FAZLUR RAHMAN KİMDİR?
FAZLUR RAHMAN KİMDİR?
EBUBEKİR SİFİL
Batı'nın gösterdiği bilimsel ve teknolojik sıçrama karşısında İslam dünyasının geri kalmasının en önemli sebeplerinden birisi olarak, bütün kurum ve tezahürleriyle "geleneksel din telakkisi"nin tesbit edilmesi, modernleşme maceramızın "meşruiyet" temelini oluşturan unsurların başında gelmektedir.
İslam dünyasında mutlaka bir zihniyet dönüşümü yaşanması
gerektiği noktasını müşterek bir zemin olarak paylaşan İslam modernistleri, bu
noktadan itibaren birbirinden gittikçe farklılaşan görüşlere sahip olmuşlardır.
Kur'an'ın günümüzde bütün emir, yasak ve prensipleriyle uygulanamayacağını,
sadece içerdiği iman ve ahlak ilkelerinin bugüne hitap edebileceğini, diğer
hükümlerin ise günün ihtiyaçları ve eğilimleri esas alınarak yeniden
düzenlenmesi gerektiğini söyleyenlerden, Kur'an'ın bize genel ilkeler bile
veremeyeceğini, bizlerin bugün ancak genel ilkelerin tesbiti için Kur'an'ın
ihtiva ettiği hükümlerin arka planına inmemiz gerektiği tezini savunanlara;
Sünnet'in bağlayıcı bir kaynak olarak ancak belirli Hadis kitaplarının
muhtevasıyla sınırlı tutulması gerektiğini söyleyenlerden, Sünnet'i toplumun
genel kabulleri olarak görüp, bugünkü toplumun da kendi sünnetini
oluşturabileceğini –hatta oluşturması gerektiğini– ileri sürenlere kadar bir
dizi görüş İslam modernizmine kişilik veren yaklaşımlar olarak belirmektedir.
Bu geniş yelpaze içinde Fazlur Rahman'ın oldukça kritik ve
etkili bir pozisyonu bulunduğu dikkat çekmektedir. Özellikle metodolojik (Usul'e
yönelik) çalışmalarıyla dikkat çeken ve ağırlıklı olarak akademik camia arasında
etkili olduğu gözlenen Fazlur Rahman, Tasavvuf'tan Hadis'e, Fıkıh'tan Kelam'a
kadar İslamî disiplinlerin tümü hakkında yenilikçi/modernist bir yaklaşımla
kelam etmiş birisi olarak, kendisinden sonraki modernist fikirlere ilham kaynağı
olmaya devam etmektedir.
Hayatı
21 Eylül 1919'da Hindistan'ın (bugünkü Pakistan'ın
kuzeybatısında bulunan) Hazara şehrinde, dindar bir ailenin çocuğu olarak
dünyaya geldi. Babası Mevlana Şihabuddin, Deobandî (Diyobendî) ekole mensup bir
alimdi. Fazlur Rahman, ilk eğitimini babasından aldıktan ve –kendi ifadesiyle–
10 yaşında Kur'an'ı ezberledikten sonra medrese eğitimine başladı. Ailesi 1933
yılında Lahor kentine taşınınca üniversiteye gitti. Bir yandan da babasından
aldığı özel eğitimini devam ettirdi ve 1940'ta Pencap Üniversitesi'nden mezun
oldu. Aynı üniversitede yaptığı yüksek lisansını 1942 yılında tamamladı ve aynı
yıl bu üniversiteye asistan olarak atandı.
1946-1949 yılları arasında Oxford Üniversitesi'nde doktora
çalışması yaparken bir taraftan da İslam felsefesi ile ilgilendi. Bu dönem,
Fazlur Rahman'ın geçirdiği zihniyet dönüşümü bakımından bir dönüm noktası
olmuştur. Bunu kendisi şöyle ifade eder: "İngiltere'de Oxford Üniversitesi'nde
doktora öğrenimi yaptıktan ve Durham Üniversitesi'nde ders vermeye başladıktan
sonra, daha önce almış olduğum modern eğitim ile geleneksel eğitimim arasında
bir çelişki hissettim. 1940'lı yılların sonu ile 1950'li yılların başlarında
felsefe çalışmaktan doğan ciddi bir şüphe dönemi geçirdim. Bu, geleneksel
inançlarımı darmadağın etti."[1]
Doktorasını tamamladıktan sonra Oxford'da Fars Medeniyeti ve
İslam Felsefesi hocası olarak ders vermeye başladı; arkasından Durham
Üniversitesi'ne, 1958 yılında da Kanada McGill Üniversitesi'ne geçti. Burada üç
yıl çalıştıktan sonra Pakistan'da askeri bir darbeyle yönetimi ele geçiren Eyüp
Han'ın daveti üzerine Pakistan'a gitti. Eyüp Han'a danışmanlık, İslamî
Araştırmalar Enstitüsü'nde idarecilik ve müdürlük yaptı (1961-1968); İngilizce
Islamic Studies ve Urduca Fikr-o-Nazar dergilerini çıkardı. Bu enstitü
bünyesinde çok sayıda talebeye dersler verdi ve yurtdışına gitme imkânı sağladı.
