FETHURRABBÂNÎ-ABDÜLKADİR GEYLÂNÎ
ABDÜLKADİR GEYLÂNÎ FETHURRABBÂNÎ KİTABINDAN ALINTILAR
**
EY OĞUL!
Nefsi ve hevâyı kendinden defet.
Nefsânî – hevâî duygulardan sıyrıl.
Tasavvuf erbabının ayakları altında bir
zemîn (yer), avuçları içinde de bir toprak ol. Azîz ve Celîl olan Allah;
ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. Nitekim İbrahim aleyhisselâmı, küfür üzere ölmüş ebeveyninden vücûda getirmiştir.
Mümin, hayât sahibidir, diridir.
Kâfir ise ölüdür.
Tevhîd erbabı (muvahhid), hayât sahibidir, diridir.
Müşrik (putperest, Allah’a eş – ortak
tanıyan) ise ölüdür. İşte bunun içindir ki, rivayet edilen bir
kelâmında, Azîz ve Celîl olan Allah şöyle buyurur:
— Benim mahlûkatımdan ilk ölen İblîs’dir.
Bu kelâmı ile, sânı yüce olan Allah şöyle buyurmuş oluyor:
— İblis, Bana ısyân etti. Neticede günahkârlıkla öldü.
Bu zaman, âhirzamandır. Nifak çarşısı açılmıştır, yalan çarşısı açılmıştır.
Ey ahâlî!
Münafık, yalancı, deccal,… kişilerle oturmayınız!
Yazık sana ki, nefsin münâfıkdır, yalancıdır, kâfirdir, fâcirdir, müşrikdir. Böyle olduğu halde sen onunla nasıl oturuyorsun?
Ona muhalefet et, asla muvafakat etme.
Onu bağla, asla salıverme. Onu hapset, zindana at. Kendisine, ancak
zarurî olan haklarını ver. Fazla verme. Onu mücâhedelerle kahret, itaat
altına al!… (Sh:27)
**
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
— “Müminin ferasetinden sakınınız. Zîrâ hiç şüphe yok ki, o, Azîz ve Celîl olan Allah’ın nuru ile bakar.”
Ey fâsık, ey içi bozuk kişi!
Müminin ferasetinden sakın. Günah
pislikleri ile pislenmiş o hâlinle onun yanına girme. Zîrâ hiç şüphe yok
ki, mümin, Allah’ın nuru ile bakar ve bu nurla, senin içinde
bulunduğun hâli görür. Şüphesiz ki mümin; senin şirkini, nifakını
görür. Elbisenin altında gizlenmiş kötü amellerini görür.
Rezaletlerini, utanç verici hâllerini görür. İflah olanı göremeyen kişi,
iflah bulamaz. Sen, bir hevâ ve hevesden ibaretsin. Onun için,
kendileriyle düşüp kalkdığm kişiler de hevâ ve heves erbabından başkası
değil…
Vaktiyle, birisi diğerine sormuş:
— Bu körlük, bu cehalet ne zamana kadar sürecek? Öteki şu cevabı vermiş:
— Bir tabibe varıp eşiğine baş
koyuncaya kadar… Ne zaman ki bir tabîbe vararak eşiğine baş kor, seni
tedâvî edeceğine dâir onun hakkında hüsnü zan besler ve kalbinle onu
töhmet altında bulun-durmazsan, aynı zamanda evlâdını da alarak
kapısında oturur ve ilâcın acılığına tahammül gösterirsen işte o zaman
iki gözünden de körlük zail olur... (Sh:35)
**
Kadrinizi biliniz. Seviyenizi biliniz.
İzzet ve Celâl sahibi Allah’ın düşürmediği derekelere siz kendi
kendinizi düşürmeyiniz. İşte bunun içindir ki, birisi şöyle der:
— Kim ki seviyesini bilmezse kader ona bildirir…
Kaldırılacağın yere asla oturma. Bir eve
girdiğin zaman, ev sahibinin oturtmadığı yere oturma. Zîrâ sen oradan
kendi irâdenin dışında olarak kaldırılacaksın. Eğer imtina’ eder,
kalkmamakta direnirsen zorla kaldırılır ve kovulursun… (Sh:90)
**
Mûsâ aleyhisselâmın asası, sihirbazların
sihir âletlerinden ne varsa birçoğunu yutmuş, fakat karnında hiç bir
değişiklik olmamıştı. İzzet ve Celâl sahibi Allah ise, bunun bir hüner –
hikmet olmadığını, bil’akis kudret-i ilâhî olduğunu sihirbazlara
anlatmak istemişti. Zîrâ o sırada sihirbazların yaptıkları şey, bir
hüner – hikmetten ve hendeseye dayanan bazı oyunlardan ibaretti. Mûsâ
aleyhisselâmın asasında zuhur eden hârikul’âde hâdise ise, İzzet ve
Celâl sahibi Allah’ın kudretinin tecellîsinden başka bir şey değildi.
Onun için, sihirbazların alel’âde hünerlerini yok ediyordu. İşte bunun
içindir ki, sihirbazların başı, kendi sihirbaz arkadaşlarından birine
şöyle dedi:
— Bu işler olurken Musa’ya dikkatle bak bakalım, o anda ne gibi bir hâl içinde bulunacak!
Arkadaşı öyle yaptı. Mûsâ aleyhisselâmın
hâl ve tavırlarını dikkatle süzdü. Müşahede ettiği şey, o sırada Musa
aleyhisselâmın renginin atması, asanın ise işine devam etmesiydi. Bu
durumu, baş sihirbaza bildirerek şöyle dedi:
— Hâdise meydana gelirken Musa’nın rengi atıyor. Fakat asâ işine devam ediyor…
Bu neticeyi öğrenen baş sihirbaz şunları söyledi:
— Bu, Allah Teâlâ’nın işidir. Musa’nın işi değildir. Zîrâ, sihirbaz kendi sihrinden korkmaz. Sanatkâr da kendi sanatından korkmaz…
Bunları söyleyen sihirbazbaşı, daha sonra
Mûsâ aleyhisselâmın hak rasül olduğuna iman etti. Diğer sihirbaz
arkadaşları da kendisine uydular ve imana geldiler… (Sh:93)
**
Ey, kitab müzâkereleri ile iştigâl eden şu kişi! “Kaalû, kulna-— Dediler, dedik” nakaratları arasında hiç bir şey kazanılmaz, bizim bahsettiğimiz mertebelerden hiç bir şey elde edilmez. Bir taraf da, “Şu haramdır!” diyorsun. Diğer taraf da, bizzat kendin onu işliyorsun. Bir taraf da, “Şu helâldir!”
diyorsun. Fakat kendin onu asla yapmıyor, yerine getirmiyorsun. Sen,
heves içinde hevessin. Tenakuz içinde tenakuzsun. Kendisinden rivayet
edilen bir hadîsde, Nebi sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyururlar:
— “Câhile bir kerre yazık! Âlime ise yedi kerre yazık!”
Evet, öğrenmediği için câhile bir kerre
yazık. Âlime ise yedi kerre yazık. Çünkü o, biliyordu. Buna rağmen amel
etmedi. Böylece, ilminin bereketi uçup gitti. Aleyhine hüccet-delîl
olarak ilmin kendisi kaldı…
Sen, önce öğren. Sonra, öğrendiğinle amel
et. Öğrendiğini tatbik et. Daha sonra da halvete çekil. Yâni fâni
varlıkların sevgisini kalbinden at ve İzzet ve Celâl sahibi Hakkın
muhabbeti ile iştigâl et. Fâni varlıkların sevgisini kalbinden
çıkardığın ve yalnız Allah sevgisi ile başbaşa kaldığın zaman, Allah
Teâlâ seni kendisine yaklaştırır, fâni varlıklardan uzaklaştırır ve seni
kendisinde fenâ’ya ( = fenâ fillah — Allah’ın sevgisinde yok olma)
kavuşturur. Sonra da, Allah dilerse seni halka tanıtır, açıklar ve
dünyadan nasîblerini eksiksiz olarak almağa sevkeder. İlminin ve
takdîr-i ilâhîsinin senin hakkındaki rüzgârına emreder. Bu rüzgâr, senin
halvet hanenin duvarlarına doğru eserek oraya çarpar ve senin hâlin,
insanlara açıklanır. Böylece, sen de, sensiz olarak, mahlûkatla Allah
arasında yalnız Allah ile birlikte bulunursun. Nefsinin, cibilliyetinin
ve hevâî duygularının uğursuzluğu bertaraf edilmiş olarak dünyadan
kısmetlerini eksiksiz bir şekilde almağa başlarsın. Şânı yüce olan
Allah, senin hakkındaki ilminin kanununun asılsız çıkmış olmaması için,
seni kısmetlerini toplamağa sevk eder. Dünyadaki nasiplerini eksiksiz –
noksansız olarak alırsın. Bu esnada kalbin de hep İzzet ve Celâl sahibi
olan Allah ile birlikte bulunur… (Sh:114)
**
Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun, Lokman Hekim, meşhur nasîhatlarından birinde oğluna şöyle der:
— Oğulcuğum! Nasıl ki
hastalanıyor fakat nasıl hastalandığını bilmiyorsan, aynen bunun gibi,
ölürsün fakat nasıl öldüğünü bilmezsin!…
Ben sizi îkaaz ediyorum, uyarıyorum,
Allah’ın yoluna uymayan fiil ve hareketlerden sakındırıyorum. Fakat siz
uyanmıyorsunuz, Allah’ın yoluna aykırı olan fiil ve hareketlere son
vermiyorsunuz!
