Sultan Selahaddin Eyyubî
Sultan Selahaddin Eyyubî
Sultan Selahaddin Eyyubî'nin şahsı, Hz. Peygamber
(a.s.)'in tek başına ayrı bir mucizesi ve İslâm'ın gerçekliğinin ve ebedîliğinin
açık bir delilidir.
Orta derecede asil bir Kürd ailesinin çocuğu olarak
aileden gelen ata binme kimliği ile yetişti. Mısır'ın fethinde ve Haçlılara
karşı yapılan savaşta kendini göstermeden önce hiç kimse bu Kürt gencinin
Kudüs'ün fatihi, İslâm dünyasının muhafızı olacağını; onun kaderinde çok
üstün, soylu, asil ve salih kimselerin gıpta ettiği, imrendiği bir mutluluk
ortaya çıkacağını ve Hz. Peygamber'in mübarek ruhunun da şâd ve mesrur olacağı
büyük bir başarı ve zafer elde edeceğini tahmin edemezdi.
Len Paul şöyle yazıyor:
"Selahaddin'de gelecekte böyle müthiş bir insan
olacağını gösteren bir işaret ve alamet bulunması yerine, her asil karakteri
bütün ahlâkî bozukluklardan koruyan sessiz ve güvenli bir alicenaplığın,
tertemiz ruh yapısının parlak bir örneği halinde gelişti.
Fakat Allah Teâlâ onun büyük bir hizmet yapmasını
dileyince, gayb âleminde bunun düzenlenmesi yapıldı ve velinimeti Nureddin
Zengî onu zorla ve ısrarla Mısır'a gönderdi. Kadı Bahâeddin İbn Şeddâd, Sultan
Selahaddin'in özel sekreteri olarak şöyle yazıyor: Sultan bizzat bana anlattı
ki: Ben Mısır'a çok isteksiz olarak ve zorla gönderildim. Benim Mısır'a gelişim
tamamen benim arzumun dışında oldu. Benim durumum aynen
Kur'an-ı Kerim'de; 'Ola ki bir şeyden hoşlanmazsınız. Halbuki o şey sizin için
hayırlıdır' âyetinde anlatıldığı gibi oldu.
Hayatında Meydana Gelen Değişiklik:
Mısır'a gelip de bütün meydanların Selahaddin'e açılması
üzerine Mısır'ın idaresi onun eline geçti. O zaman hayatı birden ve tamamen
değişti. Allah Teâlâ'nın ondan büyük bir hizmet alacağı, İslâm'a muazzam bir
hizmet yapacağı düşüncesi kafasına iyice yerleşti ve böyle büyük bir hizmetle,
zevk ve safanın bağdaşmıyacağını hatırından hiç çıkarmadı. Kadı Bahâeddin İbn
Şeddâd şöyle yazıyor:
"Mısır'daki devletin idaresi ve düzeni eline geçtikten
sonra dünya onun gözünde bir hiç oldu. Şükür ve hamdetme aşkı gönlünde
dalgalandı. Şarap içmekten tevbe etti. Zevk ü safadan, eğlenceden yüz çevirdi.
Temiz ve zahmetli bir hayatı benimsedi, her geçen gün bu yolda daha ileri
gitti, terakki etti."
Len Paul de şöyle yazıyor:
"Artık Selahaddin kendi şahsı ile ilgili olan şeylerde
bir düzenlemeye girdi. Hayat prensiplerini sertleştirdi. O her zaman zaten
müttakî ve haramdan sakınan biri idi, ama şimdi bunu daha da katılaştırdı,
kesinleştirdi. Dünya zevk ü safasını, eğlenceleri ve rahat bir hayat yaşama
arzularını tamamen terketti. Kendi davranışlarına, hareketlerine daha katı
kurallar koydu. Çalışma arkadaşlarına karşı kendini iyi bir örnek yaptı. Bütün
çalışmalarını, kâfirleri içinden çıkarıp temizleyeceği güçlü bir devlet kurmaya
yoğunlaştırdı. Nitekim bir yerde şöyle dedi: Allah bana Mısır'ı verince anladım
ki Filistin'i de vermeyi nasib etmiştir.
