el-'Âlim ve'l-Müte'allim- İmam-ı Azam
İbni Kadi'l-Asker
diye bilinen, Ebu'l-Hasen Ali b. Halil ed-Dımeşkî şöyle dedi: Bize Ebu'l-Hasen
Bürhanuddin Ali b. el-Belhî Ebu'l-Muîn Meymun b. Muhammed el-Mekhûlî
en-Nesefî'den, o babasından, o Abdulkerîm b. Musa el-Pezdevi’den, o Ebû Mansur
el-Mâtüridî'den. o Ebû Bekr Ahmed el-Cüzcânî'den, o Ebû Süleyman Musa
el-Cüzcânî'den, o da Muhammed b. Mukatil er-Râzî'den, bu son ikisi Ebû Mutî
el-Hakem b. Abdillah el-Belhî ve İsâm b. Yusuf el-Belhî'den, bu ikisi de Ebû
Mukatil Hafs b. Selm es-Semerkandi’den, o da Ebû Hanifeye sorduğu suallerin
cevaplarını naklederek şöyle dedi:
Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla.
Hamd âlemlerin Rabbine,
salât ve selâm peygamberlerin efendisi ve sonuncusu Hz. Muhammed'e ve Allah'ın
sâlih kullarına.
Ben sana Allah'a karşı
tâat ve takva tavsiye ederim. Allah hesaba çekici ve cezalandırıcı olarak yeter.
Allah bize tertemiz bir hayat ve iyi bir akıbet nasib etsin. İşte senin
sorduklarını cevaplandırdım. Eğer uzatma endişesi ve senin için gereğinden çok
açıklama yapma durumu olmasaydı, cevaplandırdığım hususlarda daha çok bilgi
verirdim. Sana ve kendime hayır dilerim. Kendisinden yardım istenen ve güvenilen
ancak Allah'tır.
Talebe Ebû Mukâtil
şöyle dedi: Ey âlim,
faziletine inandığım ve birlikte bulunmaktan istifade edeceğim için sana geldim.
Allah'ın beni senden faydalandırmasını niyaz ederim. Allah sana iyilik versin,
eğer sana sual sorarsam bana cevabını ver ki Allah'ın sevabına nail
olasın.
Karşılaştığım bazı
kimseler, bana bir takım şeyler sordular, sorularına cevap veremedim. Cevap
veremediğim için de hak bildiğim şeyi terketmedim. Hakkı açıklayacak bir
kimsenin mevcut olduğuna inandım. Zîra hak ortadan kalkıp, bâtıl onun yerine
kâim olamazdı. Keza dinin aslını ve mensup olduğum hak yolu bilmemek, iddia
ettiğim konularda ne söylediğini bilmeyen, öğrenen bir çocuk yahut hafif akıllı
veya kendini nakzederek saçmalayan, kendisine utanç getiren bir delinin durumu
gibi olmasını istemedim. Ki bu sayede, bana karşı direnen ve beni hak yoldan
uzaklaştırmak isteyen bir sapık gelirse, gücü yetmesin. Öğrenmek için gelen
olursa ona da hakkı açıklayayım ve işimde basiretli olayım istedim.
Âlim Ebû Hanife şöyle
dedi: Araştırmanda sana
fayda verecek iyi bir yola koyulmuşsun. Bil ki, uzuvların göze tâbi olması gibi,
amel de ilme tâbidir.Az amelle ilim, çok amelle birlikte olan cehaletten daha
hayırlıdır. Bunun gibi hayat için zarurî olan azık ile hidayet cehaletle beraber
olan çok azıktan daha faydalıdır. Bundan dolayıdır ki, Allah: "Hiç
bilenlerle, bilmeyenler bir olur
mu?"(ez-zümer,9.)buyurmaktadır.
Talebe:
Benim ilim öğrenmek
hususundaki isteğimi arttırdınız Çeşitli insanların sözlerine gelince, inşallah
ben onların kendime göre aşağı seviyesinden başlayacağım. Siz, onlara karşı
kullanacağım delilleri bana söyleyin.
Bir takım kimseler
gördüm. Onlar "Bu meselelere asla girme zira Hz. Peygamberin ashabı bu konulara
girmediler, onlar için kâfi olan şey senin için de kâfidir," diyorlardı. Böyle
söyleyenler benim üzüntümü arttırdılar. Onların hâlini, büyük ve suyu bol bir
nehirde çıkış yerini bilmediği için boğulacak olan kimseye, bir başkasının
"Yerinde dur, sakın çıkış yeri arama," demesine benzettim.
Âlim:
(Allah rahmet etsin)
şöyle dedi: Senin onların bazı kusurlarını ve onlara karşı bazı delilleri
bulduğunu görüyorum. Fakat onlar sana "Hz. Peygamber'in ashabı için kâfi olan
senin için de kâfi değil midir?" dediklerinde, "evet, ben onların durumunda
olsaydım, onlar için mümkün olan benim için de mümkün olurdu." şeklinde cevap
ver. Oysaki onların şartları ile bizim şartlarımız birbirinin aynı değildir.
Biz, bize ta'neden, kanımızın dökülmesini helâl sayan kimselerle karşı
karşıyayız. O halde aramızda isabetlinin ve hatalının kim olduğunu bilmememiz,
canımızı ve ırzımızı müdafaa etmememiz caiz değildir. Hz. Peygamber'in ashabının
hâli, kendileriyle vuruşanı olmayan, silah taşımaya ihtiyaç duymayan bir kavmin
hâlidir. Halbuki biz, bizi vuran ve kanımızı helâl sayanlarla karşı karşıyayız.
Öyle ki kişi, insanların ihtilaf ettikleri konuda lisanını muhafaza etse bile,
işittiği hususlarda kalbindeki hisleri menedemeyecektir. Zira kalb iki şeyden
birini, yahut her ikisini de kötü görecektir. Kalbin, birbirinden farklı iki
hususu da sevmesi mümkün değildir. Kalb zulme meylettiği zaman, zâlimleri sever,
zâlimleri sevdiğinde de onlardan olur. Kalb Hakk'a ve hak ehline meylettiği
zaman, onlarla dost olur. Bu duruma göre söz ve amellerin gerçekliği ancak kalb
cihetiyle mümkün olur. O halde lisanı ile îman eden ve fakat kalbi ile îman
etmeyen kimse Allah katında mü'min olamaz. Buna mukabil kalbi ile îman eden,
fakat dili ile söylemeyen kimse ise, Allah katında mü'mindir.
Talebe:
Evet, bu sizin dediğiniz
gibidir. Fakat hata edenle, isabet edeni bilmediğim takdirde, bu husus bana
zarar verir mi? Bunu açıklayınız.
Âlim (r.a.):
Bu sana sadece bir
konuda zarar vermemesine karşı bir çok konularda zarar verir. Zarar vermeyecek
olan cihet, senin hata eden kimsenin amelinden dolayı muaheze edilmemendir. Buna
karşı sana zarar verecek hususlardan birisi; önce doğruyu hatalıdan ayıramadığın
için cehaletle itham edilmendir. İkincisi; senden başkaları için olduğu gibi
senin için de çıkış yolunu bilmeyeceğin bir şüphe durumunun ortaya çıkmasıdır.
Zira sen hatalı mı yoksa İsabetlimi olduğunu bilemediğin bu durumdan
kurtulamazsın. Üçüncüsü ise; hatalıyı isabetliden ayıramadığın için. kimi Allah
için seveceksin kime Allah için buğzedeceksin? İşte bunu bilemezsin.
Talebe: Benim gözümün perdesini açtınız. Sizinle
konuşmamızdaki bereketi görmeye başladım. Fakat hakkı tavsif eden fakat
muhalifinin zulüm ve haklılığını bilmeyen kimse için ne dersiniz? Bu o kimse
için caiz olur mu? O kimsenin hakkı bildiği yahut hak ehli olduğu söylenebilir
mi? Bu hususu açıklayın.
Âlim (r.a.):
O kimse hakkı tavsif
edip muhalifinin haksızlığını bilmediği zaman adli de, zulmü de bilmiyor
demektir. Ey kardeşim, bil ki bana göre bütün zümrelerin en cahili ve en kötüsü,
şüphesiz bu kimselerdir. Onların durumu kendilerine beyaz bir elbise getiren ve
rengi sorulan dört kişinin durumuna benzer: Bu dört kişiden birisi "bu bir
kırmızı elbisedir," der. Diğeri "bu bir sarı elbisedir," der. Üçüncüsü ise "bu
bir siyah elbisedir," der. Dördüncüsü de "Bu elbise beyazdır," diye cevap verir.
Bu sonuncuya önceki üç kişinin hatalı mı, yahut isabetli mi olduğu sorulduğunda,
"şüphesiz ki, ben elbisenin beyaz olduğunu biliyorum. Fakat onların da doğru
söylemiş olmaları mümkündür,"der.
Böylece bu sınıfa giren
insanlar; "Biz biliyoruz ki zina eden kimse kâfir değildir. Fakat zina edenin
zina fiili, kendisinden elbisenin çıkarılması gibi imân özelliğini de giderir,
görüşündeki kimselerin kanaatlerinin de doğru olması mümkündür, biz onları
yalanlayamayız," derler.
Keza; "Haccetmeye gücü
yettiği halde hacca gitmeyen kimseyi mü'min olarak isimlendirir ve cenaze
namazını kılarız, onun için Allah'tan af dileriz, haccını kaza ederiz. Fakat o
kimsenin Yahûdî yahut Hıristiyan olarak öldüğünü ileri sürenleri de
yalanlamayız." derler. Bunlar Şia'nın görüşünü hem reddederler, hem de
benimserler. Havâric'in sözünü hem inkâr ederler, hem de kabul ederler.
Mürcie'nin düşüncesini hem reddederler, hem de benimserler. Bu halleriyle de
kendi düşüncelerinin doğrulanmasını, bu üç zümrenin de görüşlerinin tezyif
edilmesinin gerektiğini ileri sürerler. Ayrıca bu konuda bir takım rivayetler de
naklederek' Hz. Peygamber'in böyle söylediğini naklederler.
Şüphesiz biz biliyoruz
ki, Alluhu Teâla Resulünü tefrika ve müslümanları birbirleriyle vuruşturmak için
değil, ayrılığı gidermek ve müslümanlar arasındaki sevgiyi çoğaltmak için bir
rahmet olarak gönderdi. Halbuki onlar ihtilafın rivayetlerde nâsih ve mensuh
olması dolayısıyla meydana geldiğini iddia ederek, "biz duyduğumuz şekilde
rivayet ederiz," diyorlar. Yazıklar olsun, kendi akıbetleri ile ilgili konuda ne
kadar az ihtimam gösteriyorlar. Öyle ki insanların karşısına çıkıp mensuh
olduğunu bildikleri şeyleri naklediyorlar. Halbuki bu gün mensuh ile amel etmek
dalâlettir. İnsanlar da onların sözlerini kabul ederek dalâlete düşüyorlar. Biz
şüphesiz biliyoruz ki, Hz. Peygamber bir âyeti iki nevi tefsir etmemiştir.
