MUS'ÂB İBN-İ UMEYR
MUS'ÂB İBN-İ UMEYR
İslâm Elçilerinin İlki
Söze onunla başlamak ne güzel. O, Kureyş gençlerinin gözdesi, onların en zarifi ve en yakışıklısıydı...
Söze onunla başlamak ne güzel. O, Kureyş gençlerinin gözdesi, onların en zarifi ve en yakışıklısıydı...
Tarihçiler ve ravîler onun gençliğini şöyle tarif
ediyorlar: «O Mekkelilerin en çok koku sürüneniydi...» O, nîmet içinde doğmuş,
o nîmetle beslenmiş ve onun gölgesinde büyümüştür.
Belki, Mekke gençleri arasında anne ve babasının
şımartmasıyla Mus'âb Ibni Umeyr'in elde ettiklerine sahip olan hiç kimse
yoktu...
Her şeye tok, şımarık, nimetler içinde yüzen, Mekke'nin
yakışıklı delikanlısı ve toplantı yerlerinin incisi olan bu gencin; iman ve
fedâkârlıkta örnek bir durumu olabilir miydi?
Vallahi, onun yani Mus'âb ibn-i Umeyr'in veya
müsiümanlar arasındaki lâkabına göre Mus'âbu'l-Hayr'ın şahane bir hikâyesi
vardir.
O, Allah Resülü'nün
yetiştirdiklerinden biridir...
Fakat o, herhangi biri miydi?
Şüphesiz onun hayat hikâyesi bütün insanoğlu için bir
şereftir...
Bir gün bu delikanlı da, Mekke halkının Allah Resülü'nden
duymaya başladıkları şeyi duydu...
Peygamber, Allah'ın kendisini, müjdeleyici uyarıcı ve tek
olan Allah'a kulluk yapmaya davetçi olarak gönderdiğini söylüyordu.
Mekke'nin; kaygısız, tasasız, sadece Hz. Peygamber ve
dininin lâfını ederek günlerini geçirdiği sırada, Kureyş'in şımarık
delikanlısı
da bu lâfı çok işitenlerdendi.
Yaşının küçüklüğüne rağmen o, toplantıların süsüydü.
Yapılan her toplantıda Mus'âb'ın da bulunması arzu edilirdi. Çünkü kibarlık ve
akıllılık ibn-i Umeyr'in kalpleri ve kapıları açan
hasletlerindendi...
O, Peygamber ve onunla birlikte imân edenlerin Kureyş'in
zulüm ve eziyetlerinden uzak olarak Safâ'da El-Erkam ibn-i Ebi'l-Erkam'ın evinde
toplandıklarını duyunca hiç tereddüt etmeden, aynı akşam el-Erkam'ın evine
gitti...
Allah'ın elçisi orada ashâbıyia buluşup, onlara Kur'ân
okur ve onlarla birlikte Allah için namaz kılarlardı.
Mus'âb yerini alır almaz, âyetler Peygamberin kalbinden
çıkıp, dudaklarında parlayarak kulak ve gönüllere yol alır almaz, İbn-i
Umeyr'in gönlü bu akşamlarda ümit vâ'deden bir gönül olmuştu!...
O, sevinçten yerinde duramıyor, âdeta
uçuyordu.
Fakat Peygamber, mübarek şefkatli sağ elini uzatıp onun
coşkun göğsüne ve yerinde duramayan kalbine dokununca derin sükûnet, okyanusun
derinliğine dönüşüvermişti... Bir anda, imân etmiş ve müslüman olmuş olan genç,
yaşının kat kat üstünde bir hikmet (bilgi) ve zamanın seyrini değiştiren bir
azimle ortaya çıkıyordu...
Mus'âb'ın annesi Hunas bint-i Mâlik, ender bulunan güçlü
bîr karaktere ve korku verecek derecede bir heybete sahipti,
Mus'âb müslüman olduğunda, yeryüzünde, annesinden başka
hiçbir güçten çekinmiyor veya korkmuyordu.
Bütün putlarıyla, eşrafıyla ve çölleriyle Mekke,
Mus'âb'ın karşısına çıksa, bir noktaya kadar bunlar ona hafif
gelirlerdi...
Ancak, annesinin düşmanlığı, üstesinden gelinemiyen bir
korkuydu!...
Mus'âb, Allah'ın takdir ettiği bir olay ortaya çıkıncaya
kadar müslüman olduğunu gizlemeye karar verdi.