Ey, hayırlardan uzak, sâdece dünya ile meşgul olanlar!
Yakında o dünya sizin tepenize binecek ve
canınızı almak için gırtlağınızı sıkacak. O zaman size ne onun üzerinde
biriktirdikleriniz fayda verecek, ne de onunla tattıklarınız. Aksine,
bütün bunlar, sizin üstünüzde birer yük, birer vebal olacak… (Sh:148)
**
Va’zlar – nasîhatlar dinlemeğe devam et. Zîrâ va’z ve nasîhatlardan uzak kalan kalb körleşir.
Tevbenin hakikati, her hâl-ü kârda, İzzet
ve Celâl sahibi Hakk’m emrini ta’zim etmek, yüceltmekdir. İşte bunun
içindir ki, büyüklerden biri —Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun— şöyle
der:
— Hayırların tamâmı iki cümlede toplanmıştır.
Bunlardan biri, İzzet ve Celâl sahibi Allah’ın emrini ta’zîm ve yüceltmekdir.
Diğeri de O’nun mahlûkatma şefkattir.
İzzet ve Celâl sahibi Allah’ın
emrini ta’zîm etmeyen ve yine Allah’ın mahlûkatma şefkat göstermeyen
her insan, Allah’dan uzakdır…
İzzet ve Celâl sahibi Allah, Mûsâ aleyhisselâma vahyen buyurdu ki:
— Merhametli ol. Tâ ki ben de
sana merhamet edeyim. Ben, çok merhametliyim. Kim ki merhametli olursa
ben de ona merhamet eder ve kendisini cennetime koyarım. Merhametlilere
müjdeler olsun!… (Sh:180)
**
Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun, bir
defasında Bâyezid Bestâmî’ye bir adam gelmişti. Bir ara bu kişi,
Bestâmî’nin huzurunda dururken sağa – sola bakınmağa başladı. Onun böyle
sağa – sola bakındı-ğını gören Bâyezid Bestâmî kendisine sordu:
— Ne var? Adam dedi:
— Namaz kılacak temiz bir yer arıyorum!
Onun bu sözü üzerine, Bestâmî de kendisine şunları söyledi:
— Kalbini temizle de namazı dilediğin yerde kıl!… (Sh:205)
**
Anlatıldığına göre, bir defasında îsâ aleyhisselâm İblise sordu:
— Sence insanların en sevimlisi kimdir? İblîs dedi:
— Cimri mümin…
İsâ aleyhisselâm bu sefer de dedi ki:
— Peki, ya en sevimsizi? İblîs dedi:
— Fâsık, fakat cömerd kişi…
İsâ aleyhisselâm bunun sebebini sorduğunda ise İblîs’in cevâbı şu oldu:
— Çünkü ben, cimri müminin
cimriliğinin onu her an için günaha sokabileceğini ümid ederim. Buna
karşılık, fâsık fakat cömerd müminin cömertliği sebebiyle günahlarının
afv edilebileceğinden korkarım... (Sh:217)
**
Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun, bir defasında, ulemâdan birine soruldu:
— Sahip bulunduğun bu ilme nasıl ve ne ile nail oldun? Âlim, cevaben dedi ki:
— Kuşların erkenciliği, devenin sabrı, domuzun hırsı ve köpeğin yaltaklanması ile…
Sabah erkenden, kendilerinden ilim –
irfan öğrendiğim âlimlerin kapısında olurdum. Tıpkı kuşların, rızık için
sabah erkenden uçmaları gibi. Onların, insana ağır gelebilecek her
şeylerine tahammül eder, katlanırdım. Tıpkı devenin ağır yüklere
katlanması gibi. İlim – irfan öğrenmeğe son derece haris idim. Tıpkı
domuzun, yediği şeylere harîs olması gibi. Kendilerinden ilim – irfan
öğrendiğim âlimlerin karşısında hiç seviyesizlik endişesi taşımazdım.
Tıpkı, sahibinin evinin kapısında, kendisine yiyecek vermesi için
yaltaklanan köpek gibi… (Sh:262)
**
Nebi sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyururlar:
— İmân, yarımşar iki parçadan ibarettir. Bir yarımı sabırdır. Diğer yarımı da şükürdür.
Sen, sıkıntılara sabredip nimetlere
şükretmedikçe hakîkî bir mümin olamazsın. İslam’ın hakikatlerinden biri
de teslimiyettir, emirlere boyun eğmektir.
Allah’ım, Sen, Sana tevekkül, Sana itaat, Seni zikir, Senin emirlerine muvafakat ve Seni tevhid ile kalblerimizi ihya et!… (Sh:265)
**
Sen bir câhilsin.
Bilgisizin birisin.
Câhil
kişi, bunlara aldırmaz. Sen, Allah Teâlâ’ya ibâdet eder, kurtuluşa
erdiğini sanırsın. Fakat bir de bakarsın ki, ibâdetin suratına
fırlatılmış. Çünkü o ibâdet, cehalet içinde yapılmıştır. Cehaletin ise
küllisi mefsedettir, fesada sebep olucudur. Nitekim Nebî sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyururlar:
— KİM Kİ ALLAH’A CEHALET İÇİNDE İBÂDET EDERSE ONUN İFSÂD ETTİĞİ ISLAH ETTİĞİNDEN, YANLIŞI DOĞRUSUNDAN DAHA FAZLA OLUR.
Allah Teâlâ’nın kelâmı Kur’âna ve
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetine uymadıkça senin için
felah – kurtuluş yoktur. Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun,
büyüklerden biri şöyle der:
— Kimin ki bir mürşidi yoksa iblîs onun mürşididir. (Sh:275)
**
Ey, İzzet ve Celâl sahibi Allah’ı sevdiğini iddia eden kişi!
Senin için bütün beyhude yolların tamamı
kapanıp yalnız Allah’a giden yol açık kalmadıkça O’na olan muhabbet ve
sevgin kemâle ermez. Senin sevgilin öyle bir sevgilidir ki, Arş’dan
yerin dibine kadar, bütün varlıkların sevgisini senin kalbinden
çıkarır. Hem de öyle bir çıkarır ki, artık ne dünyayı seversin, ne de
âhıreti. Kendinden dahi ürküntü duyar, yalnız O’nunla ünsiyet edersin,
öyle ki, tıpkı Leylâ’nın Mecnûn’u gibi olursun.
Vaktiyle Mecnûn’da Leylâ’nın sevgisi yer
ettiği zaman, o, halkın arasından ayrılmış, Tek başına yaşamağa
başlamıştı. Daha sonraları, vahşî hayvanların arasına gitti. Ma’mûr
beldeleri bıraktı, harabelerde kalmağa başladı. Halkın övmesini de,
yermesini de bir kenara attı. Onun nazarında, onların konuşması da,
sükût etmesi de bir idi. Kendisinden hoşlanmaları da, hoşlanmamaları da
farksızdı. Bir gün kendisine soruldu:
— Sen kimsin? Mecnûn, cevaben dedi:
— Leylâ. Yine soruldu:
— Nereden geldin? Yine dedi:
— Leylâ.
Bir daha soruldu:
— Nereye gidiyorsun? Mecnûn, cevaben yine dedi:
— Leylâ.
Mecnûn’un gözleri, Leylâ’ya olan
sevgisinin şiddetinden dolayı, ondan başkasını görmeğe kör; kulakları da
Leylâ kelimesinden gayri kelimeleri işitmeğe sağır olmuştu. Onun için,
etrafındaki insanların, bu hâlinden dolayı kendisini ayıplamaları, onu
hep Leylâ kelimesini sayıklamaktan vazgeçiremedi. Nitekim birisi ne
güzel söylemiş:
— Nefsler bir kerre hevâiyâta meyletmemiş olsun. Artık insanlar, boyuna soğuk demire çekiç vururlar…
Şu kalb, Azîz ve Celîl olan Allah’ı
tanıdığı, sevdiği ve O’na yakınlaştığı zaman insanlardan ve diğer
varlıklardan ürker. Yemeğe, içmeğe, giyinmeğe ve evlenmeğe karşı
ünsiyet peyda edemez olur. Ma’mûr beldelerden, evlerden kaçar.
Harabelere yönelir. Onu, şeriatın emrinden başka hiç bir şey
bağlayamaz. Şeriat onu; emirde, nehiyde ve fiil-i ilâhîde bağlar.
Kaderin geleceği vakitlere kadar bağlar…
Alllah’ım! Bizi rahmetinin elinden bırakma. Eğer bırakırsan, biz dünya denizinde boğuluruz. Varlık denizinde boğuluruz.
Ey keremini saçan!
Bize idrâk ver. Anlayış ver.
Bize hakikatleri idrâk ettir. (Sh:284)
**
Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
— Kimi ki insanların en şereflisi
olmak isterse Allah’dan korksun. Kim ki insanların en güçlüsü olmak
isterse Allah’a güvensin, Allah’a dayansın. Kim de insanların en zengini
olmak isterse kendi elindekinden çok, Allah’ın nezdindekine bel
bağlasın… (Sh:287)
**
Vah sana ki, Allah’ı sevdiğini iddia ediyorsun.
Fakat O’ndan başkasını seviyorsun. Allah’ın sevgisi saflığın,
temizliğin ve hâlisiyetin ta kendisidir. O’nun gayrisi ise adem-i
safiyettir, kirliliktir, temiz olmamaktır. Sen, Allah’ın sevgisi hâlis
safiyeti başkalarının sevgisi ile kirletirsen sen de kirlendirilirsin.