Burada kaleme aldığı kitap ve makalelerde ortaya attığı
görüşler dolayısıyla Pakistan ulemasının büyük tepkisini çekti. Gittikçe artan
tepkiler onu 1968 yılında Pakistan'ı terk etmeye zorladı. Amerika'ya gitti; 1969
yılında Chicago Üniversitesi'ne hoca olarak intisap etti ve 26 Temmuz 1988
yılında vefat edene kadar burada İslam Düşüncesi Profesörü olarak çalıştı.
Görüşleri
Adına "İslamî Çağdaşlaşma" diyebileceğimiz projesi çerçevesinde
Fazlur Rahman, bugün İslam adına elimizde bulunan ne varsa tartışılıp
sorgulanması ve yenilenmesi gerektiği fikrindedir. Bundan sadece kısmen Kur'an
istisna tutulabilir. Onun bu alabildiğine ihatalı "yenilenme ve değişim"
teklifini başlıklar halinde şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Kur'an
Fazlur Rahman'ın Kur'an tasavvurunu iyi anlayabilmek için önce
onun "vahiy" olgusuna bakışının kavranması gerekir. Ancak Fazlur Rahman'ın
düşünce dünyasında vahyin ontolojik mahiyeti pek açık değildir. İslam
kaynaklarında bildirildiği ve açıklandığı gibi vahyin hem anlam, hem de lafız
olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'e bir melek vasıtasıyla intikal ettiği konusunda
Fazlur rahman'ın ciddi şüpheleri vardır. Kısaca ifade edecek olursak ona göre
vahiy, Hz. Peygamber (s.a.v)'in "kalbine" geldiğine göre[2] vahyin bir "dış
varlığı" olduğunu ve Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından işitilen kelimeler halinde
geldiğini söylemek doğru değildir. Evet vahyin kaynağı Allah Teala'dır; ama aynı
zamanda vahyin kelimelere dökülüşü esnasında Hz. Peygamber (s.a.v)'in belli bir
fonksiyonu da vardır. Bu fikri şöyle ifade eder: "Sünnîlik, "Kur'an hem
tamamıyla Allah kelamıdır, hem de olağan anlamda tamamıyla Hz. Muhammed'in
kelamıdır" diyecek fikrî yeterlikte değildi. (...) Kur'an salt ilahî kelamdır,
fakat aynı ölçüde Hz. Muhammed'in iç kişiliğiyle de aynı ölçüde münasebettedir.
(...) İlahî kelam, Hz. Peygamber'in kalbinden süzülerek dışarı çıkmıştır." [3]
Acaba burada Fazlur Rahman, vahyin anlam olarak Allah Teala'ya,
lafız olarak da Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait bir kelam olduğunu mu söylemek
istemektedir? Fazlur Rahman üzerine yapılmış bir doktora çalışmasındaki şu
ifadeler dikkat çekicidir: "Madem Allah'ın ezelî kelamı Peygamber'e tamamen bir
"dış varlık" tarafından gelmedi veya getirilmediyse, yani bir bakıma Allah'ın
ruhu ile Peygamber'in ruhu bir "ufuk birleşimine" girdiyse, o aynı zamanda
Peygamber'in sözü olmaz mı? Fazlur Rahman'ın buna cevabı "evet"tir..."[4]
Bu tartışmanın temelinde vahyi Hz. Peygamber (s.a.v)'e getiren
meleğin ontolojik mahiyeti yatmaktadır. Fazlur Rahman'a göre, Kur'an'da "Rûh min
emrinâ" (Emrimizden bir ruh) olarak ifade edilen bu varlık harici ve somut bir
varlık olamaz. Çünkü yukarıda işaret edilen eş-Şu'arâ ayeti, vahyin Hz.