O zamandan itibaren Selahaddin'in hayatının amacı
ölünceye kadar İslâm'a hizmet etmek, onu galip kılıp zafere eriştirmek oldu ve
kâfirlere karşı cihad etmeye söz verdi.
Cihad Aşkı:
Sultan Selahaddin cihada aşıktı. Cihad; onun en büyük
ibâdeti, en büyük zevki ve ruhunun gıdası idi. Kadı İbn Şeddâd şöyle
yazıyor:
"Cihad aşkı, cihad muhabbeti onun damarlarında
çağlıyordu ve kalbini, kafasını kaplamıştı. Konuşmalarının konusu daima buydu.
Her an onun için hazırlıklar yapıyordu. Onun için gerekli olan malzemeler,
silahlar, ihtiyaçlar tesbit edilip temin ediliyordu. O, işe yarayacak insanları
araştırıyor; cihadı hatırlatan, ona teşvik eden kimselere yöneliyordu. İşte bu
cihad uğruna o, çoluk çocuğundan, sülâlesinden, vatanından, yuvasından ve
bütün mal ve mülkünden ayrılmaya razı olmuş ve bir rüzgârın söküp savurabileceği
kadar basit bir çadırda yaşamaya katlanmıştı. Bir kimse onun yanına oturup
sohbet etme fırsatı elde etse hemen ona cihadın faziletini anlatmaya başlardı.
Cihad harekâtı başladıktan sonra cihad ve mücahidlere yardım dışında hiçbir yere
bir kuruş dahi harcamadığına yemin edilebilir."
Sultanın bû aşk derecesindeki halini ve heyecanım şu
sözlerle tasvir eder:
"Savaş alanında sultanın durumu insana, tek oğlunu
kaybetmiş bir ananın ciğerinin yanışını, ızdırabmı anlatır gibi olurdu. Bir
saftan bir safa atının üstünde koşturur, durmadan dolaşır, askerleri cihada
özendirir, teşvik ederdi. Bütün ordunun arasında dolaşır, Yâ lel îslâm= İslâm'a
yardıma koşun' diye bağırır, bir taraftan da gözlerinden yaşlar boşanırdı.
"Bütün gün boyu sultan bir lokma bile ağzına yiyecek
koymadı. Sadece doktorun ısrarı ve tavsiyesi üzerine bir şerbet içiyordu. Saray
doktoru bana dedi ki: Bir keresinde sultan cuma gününden pazar gününe kadar
birkaç lokmadan başka bir şey yemedi. Savaş alanından başka hiçbir şeyle
ilgilenmiyor, hiçbir şey aklına gelmiyordu.
Kesin Sonuç Alınan Hıttîn Savaşı:
Çeşitli çabalardan ve karşılaşmalardan sonra nihayet
tarihte kesin bir sonuç sağlayan savaşla karşı karşıya gelindi. Bu savaş
Filistin'deki hristiyan devletine son veren, Haçlıların işini bitiren, onların
varlığına sünger çeken bir savaştı. İşte Hıttîn savaşı bu idi; 24 Rebîulâhir 583
H.ye rastlayan 1187 miladî yılında Cumartesi günü yapıldı. Bu savaşta
müslümanlara feth-i mübîn (=açık seçik, en büyük, muhteşem zafer) nasib
oldu.
Len Paul bu savaş alanını tasvir ederken diyor ki:
"Hristiyan ordusunun seçkin ve güzide savaşçı askerleri esir alındı. Kudüs
kralı Gai ve kardeşi Chatillon (Huneyn)'in reisi Tanen of Humprey ve Sebitar'm
öncüleri ve şanlı, şöhretli hristiyanların hepsi esir edildi. Geride kalan
Filistin'in bütün hristiyanları cesur ve kahraman müslümanların himayesinde
idiler. Canlı olarak kurtulan Hristiyan ordusunun piyade veya atlı askerlerinin
hepsi müslümanlara esir düşmüşlerdi. Müslüman askerler tek tek kendi esir aldığı
hristiyanları çadır ipleri ile otuzar otuzar bağlamış götürürken görülüyordu.
Yerlere serilmiş Haçlılar, kesilmiş kollar, bacaklar birbiri üstüne öyle
yığılmıştı ki sanki taş üstüne taş yığılmış gibiydi. Kesilmiş kelleler yerde
sanki kelle değil de karpuz tarlasında saçılmış karpuzlar gibi gözüküyordu."