Allah’ın dostu İbrahim aleyhisselâm ile Yakûp aleyhisselâmın başına
gelen senin de başına gelir. Vaktiyle onlar, kalblerindeki birer ateşle,
evlâdlarına meyletmişler, onlara sevgi ile bağlanmışlar ve malum
musibetlere dûçâr olmuşlardı.
Yine, vaktiyle, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, kızının oğulları Hasan ile Hüseyin’e karşı kalbinde
bir sevgi duymuştu. Bir ara Cebrail aleyhisselâm geldi ve Allah’ın
Resulüne sordu:
— Onları seviyor musun? Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular:
— Evet. Seviyorum.
Bunun üzerine Cebrail aleyhisselâm dedi ki:
— Onların biri zehirlenecek. Diğeri de şehid edilecek…
Bu hâdiseden sonra, Allah’ın Resulü o iki
torununun sevgisini kalbinden çıkardı. Orayı bütünüyle, Azîz ve Celîl
olan Rabbına tahsis etti. Onlar sebebiyle olan sürür ve neş’esi de hüzün
ve kedere dönüştü…
Azîz
ve Celîl olan Allah, peygamberlerinin, velîlerinin ve sâlih kullarının
kalblerine gayret-i ilâhî ile nazar eder. Orada, kendisinden başkalarına
yer verilmesini istemez. (Sh:314)
**
Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun, ashâbdan Muâz radiyallâhü anh, hep şöyle duâ ederdi:
— Allah’ım, eğer benim murat ettiğimi yapmayacaksan, o zaman bana, senin murat ettiğine sabır ve tahammül gücü ver!…
EY OĞUL!
Kadere rızâ göstermek, kavgalar,
çekişmeler ve didişmeler sonunda dünyalığa nail olmaktan daha güzeldir.
Kadere rızâ göstermenin sıddîkların kalbinde husule getirdiği tatlılık,
nefsânî arzularla zevklere nâiliyetin verdiği tatdan çok daha büyüktür.
Allah dostlarının nazarında, kadere razı olmak, dünyadan ve bütün
dünyadakilerden çok daha tatlıdır. Zîrâ Allah’ın takdirine râzî olmak,
her hâl-ü kârda hayâtı güzelleştirir, tatlılaştırır, huzurlu kılar…
(Sh:356)
**
Sen, Allah hakkı için bir nefs muhasebesi
yapmalısın. Gerek Allah’ın hukuku ve gerekse insanların ve diğer
mahlûkatın hukuku bahsinde nefsini iyi bir hesaba çekmeli, sîgaya
çekmelisin.
Eğer hem dünyada hem de ahirette
hayırlara nail olmak istersen Allah’ın senin hakkındaki hükmünü düşün.
Seni nelerle mükellef tuttuğunu hatırla. Nefsini amele şevket. Allah’ın
emirlerini yerine getirmesini, günah işlemekten sakınmasını, felâketlere
sabretmesini, kadere rızâ göstermesini ve nimetlere şükretmesini söyle.
Bütün bunları yaptığın zaman, mâniler senden zail olur. Allah Teâlâ ile
sohbetin istikamet bulur. Yolda arkadaşa kavuşur, yardımcıya kavuşur,
nereye gidersen seninle gelecek bir hazîne ile karşılaşırsın. Nerede
bulunsan ve nereye girsen aldırış etmezsin. Zîrâ sen nereye düşsen hemen
kapılırsın. Hüküm, ilim, kader, melek, insan, cin,… hepsi de sana
hizmet eder. Sen Allah’dan korktuğun için, her şey senden korkar.
Allah’a itaat ettiğin için sana her şey verilir…
KİM Kİ AZÎZ VE CELÎL OLAN ALLAH’DAN KORKARSA ONDAN HER ŞEY KORKAR. KİM Kİ ALLAH’DAN KORKMAZSA HER ŞEYDEN KORKAR.
Kim ki Allah yolunun hizmetçisi olursa
her şey onun hizmetçisi olur. Zîrâ sânı yüce olan Allah, kullarından hiç
birinin amelinden bir zerreyi bile zayi etmez.
— Nasıl olursan, öyle muamele görürsün!
— Nasıl olursanız, ona uygun idarecilere kavuşturulursunuz.
Allah’ım! Bize kereminle, ihsanınla, af vınla ve dünya ve âhıret lûtfunla muamele et. Ve:
— Bize dünyada iyilik ver. Âhırette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru!… (Sh:398)
**
Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun,
Süfyân Sevrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, hem çok ibâdet ve tâatlerde
bulunan, hem de çok yiyen bir zât idi. Doyduğu zaman bir zenci gibi
şişerdi. Bunca çok yemek yediği halde, peşinden ibâdete kalkar ve ondan
da büyük zevk alırdı.
Zamanının şahsiyetlerinden biri der ki:
— Süfyân Sevrî’nin yemek yeyişini
görünce, çok yiyor diye kızardım. Fakat namaz kılışını ve ağlayışını
görünce ise ona gıpta eder, sevgi ve şefkatle bakardım.
Sen, Süfyân Sevrî’ye, onun çok yemek
yeyişinde uyma. Bil’akis, çok ibâdet edişinde uy. Zîrâ sen bir Süfyân
Sevrî değilsin. Sen, Süfyân Sevrî gibi, nefsini iyice doyurma. Zîrâ
onun nefsine hâkim olması gibi sen nefsine hâkim olamazsın. (Sh:450)
**
Konuşmanın burasında, dinleyenlerden biri Abdülkadir Geylânî Hazretlerine sordu:
— KORKU ATEŞİ Mİ, YOKSA ŞEVK ATEŞİ Mİ DAHA ZORDUR? Hazret, buna cevaben dedi ki:
— Korku
ateşi müride mahsustur. Mürîd, yâni Allah yoluna daha yeni sülük etmiş
kişi, korku ateşi içinde bulunur. Şevk ateşi ise murada mahsustur.
Murâdda, yâni sülük yolunda mesafeler katederek Allah’ın, kendisini
aradığı kişi mertebesine ermiş kulda şevk ateşi bulunur. Korku ateşi
bir şeydir. Şevk ateşi de bir başka şeydir. Acaba sizde hangisi var, ey
soru sahibi?
Ey, sebeplere dayananlar! Sizin melikiniz
de, sultanınız da, ilâhınız da birdir. Fayda vereniniz de birdir.
O’nun irâdesinin dışında size kimse zarar veremez. Hiç işitmediniz mi
ki, ne buyuruyor:
—… Artık kim Rabbına kavuşmayı
ümit ve arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbına ibâdette hiçbir
kimseyi ve hiç bir şeyi ortak tutmasın” (Kehf sûresi, âyet: 110).
Rabbın ile aranda sen kendin varsın. Kendini aradan çıkar. İşte o zaman O’nu görürsün!…
Bu sırada, dinleyenlerden biri dedi ki:
— Kendimi aradan nasıl çıkarayım? Hazret, buna cevaben dedi:
— Nefsine muhalefet ederek,
onunla savaşarak ve onun heves ve arzuları karşısında sağır kesilerek
kendini aradan çıkar. Nefsinin zevklerini, hevâî arzularını ve
budalalıklarını asla yerine getirme. İşte o zaman mahviyete râzî olur ve
senin kalbinin yüzünden uzaklaşır. Terkedilmiş, cansız bir et parçası
hâline gelir. Bu sefer ona, nefs-i mut-mainne sirayet eder. Nefsi
emmârenin çıktığı yere nefs-i mutmainne girer. O zaman, nefs-i mutmainne
ile kalb, Azîz ve Celîl olan Allah’ı görürler. (Sh:500)
**
Anlatılır ki, Fudayl İbni Iyâz öldüğü zaman babası onu rüyasında gördü. Kendisine sordu:
— Allah Teâlâ sana ne yaptı? Fudayl, babasına cevaben dedi:
— Ey babacığım! Kul için, kendisine Rabbından daha hayırlısını görmedim…
Ey oğulcuğum. Sen, Allah’a sarıl. O’ndan
başkası ile iştigal etme. Ev O’nun evidir. Rızıklar O’nun yarattığı
rızıklardır. Ezelde insanların rızıklarını O takdir ve ta’yîn etmiş,
sonra zamanı gelince de yeryüzünde yine o yaratmıştır. Melekler senin
rızıklarını sana ulaştırmakla vazifelidirler. Hayır Allah’dandır. Şer
de Allah’ın irâdesinin hâricine çıkamaz… (Sh:501)
**
Şeytanın görüp ifsâd edemiyeceği, sultanın görüp kahredemiyeceği kişi pek azdır. Şânı yüce olan Allah Tûr’a (Tûr-u Sînâ) yemin etti. Bunun sebebi, Mûsâ aleyhisselâmm orada Allah’a münâcâtta bulunması, Allah’ın orada ona hıtâb etmesi, tecellî etmesi idi.
Kalb Allah’ı tanıdığı zaman Allah ona
genişlik verir. Öyleleki cinleri, insanları ve melekleri ihata edecek
seviyeye gelir. O derecede ki, artık bu kalbi meşgul edecek ve bakacağı
bir şey kalmadığı zaman onu kendisine yakınlaştırır. Mûsâ aleyhisselâmm
asasını işitmedin mi ki, fir’avunun sihirbazlarının değneklerini ve diğer sihir âletlerini nasıl yuttu, fakat kendisinde herhangi bir değişiklik olmadı.