Peygamber (s.a.v)'in kalbine indirildiğini belirtmektedir. Harici bir varlığı
olan meleğin Hz. Peygamber (s.a.v)'in kalbine inmesi/girmesi söz konusu
olamayacağına göre buradaki "Ruh"a başka bir anlam vermek gerekecektir. Öyleyse
o, –Adil Çiftçi'nin tabiriyle– "melek, götür-getirici "dışsal bir varlık" değil,
Peygamber'in zihninde oluşturulan bir dinamik temsilciliktir ve tamamen
"soyut"tur..."[5]
Fazlur Rahman'ın vahiy anlayışı bağlamında mutlaka zikredilmesi
gereken bir diğer önemli nokta da, birkaç yıl önce Salman Rüşdi'nin Şeytan
Ayetleri isimli çalışması dolayısıyla gündeme gelmiş olan "Garanik hadisesi" ile
ilgili görüşüdür. Fazlur Rahman'a göre bu hadise tarihen sabittir, onun sübutunu
kabul etmek Kur'an'a uygundur. İşte bu konuda söyledikleri:
"Mekkeliler uzlaşma önerilerini sunmadan önce, belli başlı
akidelerde Peygamber ile müzakere yapmak istediler. Eğer Muhammed onların
tanrılarını insan ve tanrı arasında aracı olarak kabul ederse ve belki de tekrar
dirilme fikrini kaldırabilirse, onlar da Müslüman olabileceklerdi. Tekrar
diriliş konusunda uzlaşma olamazdı. Aracı tanrılar konusunda ise İslamî gelenek
şunları söylüyor: Habeşistan'a göç sırasında, oluşum halindeki İslamî toplum
büyük sıkıntılar içinde iken Peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, 53.
sureden uzlaşmaya işaret eden bazı ayetler zikretmiştir. Fakat bunlar çok kısa
bir süre sonra feshedilmiş; şeytanî ayetler olarak şiddetle tenkit edilmiş ve şu
an Kur'an'da bulunan ayetler onların yerini almıştır.
"Birçok günümüz müslümanı, Muhammed'in bu tür sözler sarf
ettiği rivayetini reddeder; fakat Kur'an'ın ışığında olaya bakacak olursak bu,
pekala mümkün de olabilir."[6]
Fazlur Rahman'ın burada iki hayatî hatası göze çarpmaktadır:
1. "İslamî gelenek" dediği Hadis, Tefsir ve Tarih kitaplarının
hiçbirisinde, müşriklerin putlarının (Lat, Menat ve Uzza) övüldüğü cümlelerin
Kur'an ayeti olduğu ve sonradan başka ayetlerle neshedilip değiştirildiği
söylenmemiştir. Hatta bu cümlelerin Kur'an ayeti olması bir yana, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in ağzından çıktıklarını ifade eden güvenilir bir tek rivayet dahi
mevcut değildir. Bu, İslamî geleneğe yapılmış büyük bir iftiradır!
2. Kur'an açısından bakıldığında böyle bir olayın mümkün ve
vaki olduğu konusunda en küçük bir işaret dahi bulmak mümkün değildir. Kur'an,
bir ayete önce "ilahî kelam" olarak yer verip, sonra onu "şeytanî ayet" olarak
tavsif etmek gibi bir tutarsızlık ve saçmalıktan mutlak olarak beridir.
Dolayısıyla bu da Kur'an'a yapılmış daha büyük bir iftiradır!
Fazlur Rahman'ın, yine Adil Çiftçi'nin deyişiyle "sıkıntılarla
dolu"[7] olan vahiy anlayışını bu şekilde özetledikten sonra, onun, Kur'an'ın
bizden ne istediği konusundaki görüşlerine geçebiliriz:
Fazlur rahman'a göre Kur'an, temelde ahlakî ilkeler içeren bir
kitaptır ve onun çağrısının esası ahlakîdir. Bu da Kur'an'ın ihtiva ettiği
hukukî hükümlerin bile ahlakî çerçevede anlaşılması gerektiğini ifade eder. Bir
diğer deyişle Kur'an'ın ahkâm ayetleri bizler için bugün somut hükümler değil,
bu hükümlerin gerisinde bulunan ahlakî ilkelerin esas olduğunu anlatır.
Kur'an'ın tarihselliği (içerdiği hükümlerin Hz. Peygamber
(s.a.v) dönemine mahsus olup bugün aynen uygulanamayacağı) tezinin alt yapısını
teşkil eden bu anlayışı Fazlur Rahman şöyle ifade etmektedir: "İslamî
çağdaşçılığın bir anlamı varsa, o da kesinlikle şeriatın muhtevasının değişime,
büyük ölçüde ve çok yönlü bir değişime tabi tutulması gerektiğidir. Bu makalede
belirtildiği şekilde değişim ilkesi kabul edilirse bu faaliyet hiçbir şeyle
sınırlandırılamaz; hatta Kur'an'ın kanun koyan ayetleri dahi bu yeni yorumun
kapsamı dışına itilemez. Bu ilkenin tek sınırı ve gerekli çerçevesi, Kur'an'ın
sosyal gayeleri, temel ve ahlakî ilkeleridir."[8]
Çünkü özel olarak Fazlur Rahman'a, genel olarak İslam
modernistlerine göre Kur'an VII. Yüzyıl Arabistanı'nda nazil olduğu için,
içerdiği somut hükümler de o topluma yönelik olmalıdır. Günümüz modern insanı ve
toplumuyla o dönemin insan ve toplumu arasında, insanî özellikler bakımından
büyük farklılıklar vardır. O dönemin insanı hayli "ilkel" ve "geri" olduğu için
Kur'an'ın hukuki hükümleri onları "yola getirecek" tarzda gelmiştir. Fazlur
Rahman bu durumu şöyle ifade eder: "Kur'an, Allah'ın ezelî kelamı olmakla
beraber yine de öncelikle belli bir sosyal yapıya sahip olan muayyen bir topluma
hitap etmektedir. Hukukî açıdan ifade edecek olursak, bu toplum ancak o kadar
ileri götürülebilirdi, daha fazla değil."[9]
Ona göre "Kur'an'da az sayıdaki "yasama ile ilgili" ayetler de
Arap toplumunun örfü ve tatbikata ilişkin kuralları ile bağlantısı içinde
doğmuştu."[10] Dolayısıyla Kur'an'ın somut yasama ihtiva eden ayetleri
tarihseldir ve bugün aynen tekrarlanamaz.