Kur'ân-ı Kerim'in nâsih olan âyetini herkes için nâsih, mensuh olanını da herkes
için mensuh olarak tefsir etmiştir. Kur'an'daki ilâhî sıfatlar ve haberlere
gelince; bunların hiçbirinde mensûh yoktur. Nâsih ve mensûh ancak emir ve
nehiyde cereyan eder.
Talebe:
Bana yardım ettiğiniz
için Allah sizi cennetiyle mükâfatlandırsın. Siz ne iyi öğreticisiniz, bana
ulaşamadığım bir ilim kapısını açtınız. Bu kavmin sözlerinden öyle şeyler
naklettiniz ki, artık onların düşünce ve görüşlerinin zayıflığı ve acizliği
konusunda daha fazla bilgi sahibi olmaya ihtiyaç duymuyorum. Fakat siz ikinci
zümrenin; Allah'ın farz kıldığı her şeyi işlemek, haram kıldığı her şeyden de
kaçınmak demek olan mânâda "Allah'ın dini çoktur" şeklindeki iddialarının nasıl
reddedileceğini açıklayın.
Âlim (r.a.)
: Bilmiyor musun ki,
Allah'ın resulleri- Allah hepsine salât ve selâm eylesin- muhtelif dinlere
mensup değillerdi. Hiçbiri kendi kavmine, kendisinden önce gelmiş olan resulün
dinini terketmeyi emretmemiştir. Çünkü peygamberlerin dini birdir. Buna mukabil
her resul kendi şeriatına davet ediyor, kendinden önceki resulün şeriatına
uymaktan nehyediyordu. Zira resullerin şeriatları çok ve muhteliftir. Bundan
dolayı Allah Kur'an-ı Kerîm'de "Sizin her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin
ettik. Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet
yapardı."(el-Maide,48.) buyurmuştur. Allah, bütün peygamberlere
tevhid demek olan dinin ikamesini, dinlerini tek bir din kıldığı için de
ayrılmamalarını emretmiştir. "O, size, dinden Nuh'a emrettiğini, sana
vahyettiğimizi. İbrahim'e, Musa ya ve İsa'ya emrettiğimizi; dini doğru tutun ve
ondan ayrılığa düşmeyin diye, kanun yaptı."(eş-Şura,13). "Senden
evvel hiçbir peygamber göndermedik ki ona, benden başka hiçbir ilâh yoktur,
ancak bana ibâdet edin diye vahyetmiş olmayalım."(el-Enbiya,25),
"Allah'ın yarattığı değiştirilmez, en doğru din budur."(er-Rum,30)
Yani Allah'ın dini değiştirilemez. Nitekim din; tebdil, tahvil ve tağyir
edilmemiştir. Şeriatler ise tebdil ve tağyir edilmiştir. Zîra bir takım şeyler
bazı insanlar için helâl iken, Allah onları diğer insanlara haram kılmıştır. Bir
çok emirler vardır ki, Allah onların yapılmasını bir kısım insanlara emrettiği
halde diğer insanları, onları işlemekten nehyetmiştir. O halde şeriatler çok ve
muhteliftir. Şeriatler, farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah'ın bütün
emrettiklerini yapmak ve bütün nehyettiklerinden kaçınmak din olsa idi; bu
durumda Allah'ın emrettiklerinden herhangi birini terkeden yahut
nehyettiklerinden herhangi bir şeyi işleyen kimse, Allah'ın dinini terketmiş ve
kâfir olmuş olurdu. Bu durumda kâfir olan kimsenin de müslümanlarla kendi
arasında cereyan eden nikahlanma, miras, cenazesinin peşinden gitmek,
kestiklerini yemek ve benzeri hususlar ortadan kalkmış olurdu. Oysaki Allah,
müminler arasında can ve mallarının korunup haram kılınmasının sebebi olan îman
dolayısıyla bu hususları farz kılmıştır. Allah, mü'minlere farz olan şeyleri,
onların dini kabul etmelerinden sonra emretmiştir: "İman eden kullarıma
söyle, namazı dosdoğru kılsınlar."(İbrahim,31), "Ey İman edenler,
size kısas farz kılındı.."(el-Bakara,178), "Ey îman edenler, Allah'ı
çok anın.."(el-Ahzab,41) âyetleri ve benzerleri bu hususu
belirtmektedir. Eğer farz kılınan şeyler bizatihi îman olsaydı, Allah o amelleri
işleyinceye kadar kullarını mü'min olarak isimlendirmezdi. Oysa ki Allah, îman
ve ameli ayırmıştır, "îman eden ve salih ameller
işleyenler..."(el-Asır,2,vd), "Hayır, kim muhsin olarak îmanıyla
bütün varlığını Allah'a teslim ederse..."(el-Bakara,112), "Kim de
mü'min olarak âhireti diler ve onun için çalışırsa..."(el-İsra,19)
âyetlerinde îmanın amel olmadığı tesbit edilmiştir. O halde mü'minler.
îmanlarından dolayı namaz kılar, oruç tutar, zekât verir, hacceder ve Allah'ı
zikrederler. Yoksa namaz, zekât, oruç ve haccetmekten dolayı îman etmiş
olmazlar. Bu onların îman ettikten sonra amel işleme durumlarını ortaya koyar.
Farz olan şeyleri işlemeleri de îman etmiş olmalarından dolayıdır. Yoksa onların
îmanı, farz olan şeyleri yaptıklarından dolayı değildir. Bu durum, üzerinde borç
bulunan bir kimsenin hâline benzer. Borçlu önce borcunu kabul eder, sonra da
öder. Önce ödeyip, sonra da borcunu kabul etmez. Borcunu kabul etmesi
ödemesinden dolayı değil; bilakis ödemesi, borcunu kabul etmesinden dolayıdır.
Köleler, efendilerinin kölesi olduklarını bildiklerinden dolayı onların namına
hizmet ederler, yoksa onlara hizmet ettiklerinden dolayı onların kölesi
olduklarını kabul etmezler. Zîra nice insanlar vardır ki başkalarının işinde
çalışırlar, fakat onlar bu çalışmaları ile başkasının kölesi olduklarını kabul
etmezler. Onların çalışmaları da köleliği kabul mânâsına gelmez. Bir başkası ise
köleliğini kabul ettiği halde çalışmaz, fakat onun çalışmaması, köleliğini
ortadan kaldırmaz.
Talebe:
Çok güzel belirttiniz.
Fakat îmanın ne olduğunu açıklayın.
Âlim (r. a.):
Îman; tasdik, marifet,
yakîn, ikrar ve islâmdır. însanlar tasdik konusunda üç halde bulunurlar. Bir
kısmı Allah'ı ve Allah'tan gelen şeyleri kalb ve lisan ile tasdik ederler. Bir
kısmı da kalb ile tasdik eder, lisan ile yalanlar.
Talebe:
Benim cevabını
bulamadığım bir meseleyi açtınız. Bu üç kısımdan bahsedin. Onların Allah katında
mü'min olup olmadıklarını açıklayın.
Âlim (r. a.):
Allah'ı ve Allah
katından gelen şeyleri kalb ve lisanı ile tasdik eden kimse Allah katında ve
insanlar yanında mü'mindir. Lisanıyla tasdik, kalbi ile tekzib eden kimse, Allah
katında kâfir, insanlara göre ise mü'min olur. Çünkü insanlar onun kalbinde
olanı bilmezler. İkrar ve şehadetinden dolayı onu mü'min diye isimlendirmeleri
gerekir. Zîra kalbdekini öğrenme külfetine girme durumu yoktur. Bir kısım
kimseler de, Allah katında mü'min, insanlara göre kâfir olur. Bu, îmanını
gizleme durumunda, lisanı ile küfür izhar etmiş kimsenin hâlidir, îmanını
gizlemek için böyle yaptığını bilmeyen kimse, onu kâfir olarak isimlendirir.
Fakat o kimse Allah katında mü'mindir.
Talebe:
Hakkı açıkladınız. Fakat
görüyorum ki sözlerinizde îmanı; tasdik, marifet, ikrar, islâm ve yakîndir
şeklinde çoğaltmış oldunuz.
Âlim (r. a.):
Allah iyiliğini versin.
Acele etme, fetva konusunda daha ağır ol. Sana bahsettiğim şeylerden
beğenmediklerin olursa, eğer ihlaslı isen, bana açıklamasını sor. Nice insanlar
vardır ki bir sözü ilk işittikleri zaman beğenmezler, fakat açıklaması yapıldığı
zaman memnun olurlar. Sakın bir sözü duyup beğenmeyen, sonra da sahibini
lekelemek için o sözü insanlar arasında söyleyip ifşa eden kimselerden olma.
Zîra o tip kimseler "söylenen sözün belki benim bilmediğim bir yönü vardır,
arkadaşıma sorayım, herhalde bunu kasdetmediği halde söyleyiverdi, benim için
gerekli olan dikkatli olmak, arkadaşımı kötülememek, sözünü niçin söylediği
anlaşılıncaya kadar onu lekeleyecek bir şey söylememektir." diye
düşünmezler.
Talebe:
Allah seni ilimde sabit
ve muvaffak kılsın, sana verdiği iyilikleri devam ettirsin. Söylediğinizi
öğrendim. Ben talebe olduğum için kusurumu bağışlayın. Fakat belirttiğiniz
tasdik, marifet, ikrar, islâm ve yakînin size göre mevkii ve tefsiri nedir? Bunu
açıklayın.
Âlim (r. a.):
Bunlar birbirinden
farklı ve fakat hepsi de bir mânâya, îman mânâsına gelen kelimelerdir. Allah'u
Taâlâ'nın Rabb olduğunun ikrarı tasdiki, kesin inancı ve kesin bilgisidir. Bütün
bunlar, muhtelif lafızlar olmalarına rağmen mânâları birdir. Meselâ, bir
kimseye, ey insan, ey adam veya ey filanca denmesi gibi. Söyleyen kimse, bu
kelimelerle aynı mânâyı kastettiği halde muhtelif isimlerle çağırmış
olmaktadır.
Talebe:
Allah sana rahmetiyle
muamele etsin. Eğer kendimdeki kıt bilgi ve görüşümdeki aczi bilmeseydim, sana
gelmezdim. Bende hoşlanmadığın bir şey görürsen, yahut ben sizi sıkıntıya
sokarsam, beni ayıplamayın. Çünkü hastanın hastalığının tedavi zahmeti doktora
aittir. Keza görmeyen kimsenin elinden tutma zahmeti de görene aittir. Bunun
gibi âlim de câhilin sıkıntısına katlanmalıdır. Câhilin bir takım sözleri
duyunca korkup uzaklaştığını, fakat bu sözler kendisine açıklanınca sükûnete
ulaştığını öğrenmiş oldum, îman, tasdik, yakîn ve ihlası ne kadar güzel
açıkladınız. Fakat nasıl olur da, bizim îmanımız, melekler ve peygamberlerin
îmanı gibidir, diyebiliriz? Oysaki onların, Allah'a karşı bizden daha itaatli
olduklarını biliyoruz.