O, devamlı el-Erkam'ın evine gidiyor, mü'min olmaktan
memnun olarak ve müslüman olduğundan haberi olmayan annesinin kızmasından da
korkmayarak Rasûlüllah'la [s.a.v.) oturuyordu
Fakat, o günlerde Mekke'de hiçbir şey gizli kalmıyordu.
Kureyş'in gözü ve kulağı her yerdeydi. Mekke'deki, yumuşak ve kızgın kumların
üstündeki her ayak izinin gerisinde bir jurnalci vardı...
Osman ibn-i Talhâ, onu, gizlice el-Erkam'ın evine
girerken görmüştü. Bir defasında da onu Peygamber'in kıldığı namaz gibi namaz
kılarken görmüştü. Çölün rüzgâr ve
fırtınaları Mus'âb'ın annesine gitmek üzere adeta yarışa girdiler ve nihayet
annesine, aklını başından
alan haberi ulaştırdılar.
Mus'âb, annesinin, kabilesinin ve etrafında toplanan
Mekke eşrafının karşısında, Hakk'a iman ve onda sebat etme konusunda
Peygamber'in, kalplerini onunla yıkadığı ve kalplerine, hikmet, şeref, adalet
ve doğruluğu onunla doldurduğu Kur'ân'ı okumak üzere dikildi.
Annesi onu sert bir tokatla susturmak istedi ama ok gibi
uzanan el, oğlunun yüzündeki güzelliği artıran nur karşısında, saygı uyandıran
heybet ve İkna edici sakinlikten dolayı hemen gevşeyip yerine döndü.
Ancak, annesi, annelik duygusuyla ona vurmaktan ve ona
işkence etmekten vazgeçecektir ama başka bir yolla, oğlunun terkettiği-ilâhlar
nâmına öç alacak güçteydi...
Böylece onu evinin en ücra bir köşesine hapsetti ve
kapıyı üzerinden iyice kilitledi. Artık Mus'âb onun bu hapishanesinde rehin
idi. Bu arada bazı mü'minler Habeşistan'a hicret ettiler, Mus'âb bunu duyar
duymaz, bir yolunu bulup annesini ve onun için vazifelendirdiği bekçilerini
aldatıp o da Habeşistan'a hicret etti.
O, diğer muhacir kardeşleriyle birlikte Mekke'ye
dönecek, sonra yine Hz. Peygamber'in hicret etmelerini emrettiği sahâbîlerle
birlikte ikinci defa Habeşistan'a hicret edecektir.
Ancak, gerek Habeşistan'da, gerek Mekke'de Mus'âb'ın
imanının üstünlüğü her yerde ve her zaman kendini göstermiştir. O, hayatını, Peygamber'in onlara seçkin örneğini verdiği yeni düzene göre tekrar kurma işini
tamamlamış, hayatının; büyük yaratıcıya bir kur-ban'olarak sunulmaya lâyık hâle
gelmiş olduğunu anlamıştı.
Birgün o, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yanında oturmakta olan
bazı müslümanlarm yanına gitti. Onlar, Mus'âb'ı görür görmez, başlarını
önlerine eğip gözlerini yumdular. Bazılarının da gözlerinden yaşlar
boşandı.
Çünkü onlar, Mus'âb'ı eski ve yamalı bir elbise giymiş
olarak görmüşlerdi. Bu onlara Mus'âb'ın müslüman olmadan önceki halini
hatırlatmıştı. Halbuki onun, müslüman olmadan önceki elbiseleri bir
bahçenin parlak, zarif ve kokulu
çiçekleri gibiydi...
Rasûlüllah (s.a.v.) onun gelişini, hikmetli, şükür ve
sevgi ifade eden bakışlarla seyretti ve gülümseyerek şöyle dedi: «Bir zamanlar
Mekke'de anne ve babasının yanında ondan daha rahatı yokken, şimdi şu Mus'âb'ı
görüyorum. Ama o, bunların hepsini Allah'a ve Peygamberine olan sevgisinden
dolayı terketti...»
Annesi oğlunun, yeni dininden vazgeçeceğine dair
inancından ümidini kesince, dünya nimeti olarak ona verdiği herşeyi kesti.
Tanrıları terketmiş ve onların lanetine uğramış bir insanın kendi ekmeğini
yemesine razı olmadı. Hatta bu insan, oğlu bile olsa!...