Herhangi bir meselenin Kur'anî çözümünü elde etmek için
yapmamız gereken iki yönlü bir hareket bulunduğunu söyleyen Fazlur Rahman, bu
iki yönlü hareketi şöyle ifade eder: "Birincisi, nazil olduğu zamanın konu ile
ilgili mevcut toplumsal şartlarını göz önünde tutarak, Kur'an'ın somut olayları
işleyişinden, bir bütün olarak Kur'an'ın hedeflediği genel ilkelere doğru
hareket etmektir. İkincisi, bu genelleme düzeyinden günümüzde geçerli olan konu
ile ilgili mevcut toplum şartlarını göz önünde tutarak şu anda uygulanmak
istenen özel yasamaya doğru hareket etmektir."[11]
Bunun anlamı ve açılımı şudur: Kur'an'ın herhangi bir olaya
hüküm getirirken hangi esasları göz önünde bulundurduğunu tesbit etmek için,
ilgili Kur'an ayetinin nazil olduğu özel olayı ve toplumsal şartları inceleyerek
buradan bir genel ilke çıkarmak şeklindeki birinci hareketin ardından günümüze
gelerek, somut hüküm vermek istediğimiz olayı, toplumsal şartlar ve diğer
hususları dikkate alarak incelemeli ve daha önce elde ettiğimiz genel ilkeyi bu
somut olaya nasıl uygulayabileceğimizi araştırmalıyız.
Tabii olarak bu durumda varacağımız sonuç, ilgili ayetin
öngördüğü somut hüküm ile bağdaşmayabilecektir. Ama Fazlur Rahman'a göre bunun
bir önemi yoktur. Önemli olan o hükmün arkasındaki genel ilkeyi hayata
geçirmektir.
Ancak burada cevaplandırılması gereken önemli sorular
bulunmaktadır:
1. Kur'an'ın herhangi bir özel olaya getirdiği somut hükmün
değişken olduğu önkabulü Kur'an'a dayanmakta mıdır? Bir diğer deyişle Kur'an,
içerdiği herhangi bir hüküm hakkında, "Bu hüküm geçicidir. Aslolan bu hükmün
arkasındaki ilke ve gayedir. Şimdilik bu hüküm vaz edilmiş olsa da bir zaman
sonra değiştirilebilir ve o genel ilke doğrultusunda başka bir hüküm konabilir"
anlamına gelebilecek bir şey söylemiş midir?
2. Yüce Allah, bizim kısmen tesbit edebildiğimiz birtakım
gayeler gözeterek belli bir hükmü emretmişse bu, ilke ile hüküm arasında kopmaz
bir bağ olduğunu gösterir. Bir diğer deyişle bizim, aynı gayeden hareketle başka
bir hüküm öngörmemiz, "Allah'a rağmen" hüküm koymak anlamına gelmeyecek midir?
3. Bizim öngördüğümüz hükmün murad-ı ilahiye uygun olacağının
garantisi nedir?
4. İlgili somut olayın arkasındaki ilkeyi tesbit etmenin yolu
nedir? Burada karşımıza ilk olarak ayetin kendi ifadesi çıkmaktadır. Kur'an'daki
her hüküm ayeti için bir genel ilke zemini düşünemeyeceğimize göre[12] ikinci iş
olarak Kur'an'ın bütününü göz önünde bulundurmak gerekecektir. Bu aşamada ise
karşımıza çıkacak olan, sadece "adalet", "doğruluk", "hakkaniyet"... gibi soyut
ilkeler değil, aynı zamanda "Allah'ın rızası", "kulluk/itaat", "imtihan"... gibi
olgulardır. Bunların sadece "sosyal gayeler"le sınırlı bir "ilke arayışı"
faaliyeti için pek de elverişli zeminler olmadığı açıktır.