"Uzun süre, kanlı savaşın yapıldığı ve otuzbin kişinin
öldürüldüğü söylenen bu harp meydanında beyaz beyaz kemiklerin meydana getirdiği
öbeklerin, yığınların ta uzaklardan göze çarptığı ağızdan ağıza anlatıldı
durdu. Vahşi hayvanlar yedikten sonra arta kalan leş parçaları ovada yer yer
dağılmış olarak görülüyordu."
Sultan Selahaddîn'in Dînî Hamiyyeti:
Fetih ve zaferle
birlikte şu olay da tarihte bir hatıra olarak kalacaktır. Sultan Selahaddin'in
dinî hamiyyeti ve iman gücü anlatacağımız şu olaydan daha iyi tahmin
edilebilir. Bu olayı İngiliz tarihçisinin ağzından dinlememiz daha uygun
olur:
"Selahaddin
Eyyubî, çadırını meydanın ortasına kurdurdu. Çadır kurulduktan sonra
esirlerin, huzuruna getirilmesini emretti. Kral Gai ile Reginald Chatillon
birlikte içeri getirildiler. Sultan Kudüs kralı Gai'yi yanma oturttu. Onun
susamış olduğunu görerek, karla soğutulmuş bir kâse su verdi. Gai suyu içti ve
sürahiyi içmesi için Reginald'a verdi. Sultan bu harekete kızdı ve tercümanı
aracılığı ile şöyle söyledi:
—Krala söyle, ben o adama su vermedim, Kral Gai verdi.
Kime ekmek, su verilirse o kişi emânda sayılır, onun hayatı garanti edilmiş
olur. Ama bu adam böyle bir emânda bile benim intikamımdan
kurtulamıyacaktır.
Selahaddin Eyyubî böyle söyledikten sonra ayağa kalktı.
Reginald'in karşısına geldi. Reginald, çadıra girdiği andan itibaren hep ayakta
bekliyordu. Sultan ona dedi ki: Bak, ben seni öldürmeye iki defa yemin ettim.
Birincisi; sen Mekke ve Medine'ye saldırmak istediğin zaman, ikincisi de; sen
hile ile Mekke'ye giden hacıların yollarını kesip onlara saldırdığın ve
insafsızca öldürdüğün zaman. Bak şimdi ben senin o terbiyesizliğinin ve hakaretinin intikamını alıyorum,
dedi. Dediği gibi kılıcını çekti ve söz verdiği gibi Reginald'i kendi eli ile
Öldürdü. Kellesinin kopmasına az bir şey kalmıştı, muhafızlar gelerek onu
tamamladı.
Kral Gai bu manzarayı görünce titredi. Sıra kendisine
geldi zannetti. Fakat Sultan Selahaddin onu teskin etti ve dedi ki:
Sultanların, kralları öldürmesi âdet değildir, bu onun şanına yakışmaz. Bu adam
defalarca anlaşmaları bozmuştu, sözlerini çiğnemişti, olan oldu, geçti gitti. İş
bitti vesselam."
İbn Şeddâd'm yazdığına göre Sultan, Reginald'i istetti
ve şöyle dedi: "İşte al, şimdi ben M......d (sallahu aleyhi vesellem) Efendimizin intikamını
alıyorum." İbn Şeddâd şunu da kaydediyor: "Sultan önce onu İslâm'ı kabul etmeye
çağırdı, fakat o bunu kabul etmedi."
Kudüs'ü Fethi
Hıttîn zaferinden sonra Sultan Selahaddin'in
sabırsızlıkla beklediği o mübarek firsat hemen geldi. Yani Kudüs'ü fethetme
fırsatı.
Kadı İbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Sultan Kudüs'ü o kadar düşünüyor, onun hakkında öyle
dertleniyordu ki; dağların bile tahammül edemiyeceği bir yük taşıyordu
kalbinde. "
Aynı sene, 583 H. (1127 m.) yılının Receb
ayının-27'sinde Sultan Kudüs'e girdi. Hz. Peygamber Efendimizin miraç gecesinde
bütün peygamberlere namaz kıldırdığı, İslâm'ın ilk kıblesi Kudüs tam tamına 90
sene sonra yeniden İslâm idaresine girdi. Ne güzel ilâhî bir tesadüftür ki
Sultan, yine öyle bir miraç gecesine rastlayan günde Kudüs'e
girdi.