Bu sırada, dinleyenlerden Kâmil Mellâh adında birisi bir suâl sorarak dedi ki:
Hasan Basrî, bir sözünde şöyle diyor:
— Âlim olan zât aynı zamanda
zâhid olmazsa zamanının insanlarına bir ukubet olur, bir ceza olur.
Aynı zamanda zâhid olmayan bir âlim, zamanının insanlarına niçin ceza
olur?
Hazret, bu soruya cevaben şunları söyledi:
— Evet. Aynı zamanda zâhid olmayan bir
âlim, zamanının insanlarına bir ukubet, bir ceza olur. Çünkü o âlim,
konuştuğu zaman ihlâsla konuşmaz, ilmi ile âmil olmaz. Dolayısıyla,
söyledikleri de onları dinleyenlerin kalbine girmez. Orada tesir
bırakmaz. Dinleyenler sâdece dinlerler. Fakat dinledikleri ile amel
etmezler. İşte bu sebeple, o âlim, kendilerine bir ceza olur.
Kalb ma’nevî – ahlâkî sıhhata kavuştuğu
ve ilim ile aydınlandığı zaman, ışığı ile insanların günahlarının
ateşini söndürür. Tıpkı müminin nurunun, üzerine geldiği ateşi
söndürmesi gibi.
Denir ki:
— Zaviyeye, ancak nefse
muhalefeti öğrendikten, hevâî arzulara karşı koyma melekesini elde
ettikten, dîne uymayan hususlarda insanlara karşı çıkma duygusunu
kazandıktan ve Allah ile ünsiyet peyda ettikten sonra çekilmelidir.
Halvet, ahiret yoludur. Nefs, yolculukta
arkadaş olmağa lâyık ve münâsip değildir. Hevâ da böyledir. Onlar,
kişiyi saptırırlar. Şeytan ise düşmandır. Arkadaşlığa lâyık ve münâsip
değildir. Nefsin şiddetle rağbet gösterdiği arzulara gelince, bunlar da
öyle âfetlerdir ki, yolculuğun esnasında senin zekâ, feraset ve anlayış
gözünü kör ederler. İnsanlar ise, birer yolkesiciden başka bir şey
değildir…
Hevâ ve heveslerini halvet kapısında
bırak. Sonra da yalnız olarak içeri gir. İşte o zaman, halvetinde
seninle ünsiyet edeni görürsün…
Bir defasında, Havariler, İsâ aleyhisselâma şöyle dediler:
— Bize en büyük ilmi öğret.
İsâ aleyhisselâm, onlara cevaben dedi:
— EN BÜYÜK İLİM; ALLAH’DAN KORKMAK, ALLAH’IN TAKDİR VE HÜKMÜNE RÂZÎ OLMAK VE SEVDİĞİNİ ALLAH İÇİN SEVMEKTİR…
Sen bir zındıksın.
Tenhâlarda her günahı işlersin.
İnsanlara karşı ise âbidlik ve zâhidlik gösterisine kalkışırsın.
Akıbetten emin mi oldun ki, böyle yapıyorsun?…
Vah sana!
Kısmetler Allah’ın kudret elindedir.
Her insanın nasibi mutlaka ona ulaşır. Bu mesele tıpkı şu misâldeki duruma benzer:
— Meselâ
Horasan’da bir adam vardır. Bunun, Irak’ta oturan pek zengin bir
akrabası bulunmaktadır ki, kendisinin. Horasan’daki adamdan başka
vârisi ve akrabası da bulunmamaktadır. Şimdi, Irak’taki bu zengin adam
vefat etmiş olsa, bıraktığı miras Horasan’daki tek vârisinin değil
midir?…
Sizler, avam tabakasından insanlar
olmakta devam ediyorsunuz. Allah’ın seçkin kullarından olma yolunda
gayret göstermiyorsunuz. Bu durumda size; yemekten, içmekten,
giyinmekten ve benzeri şeylerden bahsetmek gerekir. Ne var ki, üzerimize emir galip geldiği için bunlardan bahsediyoruz…
Kalb, nefsin maddî heveslerini geri çevirir. Bunu, nefsin yolundan ayrılıp Allah’a yönelmen için yapar.
Kalbinde, bir kişi hakkında sevgi, diğer bir kişi hakkına da nefret peyda olsa nasıl hareket edersin? Herhalde, hakkında sevgi peyda olanı, tabiatın icâbı sever, nefret peyda olandan da yine tabiatın icâbı nefret edersin. Fakat hemen ifâde edeyim ki, bu şekilde hareket etmekte hayır yoktur.
Sen, her şeyi Kitaba (Kur’ân-ı
Kerim’e) ve sünnete vur. Eğer onlara uyuyorsa ne a’lâ. Uymuyorsa hemen
dön, vazgeç. Hareket tarzının veya yaptığın işin doğruluğuna dâir fetva
verilmiş de olsa yine de kalbine danış, vicdanına danış.
Kalb Kitab (Kur’ân-ı Kerim) e ve sünnete uygun olarak hareket ettiği zaman Allah’a yaklaşır. Allah’a yaklaşınca ilim sahibi olur. İşin aslını ve mâhiyetini bilir. İlim sahibi olunca
lehinde olanı da, aleyhinde olanı da doğru olarak ve açıkça görebilir.
Hak için olanı da, bâtıl için olanı da, şeytan için olanı da, Rahman
için olanı da eksiksiz ve kusursuz olarak görebilir. Kendisinin Allah’a
yakınlığını da, Allah’ın kendisine yakınlığını da ebediyyen görebilir.
Allah’a yakın olmanın sevincini duyar. Sultanın baş bâyii olur. Kendisi Allah’dan alır. Diğer insanlara, dağıtır…
Buraya benim meclisime geldiğin zaman
ilmini bırak. İlimden an olarak sohbete katıl. Aynı şekilde; zühdünü,
takvanı ve diğer hallerini de bırak. Onlardan da soyun. Eğer benim
sohbet meclisime ilim veya zâhidlik kisvelerine bürünerek gelirsen bu
takdirde, buradaki bir kısım hâller, beni sana karşı perdeleyebilir.
Dolayısıyla, öğreneceğini öğrenemez, alman gereken feyzi alamazsın.
Onun için, bütün bunları çıkar, at. Buraya tertemiz olarak gel. Bu
şekilde gelmen senin için iyidir. İşte o zaman alacağın feyzi alırsın…
Bir ara, büyüklerden birinin yanma
gitmiştim. Hatıra gelen şeylerden ve kendisinin içinde bulunduğu bazı
hallerden bahsediyordu. Bir ara bana dedi ki:
— Benim içinde bulunduğum şu halleri sever misin?
Ben dedim:
— Evet. Severim. Bunun üzerine dedi ki:
— Ben bütün seneyi oruçlu
geçiriyorum. İftarı da seherden sehere, yirmidört saatte bir yapıyorum.
Bu şehrin yiyeceklerinde hayır yok. Mümkün mertebe, onlardan gayet az
yemeğe bak.
Sırrî sakatî, Cüneyd Bağdâdî’nin halka
yaptığı konuşmalardan bahseder ve onun, konuştuklarını doğrudan
peygamberimizden aldığını ve ancak onları konuştuğunu söylerdi.
Vah sana!
Sen de konuşuyorsun. İnsanlara
sen de bir şeyler söylüyorsun amma, senin konuşmalarından sonra
ortalığı bir zulmet kaplıyor. Benim ne yerde, ne gökte, ne dünyada, ne
de âhırette, Allah’dan başka kendisinden korkacağım veya bir şey
umacağım bir tek varlık dahi mevcut değil…
Bir defasında, sâlihlerden birine soruldu:
— Rabb’ını görebiliyor musun? Salih kişi, buna cevaben dedi:
— O’nu görmesem yerimde duramam…
Soranlar dediler:
— Nasıl görüyorsun?
Salih dedi:
— O’nun varlığı gözlerimi kaplar.
Böylece gözlerim Rabbını görür. Tıpkı cennette kullara kendisini
göstereceği gibi, burada da gösterir. Kişinin kalbi, Rabbının
sıfatlarını görür. İhsanını görür. İyiliğini görür. Rahmetini görür.
Bereketini görür… (Sh:506-509)
**
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
kalbinin yıldızı Ay olmuş, yâni yıldız kadarki parlaklığı Ay parlaklığı
hâline gelmiştir. Ay’ı da Güneş olmuş, yâni Ay parlaklığındaki hâli,
Güneş parlaklığı hâline dönüşmüştür. Halvet hâli celvet hâline inkılâb
etmiş, bâtını zahir hâline gelmiştir…
Kul, med veya cezir hallerinde bulunur.
Elbisesine bürünür. Özünün çadırına girer. Kâh yükselir, kâh alçalır.
Denizlerin altında mücevherleri görür, incileri, yakutları görür. Fakat
kendisi onlara asla el uzatmaz. Yanındakine işaret ederek:
— Ey filân, sen şunu al! Der. Bir başkasına da:
— Ey falan, sen de şunu al! Der.
Allah dostları sultanlardır. Yerin ve göğün sultanlarıdır. Hem de Allah’ın huzurunda, O’nun naibi, vekili ve halîfesi olarak.
Ben, sultanın kapısındayım.
Onları bekliyorum. Gerek uyanıkken ve gerekse uyku hâlinde sizlere
bakıyorum. Bu beldenin sıkıntılarına sizin için katlanıyorum. Âfet ve
musibetlerine sabrediyor, tahammül gösteriyorum. Gamlar, kederler ve
tefekkürler içinde, zulmetlerle nura kavuşuyorum. Her adım attıkta geri
itiliyorum...(Sh:521)
**
Bir Suâl:
Nefs hâindir. Onun vereceği fetvaya nasıl güveneyim. Onun fetvâsıyle nasıl amel edeyim?