Âlim (r. a.):
Şüphesiz onların Allah'a
karşı bizden daha itaatli olduklarını biliyorum. Ben sana îmanın amelden başka
bir şey olduğunu söylemiştim. Buna göre bizim îmanımız da onların îmanı gibidir.
Çünkü biz, Allah'ın birliğini, Rab olduğunu, kudretini ve ilâhî katından gelen
her şeyi, meleklerin ikrar ettikleri, peygamberlerin tasdik ettikleri gibi
tasdik ettik. Bundan dolayı iddia ediyoruz ki, bizim îmanımız, meleklerin îmanı
gibidir. Çünkü biz, meleklerin görüp inandıkları, Allah'ın akıllara hayret veren
âyetlerinin hepsine görmediğimiz halde tamamen îman etmiş
bulunuyoruz.
Talebe:
Allah sizi kurtuluşa
erenlere katsın. Ne güzel belirttiniz. Şimdi; îman, tasdik ve yakînimizin
meleklerin îmanı, yakîni ve tasdiki gibi olduğunu anladım. Fakat niçin onlar
bize nazaran, Allah'tan daha çok korkarlar ve O'na daha çok itaat ederler? Keza
câhiller bir musîbet anında bir kimsenin sürçmesini veya feryadını yahut
düşmandan korktuğunu veya arzusundaki hırsını görünce, niçin, bu yakînin
zayıflığındandır diyorlar? Bunu açıklayın.
Âlim (r. a.):
Câhil kimseler "bu
yakînin zayıflığındandır," sözünü yakînin açıklamasını bilmedikleri için
söylerler. Bir şey hakkında kullanılan yakîn ifadesi, o şeyi kesin olarak, şek
ve şüphe etmeyerek bilmek demektir. Bundan dolayı şehadet ehli olan bir müslüman
hangi günahı işlerse işlesin, Allah, kitaplar ve resuller konusunda şüpheye
düşmez. Diğer insanların durumunu kendi durumumuzla kıyaslarsak, bizden bir
musibet anında bazan sürçme ve feryat veya düşmandan korku sadir olduğunu
görürüz. Bu durumda iken Allah ve Allah katından gelen şeyler mevzuunda bize
herhangi bir şek ve şüphe arız olmaz. Bizim anlayışımıza göre, kendi durumumuz
ne ise, başkalarının durumu da odur. Melekler bize nazaran Allah'tan daha çok
korkarlar ve O'na daha çok itaat ederler, sözüne gelince; bu bir takım
özelliklerinden dolayıdır. Bu özelliklerinden biri onların nübüvvet ve risaletle
üstün kılınmaları yanında, Allah korkusu ve sevgisi ve bütün güzel ahlâk ile
başkalarından üstün yaratılmaları durumudur. Bir başka özellik, onların diğer
melekleri ve aklı hayrete düşüren başka hususları görmeleridir. Üçüncü özellik,
onların musibet anında feryat etmemeleridir. Bu ve benzeri özellikler onları
masiyetten alıkoymaktadır.
Talebe:
Belirttiklerinizi
anladım. Doğruyu ifade ettiniz, güzel söylediniz. Fakat burada, bizim yakînimiz,
korkumuz ve cür'etimiz ile meleklerin yakîni, korkusu ve cür'etinin nasıl olduğu
konusunda bir kıyas yapmanızı arzu ediyorum. Çünkü cahil, akibeti ile ilgili bir
hususa değer verirse öğrenmek ister. Siz onun anlamadığı bir hususu belirttiniz.
Bu konuyu bir kıyasla bağlarsanız, daha rahat anlar.
Âlim (r. a.):
Kıyas istemeniz iyi bir
şey. Meselelerin karşılıklı müzakeresinden faydalanmak isteyen kimse, o esnada
söyleneni anlamadığı zaman kıyas yapılmasını ister. Bil ki kıyas, hakkını bulmak
isteyenin aradığı hakkı ortaya koyar. Kıyas, hak sahibinin iddia ettiği hakka
ulaşmasında âdil şahitler gibidir. Eğer cahiller hakkı inkâr etmeselerdi,
âlimler kıyas ve mukayese külfetine girmeyeceklerdi. Meleklerin ve bizim
yakînimizin bir olması, fakat onların bize nazaran Allah'tan daha çok
korkmalarının nasıl olduğu konusunda istediğin kıyasa gelince; bunu sana şöyle
anlatayım: Yüzmek bilen iki kimse var, bunlardan biri diğerinden daha usta
yüzücü değil. İkisi de suyu bol, şiddetli akıntılı bir nehre geliyorlar.
Bunların biri suya girme konusunda çok cür'etli, diğeri ise korkuyor. Yahut aynı
hastalıktan muzdarip olan iki hastadan biri, kendisine getirilen çok acı bir
ilacı içmekte cür'etli, diğeri ise korku duyuyor. İşte bu hususta kıyas
budur.
Talebe:
Gayet güzel açıkladınız.
Fakat bizim îmanımız, resullerin îmanı gibi ise, îmanımızın sevabı da onların
îmanının sevabı gibi değil midir? Eğer bizim îmanımızın sevabı, onların îmanının
sevabı gibi ise, onların bize karşı üstünlükleri nelerdir? Zîra biz onlarla
dünyada iken îmanda müsavi oluyoruz, âhirette de îmanın sevabında müsavi
oluyoruz. Eğer bizim îmanımızın sevabı onların îmanının sevabından daha aşağı
olursa bu zulüm değil midir? Böyle olduğu takdirde, îmanımız onların îmanı gibi
olduğu halde, sevabımız, onların sevabı gibi olmuyor.
Âlim (r. a.):
Meseleyi büyüttün, fakat fetva hususunda dikkatli ol. Bizim îmanımızın
onların îmanı gibi olduğunu bilmiyor musun? Biz de peygamberlerin îman ettikleri
her şeye îman ettik. Fakat bunun ötesinde, îman ve bütün ibâdetlerin sevabı
hususunda onların bize üstünlükleri vardır. Çünkü Allahu Taâlâ peygamberleri,
diğer insanlardan peygamberlik hususiyeti ile üstün kıldığı gibi, sözlerini,
namazlarını, evlerini, meskenlerini ve bütün her şeylerini, diğer insanlardan
üstün kılmıştır. Allah, bize onlara verdiği sevap gibi sevap vermediği zaman
bize zulmetmiş olmaz. Zulüm, ancak bizim hakkımızın karşılığını vermeyip, mahrum
etmesi halinde bahis konusudur. Bunun yanında Allah'ın, hakkımızı tam olarak
verip bizi hoşnut kılmasından sonra, peygamberlere daha çok ihsanda bulunması
zulüm değildir. Oysaki nebî ve resullerin, dünyadaki bütün insanlar üzerinde
üstünlükleri vardır. Çünkü onlar önderlerdir. Allah'ın emin kullarıdır. Hiç bir
kimse; ibâdet, Allah korkusu, huşu ve zat-ı ilâhi hakkında meşakkatlere
katlanmak hususunda, onların seviyesine ulaşamaz. Keza bütün insanlar, Allah'ın
izni ve onlar vasıtasıyla fazilete ulaşmışlardır. Onların duaları sonucu cennete
gireceklerin ecirlerinin bir benzeri de yine onlara aittir.
Talebe:
Şüphesiz ki doğruyu
açıkladınız. Allah sizi cennetiyle mükâfatlandırsın. Fakat şirk haricinde,
Allah'ın mutlaka cezalandıracağı bir kısım günahlar biliyor musunuz? Yahut
hepsinin affedileceği kanaatinde misiniz? Eğer, bir kısmı affolunur, bir kısmı
affolunmaz görüşünde iseniz, affolunanlar hangi günahlardır? Bunu
açıklayın.
Âlim (r.a):
Allah'ın şirk haricinde
mutlaka cezalandıracağı günahlar hakkında bir şey bilmiyorum. Ehl-i kıbleden
günahkâr olanların herhangi biri için şirkten maada işlediği günahlar hususunda,
Allah onu mutlaka cezalandıracaktır, şeklinde şehadette bulunmam. Bildiğim şudur
ki; günahların bir kısmı affedilir. Amma hangisidir? Bunu bilmiyorum. Zîra
Kur'an-ı Kerîm'de "Eğer yasakladığımız büyük günahlardan
kaçınırsanız sizin kusurlarınız örteriz.."(en-Nisa,31)
buyurulmaktadır. Büyük
günahların hepsini, yahut affolunacak kusurların tamamını bilmiyorum. Zîra
bilmiyorum amma, Allah'ın şirkten başka bütün günahları affetmesi mümkündür.
Çünkü "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasın affetmez. Onun ötesinde
dilediği kimselerin günahlarım
affeder."(en-Nisa,48)buyurmaktadır. Allahu Taâlâ kimi affetmek
ister, kimi affetmek istemez, bunu bilemem.
Talebe:
Allah'ın katili
affetmesinin, harama bakan bir kimseye de azap etmesinin mümkün olduğunu
bilmiyor musunuz' Affedilmelerinin umulması bakımından size göre ikisi de aynı
durumda değil midir?
Âlim (r.a.):
Eğer Allah katili
affederse, harama bir defa bakan kimsenin affedilmeye daha çok layık olduğunu
biliyorum. Bir bakıştan dolayı Allah azaba çekerse, öldürme fiilinden dolayı
azab; çekmesi daha uygundur. Zîra Allah, "Allah katında en şerefliniz, en çok
takva sahibi olanınızdır,"(el-Enbiya,35;el-Ankebut,57)
buyurur. Buna göre bakma fiilinin sahibi, eğer adam öldürme fiilini
işlememişse, katil olan kimseden daha çok takva sahibidir. Belirttiğin şekilde
her ikisinin de affedilmesinin umulmasında, bana göre ikisi de aynı seviyede
değildir Çünkü ben, büyük günah işleyen kimseye nazaran, küçük günah işleyenin
affedilmesini daha çok ümit ederim. Bu konuda şöyle bir kıyas yapalım: İki kimse
var, bunlarda biri denizde, diğeri de küçük bir nehirde yolculuk yapıyor. Ben
her ikisinin de boğulmasından endişe eder ve fakat ikisinin de kurtulmasını ümit
ederim. Bununla birlikte denizdeki kimseye nazaran, küçük nehirdeki şahsın
kurtulacağını daha çok ümit ederim. Tıpkı bunun gibi, büyük günah işleyenin
durumundan da, küçük günah işleyene nisbetle daha çok korkarım küçük günah
işleyenin, büyük günah işleyene nazaran affedilmesi durumunu daha çok ümit
ederim. Buna mukabil, her ikisinin affını ümit etmeme rağmen, her ikisinin de
amelleri nisbetinde akıbetlerinden korkarım.