Kadı İbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Bu, muhteşem bir zafer, muazzam bir fetih, coşkulu
bir girişti. Bu mübarek girişte pek çok ilim ehli, sanatkâr ve tarikat erbabı
vardı. Çünkü, sahil bölgelerinin tamamen fethedildiği ve sultanın niyetinin de
(Kudüs'ü fethetmek olduğu) haberi gidince Mısır'dan, Suriye'den âlimler, Kudüs'e
doğru harekete geçtiler. Bilinen, tanınan kişilerden gelmeyen yoktu. Tekbirler,
tehliller (Allahu ekber, La ilahe illallah) getirilerek, dualar yapılarak yeri
göğü inleten bir ses ve edâ ile giriliyordu. (90 sene sonra) ilk kez yeniden
cuma namazı kılındı. Kubbetü's-Sahra mescidine haç dikilmişti, o indirildi.
Heyecan dolu müthiş bir manzara idi. İslâm'ın galip gelişinin ve Allah
Teâlâ'nın yardım ve lütfunun inişinin gözle görülen bir manzarasıydı bu."
Nureddin Zengî merhum büyük bir titizlikle ve özenle,
dinî bir heyecan ve zevkle, büyük bir masrafla Kudüs için çok güzel bir minber
yaptırmıştı. Kudüs fethedilip de Allah orayı tekrar müslümanlara nasip edince
bu minberi oraya dikmeye ahdetmiş, hazırlığını yapmıştı. Selahaddin, Haleb'den
o minberi getirtti ve Mescid-i Aksâ'ya diktirdi.
İslâm Ahlâkının Tezahürü:
Selahaddin Eyyubî'nin bu olayda gösterdiği merhameti,
anlayışı, bağışlayıcılığı gelin yine o hristiyan tarihçiden
dinleyelim:
"Selahaddin Eyyubî bu olayda gösterdiği yüce duyguları,
âlicenaplığı, merhamet ve içten gelen şerefli ve asil davranışı daha Önceki
olaylarda bu ölçüde göstermemişti. Kudüs müslümanlara teslim edilirken onun
emrinde olan komutanlar, askerler ve sorumluluk taşıyan kişiler şehrin çarşı ve
sokaklarında nizam ve intizamı kurmuşlardı. Bu askerler ve komutanlar eziyeti,
zulmü, her türlü haksızlığı engelliyorlar, hiçbir adaletsizliğe meydan
verdirmiyorlardı. İşte bu düzen ve intizamın sonucu olarak hiçbir hristiyana
zarar ziyan verilmedi. Şehrin dışına çıkan bütün yollar Sultan'ın muhafızları
tarafından tutulmuştu. Son derece güvenli, dürüst bir insan olan komutan Baba
Davud'a yetkiler verilmiş ve fidyesini (savaş tazminatından her kişiye düşen
para) veren her şehirlinin serbestçe çıkıp gitmesine izin vermesi kendisine
emredilmişti."
Sonra Sultan Selahaddin'in kardeşi el-Âdil'in ve
Patrikle diğerlerinin binlerce köleyi (esiri) serbest bırakışını anlatarak şöyle
devam eder:
"Artık Sultan, komutanlarına dedi ki: Kardeşlerim, benim
kardeşim kendi adına, patrik ve adamları kendi adlarına iyilik ve hayır yaptılar.
Şimdi de ben kendi adıma hayır yapıyorum, diyerek komutanlarına emir verdi.
Şehrin caddesinde, sokağında, meydanında, köşesinde tellallar bağırttırarak;
fidyesini ödeyebilecek parası olmayan ne kadar yaşlı adam varsa hepsinin serbest
bırakıldığını, istediği yere gidebileceğini ilan ediniz,
dedi.
Böylece bu durumdaki insanlar topluca Baazzir
kapısından çıkmaya başladılar. Güneş doğarken başladı, güneş batıncaya kadar
öyle devam etti. İşte bu da Sultanın fakirlere, güçsüzlere yaptığı hayır ve
hasenattı. Elhasıl işte bu şekilde Sultan Selahaddin bu mağlup olmuş ve
fethedilmiş şehre ikram ve izzetini göstermişti.