İlke tesbiti için başvuracağımız bir diğer kaynak da "nüzul
sebebi"ni anlatan rivayetlerdir. Ancak aşağıda da göreceğimiz gibi Fazlur Rahman
rivayetlerin çok büyük ölçüde Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden sonra "formüle
edildiğini" ("uydurulduğunu" demiyor. Oysa arada hiçbir fark yoktur.)
savunmaktadır. Eğer böyleyse nüzul sebebini anlatan rivayetlere niçin güvenelim?
Fazlur Rahman bu tür rivayetlere güvenilebileceğini söylemek suretiyle
kendisiyle çelişmektedir.[13]
2. Sünnet
Fazlur Rahman "Sünnet" kavramını "Nebevî Sünnet" ve "Yaşayan
Sünnet" şeklinde ikiye ayırarak kullanır. Nebevî Sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v)'e
ait olduğu bilinen ve somut ve detaylı hükümlerden çok genel ilkeler ihtiva eden
kısımdır. Nicelik olarak hadislerde anlatıldığı kadar olmayıp, sınırlıdır.
Yaşayan Sünnet ise Hz. Peygamber (s.a.v)'den sonra İslam toplumunun benimsediği
genel gidişat, içtihadlar, örf vesairenin şekillendirdiği uygulamalardır. Nebevî
Sünnet sabit iken Yaşayan Sünnet değişkendir ve Yaşayan Sünnet, Nebevî Sünnet'in
ruhu esas alınarak oluşturulmuştur.
Bu konuda şöyle der: "İlk dönemin kadıları, fakihleri,
teorisyenleri ve siyasileri Nebevî modeli (Sünnet) Müslümanların ihtiyaçlarını
göz önünde bulundurarak yorumlamışlardır. Her nesilde ortaya çıkan malzeme,
Yaşayan Sünnet'i oluşturmuştur. Şu halde Hadis, Yaşayan Sünnet'in sözlü bir
biçimde yansımasından başka bir şey değildir. (...) Yaşayan Sünnet, sadece genel
Nebevî Modeli değil, aynı zamanda bu modelin sürekli İctihad ve İcma faaliyeti
sayesinde bölgelere göre değişiklik arz eden yorumlarını da içermiştir. İşte bu
sebepledir ki, yaşayan Sünnet'te birçok farklılık ortaya çıkmıştır."[14]
Goldziher ve Schacht gibi müsteşriklerde gördüğümüz "Living
Tradition" (Yaşayan Gelenek) kavramının uyarlanmış bir şekli olan "Yaşayan
Sünnet" tabiri Fazlur Rahman'ın Sünnet anlayışında temel bir yer tutar. Ona göre
her toplum kendi Yaşayan Sünnet'ini oluşturmak zorundadır: "Her ne kadar
geçmişteki atalarımızın Yaşayan Sünneti Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in ilk
dönemlerde cemaat içinde gerçekleştirdiği faaliyetlerin sağlıklı ve başarılı bir
yorumu, bizler için dersler içerse de, kesinlikle aynen tekrarlanamaz."[15]
3. Hadisler
Fazlur Rahman'a göre –yukarıda da geçtiği gibi– hadis
rivayetlerinin büyük çoğunluğu Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden sonra formüle
edilmiştir; dolayısıyla onların lafız olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'e aidiyeti
iddia edilemez. Bu konuda şöyle der: "Yine şu hususa kesin gözüyle bakabiliriz:
İlk dönemlerde Hadis'lerin büyük bir kısmı, Nebevî Hadis (Hz. Peygamber
(s.a.v)'e ait olduğunda şüphe bulunmayan hadisler)'in tabii olarak az olması
sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.v)'e değil de sonraki nesillere dayanmaktadır."[16]
Yine bu konuda, yukarıda da zikrettiğimiz "İlk dönemin
kadıları, fakihleri, teorisyenleri ve siyasileri Nebevî modeli (Sünnet)
Müslümanların ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak yorumlamışlardır. Her
nesilde ortaya çıkan malzeme, Yaşayan Sünnet'i oluşturmuştur. Şu halde Hadis,
Yaşayan Sünnet'in sözlü bir biçimde yansımasından başka bir şey değildir"
dedikten sonra şunları ilave eder: "Şu halde Hadis, bu Yaşayan Sünnet'in sözlü
bir biçimde yansımasından başka bir şey değildir. (...) Gerçekten de Hadis,
bizzat Müslümanlar tarafından ifade ve görünüşte Hz. Peygamber'e isnad edilmiş
özdeyişlerin toplamıdır."[17]
Hadislerin büyük çoğunluğunun Hz. Peygamber (s.a.v)'den sonra
ortaya çıktığını iddia eden Fazlur Rahman, bizzat Müslüman alim, kadı ve
yöneticiler tarafından yürütüldüğünü söylediği "hadis formüle etme"
faaliyetinin, "hadis uydurmak" olmadığı görüşündedir. Gerekçesi de şudur:
"Dikkat edileceği üzere, biz Hadis'i genelde tam olarak tarihî
(yani Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait) kabul etmemekle birlikte onunla ilgili olarak
"Mevzu" ya da "Uydurma" terimlerini kullanmadık; ama onun yerine "ifade
etme-formüle etme" terimini kullandık. Çünkü Hadis, söz olarak Hz. Peygamber'e
ulaşmasa da, ruhu kesinlikle ulaşmaktadır."[18]
Burada İslamî kaynaklara kesinlikle onaylatılamayacak bir
iddialar demeti göze çarpmaktadır:
1. Hz. Peygamber (s.a.v)'e ait olan hadisler "tabii olarak"
azdır.