Talebe:
Ne kadar güzel kıyas
yapıyorsunuz. Fakat büyük günah işleyen kimsenin affedilmesini dilemek mi, yoksa
ona beddua etmek mi daha iyidir? Yahut siz onun için istiğfar veya lanetle
beddua etmek arasında muhayyer misiniz? Bütün bunları bana açıklayın.
Âlim (r.a.):
Allah'a şirk koşmak
ötesindeki günahlar iki kısıra ayrılır. Kul bu iki kısım günahtan hangisini
işlerse işlesin, onun affı için dua etmek daha iyidir. Fakat ona beddua etsen de
günahkâr olmazsın. Bu, sana karşı bir kötülük işleyen kimseye, beddua etmek
yerine affetmenin daha iyi olması gibidir. Eğer bir kimse kendisi ile yaratıcısı
arasında şirk koşmaksızın bir günah işlerse,ona merhamet edip şehadet hürmetine
işlediği günahın affı için dua edersen, bu daha iyidir. Eğer onun helak olması
için "Yâ Rabbi, şu adamı günahıyla cezalandır," şeklinde beddua edersen,
günaha girersin. Günahkâr kimse için Allah'tan af dilemek, iki husustan dolayı
daha faziletlidir. Birincisi, o kimse netice itibariyle günahkâr da olsa
mü'mindir. Diğer taraftan Allah'ın o kimseye mutlaka azap edeceğini bildirdikten
sonra, onun için af dilersen bu senin için haramdır. Çünkü Allah cehenneme lâyık
kıldığı kimseler için af dilenmesini yasaklamıştır. Allah'ın, azap edeceğini
bildirdiği kimse için af dilenmesi ve "Yâ Rabbi, sadece beni öldürme" şeklinde,
Allah'ın vadinden dönmesinin istenmesi nehyolunmuştur. Zîra Allah, Kur'an-ı
Kerîm'de "Her nefis ölümü tadacaktır."(Al-i-İmran,185)
buyurmaktadır. Şehâdet kelimesine inananlar için, bu şehâdet ve ikrarları
hürmetine affedilmelerine dua etmek efdaldir. Zîra Allaha itaat hususunda,
şehâdet kelimesini ikrar etmekten daha faziletli bir şey yoktur. Allah'ın
emrettiği bütün farzlar, bu şehâdeti kabul ve tasdik muvacehesinde, yedi kat gök
ve yerler arasında bulunan şeylerle, bir yumurtanın mukayesesinden daha küçük
bir yer işgal eder. Nasıl ki şirkin günahı en büyük günah ise, şehâdetin ecri de
en büyük ecirdir. Allah, şirkin günahının ne kadar büyük olduğunu, hiç bir kötü
amel için ifade etmediği bir şekilde belirtmiştir. "Şüphesiz şirk, büyük bir
zulümdür."(Lokman,13) Hiçbir kötü amel için Allah, böyle bir
ifadede bulunmamıştır. Keza, "Her kim Allah'a şirk koşarsa, yüksekten düşüp
de parçalanmış, kuşlar tarafından kapışılmış, yahut rüzgâr tarafından uzak bir
yere sürüklenmiş gibi olur."(el-Hacc,31), "Onların, Rahman olan
Allah'a oğul isnâd etmelerinden neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak,
dağlar parçalanıp çökecektir."(Meryem,91) âyetlerinde görüldüğü
gibi, adam öldürme veya daha başka günahlar için, bu şekilde
buyurmamıştır.
Talebe:
Konuştukça, meselelerin
müzakeresine arzumu daha çok arttırıyorsunuz. Bütün mü'minlere hizmetinizden
dolayı Allah sizi hayırla mükâfatlandırsın. Mü'minlerin iyisi ve günahkârı
hakkındaki sözleriniz, görüş ve davranışlarınız ne kadar güzel. Onların
faziletini ne kadar müdrik ve onlara karşı ne kadar müşfiksiniz. Fakat adi ve
hak ehli, ehl-i kıble olmalarına rağmen, birbirlerine karşı üstün olma durumu
var mıdır? Bunu açıklayın.
Âlim (r.a.):
Adi ve Hak ehli,
Allah'ın mukaddes emirlerine hürmet konusunda aynı seviyededirler. Fakat onların
bir kısmı; ilim, delil, mukaddes ilâhî emirlere ta'zim ve davet, bu konuda
sıkıntılara katlanmak ve ümmetin bozulmaması hususunda büyük gayret
sarfetmelerinden, onların haklarını aramak ve müdafaa etmek bakımından,
diğerlerinden üstündür. Tıpkı, düşman karşısında el ve gönül birliği yapmış bir
ordunun fertlerinin; harp bilgisi, karşılıklı mücadele, hile, silah ve harp
malzemelerini kullanmak ve askeri harbe teşvik hususunda, birbirinden farklı bir
durum arzetmesi gibi onlar da, birbirinden farklıdırlar.
Talebe:
Yemin ederim ki, bundan
daha açık bir kıyas bilmiyorum. Fakat mü'min büyük günahları işlediği zaman,
Allah düşmanı olur mu? Bunu açıklayın.
Âlim (r.a.):
Mü'min tevhidi
terketmediği müddetçe, bütün günahları da işlemiş olsa, yine Allah düşmanı
olmaz. Zîra düşman, düşmanına buğz ve nefret besler, noksanlık izafe eder.
Halbuki mü'min, büyük günah irtikap etmesine rağmen, Allah'ı her şeyden daha çok
sever. Keza mü'min, ateşte yakılması yahut da Allah'a kalbinden iftirada
bulunması hususunda muhayyer bırakılsa; ateşte yakılmayı, Allah'a gönlünden
iftira etmeye tercih eder.
Talebe:
Eğer Allah, mü'mine her
şeyden daha sevgili ise. niçin mü'min O'na isyan ediyor? Seven, sevdiğinin
emrine isyan eder mi?
Âlim (r.a.):
Evet; çocuk babasını
sever, fakat bazan da ona âsi olur. Mü'min de böyledir, her ne kadar isyan etse
de, Allah ona her şeyden daha sevgilidir. Şehvet, zahir ve galiptir, bir çok
şiddetli arzular üstün geldiği için, mü'min Allah'a âsi olur. Bir sultanın işini
yapan vazifeli kimse, işini terkederse karşılığında çeşitli işkenceler görür.
Fakat serbest bırakılınca, eğer gücü yeterse işine döner. Keza kadın, doğum
esnasında en büyük sıkıntılarla karşılaştığı halde, aradan zaman geçip iyi
olunca çocuk istemesi bunun misalidir.
Talebe:
Şehvetin galip gelmesi
hususunu belirtiyorsunuz. Zîra, birçok âbid kişiler vardır ki, şehvet onları
sarsmıştır. Fakat günahkâr mü'min, günah işlerken, işlediğinden dolayı hesaba
çekileceğini biliyor mu? Bunu açıklayın.
Âlim (r.a.):
Mü'min irtikâp ettiği
günahı, azaba çekileceğini bilerek işlemez. Fakat işlediği günahı ya Allah'ın
affedeceğini ümit ettiği için veya hastalık ve ölümden önce tevbe edeceğini
umduğundan dolayı işler.
Talebe:
Kişi azaba
uğrayacağından korktuğu bir şeyi işlemeye teşebbüs eder mi?
Âlim (r.a):
Evet, kişi kendisinden
korktuğu yiyecek, içecek, harp, deniz yolculuğu vs. gibi şeylere yönelir. Eğer
insan için, batmadan kurtulmak ümidi olmasaydı hiçbir zaman deniz yolculuğu
yapmazdı. Yahut zafer ümidi bulunmasaydı, hiçbir zaman harbetmezdi.
Talebe:
Doğru söylediniz. Ben
kendimden biliyorum. Zararlı bir yiyecek yediğim zaman, pişman olup, bir daha o
yiyeceği yememeye karar veriyorum, amma onu görünce de sabredemiyorum. Fakat
acaba küfür nedir?
Âlim (r.a.):
Küfrün ismi ve
açıklaması vardır. Küfür, inkâr ve yalanlama manâsıyla açıklanır. Küfür, Arapça
bir kelimedir. Araplar, küfür kelimesini, inkâr mânâsına koymuşlardır.Allahu
Taâlâ da kitabını Arapça inzal etmiştir. Meselâ, bir kimsenin diğerinde, birkaç
dirhem alacağı varsa, zamanı gelince alacak-borç muamelesi bitirilir. Eğer,
borçlu borcunu kabul edip de ödemezse alacaklı Arapçada "mâlatanî=benden mühlet
istedi" der, fakat borçlu borcunu red ve inkâr ederse "kâferenî=inkâr etti" der
ve bir önceki kelimeyi kullanmaz. Keza mü'min de red ve inkâr etmeksizin, bir
farizayı terkedince günahkâr olarak isimlendirilir. Eğer, farizayı inkâr ederek
terkederse, bu takdirde kâfir ve Allah'ın farzlarını inkâr eden kimse diye
isimlendirilir.
Talebe:
Kişinin inkâr ettiğinden
dolayı, inkarcı; tasdik ettiğinden dolayı tasdik edici, günah işlediği için
günahkâr, iyilik yaptığı için de iyi diye isimlendirilmesi doğru ve bilinen bir
şeydir. Fakat, acaba tevhidi benimseyen ve fakat Hz. Muhammed'i inkâr ediyorum,
diyen kimsenin durumu nedir? Bunu açıklayın.
Âlim (r.a.):
Bu vâkî olmaz. Eğer
olursa o kimseyi Allah'ı inkâr eden, Allah'ı bildiği iddiasında yalancı kimse
sayarız. Onun, Hz. Muhammed'i inkâr etmesi ile, Allah' ı inkâr ettiği neticesine
ulaşılır. Çünkü Allah'ı inkâr etmiş olan, Hz. Muhammed'i de inkâr etmiş olur.