Sultan'ın bu iyilik ve âlicenaplığını iyice düşünür de
diğer taraftan Haçlıların 1099 yılında Kudüs'ü fethettikleri zaman şehre
girişlerinde yaptıklarım hatırlarsanız, Selahaddin'in ve müslümanlarm
büyüklüğünü daha iyi anlarsınız. Müslümanların bu âlicenaplığına karşılık bakınız
Haçlılar ne yapmıştı:
Haçlılar Kudüs'e girdiklerinde hristiyanlar şehrin cadde
ve sokaklarından geçerken oralarda ölmüş veya yarı canlı yatan insanları
soymuşlardı. Masum ve çaresiz müslümanlar Haçlıların merhametsiz işkence ve
zulümlerine uğramışlardı. Haçlılar insanları diri diri yakmışlar, Kudüs'ün
surları üzerine ve çatılara çıkarak sığınan insanları mızraklayarak aşağılara
fırlatmışlardı. Onların yaptıkları bu vahşilikleri hristiyan dünyası kendisine
şeref kabul etmişti.
Haçlı zâlimler bu mübarek şehri zulümle, kanla
boğarlarken, İsa (a.s.)'ın merhamet,sevgi ve şefkat nasihatları verdiği ve;
'Merhamet edip acıyanlar hayırlı ve mübarek kişilerdir. Allah'ın lütfü ve hayrı
onların üzerine iner' buyurduğu bu şehirde Haçlıların yaptığı merhametsizliği,
acımasızlığı hristiyan dünyası neşe ile karşılamıştı.
Bu mübarek ve kutsal şehri hristiyanlar müslümanların
kanı ile bir mezbahaya çevirirken Hz. İsa'nın bu öğüdünü unutmuşlardı. O
merhametsiz, gaddar hristiyanların talihine bakınız ki Sultan Selahaddin'in eli
ile onlara adalet, merhamet dağıtılıyor, iyilik
yapılıyordu.
Allah'ın sıfatları içinde en büyük sıfatı merhamet
sıfatıdır. Merhamet adaletin tacı, onun ihtişamıdır. Adaletin haklı ve yerinde
olarak birinin canını alabildiği yerde, merhamet can
kurtarabilir.
Sultan Selahaddin'in başarıları içinde en önemlisi olan
Kudüs'ü nasıl aldığını, şehre nasıl girdiğini ve şehirde neler yaptığını eğer
dünya bir bilseydi, tek başına onun bu başarısının sadece kendi zamanında ve
devrinde değil, bütün devirler ve zamanlar içinde onun
eşi, benzeri
bulunmayan yiğit, merhametli, adaletli, üstün ve yüce duygulu, ihtişamlı,
onurlulukta tek ve yegâne bir insan olduğunu anlardı.
Haçlı Akını:
Kudüs'ün fethi ve Hıttîn'deki aşağılayıcı yenilgi
Avrupa'da kin ve öfke yangınını yeniden alevlendirdi ve bütün Avrupa'yı
Suriye'deki küçücük bir devlet üzerine harekete geçirdi. Hemen hemen meşhur
savaş tecrübesi olan bütün komutanların ve ünlü kralların Frederik Kayzer'in,
Arslan yürekli Rişard'm, İngiliz ve Fransız krallarının; Sicilya, Avusturya,
Flander ve Burgundi düklerinin içinde bulunduğu, zırhlara bürünmüş ordularla
coşup geldi. Bunların karşısında tek başına Selahaddin Eyyubî ve birkaç yakını
vardı. Andlaşma yaptığı kimselerle, bütün İslâm âlemi onu destekliyordu.
Sultanın Görevinin Tamamlanması ve Barış:
Beş sene süren kan döken ve kan içen savaşlardan sonra
1192 milâdî yılında Remle'de, savaşmaya takat ve mecali kalmayan iki hasım taraf
arasında barış yapıldı. Kudüs ve müslümanların fethedip ellerine geçirdikleri
şehirler yine onların elinde kalacaktı. Sahildeki Akkâ'da bulunan küçücük site
devleti hristiyanlarda kalacaktı. Bütün ülke Selahaddin Eyyubî'nin idaresi
altına girmiş oluyordu. Selahaddin, üzerine aldığı hizmeti, daha doğru bir
deyimle Allah'ın onun üzerine yüklediği, eline teslim ettiği görevi kendi
elleriyle başardı.