Mus'âb Habeşistan'dan döndükten sonra annesi onu yine
hapsetmeye çalıştı ama oğlu, annesine bu konuda yardımcı olacak herkesi mutlaka
öldüreceğine yemin etti.
Böylece annesi onun bu konudaki kararlılığını iyice
öğrenmiş oldu. Ana oğul ağlaya ağlaya
birbirlerinden ayrıldılar.
Vedalaşma ânı tuhaf bir ısrara sahne oldu. Anne oğlunu
küfre, oğlu da annesini imana davette ısrar ediyordu. Anne oğlunu evinden
çıkarırken: «Defol! Artık senin annen değilim» diyor, oğlu da annesine
yaklaşıp: «Anneciğim! Ben sana iyilik ediyorum, sana acıyorum. Allah'tan başka
tanrı olmadığına, M.......'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet et»
diyordu.
Anne öfke ve heyecanla: «Yıldızlara yemin olsun ki,
senin dinine girmem, yoksa benîm fikrime önem verilmez ve benim aklıma
güvenilmez!...»
Mus'âb, içinde yaşadığı bol nimetten, zorluk ve
yoksulluğa geçti. Artık, daha önce şık giyinen ve kokular sürünen delikanlı
şimdi en kaba elbiseleri giyen, bir gün yiyen, günlerce yemeyen birisi olmuştu.
Fakat, inanç yüceliğiyle nâzikleşen ve Allah'ın nuruyla parlayan ruhu, onu,
gözleri saygıyla, gönülleri hayretle dolduran başka bir însan haline
getirmişti.
Böylece, Rasûlüllah (s.a.v.) onu o günün en büyük görevi
için seçmisti. O, Peygamberin Medine'deki elçisi olacak, iman edip Akabe'de Peygambere biat eden Ensar'ı yetiştirecek, başkalarını da Allah'ın dinine
sokacak ve Medine'yi büyük hicret gününe hazırlayacaktı.
O sırada Peygamber'in ashabı arasında, Mus'âb'dan daha
yaşlı, mevkîce ondan daha üstün ve Peygamber'e daha yakın kimseler vardı... Ama
Hz. Peygamber, o günün mes'elelerinin en tehlikelisini ona havale ettiğini, kısa
süre sonra hicret yurdu, davet ve davetçilerin, müjdecilerin ve gazilerin
hareket noktası olacak Medine'deki İslâm'ın akıbetini onunla başbaşa bıraktığını
bile bile Mus'âbu'l-Hayr'ı seçmişti...
Mus'âb, Allah'ın kendisine ihsan ettiği üstün akıl ve
güzel huyun neticesi olarak emaneti yüklendi. Zühdü, müttakiliği ve
samimiyetiyle Medîne'lilerin
gönüllerini fethetti ve onlar
da grup grup Allah'ın dinine girdiler.
Mus'âb, Rasûlüllah (s.a.v.) tarafından Medine'ye
gönderildiğinde, orada daha önce Akabe'de biat eden 12 kişiden başka
müslüman yoktu. İşte Mus'âb böyle bir durumda Medine'ye gelmişti, fakat o,
onların arasında birkaç ayını tamamlar tamamlamaz diğerleri de Allah'a ve
Rasûlü'ne icabet etmişlerdi.
Akabe biatından sonraki hacc mevsiminde Medine
müslümanları, kendilerini temsilen bir heyeti Hz. Peygamber'le görüşmek üzere
Mekke'ye gönderiyorlardı. Heyettekilerin sayısı 70 kişiydi. Onlar,
öğretmenleri ve Peygamberlerin elçisi Mus'âb İbn-i Umeyr'in başkanlığında
gelmişlerdi.
Mus'âb, zekâ ve kabiliyetiyle Rasûlüllah'ın (s.a.v.) kimi
seçeceğini iyi bildiğini ispat etmişti...
Mus'âb, görevini tam olarak anlamıştı. Kendisinin,
Allah'a davetçî olduğunu; İnsanları, doğruluğa ve doğru yola davet eden dinî
müjdelediğini, kendisinin de o dine inanmış elçi olarak sadece tebliğ etme
görevine sahip olduğunu anlamıştı.
Es'âd ibn-i Zurare'nin misafiri olarak, onunla birlikte,
halka Rabbi'nin Kitabını okumak ve aralarında büyük bir yumuşaklıkla «Allah
ancak bir tek ilâhtır» sözünü fısıldamak üzere kabilelere, evlere ve
toplantılara gidiyorlardı...