Allah'ın inkârı, Hz. Muhammed'i inkârı cihetinden dolayı değildir. Nitekim
Hristiyanlar, tek olan, evlât edinmeyen, Allah'ı inkârlarından dolayı onun, üç
ilâhın üçüncüsü olduğunu iddia ettiler. Keza Yahudiler, hiçbir şeye muhtaç
olmayan, lütfunu esirgemeyen, benzeri olmayan, mülkün sahibi Allah'ın fakir, eli
bağlanmış, Uzeyr'in de Allah'ın oğlu olduğunu ve Allah'ın insan şeklinde
bulunduğunu iddia etmişlerdir. Ateşi ilâh edinenler, güneş ve aya secde edenler
de bu durumdadır. Oysaki Kur'an'da "Bizim âyetlerimizi ancak kâfirler inkâr
ederler."(el-Ankebut,47), "Öyle değil, Rabbine yemin olsun ki,
onlar aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem kılmadıkça, verdiğin hükümden
dolayı hiçbir sıkıntı duymayıp teslim olmadıkça îman etmiş
olmazlar."(en-Nisa,65) buyurulur. O halde Allah'ı bilen ve fakat
Hz. Muhammed'i inkâr eden kimsenin, Allah'ı inkâr ettiğine, Hz. Muhammed'i
inkârı ile istidlal ederiz. Meselâ bir adam 20 kafiz (18 Kg'lık bir ölçü)
ağırlığındaki bir yükü taşıyabileceğini iddia eder, biz de onun iki kafizi bile
taşımaktan aciz kaldığını görürsek; iki kafizi taşımaktan aciz kalan kimsenin
yirmi kafizi taşımak hususunda daha çok aciz kalacağını anlarız. Bunun gibi,
"Ben Allah'ın hak olduğunu biliyorum, fakat şu insanın onun mahlûku olduğunu
kabul ve ikrar etmiyorum," diyen kimsenin, iddia ettiği konuda yalancı olduğunu
hemen anlarız. Çünkü o kimse Allah'ı hakikaten bilip, ona inansa idi, bütün her
şeyin O'nun mahlûku olduğunu da bilirdi. Keza yakınından aynı mesafede; yanan
bir kandil ile, yanmakta olan büyük bir ateş bulunan kimse, kandili gördüğünü ve
fakat yanan koca koca odunları görmediğini iddia ederse, onun yalancı olduğunu
anlarsın. Çünkü kandilin yandığını gören kimsenin, yanmakta olan kocaman ateşi
daha çok görmesi icabeder.
Talebe:
Beni itminana
ulaştırdınız. Fakat Allah'ın Resulü için: "Ben senin Allah'ın resulü olduğunu
biliyorum, fakat seni öldürmek istiyorum," diyen kimsenin durumu
nedir?
Âlim (r.a.):
Bu; mevzu karıştırmak
isteyenlerin ileri sürdükleri meselelerdendir. Allah'ın resulü olduğunu bildiği
halde bir kimsenin, onun katlini, ölümünü veya eziyet çekmesini istemesi mümkün
değildir. Bu, bir başkasının kendisi için, bütün insanlardan daha sevgili
olduğunu iddia etmesine karşılık, "Ben seni ellerimle öldürmek, etini yemek
istiyorum," demesine benzer. Allah'ın birliğini kabul ve Hz. Muhammed'e îman
ettiğini belirten kimse, Hz. Peygamber için "O bir a'râbî idi veya fakirdi,"
şeklinde bir ayıp ve kusur ortaya koyma çabası içinde bulunmaz. Eğer Allah'ı
bilir ve Hz. Muhammed'in, O'nun resulü olduğuna îman ederse, Allah ve Resulü
onun gözünde, belirtilmek istenen ayıp ve kusurlardan münezzeh olur. Yüce Allah,
Kur'an'da Resulünün makamının yüksekliğini "Kim Resule itaat ederse, Allah'a
itaat etmiş olur."(en-Nisa,80) âyetinde belirterek, onu
mahlukatından bütün insan ve cinlerin önderi, emir ve kanunlarının emini
kılmıştır. Bunun için Kur'ân-ı Kerîm'de "Resul size neyi verirse, onu alın;
sizi neden yasaklarsa ondan kaçının."(el-Haşr,7)
buyurulmuştur.
Talebe:
Siz bana bir nur
getirdiniz, Allah da kıyamet günü sizin yolunuzu aydınlatsın. Acaba Allah'ı
bildiğini iddia eden ve fakat Allah'ın çocuk edindiğini iddia etmek isteyen
kimsenin durumu nedir? Bunu açıklayınız.
Âlim (r. a.):
Allah Allah!.. Bu sualin
şıklarından biri veya diğeri mümkün olmaz. Mesele, tek bir meseledir. Bu ve
benzeri sualler, zihin karıştırmak isteyenlerin sualleridir. Ölü katiyen ihtilam
olmayacağı halde, nasıl olur da ölünün ihtilam olduğunu söyleyebilirsiniz? Bunun
gibi Allah'ın birliğine inandığı halde böyle söyleyen bir kimse
olmaz.
Talebe:
Yemin ederim, bu sualler
sizin dediğiniz gibi zihinleri karıştırmak isteyenlerin sualleridir. Şüphesiz ki
bunlar muhal sözlerdir. Fakat acaba bu günün münafıklığı nedir? Bu münafıklık
ilk devrin münafıklığı değil midir? Bu günün küfrü de ilk devrin küfrü değil
midir? İlk devrin münafıklığı nasıldır?
Âlim (r.a.):
Evet. bugünün
münafıklığı ilk devrin münafıklığı, bugünün küfrü de ilk devrin küfrüdür. Keza
bugünün İslâm'ı da ilk devrin İslâmıdır. Bunu sana anlatayım: İlk münafıklık,
kalble inkâr ve yalanlama, dille tasdik edermiş gibi görünme ve ikrar idi. Aynı
halde olanlar için durum, bugün de aynıdır. Yüce Allah, münafıkları kitabında
şöyle tavsif eder: "Münafıklar sana geldiğinde, biz şahitlik ederiz ki, sen
Allah'ın Resulüsün, derler." Allah onları reddetmek ve yalanlamak için
"Şüphesiz ki, Allah, senin Resulü olduğunu bilir Allah şahitlik eder ki
münafıklar şüphesiz yalancıdırlar."(el-münafikun,1) Allah'ın
onları yalanlaması, onların dedikleri şeyin yalan olmasından dolayı değildir.
Fakat, onların yalancılıkları dilleri ile açıkladıkları gibi, ikrar ve tasdik
durumunda bulunmamalarıdır. Keza Allah onlar hakkında şöyle buyurur: "İman
edenlerle karşılaştıkları zaman, biz îman ettik, derler. Şeytanları ile başbaşa
kaldıkları zaman, biz sizinle beraberiz, biz ancak alay edicileriz,
derler."(el-Bakara,14) Yani onlar, Hz. Peygamber ve ashabına,
dilleriyle ikrar ve tasdiki açıklamak suretiyle alay ettiklerini
belirtmektedirler.
Talebe:
Yemin ederim ki bu,
bilinen doğru bir şeydir. Fakat hangi sebepten dolayı Allah, insanları kâfir ve
mü'min diye isimlendirdi? Biz de onları hangi sebepten dolayı mü'min ve kâfir
diye isimlendiririz? Bunu açıklayın.
Âlim (r. a.):
Allah insanları,
kalplerindeki şeylerden dolayı, mü'min ve kâfir diye isimlendirmiştir. Çünkü
Allah, kalplerde olanı bilir. Biz de insanları, lisanlarından sadır olan tasdik,
tekzib, kıyafet ve ibâdetle mü'min veya kâfir diye isimlendiririz. Meselâ,
tanımadığımız halde, mescidlerde bulunan, kıbleye yönelerek namaz kılan
kimseleri gördüğümüz zaman, onları mü'min olarak isimlendiririz, kendilerine
selam veririz. Bununla beraber, onların Yahûdî veya Hristiyan olmaları da
mümkündür. Keza, Hz. Peygamber devrinde, lisanlarıyla îman ettiklerini açıklayan
münafıkları, ashap mü'min olarak isimlendiriyordu. Halbuki onlar, kalplerindeki
inkâr ve tekzipten dolayı Allah katında kâfirdirler. İşte bundan, kâfir olmaları
mümkün olduğu halde, insanların açığa vurdukları îman alâmeti ile, onların
mü'min olduklarına hükmedeceğimiz neticesini çıkaracağımızı iddia ediyoruz.
Diğer bir kısım insanları da, mü'minlerin şekil ve kıyafetleriyle izhar etmeyip,
kâfirlere-ait şeklî özellikleri gösterdikleri için kâfir diye isimlendiririz.
Muhtemelen bunlar, Allah'a imanları ve bizim bilgimizin dışında namaz kılmak
gibi bir durumları varsa, Allah katında mü'min olabilirler. Bizim onları kâfir
bilmemizden dolayı Allah bizi cezalandırmaz. Çünkü Allah bizi, kalplerde
bulunanı ve gizli niyetleri bilmekle mükellef kılmamıştır. Ancak Rabbimiz,
insanlardan sâdır olan amellere göre onları, mü'min diye isimlendirmemizi, buna
göre onları sevmemizi veya sevmememizi teklif etmiştir. Kalplerde gizli olan
şeyleri ancak Allah bilir. Keza, Kirâmen Kâtibin melekleri bile, insanların
açığa vurdukları amelleri yazmakla vazifelidir.Çünkü kalpte bulunan şeyleri
bilmeye imkân yoktur. Kalplerde olanı ancak Allah ve Allah'ın kendisine
vahyettiği peygamberlerinden başka kimse bilmez. Vahiy olmadan, kalplerde
bulunanı bildiğini iddia eden, âlemlerin Rabbi'nin ilmine sahip olduğunu iddia
etmiş olur. Kalplerde ve hariçte, Allah'ın bildiğini, kendisinin de bildiği
iddiasında bulunan insan, büyük bir günah işlemiş. Cehennem ve küfrü hak etmiş
olur.
Talebe:
Şüphesiz doğruyu
belirttiniz. Fakat acaba, ircâın( irca, büyük günah işleyen mü'minler için
cennetlik veya cehennemliktir şeklinde kesin hüküm vermeyip, onların akıbet ve
hükümlerini Allah'a havale etmektir.)aslı nereden gelmiştir? Açıklaması nedir?
Akıbetini irca eden kimdir?
Âlim (r.
a.): İrcâın aslı
meleklerden gelmiştir. Allah, meleklere isimlerin delalet ettiği eşyayı
göstererek "Bana bunların isimlerini haber verin."(el-Bakara,31)
buyurdu. Bütün melekler hatadan ve ilimsiz söz söyleyerek delâlete düşmekten
korkup duraklayarak "Seni tenzih ederiz, senin öğrettiğinden başka bir
bilgimiz yoktur."(el-Bakara,32) dediler. Böylece bilmediği şeyi
soran, sorduğu konuda aldırmayıp konuşan, isabet etmezse hatalı, isabet ederse
ilimsiz ve cahilce söylediği için öğülmeyen kimse gibi bid'at işlemediler. Bunun
için Allah, "Bilmediğin şeyin peşine düşme, çünkü kulak, göz ve kalp,
bunların hepsi bundan mes'uldür."(el-İsra,36) buyurur. Yani,
gerçek olarak bilmediğini söyleme, demektir. Bu âyetle Allah, Resulüne kesin
bilgi olmadan zan ile konuşmak, incitmek, herhangi bir kimseye iftira atmaya
ruhsat vermemişken, nasıl olur da insanlar, kesin bilgileri olmadan zanla
birbirlerine tecavüz eder ve ayıplarlar? Tevakkufun -duraklamanın-mânâsı ise,
haram, helâl veya bizden önceki ümmetler hakkında bilmediğin konularda, sana
sorulanlar için "En güzelini Allah bilir" demendir. Eğer üç kimse, bilmediğimiz,
tecrübelerimizle ve kendi ölçülerimizle de bilemeyeceğimiz bir sözü bize
getirirlerse, bunun ilmini Allah'a havale eder ve tevakkuf edersin.