2. Hadis külliyatının büyük çoğunluğu sonraki nesiller
tarafından formüle edilmiştir.
3. Hadisi "formüle etmek"le "uydurmak" arasında fark vardır.
Birinci maddedeki "tabii olarak" ifadesini tırnak içine almamız
sebepsiz değildir. Zira Fazlur Rahman'a göre Hz. Peygamber (s.a.v) esasen çok
gerekmedikçe insanların işine karışmayan, hatta "içine kapanık, çekingen ve
–yakışıksız bir durum sergilediği hakkında herhangi bir kanıt yok ise de–
kadınlardan hoşlanan birisidir."[19]
Buradaki peygamber telakkisi, bir "Müslüman"ın değil, daha çok
İslam'a karşı önyargı ve kin duygularıyla kalem oynatan bir müsteşrikin
kaleminden çıkmış gibidir ve –herhangi bir kaynağa dayanması şöyle dursun–
tamamen vehim ve hayal ürünüdür.
İkinci maddede yer alan iddia, yine müsteşriklere ait bir iddia
ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Hatta bu, Herald Motzky gibi çağdaş bir
müsteşrikin, Goldziher ve Schact'a güçlü delillerle itiraz ettiği en önemli
hususlardan birisidir. Bugün artık bu konunun ciddiye alınabilir bir yanının
olmadığını bir müsteşrik bile söyleyebiliyorken, İslam kaynaklarından asla
refere edilemeyecek böylesi iddialara tutunmak Müslüman araştırmacılar için
"zul" olmaktan başka bir anlam ifade etmez.
Üçüncü maddeye gelince, tam anlamıyla traji-komik bir iddiadan
ibarettir. Zira uydurma hadisler hakkında kaleme alınmış onlarca eserden
herhangi birisinde bir kısım hadisler için Hadis imamlarından nakledilen "Anlam
olarak doğrudur, ama Hz. Peygamber (s.a.v)'e aidiyeti sabit değildir" gibi
ifadelere rastlamak son derece kolaydır. Tek başına bu durum bile Fazlur
Rahman'ın, "hadis formüle etmek"le "hadis uydurmak" arasında fark bulunduğu
yolundaki sözlerini ve bu sözlerin gerekçelerini tamamıyla geçersiz kılmaktadır.
4. Kelam
Tarih içinde varlığı müşahede edilen –Ehl-i Sünnet'iyle, Ehl-i
bid'at'ıyla– bütün mezhepleri, aralarında herhangi bir ayrım yapmadan belli
ölçülerde "Kur'an'dan sapmış" hareketler olarak niteleyen Fazlur Rahman, bu
konuda şunları söylemektedir:
"İslamî bir Kelam'ı yeniden oluşturma yolunda atılacak ilk adım
İslam'da Kelam alanındaki gelişmelerin tarihi bir tenkidini yapmaktır. Bu tenkid
–daha önce de ifade ettiğim gibi– İslam'daki çeşitli kelamî düşünce ekollerinin
Kur'an'ın dünya görüşünden ne ölçüde sapmış olduklarını açığa çıkaracak ve yeni
bir Kelam'a doğru bize yol gösterecektir."[20]
Fazlur Rahman, Akaid/Kelam ile ilgili yazılarında Ehl-i
Sünnet'i, itidal ve dengeyi muhafaza eden ve temel hamlesi itibariyle doğru olan
bir hareket olarak tavsif etmekle birlikte, yer yer oldukça ağır ifadeler
kullanarak suçlamaktan da geri durmaz.