Eğer o, üstün bir zekâya ve ruh yüceliğine sahip
olmasaydı, kendini ve yanındakileri mahvedebilecek bazı
durumlarla karşılaşırdı.
Bir gün, halka vazederken Medine'deki Abdu'l-Eşhel
oğullarının efendisi Useyd İbnüf-Huzayr çıka geldi. Kavmini dininden çıkarmaya,
onları tanrılarını terketmeye davet etmeye, onlara daha önce bilmedikleri ve
alışık olmadıkları bir tek ilâhtan bahsetmeye gelmiş olan bu adama karşı
kızgınlığından titrer bir halde ona mızrağını çekti..
Çünkü kendi tanrıları kendileriyle birlikte
yerleştikleri yerde ikâmet etmekteydi. Onlardan birinin tanrılara ihtiyacı
olduğunda yerlerini bilir, başına gelecek kötülüğü bildirmesi ve duasını kabul
etmesi için ona doğru yüzünü dönerdi. Onlar böyle tasavvur ediyorlar, böyle
zannediyorlardı...
Ancak, kendilerine gelen bu elçinin, onları, adıyla
kendisine davet ettiği M.......'in ilâhının yerini hiç kimse bilmiyor ve hiç
kimse onu göremiyordu!.
Mus'âb'ın yanında oturan müslümanlar Useyd
İbnu'l-Huzayr'ın çok öfkeli ve hiddetli bir şekilde geldiğini görünce korktular,
fakat Mus'âbul-Hayr sakin ve kararlı bir şekilde lâilahe illallah diyerek
yerinde durdu.
Useyd, Mus'âb'ın önünde durup Es'ad İbn-i Zurarey'le ona
hitaben:
«Niçin bizim yurdumuza geldiniz ve niçin bizim zayıf
kimselerimizle uğraşıyorsunuz? Eğer sağ kalmak istiyorsanız bizi terkediniz!»
dedi..
Sanki onda denizin sakinliği ve gücü vardı.
Sanki onda sabah ışığının parlaklığı ve huzuru vardı.
Mus'âbul-Hayr'ın yüzü gülümseyip şöyle konuştu.
«Dinlemek için oturmaz mısın? Eğer bizim işimizi
beğenirsen onu kabul edersin. Şayet beğenmezsen, biz de sizden
vazgeçeriz».
Allahu ekber. Sonu iyi bitecek ne şahane bir
başlangıç!.
Useyd zeki ve akıllı bir adamdı. İşte o Mus'âb'ın
kendisiyle birlikte vicdanına hükmettiğini görüyor. O, Useyd'i sadece dinlemeye
davet ediyordu. Eğer inanırsa, onu inanmasından dolayı bırakıyor, eğer
inanmazsa, Mus'âb onların kabile ve sülâlesini bırakıyor ama, ne zarar veren, ne
de zarar verilen başka bir kabîle ve sülâleye geçiyordu.
Useyd
:
«— Tamam, haklısın» deyip mızrağını yere bıraktı ve
dinlemek üzere oturdu.
Mus'âb, Kur'ân-i okuyup Allah Resulü'nün
getirdiği daveti açıklayınca Useyd'in suratının asıklığı gitmeye ve neşeli bir
hal almaya başladı.
Mus'âb, sözünü bitirir bitirmez, Useyd İbnu'l-Huzayr ona
ve yanındakilere söyle fısıldadı
:
«— Bu söz ne kadar güzel ve doğru... Bu dîne girmek
isteyen kimse ne yapar?»
Ona, yerin göğün sarsıldığı bir lâilâhe illâllah'la
cevap verdiler, sonra Mus'âb:
«— Müslüman olmak isteyen elbise ve vücudunu temizler.
Allah'tan başka tanrı olmadığına
şehadet eder».
Useyd bir süre onların yanından ayrıldı. Daha sonra,
başından temiz sular damlaya damlaya döndü. Allah'tan başka tanrı olmadığına ve
M.......'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ettiğini ayakta ilân
etti.
Haber sanki bir şimşek gibi yayıldı. Sa'd İbn-i Muaz
gelip Mu'sab'ı dinledi, kalbi kanaat getirdi ve müslüman oldu. Onu, Sa'd îbn-i
Ubade takip ett;i. Onun müslüman oluşuyla iş tamam oldu. Medîne'liler
birbirleriyle : «Useyd İbnu'l-Huzayr, Sa'd İbn-i Muaz ve Sa'd İbn-i Ubade
müslüman olmuşlar, biz neden geç kaldık? Haydi Mus'ab'a, onunla birlikte biz de
iman edelim, çünkü diyorlar ki hak, onun dişlerinin arasından çıkıyor», şeklinde
konuşmaya başladılar.