İrca şöyle bir misalle
açıklanabilir: Sen durumları iyi olan bir toplulukta idin. Daha sonra onları,
birbiriyle iyi olarak bırakıp ayrıldın. Sonra onların iki zümreye ayrıldıklarını
ve birbirlerini öldürdüklerini duydun, onlara geldin. Ayrılırken iyi olarak
bıraktığın halde, sonradan birbirini öldüren bu kimselere sorduğun zaman iki
zümreden her biri kendisinin zulme uğradığını söyledi. Oysa leh ve aleyhlerinde
kendilerinden başka şahit de yoktur. Aralarındaki öldürme fiili sabit olduğu
halde mazlum ve zâlim ortada yoktur. Çünkü hasım olan bu iki tarafın birbiri
için şehâdetleri caiz değildir, Bu takdirde birbirini öldürmekten dolayı her iki
tarafın da, isabetli olmadıklarını bilmen gerekir. Ya iki taraf da hatalı, yahut
biri hatalı diğeri isabetlidir.
Günah işleyenlerin
cennetlik veya cehennemlik olduklarını söylemeden, onlar hakkındaki hükmü
geciktirmen de ircâdır. Zîra insanlar bize göre üç sınıfa ayrılır:
Peygamberler ve
peygamberlerin cennetlik olduğunu bildikleri kimseler cennetliktir.
İkinci kısım insanlar,
müşriklerdir. Biz onların cehennemlik olduklarına şehâdet ederiz.
Üçüncü sınıf insanlar
ise; Allah'ın birliğine inananlar zümresidir. Biz bu konuda tevakkuf ederiz,
onların cennet ve cehennem ehli olduklarına şehadet etmeyiz. Onlar için ilâhî
affı ummakla birlikte, azaba çekileceklerinden de korkarız. Onlar, Allah'ın
buyurduğu gibi "İyi ameli, kötü bir amelle karıştırmışlardır, olur ki Allah
onların tevbelerini kabul eder."(et-Tevbe,102) deriz ve
Allah'ın onları affedeceğini umarız. Keza, "Allah şüphesiz ki, kendisine şirk
koşulmasını affetmez. Ondan başkasını dileyeceği kimse için
affeder."(en-Nisa,48) buyurulmuştur. Bunun için günah
işleyenlerin de günah ve hatalarının neticesinden korkarız.
Talebe:
Ne kadar doğru, açık ve
hakka yakın söz söylediniz. Fakat acaba, peygamberler ve onların söyledikleri
kimselerin dışında, pek çok oruç tutup, namaz kıldığını gördüğümüz kimsenin
cennete girmesi gereklidir, diyebilir miyiz? Bunu açıklayın.
Âlim (r. a.):
Hakkında nass ile cennet
vacip kılınanlardan ötesi için cennetliktir, diyemem. Cehennemlikler için de
durum aynıdır.
Talebe: "Mü'min zina
edince, başından gömleğinin çıkarıldığı gibi, îmanı da çıkarılır, sonra tevbe
edince îman kendisine iade edilir"(Bkz, Ebû Davud, es-Sûnne 15; et-Tirmizi,
el-îman 11.) hadisini rivayet eden kimseler için ne dersiniz? Eğer tasdik
ederseniz Haricîlerin (Haricîler, ameli îmanın bir parçası olarak düşünen, büyük
günah işleyenin kafir olduğunu iddia eden bir fırka.) prensiplerini kabul etmiş
olursunuz. Onların görüşlerinden şüphe ederseniz, Haricîlerin prensiplerinde de
şüpheye düşmüş ve ifade ettiğiniz haktan rücû' etmiş olursunuz. Eğer, râvilerin
sözünü tekzip edecek olursanız, onlar da sizi Hz. Peygamber'in sözünü yalanlamış
olmakla suçlarlar. Çünkü onlar, Hz. Peygamber'e ulaşıncaya kadar, bu hadisi
muteber kişilerden nakletmişlerdir.
Âlim (r. a.):
Tekzip etmek, ancak "Ben
Hz. Peygamber'in sözünü yalanlıyorum," diyen kimsenin yalanlamasıdır. Lâkin bir
kimse "Ben Hz. Peygamber'in söylediği her şeye îman ederim, fakat o kötülük
yapılmasını söylemedi, Kur'ân'a da muhalefet etmedi" derse, bu söz o kimsenin,
Hz. Peygamber'i ve Kur'ân-ı Kerim'i tasdik etmesi; Allah'ın Resulünü, Kur'ân'a
muhalefetten tenzih etmesidir. Eğer, Hz. Peygamber, Kur'ân'a muhalefet etse ve
Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi, Allah onun kudret ve
kuvvetini alır, kalp damarını koparırdı. Nitekim bu husus Kur'ân'da şöyle
belirtilir: "Eğer peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden
uydurmuş olsa idi, elbette onu kuvvetle yakalar, sonra da kalp damarını
koparıverirdik. Sizin hiçbiriniz de buna mâni
olamazdı."(el-Hakka,45,47) Allah'ın peygamberi, Allah'ın kitabına
muhalefet etmez, Allah'ın kitabına muhalefet eden kimse de Allah'ın peygamberi
olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kur'ân'a muhaliftir. Çünkü Allah;
Kur'ân-ı Kerîm'de "Zina eden kadın ve erkek.."(en-Nur,2)
âyetinde zâni ve zâniyeden iman vasfını nefyetmemiştir. Keza, "Sizden
fuhşu irtikap edenlerin her ikisini de.."(en-Nisa,) âyetinde
Allah "sizden" kaydı ile Yahûdî ve Hristiyanları değil, Müslümanları
kasdetmektedir. O halde Kur'ân-ı Kerîm'in hilafına, Hz. Peygamber'den hadis
nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber'i reddetmek veya tekzip
etmek demek değildir. Bilakis, Hz. Peygamber adına bâtılı rivayet eden kimseyi
reddetmek demektir. İtham Hz. Peygamber'e değil, nakleden kimseye râcidir. Hz.
Peygamber'in söylediğini duyduğumuz, yahut duymadığımız her şey can, baş
üstünedir. Biz onların hepsine îman ettik, onların Allah'ın Resûlü'nün söylediği
gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamber'in, Allah'ın nehyettiği bir
şeyi emretmediğine, Allah'ın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de
mâni olmadığına şahitlik ederiz. O, hiçbir şeyi Allah'ın tavsif ettiğinden başka
şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allah'ın emrine
muvafakat etmiş, hiçbir bid'at ortaya koymamıştır. Allah'ın söylemediği hiçbir
şeyi de, Allah'a isnat etmemiştir. Bunun için Allahu Taâlâ "Kim Resule itaat
ederse, Allah'a itaat etmiş olur."(en-Nisa,80))
buyurmaktadır.
Talebe:
Çok güzel açıkladınız.
Fakat içki içen kimsenin, kırk gün ve kırk gece namazının kabul olunmayacağını
iddia eden kimse için ne dersiniz? Bana iyilikleri yıkan ve iptal eden bu hususu
açıklayınız.
Alim (r. a.): "Allah,
içki içen kimsenin kırk gün ve kırk gece kıldığı namazı kabul etmez."
(et-Tirmizî, el-Eşribe
1; Ibnu'l-Hanbel, 11/176, V/171.)
sözünün açıklamasını
bilmiyorum. Söz sahiplerinin sözlerinin, hakikate kesin olarak aykırı olduğunu
bildiğimiz bir açıklama yapmadıkları sürece, onları yalanlamam. Biz biliyoruz ki
Allah, kulunu işlediği günahtan dolayı cezalandırır veya günahını affeder.
Allah, kulunu işlemediği günahtan ötürü cezalandırmaz, kulun işlediği farzları
hesap eder, günahlarını da yazar. Meselâ, bir kimsenin malının zekâtından, daha
fazla vermesi gerekirken, elli dirhem verdiğini kabul edelim. Bu durumda Allah
onu verdiği miktardan dolayı değil, vermediği miktardan dolayı cezalandırır.
Verdiği miktarı kul lehinde değerlendirir. Keza bu kimse oruç tutar, namaz
kılar, hacca gider ve adam öldürürse, bu hususta iyilikleri hesap edilir,
kötülükleri ise aleyhine yazılır. Allah bu konuda Kur'ân'da şöyle buyurur:
"Kazandığı iyilik kendi lehine, yaptığı kötülük de kendi
aleyhinedir."(el-Bakara,285), "Bir iş yapanın amelini ben, elbette
boşa çıkarmam."(A’li-İmran,195), "Yalnız işlediklerinizin karşılığı
ile cezalandırılacaksınız."(Yasin,54), "Ancak işlediklerinizin
cezasını göreceksiniz."(et-Tahrim,7), "Kim zerre miktarı iyilik
işlerse karşılığını görür, kim de zerre miktarı kötülük işlerse karşılığım
görür"(ez-Zilzal,8,8), "Küçük, büyük her şey
yazılıdır."(El-Kamer,54) Bu duruma göre, iyilik ve kötülükler az
da olsa Allah tarafından yazılmaktadır. "Biz kıyamet günü adalet terazilerini
koyacağız. Hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. Hardal tanesi
ağırlığınca olsa da biz onu hesaba katacağız. Bizim hesap görmemiz
elverir."(el-Enbiya,47) Bütün bunların aksini iddia eden kimse
Allah'ı zulümle tavsif etmiş olur. Oysaki Allah zulmetmeyeceği hususunda
kullarını temin etmiştir: "Hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa
uğratılmaz."(el-Enbiya,47), "Ancak işlediklerinizin cezasını
görürsünüz."(es-Saffat,39), "Kim bir zerre miktarı iyilik işlerse
onun mükâfatını, kim de zerre miktarı bir kötülük işlerse onun cezasını
görür."(ez-Zilzal,6,7) âyetleri bu hususu belirtmektedir. Allah,
iyiliklere mukabelede bulunduğu için, kendisinin şekûr olduğunu ifade etmiştir.
O, merhametlilerin merhametlisidir.
İyiliklere gelince,
onları üç şeyden biri boşa çıkarır.
Bunların birincisi,
Allah'a şirk koşmaktır. Bu konuda Allah, "Her kim îmanı inkâr ederse, bütün
işledikleri boşa gider."(el-Maide,5) buyurmuştur.
İkincisi, bir kimseyi
azad etmek, veya sıla-i rahimde bulunmak yahut Allah rızası için bir malı sadaka
olarak verdikten sonra gazaplanmak veya gazap haricinde iyilik yaptığı kimseyi
minnet altında bırakmak için "Ben sana sıla-i rahimde bulunmadım mı?.." ve
benzeri şeyler söyleyerek başa kakma durumudur. Bu ve benzeri durumlarda o
kimsenin sevabı suratına çarpılır. Zîra Yüce Allah "Sadakalarınızı, başa
kakma ve eza vermek suretiyle iptal etmeyin."8el-Bakara,264)
buyurmaktadır.