Hristiyan tarihçi, onun başarısının ve Haçlı
savaşlarının uğursuz çizgisinin sona ermesini şöyle
anlatır:
"Kutsal savaş son buldu. Beş sene süren savaş bitti.
1187 yılının Ağustos ayında Hıttîn'de müslümanların galibiyetinden önce Ürdün
nehrinin batısında müslümanların elinde bir adımlık bile yerleri yoktu. 1192
yılının Eylül ayında Remle'de barış olunca Sur şehrinden tut da Yafaya kadar
bütün sahil boyunca basit küçücük bir yer hariç her taraf müslümanların eline
geçti.
Bu barış andlaşması maddeleri üzerinde Selahaddin'in
kesinlikle utanmasını gerektirecek bir şey yoktu. Haçlıların fethettiği daha
önceki bölgelerin çoğu Fransızlann elinde kaldı. Fakat sadece can ve mal göz
önüne alınırsa bu sonuç gayet önemsiz ve basit kalır. Ro-ma'daki papanın
feryadını duyar duymaz bütün hristiyan dünyası silahlandı. Kayzer Frederik,
İngiliz ve Fransız kralları, Sicilya, Avusturya Leopold'u, Burgundi dükü,
Flander kontu, yüzlerce meşhur baron ve bütün hristiyan milletlerin liderleri,
Kudüs'ün hristiyan kralı ve Filistin'in diğer eyâlet valileri bütün gayretleri
ile yıkılmak üzere olan Kudüs hristiyan krallığım kurtarmak ve yeniden
güçlendirmek üzere harekete geçtiler. Fakat sonuç ne oldu? O sırada Kayzer
Frederik ölüp gitti. İngiliz ve Fransız kralları kendi ülkelerinin idaresini
düzeltmekle meşgul oldular ve sefere katılmadılar, en değerli askerleri de Îlya
topraklarında mahvolup toprağa girdi. Fakat Kudüs buna rağmen Sultan
Selahaddin'de kaldı. Sadece sahildeki küçücük Akkâ site devleti, isimden ibaret
bir hristiyan devlet olarak kaldı.
Üçüncü haçlı savaşlarında bütün hristiyan dünyasının
birleşik gücü savaşmak için geldi. Fakat Selahaddin'in kuvvetlerine zerrece bir
zarar veremediler. Selahaddin'in askerleri, aylarca süren ağır eziyetlerden ve
senelerce tehlikelerle yoğrulduktan sonra bitkin düşüp lime lime olmuşlardı. Ama
hiçbirinin ağzından bir kelime ile de olsa şikâyet çıkmıyordu. Savaşa
çağrıldıkları zaman mübarek bir işe canlarını kurban etmek için hiçbiri hayır
demedi.
Dicle nehrinin uzun, derin vadilerinde duran sultana
bağlı ülke valilerinin gönlünde, sürekli yardıma çağrılmaktan ötürü belki
şikâyet meydana gelmiş olabilir. Lâkin herşeye rağmen kendi kuvvetlerini
Sultanın emrine büyük bir debdebe ile, iyi niyetlerle getirip teslim ettiler.
Son savaş Civârisevf de oldu. Bu savaşta Musul askerleri büyük bir mertlik ve
cesaret örneği gösterdiler. Bu savaşların hepsinde Sultan daima Mısır ve Irak
askerlerinden yardım göreceğine güvendi."
Vefatı:
Nihayet kutsal görevini yerine getirerek, İslâm' âlemini
Haçlılara esir düşme tehlikesinden koruduktan sonra 27 Safer 589 tarihinde
İslâm'ın bu vefakâr yiğit evladı dünyadan göçtü. Öldüğü an yaşı henüz 57 idi. Kadı Bahâeddin b. Şeddâd, Sultan'm ölümünü şu şekilde
anlatıyor:
"27 Safer gecesi Sultan'm hastalığının on ikinci günü
idi. Hastalığı şiddetlendi, gücü azaldı. Büyük ve ruhanî üstünlüğü olan Şeyh Ebu
Cafer İmam el-Kellâse'ye haber gönderilerek, herkesin başına gelecek olan Ölüm
saati şayet o gece gelirse telkinde bulunmak ve Allah'ın adını andırmak için
başucunda bulunsun diye saraya davet edildi.