Hatta başından beri İslam Ümmeti'nin ana gövdesini teşkil etmiş
olması dolayısıyla belki de en çok yüklendiği fırka, Fırka-i Nâciye (Ehl-i
Sünnet) olmuştur. Şöyle der:
"Eğer bir akidenin görevi kendi genel ve geniş çerçevesi içinde
dinî gelişmelerin yer alabilmesini sağlayacak şekilde dindar bir topluma bir tür
anayasa temin etmek ise, o zaman Sünnî İslam ahlakî gerginliğin yalnız bir
tarafına ağırlık vermek suretiyle ahlakî ilkeleri ilgilendirdiği kadarıyla bu
görevi yapma imkân ve kabiliyetine sahip olmadığı gibi, gerçekte bizzat
Kur'an'ın kendisine de belli bir yere kadar ters düşmektedir."[21]
Sünnî akide mezheplerinden bilhassa Eş'arî mezhebine ağır
hücumlar yönelten Fazlur Rahman, bir yerde şöyle der:
"İslam dünyasının çok büyük bir kısmının mutlak hakimi olan ve
aralarında Gazalî ve Razî gibi İslam düşünce tarihinin dev isimlerinin de yer
aldığı perestişkârlarının, gerçekten bir şeyi "yapan" sadece Allah olduğu için,
insanın gerçekten değil sadece mecazi olarak bir fiilin faili olabileceğini
isbat etmek için, her zaman yeni delilleri bulma konusunda birbirleriyle rekabet
ettiği bir Kelam sistemi hakkında bir kimse ne söyleyebilir?!
"Çağdaşçılık öncesi "Yeniden Dirilişçilik"in ve çağdaşçılığın
itibar ve şerefi şuradadır ki, bu bin yıllık kutsal ahmaklığı kökünden
yıkıp..."[22]
Ehl-i Sünnet'e hücum ettiği hususların başında "kader/takdir"
inancı ve fiilleri Allah Teala'nın yaratması ile kulun "kesbetmesi" meselesi
gelmektedir. Kimi zaman yanlış anlamadan, kimi zaman da gereği gibi araştırma
yapmamaktan kaynaklanan hatalara düştüğü görülen bu ve benzeri hususlar teknik
ayrıntılara sahip olduğu için bu konulardaki görüşlerini bu yazı çerçevesinde
ele almanın uygun olmadığını düşünüyoruz.
5. Tasavvuf
Fazlur Rahman'ın üzerinde önemle durduğu bir diğer saha da
Tasavvuf'tur. Tasavvuf'un, "Bizzat Hristiyanlığın etkisinde kalmış olan Şii
kaynaklardan" etkilendiğini ileri sürer[23] ve Sufiler'in, "kendi tutumlarını
meşru göstermek için birtakım sözler ortaya atıp, tarihi açıdan tam anlamıyla
uydurma ve hayal ürünü olan bu sözleri Hz. Peygamber'e atfettiklerini"
söyler.[24]
Ona göre Tasavvuf, özellikle hicrî 3. yüzyıldan itibaren ayrı
ve başlı başına bir sistem olarak dinin karşısına çıkmıştır. "Sufîliğin, velilik
kavramında peygamberliğe paralel bir özellik görmesi ve peygamber tarafından vaz
edilmiş olan dinin karşısına bir rakip olarak çıkması üçüncü/dokuzuncu yüzyılda
"Hâtemü'l-Enbiyâ" sözüne karşı "Hâtemü'l-Evliyâ" fikrinin ortaya atılmasıyla
açıklık kazanmıştır."[25]
Onun Tasavvuf ve Sufiler hakkındaki diğer bazı tesbitleri de
şöyledir:
"Sufizm başlangıçta cemaat içindeki siyasî ve mezhebî
mahiyetteki bazı gelişmelere karşı ahlakî ve ruhanî bir karşı çıkış idi. Ancak
işler (...) sertleşince Sufizm ortaya bir halk dini hareketi olarak çıkmış ve
altıncı ve yedinci asırlardan itibaren kendine özgü adetleriyle kendini sadece
din içinde bir din olarak değil, aynı zamanda din üzerinde bir din olarak
onaylamıştır."[26]
"Gerçek şudur ki, onikinci asırdan, halk tarikatlarının
kurulmasından beri, ilk heyecanı ile dolup taşan, kendini telkin, kendi kendine
telkin gibi sistematik teknikler vasıtasıyla ifade eden, hem asılsız bir yığın
hurafeyi destekleyen hem de onlar tarafından desteklenen kitle dini, İslam'ı
dünyanın bir ucundan diğer ucuna kadar harap etmiştir."[27]
"Aslında sufizmin insanın bazı temel dinî gereksinimlerine
cevap verdiği kuşkusuzdur. Gerekli olan, bu zorunlu unsurları ayırmak, onları
coşkusal ve sosyolojik enkazdan kurtarmak ve böylece onları tek bir bütün, tek
bir örnek olan İslam'a yeniden dahil etmektir."[28]
Eserleri
Öldüğünde geriye, tümü İngilizce olan 11 kitap, 68 makale, 4
ansiklopedi maddesi ve 16 kitap tanıtım yazısı bırakmıştı. Kitaplarından 5'i
Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, İslam, Ana Konularıyla Kur'an, İslam ve
Çağdaşlık, İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp adlarıyla çevrilmiş bulunmaktadır.