Hazret, bu suâle şöyle cevap verdi:
— Nefsinle
savaş. Hem de o, menfî ve kötü duygulariyle birlikte ölünceye,
yokoluncaya kadar. Onunla savaşıp, kötü duygulariyle birlikte kendisini
öldürdükten sonra, tekrar dirilt. Bu sefer o; fakîh, âlim ve hakikat
ihtirasına ermiş olarak dirilecektir. Onun hevâî – nefsânî zevk ve
arzularının kapısını kapat. Şehevî arzularından kendisini menet.
Azgınlığı gittiği ve zayıf düştüğü zaman, arzuları senin özüne
dönecektir. Öyle ki, o, kendisiyle yaptığın bu mücâhede neticesinde bir
kalb hâline gelecektir…
Allah dostları, gecenin basmasını ve aile efradının uykuya dalmasını beklerler. Zîrâ onlar külfet altındadırlar. Kalbleri Allah’a bağlı olmakla beraber, aile ferdlerinin geçim yüklerini ve sebepleri yüklenirler. Sebeplere tevessül ederek aile efradının
geçimlerini sağlarlar. Gündüzlerinin bir kısmı bu meşgalelerle
geçtiğinden, gece Rabbları ile birlikte olmak arzusuyla, bir an önce
akşamın olmasını ve herkesin uykuya dalmasını dilerler…
Sen, belâ gelmeden önce takva sahibi olduğun takdirde, belâ ânında Allah’dan gayrine sığınamazsın. Ancak Allah’a sığınırsın. Allah’dan başka, senden bu belâyı
savuşturacak birisini göremezsin. Ancak Allah’ı görürsün. Hayrın da,
şerrin de Allah’ın kudretinin hâricinde olmadığını anlarsın. Zararın da,
faydanın da, izzetin de, zilletin de, zenginliğin de, fakirliğinde,…
yalnız ve yalnız O’nun irâdesinin tahtında bulunduğunu bilirsin…
Bir suâl daha: Büyüklerden birisi şöyle der:
— KİŞİNİN BAKIŞLARI SANA FAYDALI OLMUYORSA VA’Z – NASIHATLARI DA FAYDALI OLMAZ.
Bu sözün ma’nâsı nedir?
Allah kendisinden râzî olsun, Hazret buna cevaben dedi ki:
— Allah
dostlarının hem gözlerinden hem de kalblerinden dünya da, âhıret de
tamamen silinmiş, kaybolmuştur. Onlar yalnız Rabblarını görürler, O’nu
müşahede ederler. Binâen’aleyh, eğer sana bir nazar atfetmeleri olursa
mutlaka faydaları dokunur. Yâni Allah dost larının sana bakışları fayda
getirir. Şayet velî (Allah dostu) kuru bir araziye nazar etmiş olsa
Allah orayı diriltir ve yeşillik bitirir. Yahut bir yahudiye veya bir
nasrânîye (hıristiyan) bakmış olsa Allah onlara hidâyet verir…
Bu sırada, dinleyenlerden biri dedi ki:
— Biz seni hep şu kürsünün ağacına yaslanmış olarak görüyoruz. Bunun sebebi nedir?
Hazret buna cevaben dedi ki:
— Evet. Hep ona yaslanıyor ve
sarılıyorum. Çünkü o, bana yakındır. Eşyayı görüyor. Fakat hemen
haberini ortaya atmıyor. Uyumuyor. İşte bunun için ona sarılıyorum…
Bu sırada soru sahibi dedi ki:
— Senin kalbine biz de yakınız…
Hazret, buna cevaben de şunları söyledi:
— Ey dadımın oğlu! Sizler; ancak
takva sahibi olduğunuz, Allah için nefs murâkebesi yaptığınız,
Allah’dan korktuğunuz ve O’na tâlib olduğunuz zaman bana yakın
olabilirsiniz. O zaman ben de sizin hizmetçiniz olur, sizi severim…
Kul dünyada zühd ve takva sahibi
olduğu ve nefsin azgınlıklarından kurtulduğu zaman Allah ona kapısını
açar. Onu kendisine yakın kılar. Ona ilmin kapılarını açar. İlmi
gösterir. Hüsnü edebe yaklaştırır.
Allah dostları hem uzuvları, hem
kalbleri, hem özleri ve hem de, halvet halleri ile Allah’ın hoş
görmediği fiil ve hareketleri haykırırlar, dile getirirler. Allah’ın
mülkünde takva sahibi olurlar. Kerem sahibi olurlar. Güzel ahlâk sahibi
olurlar. İzzet ve şeref sahibi olurlar…
Sizin kiminizin ma’bûdu
parasıdır, malıdır, servetidir. Elinden bir miktar malı gidi verse
kıyameti koparır. Hâlbuki bir cuma namazını veya cemâatle namazı
kaçırsa hiç tınmaz, aldırış etmez. Yahut meselâ fâcir – fâsık bir
evlâdı vefat etse onun için uzun müddet ağlayıp sızlar. İnsanlardan biri
ile ünsiyet peyda etmek ister. Halbuki melekler hep kendisiyle
birliktedir. Fakat o, onlarla ünsiyet etmez… (Sh:529)
**
Kulun kalbi kötü duygulardan, kötü
temayül ve ihtiraslardan ve kötü ahlâktan temizlendiği zaman meleklerle
ünsiyet peyda eder. Melekler, halvet anlarında onunla konuşurlar…
Ey, şeriattan ve dînden uzak kişi!
Ey, dünya ile nefsle ve kör tabiatıyla sarmaş-dolaş olan kişi!
Ey, Hakk’ı unutup halka tapan kişi! İyi
bil ki, gün gelecek, Allah ile mutlaka karşılaşacaksın. Öyleyse
şimdiden karşılaş. Allah’ı bırakıp insanlara gönül verme. Nefsini
bertaraf et. İşte o zaman bütün korkulardan emin olursun…
Allah’ı zikirden gayri her şey
bâtıldır. Allah’ı bilmekten gayri her bilgi bâtıldır. Allah rızâsı için
yapılmayan her şeyin sonu hüsrandır.
Dünyaya tâlib olan çoktur.
Âhırete tâlib olan azdır.
Azîz ve Celîl olan Allah’a tâlib olanlar ise azın da azıdır.
Sen, gece – gündüz dünyan ile berabersin.
O, seni kendisine hizmetçi tutmuş. Seni Allah yolundan koparıyor. Biz
ise dünyayı kendimize hizmetçi tuttuk. Ondaki her şeyi kendimize
hizmetçi tuttuk. Biz böyleyiz. Ya sen nasılsın?…
Ey tedbîr sahibi kişi!
Dünya işlerinde şeriatla ilmin eli
bulunmalı. Şeriatla ilmin müsâade ettiği şeyi hemen al. Ona sahip çık.
Onların müsâade etmediği, tasvîb etmediği ve isabetli bulmadığı
şeylerden de kaçın. Şeriatın ve ilmin doğru bulmadığı bir işe yanaşma.
Güzel gördüğün bir şey hususunda Rabbına münâcatta bulun. Alırken,
satarken, yerken, içerken, verirken, konuşurken,… şöyle bir dur. O işin
ilme ve şeriata uyup uymadığına dikkat et. Allah için yapılıp
yapılmadığına dikkat et. Eğer Allah için yapılıyorsa sahiplen.
Allah’dan başkası için yapılıyorsa ondan uzak dur…
Sevgi – muhabbet galip geldiği zaman kişi
dünya ile âhıreti, vermesi gerekenle vermemesi gerekeni, kabul etmesi
gerekenle reddetmesi gerekeni ayırt edemez. Kalbi onun sevgisiyle
dolar. Böylece, sevdiğinin hayrı ile şerri arasında fark kalmaz. Onun
hayrını şerrinden ayırt etmez. Kapıları ile yönleri – cihetleri
birleşir. Sevgi, bütün bunları birleştirir. Haber ile aynen müşahede
arasında fark kalmaz. Zarar ile fayda, ebediyyen birleşir. Onun kalbi
bazen bir vecd hâline girer. Bu durumda, Allah’ın zikri ile bir celâl
hâlini müşâhade eder. Kendisi bir celâl hâli içine girer. Bazen de cemâl
hâlini müşahede eder. Kendisi cemâl hâli içine girer. Onun gündüzleri
dehşetlidir. Allah’a yakınlaştıkça o, uzaklaşır. Tıpkı Mûsâ
aleyhisselâmın gördüğü nûr gibi ki, o, ateşe yakınlaştıkça o
uzaklaşıyordu. Nihayet, öyle bir noktaya gelindi ki, Mûsâ aleyhisselâmın
müşahede ettiği mahalden, kendisine hitaben şu ses geldi:
— Şüphesiz ben Allah’ım!…
İşte
kalb de böyledir. O da Allah’a yakınlık nurlarını görür. Fakat ona
doğru her adım attıkça nûr uzaklaşır. Tâ ilâhî hüküm yerini buluncaya
kadar.
Adımların kesilmesi, hükmün yerini
bulması ve hedefe ulaşması demektir. Bu andan itibaren durum değişir.
Tâlib, matlûb olur. Arayan, aranılan mertebesine geçer. Kaasıd, maksûd olur. Mürîd, murâd olur.
Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe,
insanlarla cinlerin amellerinden daha hayırlıdır. Artık bu safhada,
Allah, kulunu kendi tabiatının, şehevâtının, hevâ ve hevesâtının
dâiresinden çıkmış, fânilere gönül vermekten sıyrılmış, bütün hevâî
duygularını terk etmiş ve yalnız Allah’ın zâtına tâlib birisi olarak
görür. Öyle ki, o, bütün eski kötü heves ve arzularından sıyrılmıştır.
Allah için kalkar. Allah için oturur. Allah için kıyama varır, kuûda
varır. Azıksız, bineksiz ve arkadaşsızdır. Oruç tutarak, namaz kılarak
ve mücâhede ederek zulmetler içinden aydınlığa ulaşır. O, bu hallerde
iken, bir de görür ki kendisi Allah’a yakınlık kapısındadır. O’nun
lûtfunun hücresinde, fazıl ve kereminin sofrasındadır. Hem de kaderine
bakarak…
Sen yüksekleri seversin. Halbuki
kendin alçaklardasın, çukurlardasın. Sen, Cenneti seviyorsun. Hâlbuki
Cennete lâyık ameller işlemiyorsun… (Sh:530)
**
Allah kendisinden râzî olsun, Abdülkadir Geylânî Hazretleri daha sonra sözlerine devamla şöyle dedi:
— Bana, bu beldeye inecek bir belânın haberi geldi…
Böyle dedikten sonra, belde ehline o belânın gelmemesi için duâ etti. Sonra da, gayet mütevâzî ve vakur bir edâ ile dedi ki:
— Yeminle söylerim ki, bu
beldede, katledilmeğe ve asılmağa müstahak kişiler var. Fakat, bir gözün
hakkı için bin göze ikram ediliyor. Allah’ım, onların günahları
sebebiyle bizleri muaheze etme. Bizler hangi amelleri işledik?
Bu sözü, öfkeli bir edâ ile söylüyordu. Sonra sözlerine devam etti:
— Ben dostu da, düşmanı da kader körüğüne koydum. Her ikisi de eridi. Aynı şey oldu.
Keramet ve mucize taleb etme. Keramet ve
mucize gösterme arzusuna kapılma. Mucizeler bahsinde peygamberlere,
kerametler bahsinde de evliyaya zorluk çıkarma. Eğer Allah’ın
yakınlığını ve sohbetini istiyorsan, keramet ve mucize gösterme
heveslerine kapılma. Allah ile yakınlığın ve sohbetin devam ettiği
takdirde O, sana yiyeceğin lokmayı yedirir. Giyeceğin elbiseyi giydirir.
Bunları istemek bir hıcâbdır. Geldikten sonra reddetmek de bir
hıcâbdır.
Evliyâullah’ın delaletiyle Hakk’a sülük edenlere bütün cinler, insanlar ve melekler hizmet eder.
Nerede düşerlerse orada kaldırılırlar. Taaa Allah Teâlâ’ya ulaşıncaya
kadar. Kendilerinden dünya hırs ve hevesi gidinceye kadar. Kendi
varlıklarından geçinceye kadar. Orada onlara lûtf-u ilâhî hizmet eder.
Tellâl hizmet eder. Allah’a yakınlık kapısından girmelerine izin
verildiği zaman onlar musibet ve âfetlerle karşılaşırlar. Tâ ki,
nefsleri ve kendi varlıklarının kalıntıları erisin. Bu musibet ve
âfetler çeşitli şekillerde gelir. Zahiren yemekten, içmekten ve
elbiseden mahrum bırakılması gibi. Neticede kalb, saf ve temiz öz ile
birlikte mücerret olarak kalır. Bu sırada kendisine fazl ve kerem yemeği
takdim edilir. Ünsiyet şarabı takdim edilir. Keramet tacı giydirilir.
Minnet elbisesi giydirilir. Ledün ilmi verilir. Hikmet ilmi verilir.
Sonra, Allah kendilerine isimlerini öğretir. Geçmiş ve gelecek
nimetlerini bildirir. Bütün bunları onların ruhuna yerleştirir (Sh:533)
**
Abdülkadir Geylânî Hazretleri bu
konuşmayı yaptığı şurada dinleyiciler arasında kavmin reîsi de vardı.
O, bundan önce bu sohbetlerde hiç bulunmamıştı. Hazret, onu işaret
ederek dedi ki:
— Keşke yaratılmamış olsaydın!
Yaratılınca, bâri niçin yaratılmış olduğunu bilseydin! Ey, uyuyan kişi,
uyan! Zîrâ sel, çevreni kuşattı. Yarın kıyamet günü sana sorulacak:
— Kitabın nedir? Muallimin kimdir? Hakk’a da’vetçin kimdir? Nebin kimdir?
SENİN NESEBİN YOK. NESEBİN
BELİRSİZ. ALLAH’IN VE RESULÜNÜN İNDİNDE NESEBİ SAHÎH VE BELLİ OLANLAR,
EHL-İ TAKVADIR. NİTEKİM BİR DEFASINDA ALLAH’IN RESULÜNE SORULDU:
— Yâ Resûlellah, soyunuz – nesliniz kimlerdir?
Allah’ın Resulü, buna cevaben buyurdular:
— TAKVA SAHİBİ OLAN HERKES MUHAMMED’İN SOYUDUR, NESLİDİR…
Sen sus. Konuşma. Senin aklın yok.
Evin Dicle nehrinin kenarında. Fakat sen
susuzluktan ölüyorsun. İki adım var ki, onları atarsan Allah’a vâsıl
olursun. Bir adım nefsten uzaklaş. Bir adım da insanlardan.
Sen ey mürîd!
Ey Allah yolunda bulunmayı dileyen kişi!
Bu iki adımı at. O zaman, dünyada da, ahirette de Allah’a kavuşursun… (Sh:543)
**
Abdülkadir Geylânî Hazretleri konuşmasını kesip kürsüden inince, talebelerinden bazıları dediler ki:
— Va’zınız çok ağır oldu. Bilhassa kabilenin reisini işaret ederek söylediğiniz sözler gayet haşin-sert idi.
Hazret onlara cevaben dedi ki:
— Eğer benim sözlerim ona tesir ettiyse yakında meclisime gelecektir…
Gerçekten, kabilenin ileri gelen bu
şahsı, o günkü bu hâdiseden sonra Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin
sohbetlerini hiç kaçırmaz oldu. Öyle ki, daha Hazretin konuşması
başlamadan çok önceleri gelerek kürsünün dibine oturur, tevazu ve vakar
içinde konuşmaları dinlerdi. Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun…
Allah’ım, bize sabır ver. Bizi afv eyle. Allah’ım, bize yardım et…
Birisinin sahip bulunduğu bir imkândan
faydalanmak maksadıyla onun huzurunda saygı ile divân durduğun zaman
Allah sana gazaplanır. Nitekim Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
şöyle buyururlar:
— Kim ki sırf sahip bulunduğu imkânlardan ötürü bir zengine tevâzû gösterirse dinînin üçte ikisi gider.
Sen, insanlardan beklemeyi ve onlardan istemeyi tam bir âdet hâline getirdin. Bu durumda, Allah’a da bu hâl üzere kavuşacaksın.
Seyâhatlarımdan biri esnasında bir ara,
halk arasında dolaşarak dilenen ve herkesten bir şeyler isteyen birisini
görmüştüm. Bu şahıs, bu arada yirmibeş dinara bir de ipek bir cübbe
satmıştı. Ben de merak sâikasıyla bir müddet kendisini ta’kip ettim. Bir
ara, çanağından keşkek yemekte olan bir şahsa rasladı. Yanında durdu.
Keşkek yemekte olan kişiye bakıyor, bir türlü oradan ayrılmıyordu.
Nihayet o da, keşkekten bir miktar da ona yedirmek zorunda kaldı. Bu
kadarını da görünce artık dayanamadım ve önüne gelenden bir şeyler
isteyen bu şahsa şöyle dedim:
—Sen biraz önce yirmibeş dînâra bir cübbe satmadın mı? Paran mı yok ki, şimdi bir de burada yiyecek dileniyorsun?
Bana cevaben dedi ki:
— Senin için mesleğimi mi bırakayım?…
Velayette
son mertebeye eren kutup olur. Bütün halkın yükünü taşır! Bütün halkın
külfetine katlanır. Buna mukabil, kendisine, bütün halkın îmânı
ağırlığında îmân verilir. Tâ ki, bütün halkın yükünü taşımağa kuvvet ve
takat bulabilsin. (Sh:544-545)
**
Sen, mürîd olduğun sürece kullukla
iştigal etmek daha faziletlidir. Hakkın talip olduğu bir kişi hâline
geldiğin zaman ise, bu husûsda senin herhangi bir tedbîre başvurmana
lüzum yoktur. Çünkü bu durumda, Allah dilerse bizzat kendi iradesiyle
seni evlenmeğe sevk eder. Dilerse evlilikten gayri bir şeyle meşgul
eder. Eğer burada bir nasip bulunuyorsa, sen ona mutlaka nail olursun.
Hattâ sen ondan kaçmak istesen bile, o, senin eteğine yapışır ve Hakk’a
hitaben der ki:
— Yâ Rabbi! Benim hakkımı bundan
al. O, benden kaçıyor. Benimle evlenmek istemiyor. Hâlbuki sen beni ona
kısmet olarak seçtin. O ise benden yüz çeviriyor.