Geceleyin Sultanın yolculuk için ayağını üzengiye atmak
üzere olduğu anlaşılıyordu. Şeyh Ebu Cafer yanına oturmuş, Kur'an-ı Kerim
okuyor ve zikirle meşgul oluyordu. Üç günden beri Sultana bir dalgınlık
gelmişti. Kendinden geçiyor, ara sıra kendine geliyordu. Ebu Cafer Kur'an
okurken 'Hüvellâhüllezî Lailâhe illâhu. Alimül gaybi veşşehâdeti=Hiçbir ilâhın
olmayıp sadece kendisinin var olduğu Yüce Allah, gözle görüleni de görülmeyeni
de bilendir.' âyetine gelince Sultan kendine geldi. Dudaklarında bir tebessüm
belirdi, yüzü neşelendi ve; doğrudur, dedi. Böyle söyledi, canını canları
yaratana teslim etti. Safer ayının 27'si olan Çarşamba günü şafak vakti beden
kafesinden kurtulup cennet bahçesine uçtu.
Hulefâ-i Râşidînin vefatlarından sonra müslüman-ların
başına sanki böyle acı hiçbir gün gelmemiş gibi idi. Kale, şehir ve fezayı bir
matem kaplamıştı ki tarif edilemez bir tedirginlik yağıyordu her tarafa. Nasıl
bir elem ve ızdırap olduğunu, her tarafı nasıl şaşkınlık sessizliği kapladığını
ancak Allah bilir. Ben eskiden insanların başkaları uğruna canlarını kurban
ettiklerini, onun adına canını feda ettiklerini duyardım da, bunların gerçek
olmayan temenniler ve zoraki gösteriler olduğunu zannederdim. Fakat bugün
gördüm ki, bu bir hakikattir. Bizzat ben ve pek çok insan öyle idik ki, imkânı
olsaydı onun hayatını devam ettirmek için canlarımızı hemen verebilirdik. Onun
canı geri gelseydi kendi canlarımızı hemen karşılığında
verirdik."
Kadı İbn Şeddâd şöyle yazıyor:
"Sultanın mal mülk olarak geriye bıraktığı
(tere-ke=miras) sadece 47 dirhemden ibaretti. Hiçbir arazi, bağ, bahçe, tarla,
ev, dükkân bırakmamıştı. Teçhiz ve tekfininde bir kuruş bile onun mirasından harcanmadı.
Bütün masraflar ödünç para ile karşılandı. Hatta kabir sandukası bile ödünç para
ile alındı." Kefen ihtiyacını, onun veziri ve özel sekreteri olan muhterem insan
Kadı İbn Şeddâd helâl bir yoldan temin etti.
Derviş Hayatı Yaşayan Sultan:
Kadı İbn Şeddâd, Sultanın yaşayış tarzını, ahlâk ve
alışkanlıklarını, özelliklerini şöyle anlatır:
"Sultan son derece sağlam imanlı, kesin inançlı bir
müslümandı. Akaid ve inançlarında ehli sünnet vel cemaat mezhebinde ve
itikadında idi. Namazlarına, dinî görevlerine çok bağlıydı. Bir keresinde;
seneler geçti ben bir tek namazımı dahi cemaatsiz kılmadım,
demişti.
Hasta halinde dahi imamı çağırtır ve zorlanarak ayağa
kalkar namazım cemaatla kılardı. Derecesine göre sünnetlere devam eder, gücü
yettiği, fırsat bulduğu ölçüde gece nafile namaz kılmaya kalkardı. Eğer gece
nafile (teheccüd) namazını kılamadığı olursa (Şafiî mezhebine uygun olarak)
sabah namazından önce kılardı. Onu son hastalığında da ayakta namaz kılarken
gördüm. Sadece kendinden geçtiği son üç günde namazı
geçirdi.