Rasûlüllah (s.a.v.)'ın elçilerinin ilki benzersiz bir
başarı kazanmıştı. Hem de Mus'âb'a yaraşan bir başarı.
Günler ve yıllar geçer, Peygamber ve ashabı Medine'ye
hicret eder, Kureyş, kin ve öfkesini ortaya koyar.Allah'ın salih kullarına haksız
saldırılarına devam etmek için batıl hazırlığını yapar. Bedir savaşı olur,
orada, kalan akıllarını başlarından alan bir ders alırlar ve yine intikam
peşinde koşarlar. Uhud savaşı olur. Müslümanlar kendilerini harbe hazırlar,
Rasûlüllah [s.a.v.}, sancağı taşıyacak kimseyi seçmek için inanan yüzleri
incelemek üzere ayakta durur. Mus'âbu'l-Hayr'ı çağırır. Mus'âb ilerler ve
sancağı alır.
Korkunç çarpışma başlar, savaş kızışır, okçular
Rasûlüllah (s.a.v.) in emrine muhalefet ederler, müşriklerin bozguna uğrayarak
çekildiklerini görünce dağın tepesindeki mevkilerini terkederler fakat onların
bu hareketi, müslümanların zaferini hemen bozguna çevirir. Müslümanlar ansızın,
dağın tepesinden gelen Kureyş süvarileriyle karşılaşırlar ve kana susamış
deli kılıçlar onların içinde işlemeye başlar.
Düşmanlar, karışıklık ve korkunun müslüman saflarını
parçaladığını görünce, yakalamak için Rasûlüllah (s.a.v\)ın etrafında
toplanırlar.
Mus'ab îbn-i Umeyr bu korkunç tehlikeyi sezer. Sancağı
yukarı kaldırarak, arslan kükremesi gibi bir tekbir getirir. Hücum edip
üzerlerine atılmak üzere harekete geçer. Bütün gayesi, düşmanın dikkatini
üzerine çekmek, onları Rasûlüllah (s.a.v.)la uğraşmaktan alıkoymak ve bir
ordunun tümünü ondan uzaklaştırmaktı. Evet, Mus'ab, sanki kendisi çok gürültü
çıkaran kalabalık bir orduymuş gibi tek başına dövüşmeye gitmişti.
Kılıçla vuran
bir eliyle de ön sıralarda savaşıyordu.
Fakat düşmanlar onun başına üşüşüp cesedinin üzerinden
geçmek ve Peygamberin bulunduğu yere varmak isterler.
Biz şimdi, büyük Mus'ab'ın hayatının son sahnesini
anlatması için sözü olaya bizzat şahit
olan kimseye bırakalım:
İbn-i Sa'd, İbrahim
îbn-i Muhammed îbn-i Şurahbîl el-Abdurî'nin
babasının şöyle anlattığını rivayet
etmektedir:
«— Mus'âb İbn-i Umeyr Uhud günü, sancağı aldı.
Müslümanlar saldırıya geçince, Mus'ab bulunduğu yerden ayrılmadı. İbn-i Kumey'e
atlı olarak geldi ve Mus'ab'ın sağ eline vurup onu kopardı. Bu arada Mus'âb
şöyle diyordu: M....... ancak bir peygamberdir, ondan önce de başka peygamberler
gelip geçmiştir...
Sancağı sol eliyle tutup üzerine eğildi. Düşman bu defa
sol eline vurup onu da kopardı. Mus'âb sancağın üzerine kapanıp pazılarıyla onu
bağrına bastı. Yine şöyle diyordu: M....... ancak bir peygamberdir, ondan önce
de başka peygamberler gelip geçmiştir...
Düşman bu defa mızrakla saldırıp Mus'âb'a mızrağı
sapladı ve mızrak kırıldı. Mus'âb yere düştü ve sancak da düştü...»
Mus'âb düştü...
Sancak da düştü!.. Şehitliğin süsü,
şehitlerin yıldızı düştü.
O, fedakârlık ve iman savaşının büyük ölüm kalım
çarpışmasına katıldıktan sonra
düştü...
O, zannediyordu ki düştüğünde, Rasûlüllah'ı (s.a.v.)