Üçüncüsü, başkalarına
gösteriş yapmak için, amel işlemektir. Riya için yapılan salih ameli Allah kabul
etmez. Bu üç günahın ötesindekiler, iyilikleri yıkıp boşa
çıkarmazlar.
Talebe:
Çok güzel ifade ettiniz.
Fakat acaba, sizin kâfir olduğunuz hususunda, şahitlik eden bir kimse hakkında,
sizin şehâdetiniz nedir? Bunu açıklayınız.
Âlim (r. a.):
Benim şehâdetim, onun
yalancı olduğu yönündedir. Bundan dolayı onu, kâfir değil, yalancı olarak
isimlendiririm. Zîra haram iki türlüdür: Allah'a karşı işlenen haram, kullara
karşı işlenen haram. Allah'a karşı işlenen haram, şirk koşmak, tekzip etmek ve
küfürdür. Allah'ın kullarına karşı işlenen haram ise, kullar arasında cereyan
eden haksızlıklardır. Allah ve Resulünü yalanlayan kimsenin, beni yalanlayan
kimse gibi olması gerekmez. Çünkü Allah ve Resulünü yalanlayan kimsenin günahı,
bütün insanları yalanlamasından dolayı kazanacağı günahtan daha büyüktür. Benim
kâfir olduğuma şehâdet eden kimse bana göre yalancıdır. Onun benim hakkımda
yalan söylemesi, benim de onun hakkında yalan söylememi helâl kılmaz. Zîra Allah
"Bir kavme düşmanlığınız, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Âdil davranın,
çünkü adalet takvaya en yakın olandır."(el-Maide,8)
buyurmaktadır.
Talebe:
Bu iyi bir hususiyet.
Fakat kendisinin kâfir olduğuna şehâdet eden kimse için ne dersiniz?
Âlim (r. a.):
Onun kendisi hakkında
söylemiş olduğu yalanın, tahkik edilmesinin benim için gerekli olmadığını
söylerim. Çünkü o, kendisinin eşek olduğunu söylese, benim doğrudur, demem
icabetmez. Fakat Allah ile bir ilgisi olmadığını belirtir veya "Ben Allah ve
Resulüne iman etmiyorum" derse, kendisinin mü'min olduğunu söylese de ben onu
kâfir diye isimlendiririm. Keza Allah'ın birliğini kabul eden ve Allah katından
gelen her şeye îman eden kimse, kendisi için kâfir dese bile, ben ona mü'min
derim.
Talebe:
O kimsenin kendisi için
ifade ettiğinden daha güzelini söylediğinizi görüyorum. Siz bu iyiliğe daha çok
lâyıksınız. Fakat o kimse bana "senin dininle veya kulluk ettiğinle bir ilgim
yoktur" derse durumu ne olur?
Âlim (r. a.):
Bana böyle söylerse
acele etmem ve o kimseye "Allah'ın dini ile mi, yoksa Allah ile mi ilgin
yoktur?" diye sorarım. Bu iki sözden birini söylerse ona kâfir ve müşrik derim.
Fakat "Ben Allah'tan ve Allah'ın dininden ilgimi kesmiyorum, fakat senin dinin
ile ilgimi kesiyorum. Çünkü senin dinin, Allah'ı inkârdır, senin taptığından
ilgimi kesiyorum, zîra sen şeytana tapıyorsun." derse ona kâfir demem, çünkü o,
beni tekzip etmektedir.
Talebe:
Yemin ederim, bu söz
takva ve ihtiyat ehlinin sözüdür. Fakat acaba şeytana itaat eden, onun rızasını
gözeten kimse, kâfir ve şeytana tapan olmaz mı? Bu hususu
açıklayınız.
Âlim (r. a.):
Bu sual ile ne
kasdettiğini biliyor musun? Şüphesiz mü'min, Allah'a isyan ettiği zaman, ameli
her ne kadar taat ve rıza yönüyle şeytana muvafık olsa da işlediği bu masiyet
ile şeytana itaat eden, onun rızasını isteyen ve ona yönelen kimse
olmaz.
Talebe:
Bana, ibâdetin
açıklamasını yapın.
Âlim (r.a.):
İbâdet kelimesi, taat,
rağbet ve rubûbiyetin ikrarı mânâlarına gelen şümullü bir kelimedir. Kul îman
etmek konusunda, Allah'a itaat ederse, kendisinde Allah'tan ummak ve korkmak
durumu hâsıl olur. Bu üç haslet kulda mevcut olunca, Allah'a ibâdet etmiş olur.
Allah'tan ummak ve korkmak hâli bulunmayınca, bir kimse mü'min olamaz. Fakat
nice mü'minler vardır ki, bir kısmında Allah korkusu daha çok, bir kısmında da
daha azdır. Keza, Allah'tan başka bir kimseye, sevabını umarak ve gazabından
korkarak itaat eden kimse, ona ibâdet etmiş sayılır.. Eğer her konuda yalnız
itaat ile amel etmek ibâdet olsa idi, Allah'tan başkasına itaat eden herkes,
itaat ettiklerine ibâdet etmiş olurlardı.
Talebe:
Ne kadar güzel
söylediniz. Fakat acaba bir şeyden korkan yahut bir şeyden menfaat uman kimse,
kâfir olur mu?
Âlim (r. a.):
Korku ve ummak iki halde
yahut da iki halden birinde bulunur. Bir kimseden uman yahut korkan kimse, onun
Allah'ın izni olmadan kendisine zarar veya fayda vermeğe muktedir olduğu
görüşünde ise, kâfir olur. Diğer durumda, bir kimse hayrı Allah'tan umduğu,
yahut Allah'ın kendisini başkalarının eline düşürmek, yahut bir şeyi sebep
kılmakla vereceği beladan endişe ettiği için başkasından korkar veya umarsa bu
kimse kâfir olmaz. Çünkü baba, evlâdının kendisine faydalı olmasını, kişi
hayvanının kendisini taşımasını, komşusunun kendisine iyilik etmesini, devlet
başkanının kendisini korumasını umar. Bu durumda kâfirlik bahis konusu olmaz.
Çünkü umduğunu Allah'tan ummaktadır. Kendisini evlâdından ve komşusundan
faydalandırmasını, içtiği ilaçtan şifa ihsan etmesini, Allah'tan ümit eden kimse
kâfir olmaz. İnsan bazen şerden korkar, Allah'ın kendisini kötü şeylerle müptela
kılmasından korkarak kaçar. Meselâ, Allah'ın resul seçtiği ve kelâmı ile mümtaz
kıldığı Hz. Musa Allah ile arasında bir elçi olmadan "Beni öldürmelerinden
korkarım."(eş-Şuara,14;al-Kasas,33) demişti. Peygamber Efendimiz
mağaraya saklanmıştı. Bu durumda onlar için küfür katiyyen bahis mevzuu olamaz.
Keza insan yırtıcı hayvanlardan, yılan yahut akrepten veya evinin yıkılması, sel
afeti ve zarar verecek yiyecek yahut içeceklerden korkar. Bütün bu durumlarda
insana küfür veya şüphe hali değil, ancak korkmak arız olmuş olur.
Talebe:
Şüphesiz bildiklerimizi
söylediniz. Fakat bu mahlûklardan, Allah'tan korktuğumuzdan daha çok korkan
mü'minin durumu nedir? Bunu açıklayın.
Âlim (r.a.):
Mü'minin, Allah'tan daha
çok korktuğu hiç bir varlık yoktur. Zîra mü'min şiddetli bir şekilde
hastalandığı, yahut Allah'tan gelen kötü bir musibete uğradığı zaman bile, gizli
veya açık olarak 'Yarabbi, ne kötü yaptın," demez. Bunu içinden de söylemez.
Buna mukabil Allah'ı daha çok zikreder. Eğer bu musibetin yüzde biri, dünya
hükümdarlarının birisinden gelmiş olsa idi; o kimse güvendiği kimselere,
hükümdarların duymadığı yerde onun zulmünü, kalbi ve lisanı ile ifadeden
çekinmezdi. Halbuki mü'min gizli, aşikâr, sıcak, soğuk her yerde Allah'ın emrini
gözetir. Dünya hükümdarlarının emirleri ise gizli, açık, isteyerek yahut
istemeyerek, her hal ve kârda gözetilmez. Meselâ, bazan bir mü'minin soğuk bir
gecede yıkanması gerekir, hoşuna gitmese de uykusundan uyanır, Allah'tan
başkasının bilmediği bir durum için ve sırf Allah'tan korktuğu için gusleder.
Keza şiddetli sıcakta, susuzluktan yanıp kavrulduğu halde orucunu tutar. Yanında
kimse bulunmadığı halde Allah'ın emrini gözetir, sabreder. Allah'tan korktuğu
için feryâd etmez. Buna mukabil bir kimse, bir hükümdarın huzurunda bulunduğu
müddetçe ondan korkar, fakat uzaklaşınca korkmaz. Bütün bunlardan anlıyoruz ki,
mü'minin Allah'tan daha çok korktuğu hiçbir varlık yoktur.
Talebe:
Yemin ederim, kendi
nefsimizden de anlayabileceğimiz bir hususu ifâde ettiniz. Fakat acaba, îman ve
küfrün ne olduğunu bilmeyen bir kimsenin durumu nedir? Bunu
açıklayın.
Âlim (r.a):
Şüphesiz ki insanlar;
Yüce Allah'ı bilme ve tasdik etmeleri ile mü'min, inkâr etmeleri sebebiyle de
kâfir olurlar. Allah'ın kulu olduklarını ikrar, Allah'ın birliğini ve O'nun
katından gelen şeyleri tasdik ettikleri zaman, îman ve küfrün ne demek olduğunu
bilmeseler de, îmanın hayırlı, küfrün de şerli bir şey olduğunu bildiklerinden
dolayı, kâfir olmazlar. Meselâ kendisine bal ve sabır(Sarı renkli, acı bir
madde.)getirilen bir kimse ikisinden de tadar; balın tatlı, sabırın da acı
olduğunu bilir. O kimsenin acılık ve tatlılık mefhumunu bilmediği söylenemez.
Söylenecek tek şey onun acılık ve tatlılık isimlerini bilmediğidir. İman ve
küfür isimlerini bilmeyen de böyledir. Fakat o kimse îmanın iyi , küfrün de kötü
olduğunu bilir. Bu durumda olan bir kimsenin Allah'ı bilmediği söylenemez.
Sadece îman ve küfür isimlerini bilmiyor denilir.
Talebe:
Acaba mü'min azap
görürse, îmanı ona fayda verir mi? Kendisinde îman mevcut iken, îman ettikten
sonra azaba maruz kalır mı? Bunu açıklayın.
