eder. Eğer baştan itibaren, Zeyd
ve Ali
isminin konulması gibi Alim ismi konulmuşsa, ismi koyanın maksadı, onda ilim
sıfatı
oluşacak
veya konuşan hayvan olması hasebiyle mutlaka bir şeyi bilecektir diye bu ismi
koymak
değildir. Eğer maksadı bu olursa, o zaman isim değil, yine sıfat olur. Çünkü
biz, bir
taşa veya
ağaca da alim ismini verebiliriz. Ama bunun anlamı, bu taşın veya ağacın ilim
sıfatını
kabul edebileceği ya da onda böyle bir sıfatın olduğu değildir. İsmi koyan
kimse
böyle bir
şeyi vehmedip de isim koyduğunda bu gerçek anlamda bir isim olmaz. O
gerçekte
vasıf koymaktadır. Aynı durum, türevleri olan ve müsemmâda bulunan bir anlama
delâlet eden
bütün isimler için de geçerlidir. Yani böyle bir isim gerçekte sıfattır.
Müsemmâ
da
vasıflandıran olur. Maksat, sıfat ve objeyi bu sıfat bağlamında
nitelendirmektir, zatı
bağlamında
değil. İşte isimle sıfat arasındaki fark budur. Aynı şekilde yüce yaratıcıya
özgü
isimlerin de
sırf zatına delâlet etmeleri gerekir. Allah ve Huve = O gibi. Bu isimlerin de
bir
şeyden
türememiş olmaları lazımdır. Nitekim muhakkiklere göre de böyledir. Bu yüzden
Allah
lafzına ism-i azam= en büyük isim demişlerdir. Çünkü zatta bulunan her hangi
bir
anlamla veya
zata ait herhangi bir hükümle kayıtlı değildir. Aksine zatın aynına delâlet
eder. Örneğin
Kadir isminde durum bundan farklıdır. Kadir ismi, müsemmâda kudret adı
verilen bir
anlama veya sıfatları nefyedenlerin görüşü doğrultusunda söyleyecek olursak
zattaki
hükümlerden bir hükme delâlet etmektedir. Aynı durum Hayy, Murid, Semi, Basir,
Kerim ve
Rahim isimleri için de geçerlidir. Bu yüzden yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Ve
lillahi'l
esma'ul Husna / En güzel isimler Allah'ındır." (Araf, 180) Böyle
buyurmasının
sebebi,
dinleyicinin Allah'ın esmalarını(isimlerini) başka isimlerle karıştırmaması,
başka
isimler
düzeyinde algılamamasıdır. Allah, gaib olduğu için, dinleyiciye Allah'ın
isimleri
zikredildiğinde
bunları başkalarından ayırt edebilsin. Varlıklara gelince, işaret ettiğimiz
karıştırma
nedeniyle, isimlerde ortaklık durumu ortaya çıkmıştır. Bu da isimle güdülen
amacın
ortadan kalkmasına neden olmuştur. Bu yüzden, bu ve benzeri sıfat ve kinayeleri
kullanma
gereği duyulmuştur. Yüce Allah, hiçbir hususta mahlukata ortak olmaz ve Ondan
başka ilâh
da yoktur. Olması da doğru değildir. O'nun en güzel isimleri de katındaki
hükümlerle
veya anlamlarla ilintili oldukları için sıfat olarak isimlendirilmişlerdir. Hiç
kuşkusuz bu
isim, bizim katımızda, özellikle objeyi gerektiren isimden çok daha yücedir.
Sonra
Allah'ın güzel isimleri hakkında düşündüğün zaman, bununla O'nun kelâmını mı,
yoksa bizim
kelâmımızı mı kast ettiğin önemlidir. Eğer kelâmında kendisini adlandırdığı
isimleri
kast edersen, bunlara karşılık olacak hiçbir şey yoktur ve kendisini de zata
zait
olan bir şey
aracılığıyla bunlarla isimlendirmez. Yok eğer indirilmiş kitablarda yer alan ve
bizim
varlığımızla ibareler ve lafızlar aracılığıyla kendisine ad olarak kullandığı
isimleri kast
edersen, bu
takdirde bunların en güzel niteliklerinin olması zorunludur. Biz, O'nun
isimlerinin
ezelinin olduğundan kuşku duymuyoruz. Bu O'nun özellikle kelâm sahibi
olmasından
kaynaklanmaktadır. Çünkü bunlar kelâmın hükümlerinin kapsamına girerler.