öldürmek isteyenlerin yolu açılacak ve Rasûlüllah (s.a.v.) savunmasız
kalacaktı.
Fakat o, Rasûlüllah'ı (s.a.v.) çok sevdiği ve ona bir
zarar gelmesinden korktuğu için onun uğrunda kendini feda ediyordu. Yürürken
kendinden kolunun birini alan her kılınç darbesiyle birlikte:
«M....... ancak bîr peygamberdir. Ondan önce de
peygamberler gelip geçmiştir» diyordu.
Daha sonra devamı nazil olacak bu âyeti tekrar edip
duruyordu.
Şiddetli
çarpışma bittikten sonra
dürüst şehidin cesedi,
yere uzanmış bîr halde bulundu. Yüzünü, temiz kanlarıyla kokulanmış
yerin toprağı içine saklamıştı. Sanki ölü bir ceset olduğu halde Rasûlüllah'a
(s.a.v.) bir kötülük gelmesinden korkmuş da, korktuğu ve sakındığı şeyi görmemek için yüzünü
saklamıştı!..
Veya, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) kurtuluşuna sevinmeden ve
onu koruma, savunma görevini sonuna kadar yerine getiremeden önce şehid
düşmesinden utandığı için yüzünü saklamıştı!..
Ey Mus'âb! Sana Allah yeter... Seni anmak hayatın hoş
bir kokusudur.
:
Hz. Peygamber ashâbıyla birlikte savaş alanını incelemek
ve şehîdleri gömmek için geldi.
Mus'ab'ın cesedine geldiğinde, birçok samimi gözyaşı
aktı...
Hâbbab ibnü'l-Erett anlatır:
«— Rasûlüllah'la (s.a.v.) birlikte, Allah rızası için
hicret ettik. Allah Teâlâ bu yüzden ecir verdi. Bazılarımız göçüp gitti, bu
dünyada verilen ecirden hiç yiyemedi. Mus'âb ibn-i Umeyr bunlardandır O
Uhud'da şehîd edildi... Onu kefenlemek için alacalı bîr kumaş parçasından başka
bir şey bulamamıştık... O kumaşla başını örttüğümüzde ayakları açıkta kalıyor,
ayaklarını örttüğümüzde başı açıkta kalıyordu. Rasûlüllah (s.a.v.) bize şöyle
buyurmuştu: O kumaşı başını
takip eden kısımdan itibaren kefen yapınız,
ayaklarını da izhir otuyla örtünüz...» [1]
Rasûlüllah'ın, (s.a.v.) amcası Hamza'nın şehîd edilmesi,
müşriklerin, onun organlarını koparmalarından dolayı göz yaşlarının boşanıp
yüreğini parçalayan derin ve acı üzüntüsüne rağmen...
Her biri kendine göre doğruluk, temizlik ve nûr âlemi
olan sahâbi ve dostlarının cesedlerinin savaş alanını doldurmasına
rağmen...
Bütün bunlara rağmen o, defnetmek ve uğurlamak için ilk
elçisinin cesedi başında durmuştu...
Evet... Peygamber Mus'âb ibn-i Umeyr'in yanında durmuş,
nurlu, şefkatli ve vefalı gözlerle ona bakıp şöyle demişti:
«Mü'minlerden, Allah'a verdiği ahdi yerine getiren
adamlar vardır». (Ahzâb/23)
Sonra, ona kefen yapılan bürdesine hüzünlü bir şekilde
bakıp:
«Seni Mekke'de gördüğümde, elbisesi daha şık ve senden
daha güzel saçlı kimse yoktu. Ama işte şimdi sen bürdenin içinde saçları dağınık
haldesin?!» demişti.
Rasûlüllah, (s.a.v.) gözleriyle savaş alanında yatan
Mus'âb'ın bütün arkadaşlarını süzüp şunu da söylemişti:
«Allah'ın Rasülü şehadet eder ki: Siz kıyamet gününde
Allah katında, şehid kimselersiniz».
Arkasından yanındaki, sağ kalan
arkadaşlarına:
«Ey insanlar! Onları ziyaret ediniz, onlara gelip selâm
veriniz. Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, kıyamet gününe kadar, birisi
onlara selâm verse, onlar o kimsenin selâmını alırlar» demişti.
Selâm sana, ey Mus'âb! Selâm size, ey Şehîdler!
Es-Selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekatuhu...[2]
Hiç yorum yok