Âlim (r.a.):
Suallerin içinde,
benzerini sormadığın meseleleri sordun. Ben inşallah sana o konularda fetva
vereceğim. "Mü'min eğer azap görürse îmanı fayda verir mi? Kendinde îman olduğu
halde azaba uğrar mı?" diyorsun. Evet, îman mü'mine fayda verir, çünkü îman onu
en şiddetli azaptan korur. En şiddetli azap ise ancak kâfirin azabıdır. Zîra
küfürden daha büyük günah yoktur. Bu durumda bulunan mü'min Allah'ı inkâr
etmemiş, fakat emrettiği bazı hususlarda ona âsi olmuştur. Eğer Allah, ona azap
ederse işlediği nisbetinde azap eder. İşlemediği şey için azap etmez. Tıpkı adam
öldüren ve fakat hırsızlık yapmayan kimsenin, sadece katil suçu ile
cezalandırılıp, hırsızlık suçu ile cezalandırılmaması gibi. Nitekim Allah
Kur'ân-ı Kerîm'de "Yaptıklarınızdan başkasıyla karşılık
görmezsiniz."(Yasin,54) buyurmaktadır. Hastalığı az olan hastanın
durumu daha ehvendir. Dünyada azap çekip, en şiddetli azaptan kurtulan sadece
bir nevi azap çeken kimsenin durumu, iki çeşit azap çeken kimseden daha
kolaydır. Mü'min de böyledir, eğer işlediği bir günah için azap görürse, bu iki
günah için çekeceği azaptan daha hafif olur.
Talebe:
Yemin ederim ki bu,
doğru bildiğimiz şeylerdendir. Fakat acaba ibâdetleri muhtelif ve çok olduğu
halde, kâfirlerin küfrü niçin aynıdır? Keza semadakilerin îmanı ile,
yeryüzündekilerin îmanı; -oysaki meleklerin yapmaları gereken çeşitli amelleri
varken- niçin birdir?
Âlim (r.a.):
Meleklerin yapmaları
farz olan ameller, bizim yapmamız farz olan amellerden başkadır. Meleklere farz
olan ve bizden önceki ümmetlere de farz kılınmış olan şeyler de, bize farz
kılınanlardan farklıdır. Sema ehlinin îmanı, evvelki ümmetlerin îmanı ve bizim
îmanımız ise, birdir. Çünkü hepimiz îman ettik ve yalnızca Allah'a ibâdet ettik.
Tıpkı bunun gibi, kâfirlerin küfrü ve inkârı bir ve fakat ibâdetleri farklıdır.
Mesela bir yahûdîye kime ibâdet ettiğini sorarsanız, "Allah'a ibâdet ediyorum,"
der. Allah'ı sorduğun zaman, onu beşer şeklinde yaratmış olan oğlu Üzeyir
olduğunu söyler. Bu durumda olan kimse Allah'a îman etmiş olmaz. Eğer bir
hristiyana, kime ibâdet ettiğini sorarsan, "Allah'a ibâdet ediyorum," der.
Allah'ı sorduğun zaman da, O'nun İsa'nın cesedinde ve Meryem'in rahminde
gizlenen, bir yere sığan ve giren varlık olduğunu söyler. Bu durumda bulunan
kimse ise Allah'a îman etmiş olmaz. Mecûsiye de, kime ibâdet ettiğini sorarsan,
o da, "Allah'a ibâdet ediyorum," diye cevap verir. Fakat Allah'ı sorduğun zaman,
onun ortağı, eşi ve çocuğu bulunan bir varlık olduğunu söyler. Bu durumda olan
bir kimse de, Allah'a îman etmiş olmaz. Bütün bu kimselerin Allah'ı bilmemeleri
ve inkârları birdir. Vasıfları, sıfat ve ibâdetleri ise çok ve değişiktir.
Mesela, üç kişi var, bunlardan biri kendisinde, dünyada eşi bulunmayan bir beyaz
inci mevcut olduğunu iddia ediyor. Daha sonra bir kara üzüm danesini çıkararak,
bunun inci olduğuna yemin ediyor. Diğerleri ile bu konuda tartışmaya giriyor.
Bir başkası kendisinde dünyada benzeri bulunmayan bir inci olduğunu iddia ederek
bir ayva çıkarıyor ve bunun inci olduğuna yemin edip insanlarla münakaşaya
giriyor. Üçüncüsü, eşsiz kıymetteki incinin kendisinde bulunduğunu iddia ederek,
bir çamur parçası çıkarıyor ve bunun inci olduğu hususunda yemin ederek,
başkalarıyla bahse giriyor. Bu üç kişi inciyi bilmedikleri konusunda
birleşmişlerdir. Zîra, sıfatları çok ve değişik olmasına rağmen, hiçbiri inciyi
bilmemektedirler. İşte böylece sen, onların tavsif ve ibâdet ettiklerine, ibâdet
etmediğini bilirsin. Çünkü onlar üç yahut iki ilâh tavsif ediyorlar, tavsif
ettiklerine de ibâdet ediyorlar. Oysaki sen, bir olan Allah'ı tavsif ediyorsun.
O halde senin ibâdet ettiğin ma'budun, onların ibâdet ettiklerinden başkadır.
Onların ma'budu da, senin ibâdet ettiğinden başkasıdır. Bunun için Kur'ân'da:
"De ki, ey kâfirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam, siz de benim taptığıma
tapmazsınız."(el-Kafirun,1,3) buyurulmuştur.
Talebe:
Anlattığınız bu konuyu,
belirttiğiniz veçhile öğrendim. Fakat niçin onlar, Allah Rabbimizdir, dedikleri
halde, Allah'ı bilmeyen kimseler oluyorlar?
Âlim (r. a.):
Şüphesiz ki onların,
Allah Rabbimizdir, dediklerini biliyorum. Oysa ki onlar bununla da Allah'ı
bilmiyorlar. Çünkü Allah "Onlara gökleri ve yeri kim yarattı" diye
soracak olsan, "Allah, derler. Sen de Allah'a hamdolsun de. Onların çoğu
bilmezler."(Lokman,25)buyurmaktadır. Yani onların çoğu, anasından
kör olarak doğan bir sabînin, hiçbir şey bilmeksizin geceyi, gündüzü, sarıyı,
siyahı söylemesi gibi bu sözü gayri şuuri olarak söyleyenler gibidir. Böyle
kâfirler Allah'ın ismini, mü'minlerden işitmişler, işittiklerini de bilmeden
söylemektedirler. Bunun için Kur'ân-ı Kerîm'de "Âhirete inanmayanların
kalpleri, inkâr edicidir, kendileri de
kibirlidir."(en-Nahl,22) buyurulmuştur.
Talebe:
Bu husus belirttiğiniz
gibi. Fakat acaba peygamberi Allah vasıtasıyla mı bilirsiniz, yoksa Allah'ı
peygamber vasıtasıyla mı bilirsiniz? Peygamberi Allah vasıtasıyla bilirseniz, bu
nasıl olur? Halbuki peygamber sizi Allah'a çağırmaktadır. Bunu
açıklayınız.
Âlim (r. a.):
Evet, peygamberin
peygamberliğini Allah tarafından biliriz. Her ne kadar peygamber Allah'a
çağırırsa da, hiç bir kimse, Allah'ın gönlüne tasdik ve peygamber olduğu
bilgisini koymadan, peygamberin hak ve doğru söylediğini bilemez. Bunun için
Allah "Sen şüphesiz ki, sevdiğini hidayete ulaştıramazsın, fakat Allah
dilediğini doğru yola iletir."(el-Kasas,56) buyurmaktadır. Eğer
Allah'ı bilmek, peygamberler vasıtasıyla olsaydı, insanlara marifetullah
nimetini ihsan etmek, Allah'tan değil, peygamberlerden olurdu. Halbuki Rabbini
bilme nimetini peygambere ihsan eden de Allah'tır. Peygamberi insanlara da
tanıtarak tasdik ettirmesi, Allah'ın insanlar için bir nimeti ve lütfudur. Kul,
bildiği hayrı ancak Allah cihetinden bilir, dememiz gerekir.
Talebe:
Beni rahatlattınız.
Fakat acaba, velayet ve berâetin açıklaması nedir? Velayet ve berâet bir kimsede
içtima eder mi?
Âlim
(r.a.): Velayet, iyi
amelden dolayı hoşnutluk, berâet de kötü amelden dolayı hoşnutsuzluk demektir.
Her ikisi de bazen bir insanda birleşebilir, bazen de birleşmezler. İyi ve kötü
işler işleyen bir mü'mine yaptığı iyi işlerde muvafakat eder ve onu seversin,
işlediği kötü şeylerden dolayı da ona muhalefet eder, ayrılır ve sevmezsin. Bu,
sorduğun velayet ve berâetin bir kimsede birleşmesinin misalidir. Kâfir olan,
kendisinde iyi bir durum bulunmayan kimseye de buğzeder ve bütün kötülüklerinde
kendisinden ayrılırsın. Daima sevdiğin ve hiçbir davranışından hoşnutsuzluk
duymadığın kimse ise bütün iyi şeyleri işleyen ve kötü şeylerden sakınan mü'min
kimsedir. Sen onun her hususiyetini sever, hiçbir şeyinden hoşnutsuzluk
duymazsın.
Talebe:
Çok güzel söylediniz.
Fakat acaba, nîmete küfür ne demektir? Bunu açıklayınız.
Âlim (r. a.):
Nimete küfür, kişinin
nimetlerin Allah'tan olduğunu inkâr etmesidir. Eğer nimetlerden birini inkâr ve
onun Allah'tan olmadığını iddia ederse o kimse Allah katında kâfir olur. Böylece
Allah karşısında kâfir olan, nimetlerini de inkâr eder. Yüce Allah Kur'ân-ı
Kerîm'de "Onlar Allah'ın nimetlerini itiraf ederler, sonra da inkâr
ederler."(en-Nahl,83) Yani kâfirler gecenin gece, gündüzün de,
gündüz olduğunu bilirler. Sıhhat, zenginlik ve ulaştıkları rahat ve bolluğun
nîmet olduğunu itiraf ederler. Fakat onların asıl lütuf ve ihsan edici olan
Allah'a değil, kendilerinin ibâdet ettikleri şeye nisbet ederler. Bundan dolayı
Allah, onların Allah'ın nimetlerini itiraf edip sonra da onları inkâr
ettiklerini ifade eder. Yani onlar, nimetlerin hiçbir benzeri olmayan Allah'tan
olduğunu inkâr ederler.
Ancak
Allah'tan yardım dileriz. Onun yardımı bize kâfidir, O ne güzel vekildir.
Allah'u Taâlâ, Efendimiz Muhammed aleyhi's-selâm ve onun âl ve ashabına salât ve
selâm eylesin.
Elhamdülillah, el-'Âlim
ve'l-Müte'allim burada bitti.
Hiç yorum yok