İsimler
üzerine uzun uzadıya konuşmak gerekir. Nitekim biz bu konuya ayrı bir kitap
ayırdık.
Niteliklere,
onlarla isim ve sıfatlar arasındaki farklara gelince; nitelikler, nitelenenin
zatı ile
kaim olan anlama delâlet eden lafızlardır, bunlar isim değildirler. Çünkü bir
nitelenen
için kullanıldıkları sırada bu nitelenenin, tanındığı bir isimle müsemmâ olması
mümkündür.
Nitelikler, izafet açısından zata delâlet eden hafızlardır. Bu bakımdan onlara
izafet
isimleri de deriz. Evvel (ilk) gibi. Çünkü ilkliği Allah'tan nefyetmek
gereklidir,
kaçınılmazdır.
Eğer O'nu ilklikle nitelersek, bu durumda bizim var olmamız kaçınılmazdır.
Tıpkı bizim
sonradan (hadis) olmamızın karşıtı olarak O'nun kadim olması gibi. Çünkü
yüce
yaratıcı evveli sonu olmayan mutlak varlıktır. O, gerçekte O'dur.
Ezel de
öyle. Allah'ın ezelî olarak nitelenmesi, bizimle ilgili zaman kavramıyla
irtibatlıdır.
Bizim "Allah vardı, beraberinde bir şey yoktu" ifadesi bağlamında bir
zamansal
uzanış
tasavvur etmemizden kaynaklanmaktadır. O da bizim objelerimizin olmamasından
ibaret bir
durumdur, başka değil. Zuhur ettiği veya gizlendiği kimselerle ilgili olmak
üzere
zahir ve
batın olması da buna benzer. Batın, bir nitelik olarak zahirden daha tamamdır.
Çünkü Allah,
kendisi itibariyle zahirdir, kendisi itibariyle batın olması imkansızdır. Bu
gibi
isimler
bizim dünyamızda da kullanılır; ama muhakkiklere göre bunlar niteliktirler,
isim^veya
sıfat değildirler. O halde ezelî de bir niteliktir; kadim ve benzeri isim ve
sıfatlar
gibi
herhangi bir sıfat değildir.
Akıl sahibi
biri, ortada bir anlamın olmasının zorunlu olduğunu düşünebilir. Yani bu
nitelik
aracılığıyla mahiyete dönük bir hususun anlaşılması gerekir. Eğer mahiyet böyle
bir
anlamı
vermiyorsa, bu niteliğin kullanılması caiz olmaz. Bu nedenledir ki, bize göre,
nitelik
sıfattan
daha kâmildir. Çünkü sıfat mevsufun mahiyetini yansıtmaz. Nitelik ise, mahiyeti
açıklar. Bu
bakımdan, vurguladığımız konuları itibariyle isimlerden de daha üstündür.
İsimler
lafzı, isimleri, nitelikleri ve sıfatları kapsar. İsimler daha önce gelirler.
Çünkü
isimler,
mahiyetten bir şey yansıtmaksızın, onlarla kaim bir anlamları olmaksızın obje,
şahıs için
kullanılır. Nitelik ondan sonra gelir, çünkü bir şekilde mahiyete delâlet eder.
En
sonunda
sıfat gelir, çünkü sıfat, Allah'ın sıfatlarının varlığını kabul edenlere göre,
zatta
bulunan bir
anlama delâlet eder ve sıfatlan nefyedenlere göre de zattaki bir hükme delâlet
eder.
Böylece ezel kavramı hakkında doyurucu bir açıklama sunulmuş oldu. Kalb-i selim
sahibi
kimseler için bu kadar açıklama hiç kuşkusuz ikna edicidir.
Kitap tamamlandı ..
Alemlerin
Rabbi olan Allah'a hamd olsun.
Hiç yorum yok