Onun bu isteği üzerine Allah da seni ona teveccüh ettirir. (Sh:564)
**
Bu sırada, dinleyenlerden biri, Abdülkadir Geylânî Hazretlerine hitaben şunları anlattı:
— Benim küçük yaşımdan beri şu ana kadar devam ettiğim bir virdim var. Kalkar iki rek’at namaz kılar sonra da onu okurum…
Allah ondan râzî olsun, hazret, söze başladı ve dedi ki:
— ONUNLA OLMAZ. ONUNLA İKTİFA
EDİLMEZ. SENİN DAHA GÜZEL AMELLER İŞLEMEN GEREKİR. ALLAH RIZÂSI İÇİN,
ALLAH’IN KULLARINA FAYDALI OLACAK İŞLER YAPMAN GEREKİR.
Hiç şüphe yok ki, sizin hayâtınız boyunca
Allah’ın birtakım rahmet tecellîleri vardır. Uyanınız. O’nun rahmet
tecellîlerine koşunuz… (Sh:565)
**
Senin nurun, ilmindedir. Işığın,
ilmindedir. Kendisiyle âmil olduğun ilmin senin nurundur, ışığındır.
Binâen’aleyh, onunla âmil olduğun müddetçe ışığın gelmekte devam eder.
Nitekim Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyururlar:
— Kim ki bildiği ile amel ederse, Allah onu, bilmediklerini öğrenmeğe vâris kılar. Yâni bilmediklerini kendisine öğretir.
Yine peygamberimizin bu husustaki bir başka hadîsleri de şöyledir:
— Kim ki kırk sabah, sırf Allah rızâsı için ihlâslı olursa onun kalbinden lisanına hikmet pınarları fışkırır. (Sh:567)
**
Bir zamanlar güzel bir elbisem vardı. Bir
ara, paraya ihtiyacım oldu ve onu satmağa karar verdim. Bu maksatla
birkaç defa onu pazara götürdüm. Ancak müşteri çıkmadı. Ben de onu
birisine rehin bırakarak karşılığında bir miktar para aldım. Aradan
zaman geçti Bayram günleri geldi. Bu sırada, elbiseyi kendisine rehin
bıraktığım şahıs, elinde benim elbisem olduğu halde çıkıp geldi ve bana
şöyle dedi:
— Al elbiseni giy. Verdiğim parayı da helâl ediyorum. Geri istemem.
Direndim. Parayı vermeden elbisemi geri almak istemedim. Ancak, adam bu sefer de şöyle dedi:
— Eğer almazsan onu yakarım…
Çaresiz, kabul etmek zorunda kaldım ve
anladım ki, bu benim kısmetimdir. Ondan kurtuluş yoktur. Bu noktada
zâhidlik yapmak da ma’nâsızdır.
Abdülkadir Geylânî Hazretlerine, ulemâdan birisinin şu sözleri hatırlatıldı:
— Biz, ilmi Allah’dan gayrisi için öğrendik. Fakat o, Allah’dan gayrisi için olmaktan kaçındı. Yalnız Allah için oldu…
Ve, bunun ne ma’nâya geldiğinin izahı istendi. Hazret, buna cevaben söze başladı ve dedi ki:
— Evliyâullah
için böyle bir söz tehlikelidir. Evliyâullah’dan birinin böyle bir söz
söylemiş olması onun mahvolması demektir. Zîrâ Allah’ın rızâsından
gayrisi için ilim öğrenmek şirktir. Bu sözün izahını şöyle de
düşünebiliriz. Onu söyleyen kişi, Allah’dan gayrisi derken, bununla
âhıreti kastetmiş olabilir. Ancak, evliyâullah’dan birisi için bu da bir
noksanlıktır.
Allah dostları, âhıret düşüncesiyle de
ameller işlerler. Tâ ki Azîz ve Celîl olan Allah’a ve O’nun yakınlığına
erişinceye kadar. Onlar; bâtından zahiri, asıldan fer’i alırlar. Önce
avama mahsus sofralara oturtulurlar. Peşinden de Allah’ın fazıl
sofrasına alınırlar. Bir halet de iki çeşit yemek yerler. Avama ikram
edilen nimetlerde onlara katılırlar…
Şânı yüce olan Allah bir husus için seni murat ettiği zaman o hususa seni hazırlar.
Kim ki benim ilk hâlimi bildiği halde sohbetlerime gelmez ve benden kaçarsa hatâ etmiş olur.
Evliyâullah, kendilerinden zuhur eden bir
kerameti birisi gördüğü ve gördüğünü kendilerine söylediği zaman,
ölünceye kadar o kişi ile bir daha konuşmazlardı…
Herhangi bir kul, uzun müddet
Allah yolunda güzel ameller işlese de bir gece kendisine Allah’dan bir
sır gelse ve bir keramet verilse, o da hemen sabahleyin bunu sağa sola
söylese, o hâl, kendisinden derhal geri alınır…
Allah’a yeminle söylerim ki, kişi bir
şeydir. İlim ile keramet de bir şeydir. Keramet sahibi, kerametini
gizlemekle emrolunmuştur. Tâ ki, onu açığa vurmasında bir mahzur
bulunmadığına dâir ma’nevî izin gelinceye kadar. Bu durumda da yine,
Allah ile birlik olan kalbini ve özünü muhafaza etmesi, onu bozmaması
gerekir. Aksi halde, keramet hâli geri alınır…
Kalbine dünyanın güzelliği, zîneti ve
sevgisi gelirse sen ondan kaç, sıyrıl. Sen dünyaya gönül vermezsen hiç
şüphesiz, o senin peşinden gelecek, ondaki kısmetlerine muhakkak nail
olacaksın…
Bu sırada, dinleyenlerden biri dedi ki:
— Çocuğun memeden kesilmesi zor olduğu gibi, alışkanlıklardan kurtulmak da zor…
Hazret, ona cevaben söze başladı ve şöyle dedi:
— SAKIN HA. BÖYLE DÜŞÜNME. ZÎRÂ
ALIŞKANLIKLARDAN KURTULMAK, ANCAK ANASINDAN VE ONUN MEMESİNDEN BAŞKA BİR
ŞEY BİLMEYEN TIFILLAR İÇİN ZORDUR. BÜYÜKLER İÇİN İSE DURUM HİÇ DE
BÖYLE DEĞİLDİR. DÜŞÜNEN VE YEMEYİ – İÇMEYİ BİLEN BİRİSİ, İĞNE DELİĞİ
KADAR DAR MEME UCUNDAN ÇIKAN O SÜTÜ ALMAĞA YANAŞMAZ…
Sen, sür’atle Allah’a yönel. O’nun
kapısına koş. Umulur ki, O’nun dostlarından ve içi temiz ve pâk
kullarından olursun. Allah seni, nefsinin ve Allah’ın sevgisinden gayri
şeylerin tasallutundan kurtarır. Öyle ki, kalbin, nefsten ve dünya
sevgisinden temizlenir. Onları anıp durmaktan kurtulur. Onlardan tamamen
kopar. Kalbinde onların sev-
— Bu, Allah’ın bir kuludur ki,
dünyaya benden önce gelmiştir. Binâen’aleyh, benden daha çok güzel
ameller işlemiş, Allah’ın kullarına benden daha çok faydalı olmuştur.
Fâsıklar, gençler, küçükler,… ondan daha çok faydalanmıştır. Ben ise
ondan daha sonra dünyaya geldiğim için henüz onun kadar iyilikler
yapamadım, güzel ameller işleyemedim… (Sh:589)
**
Şânı mübarek ve yüce olan Allah, nebilerden birine şöyle vahyetti:
— Sakın! Seni nebim Yakub’un gafleti üzere bulmayayım…
Ya’kub aleyhisselâm, oğlu Yûsuf
kaybolduğu zaman önceler, için ağladı. Daha sonra da kendine ağladı.
Yûsuf aleyhisselâm. İleride nebi olacağı, babası tarafından
bilinmekteydi. Ayrıca, Yusuf aleyhisselâm, siması ve beden yapısı
itibariyle gayet yakışıklıydı. Bu sebepten, Ya’kub aleyhisselâm, oğlu
Yûsuf’un namus ve iffetine herhangi bir tecâvüz vuku bulmasından
korkmuştu…
İnsanlar, sağırdır, dilsizdir, kördür.
Hakkı duymazlar, söylemezler, görmezler. Sizin kafa gözleriniz var.
Fakat kalb gözleriniz yok.
Ey cehennem kütükleri!
Ey avam tabakası!
Ey iz’ânsızlar – idraksizler tabakası!
Sizler boş birer heves içindesiniz…
Şurası unutulmasın ki, akıbet bütün işler döner dolaşır, Allah’a varır…
Haberiniz olsun ki, ben sizin
çobanınızım. Sürücünüzüm. Bekçinizim. Ben bu makama öyle kolayca
gelmedim. Ancak Allah’ın gayri bütün fânileri bertaraf ettikten sonra
geldim. Sizlerden bana ne bir zarar, ne de bir fayda gelemeyeceği esasını kalbime yerleştirdikten sonra geldim.
Allah sevgisinden, O’nun ünsiyetinden ve O’na vuslattan gayri her şeyi
tevhîd kılıcı ile kestikten sonra geldim. Ancak bütün bunlardan sonra bu
makama ulaşabildim.
Benim nazarımda sizin beni övmeniz de,
yermeniz de, bana teveccüh etmeniz de, benden yüz çevirmeniz de birdir.