Makalelerinden bir kısmı da Allah'ın Elçisi ve Mesajı ve İslâmî Yenilenme
adlarıyla kitaplaştırılarak yayımlanmıştır. Ayrıca İslamî Araştırmalar dergisi,
Ekim 1990 sayısını Fazlur Rahman özel sayısı olarak çıkarmış, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi de Şubat 1997 tarihinde Fazlur Rahman'ın görüşlerinin
tartışıldığı bir sempozyum düzenlemiş, sempozyumda sunulan tebliğler ve yapılan
müzakereler, İslam ve Modernizm-Fazlur Rahman Tecrübesi adıyla
kitaplaştırılmıştır.
Sonsöz
İslam Modernizmi'nin temsilcilerinden biri, belki de en
önemlisi olan Fazlur Rahman'ı kısaca tanıtmak maksadıyla kaleme aldığımız bu
yazı, elbette onun fikir dünyasını tam olarak ve ayrıntılarıyla aksettirmek
iddiasında değildir. Temel bazı konulardaki görüş ve düşüncelerini ana
hatlarıyla aktarmaya çalıştığımız Fazlur Rahman'ın düşüncelerini detaylı olarak
elbette öncelikle kendi eserlerinde aramalıdır. Onun birçok kitap ve makalesi
hala Türkçe'ye çevrilmeyi beklemektedir. Bu yapıldığında Fazlur Rahman'ın
düşünce dünyası daha ihatalı ve detaylı olarak ortaya çıkacaktır.
Onun belli başlı konulardaki düşünceleri hakkında yukarıda
yaptığımız kısa tahliller de elbette yeterli değildir. Onun, İslamî ilimlerin
hemen tamamı ve tarihsel tecrübe hakkında kalem oynatmış bir düşünür ve yazar
olduğu dikkate alındığında üzerinde daha derinlemesine durulması gereken bir
şahsiyet olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.[29] Her ne kadar bazı yazarlar
tarafından genel olarak "ılımlı" bir tavrı olduğu söylense de bize göre Fazlur
Rahman'ın "köktenci" bir şahsiyet olduğunu söylemek hiç de abartı değildir. Şu
ana kadar Türkçe'ye tercüme edilen eserlerinde yeterli kanıta sahip olsa da, bu
kanaatimiz, onun diğer çalışmalarının da dilimize çevrilmesiyle daha bir net
olarak doğrulanacaktır.
--------------------------------------------------------------------------------
DİPNOTLAR
[1] İslami Araştırmalar dergisi (Fazlur Rahman özel sayısı),
IV/4, Ekim-1990, 234.
[2] 26/eş-Şu'arâ, 193-4.
[3] Bu konudaki görüşleri için bkz. İslam, 142-5.
[4] Adil Çiftçi, Fazlur Rahman İle İslam'ı Yeniden Düşünmek,
72.
[5] Çiftçi, a.g.e., 71.
[6] Allah'ın Elçisi ve Mesajı, 34-5.
[7] Çiftçi, a.g.e., 83.
[8] İslamî Çağdaşlaşma, İslamî Araştırmalar dergisi, IV/4
(Ekim-1990), 319.
[9] İslam, 323.
[10] İslam, 99.
[11] İslam ve Çağdaşlık, 95-6.
[12] Hatta tam tersine Kur'an'daki birçok hükmün arkasından,
"doğru yoldan sapmamanız için..." tarzındaki ifadeler , doğru yolda sabit-kadem
olmanın yolunun o hükmü aynen uygulamaktan geçtiğini ve onun sadece bir "hüküm"
değil, aynı zamanda bir "ilke hüküm" olduğunu gösterir.
[13] Bkz. Allah'ın Elçisi ve Mesajı, 53, 111.
[14] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 84-6.
[15] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 184.
[16] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 47.
[17] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 84-6.
[18] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 89-90.
[19] Allah'ın Elçisi ve Mesajı, 43; Ana Konularıyla Kur'an,
186-9; İslam ve Çağdaşlık, 90.
[20] İslam ve Çağdaşlık, 281-2.
[21] İslam, 336 vd.
[22] İslam ve Çağdaşlık, 282.
[23] İslam, 185.
Ancak Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu'nda (119) bu
görüşüyle çelişerek şöyle der: "Şia'nın Sufizm'i ya da Sufizm'in Şia'yı
etkileyip etkilemediğini tam olarak bilmiyoruz..."
[24] İslam, 186.
[25] İslam, 189.
[26] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 114.
[27] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 124.
[28] Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, 125.
[29] Fazlur Rahman'ın düşüncelerinin eleştirisi için bkz.
Ebubekir Sifil, Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi, II ve III. ciltler. (Bu
serinin Fazlur Rahman'la ilgili son cildi üzerindeki çalışmamız devam
etmektedir.)
Hiç yorum yok