Sizden niceleri, beni defalarca kötülemiştir. Fakat onların beni
yermeleri, zamanla övmeye dönüşmüştür. Onların beni yermesi de, övmesi
de Allah’dandır. Onlardan değildir.
Benim size yönelmem ve sizin
üzerinize düşmem sırf Allah içindir. Allah’ın rızâsı içindir. Sizden
aldıklarım da yine Allah içindir, Allah’ın rızâsı içindir. Eğer
imkânım dâhilinde olsaydı, her birinizle ayrı ayrı beraberce kabre
girer, sizin nâmınıza, Münker ve Nekîr meleklerinin suallerine cevap
verirdim. Bunu, sırf sizlere olan şefkat ve merhametimden dolayı
yapardım. Ne var ki, bir kulun, ölen bir başkası ile birlikte onun
kabrine girmesi mümkün değil…
Şânı mübarek ve yüce olan Allah, kullarından birini sevdi mi onun kalbini kendi zâtına karşı vecd ve şevkle doldurur…
BÂYEZİD BESTÂMÎ, ÖMRÜNDE ANCAK YEDİ KERRE NORMAL BİR İNSAN GÖRÜNÜMÜNDE KALABİLDİ. KENDİSİNDEN, HEP GARİP SÖZLER İŞİTİLİRDİ… (Sh:600)
**
Allah dostları içinde öyleleri vardır ki,
melekler onlara secde eder. Elleri onların sırtını sıvazlarlar. Allah
Teâlâ dostlarından ancak pek azı melekleri görebilir. Bir defasında,
sâlihlerden biri Şam’da bir camide oturmaktaydı. Aynı zamanda şiddetle aç idi. Bu sırada içinden kendi kendine şöyle dedi:
— Keşke, İsm-i A’zam’ı bilmiş olsaydım…
Tam bu esnada camiye iki kişi girdi. Bu iki kişi, beraberce onun yakınında bir yere oturdular. Birisi diğerine dedi ki:
— İsm-i A’zam’ı bilmek ister misin? Diğeri cevab verdi:
— Evet.
O da dedi:
— Öyleyse “ALLAH” de.
Daha önceden camide oturmakta olan sâlih
kişi bu konuşulanları -duymaktaydı. Kendisi, hâdisenin bundan sonraki
safhasını şöyle anlatır:
Bu cevap üzerine ben de içimden kendi kendime şöyle dedim:
— Ben bunu her zaman söylüyorum…
Fakat, sanki ben bu sözü içimden değil de, açıkça onun yüzüne söylemişim gibi, yanındakine şöyle dedi:
— HAYIR. BÖYLE DEĞİL. BİZ SENİN
GELİŞİGÜZEL ALLAH DEMENİ KASTETMİYORUZ. ALLAH DİYECEKSİN. FAKAT BU
ESNADA KALBİNDE O’NDAN GAYRİ HİÇ BİR ŞEY BULUNMAYACAK…
Sanki bana söylermişçesine bu sözleri söyledikten sonra yine berâberce çıkıp gittiler. (Sh:608)
**
ABDÜLKADİR GEYLÂNÎ KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZÎZİN HAKK’A YÜRÜYÜŞÜ
Allah kendisinden râzî olsun, Abdülkadir Geylânî Hazretleri, ölüm hastalığı demlerinde oğlu Abdülvehhâb’a şunları öğütledi:
— Sana Allah korkusu gerek.
Allah’a kulluk gerek. Allah’dan gayri hiç bir kimseden korkma. O’ndan
gayri hiç bir kimseden de bir şey bekleme. Bütün ihtiyâçlarını Azîz ve
Celîl olan Allah’a ısmarla, O’ndan iste. Allah’dan başka hiç bir şeye
dayanma, güvenme. Ancak O’na dayan, O’na güven. Tevhîd, tevhîd, tevhîd…
Herşeyin toplandığı yer tevhîd…
— Kalbin Allah ile ünsiyeti
tamamlandığı zaman hiç bir şey ondan hâli olmaz. Hiç bir şey de ondan
çıkmaz. Ben özüm. Kabuk değilim. Posa değilim.
Ölüm döşeğinde yatarken, etrafında toplanmış bulunan evlatlarına hitaben bir ara şunları söyledi:
— Etrafımı biraz boşaltın,
aralayın. Aramızda boşluk kalsın. Zîrâ ben, zahiren sizinleyim. Bâtınen
ise sizden başkaları ile beraberim. Bâtın ve ma’nâ yönünden, sizinle
benim ve yine benimle diğer varlıklar arasında, göklerle yer arasındaki
mesafe kadar fark var. Beni bir başkası ile kıyâs etmeyiniz. Bir
başkasını da benimle kıyaslamayınız…
Allah kendisinden râzî olsun, bu esnada, bir ara şunları söyledi:
— Şu anda benim yanımda sizlerden
başkaları da var. Onlara biraz yer açın. Onların yanında edepli olun.
Nazik olun. Orada büyük bir rahmet vardır. Onlara yeri daraltmayın.
Onlara da yer kalsın.
Evlatlarından birinin bana anlattığına göre, Hazret, bu esnada ayrıca şu cümleleri mırıldanıyordu:
— Ve aleykümüsselâm ve rahmetullâhi ve berekâtühü. Gaferallâhü lî ve leküm. Ve tâbellâhü aleyye ve aleyküm. Bismillah. (Allah’ın
selâmı, rahmeti ve bereketleri sizin de üzerinize olsun. Allah beni de,
sizi de mağfiret eylesin. Allah benim de, sizin de tevbemizi kabul
buyursun. Allah’ın adıyla…).
Hazret, bu cümleleri, bütün bir gün boyunca gece – gündüz mırıldandı durdu.
Öldüğü günün son anlarında bir ara dedi ki:
— Vah sizlere! Ben hiç bir şeye aldırmam. Ne meleğe, ne de ölüm meleğine…
Ey ölüm meleği! Sen uzaklaş. Bizi senden başka dost edinen var…
Bunları söyleyen Abdülkadir Geylânî
Hazretleri, daha sonra şiddetli bir bağırışla bağırdı. Bu hâdise,
öldüğü günün akşamı vuku bulmuştu.
Çocuklarından biri, ölüm döşeğinde neler hissettiğini kendisine sordu. Hazret buna cevaben dedi ki:
— Bana kimse bir şey sormasın. Ben, o, şu, Allah’ın ilminde halden hâle dönüp duruyoruz.
Bir ara, oğullarından Abdülcebbâr’a hitaben şunları söyledi:
— Sen uyuyorsun. Yahut uyanmaktasın. Benim şahsımda siz de ölünüz. İşte o zaman uyanır, hakikatleri görürsünüz…
Ölüm döşeğinde iken, bir ara ben yanma
girdiğimde evlatları çevresindeydi. Abdülazîz adındaki oğlu da Hazretin
söylediklerini yazmaktaydı. Beni görünce ona dedi ki:
— Afîf’e ver. O yazsın…
Hazretin bu arzusu üzerine ben de
Azdülazîz’in elinden kalemi kâğıdı hemen aldım. Söylediklerini yazdım.
Hazret o anda şunları söylemişti:
— Allah, her bir güçlükten sonra
bir kolaylık verir. Sıfatların haberlerini aynen geldiği şekilde
naklediniz. Hüküm değişir. İlim değişmez. Hüküm neshedilebilir,
yürürlükten kaldırılabilir. Fakat ilim nesh edilmez. Allah’ın ilmi,
hükmü ile bozulmaz…
Oğullarından Abdurrazzak ile Musa’nın
bana anlattıklarına göre, Hazret, son dakikalarında elini kaldırıyor,
uzatıyor ve şunları söylüyordu:
— Ve aleykümüsselâm
verahmetullahı ve berekâtühü. Tevbe ediniz. Safa dâhil olunuz. O. O
takdirde size gelirim. Arkadaş olunuz. Arkadaş olunuz…
Bundan sonra kendisine Hak geldi. Ölüm sarhoşluğu geldi. O anda şöyle diyordu:
— Lâ ilahe
illelhayyülkayyûmüllezî lâ yemûtü velâ yahşelfevt. Sübhâne men teazzeze
bilkudreti ve kahere ibâdehû bilmevt. Lâ ilahe illallah, Muhammedün
Resûlüllah. (Allah’dan başka ilâh yoktur. Yalnız Hayy ve
Kayyûm olan Allah vardır. O, ölmez. Kendisine yokluk korkusu arız
olmaz. Kudret ile izzet kazanan ve kullarım ölümle kahreden Allah’ı
takdis – tenzih ederim. Allah’dan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah’ın
Resulüdür.)
Oğullarından Musa’nın bana anlattığına
göre, Hazret, yukarıdaki cümleleri söylerken, Teazzeze kelimesine
gelince dili biraz zorlandı. Tam olarak teleffuz edebilmek için o
kelimeyi birkaç defa tekrarladı. Sonunda onu tam olarak telaffuz
edebildi. Bu esnada sesini yükseltti ve iyice düzeltti. Sonra, Allah,
Allah, Allah dedi. Daha sonra sesi kesildi ve vefat etti.
Allah ondan râzî olsun. Onu da râzî etsin. Bizi de, onu da, ahirette kendi ilâhî meclisinde bir araya getirsin.
Velhamdü lilâhi Rabbil’âlemîn. Ve
salevâtullâhi alâ seyyidil’en-biyâi ve mukaddimişşifâ, Muhammedin
hayrilberiyyeti. Sallallâhü aleyhi ve alâ âlihî ve ashâbihî ecmaîn…” (Sh:615-617)
Hiç yorum yok