Ramazanda oruç tutmaya çok bağlıydı. Birkaç kaza orucu
vardı. Kadı İbn Şeddâd 'm hatıra notlarında yazıldığına göre o, kazaya kalan
borçlarım ölümünden önce Özenle tuttu. Tedavi eden zât her ne kadar bundan
menetti ise de; yarın ne olacak bilmiyorum, diyerek reddetti. Nitekim onları
kaza ettikten sonradır ki kendini ilâhî emre teslim edip bu dünyadan çekip
gitti.
Hac yapmayı çok arzu etmesine rağmen buna hiçbir zaman
fırsat bulamadı. Vefat ettiği sene kesin karar
vermişti, ama yine de buna fırsat bulamadı, ölüm geldi,
Kur'an-ı Kerim dinlemeyi çok severdi. Dinlerken çok kere gözlerinden yaşlar
boşanırdı. Çok ince kalpli, hassas yapılı, merhamet dolu bir insandı. Her zaman
yaptığım gibi bir gün yanma durdum da namaz kılıyordum. Baktım ki secdede
uzunca kaldıktan sonra secde yaptığı yer ve sakalı göz yaşlan ise ıslanmış. Ne
dua okuduğunu duymadım. O günden beri duasının kabul olduğunun alâmetleri
görülmeye başladı. Haçlı ordusunda, dağılma alâmetleri görülmeye başladı.
Sonunda saldıran askerler Kudüs düşüncesini bırakarak Remle'ye doğru çekip
gittiler."
Güzel Ahlâkı:
ibadetlerine ve güzel amellerine ek olarak idarecilik
yönünden de üstünlükleri, güzel meziyetleri vardı. Adalet, bağışlama, yumuşak
huyluluk, cömertlik, mertlik ve asalet, sabır ve dürüstlük, cesaret ve
yiğitlik, azamet ve üstünlük, azimlilik gibi meziyetlerle süslü
idi.
Kadı İbn Şeddâd şöyle yazıyor;
"Haftada iki kere çarşamba ve perşembe günleri genel
izin verilirdi. Fakihler, kadılar, âlimler ve davalılar hazır olurdu. Zengin,
fakir, küçük büyük, yaşlı erkek ve kadınlara varıncaya kadar gelmelerine izin
verilirdi. Seferde hazarda bu hiçbir zaman terkedilmedi. Bizzat bir keresinde
gece gündüz boyu kendisi davalara baktı, kâğıtları, fermanları imzaladı. Hiçbir
dilek ve ihtiyaç sahibini eli boş geri çevirmedi. Bunlarla birlikte Kur'an-ı
Kerim okumakla ve zikirle de meşgul oldu.
Eğer biri feryad eder, şikâyette bulunursa bizzat
kendisi ayakta o kişinin davasını takip eder, onun yardımına koşar, bütün
benliği ile o kişinin derdine der-
man olmaya çalışır, bundan derin bir haz alırdı. ..
Bir keresinde sade bir vatandaş sultanın çok düşkün
olduğu oğlu Takiyyüddîn'den davacı oldu. SultaiL oğlunu derhal istetti ve davayı
takip edip dinledi.
Bizzat Sultanın kendisi aleyhine adamın biri bir dava
açmıştı. Davacı haklı olduğunu isbat edememesine rağmen Sultan onu eli boş
göndermedi. Bir hil'at ve bir miktar para vererek taltif edip
gönderdi."
Çok sabırlı ve zorluklara tahammül eden bir yapıya
sahipti. Tarihçi İbn Hallikân diyor ki:
"Arkadaşlarının ve hizmetçilerinin hatalarını,
kusurlarını görmemezlikten gelirdi. Bazı kereler hoşuna gitmeyen veya kendisini
üzen bir şey duysa dahi ona üzüldüğünü belli etmez ve o kişiye davranışlarında
bir fark göstermezdi. Bir gün su istedi, su gelmedi. Tekrar istedi yine gelmedi.
Öyle oldu ki aynı toplantı içinde beş kere istemesine rağmen su gelmedi. Sonunda
dedi ki: Arkadaşlar, susuzluktan ölüyorum. Bunun üzerine hemen su geldi de
Sultan içti. Neden gecikti diye bir şey demedi.
Bir keresinde ağır hastalağından kalkarak rahatlamak
için yıkanmak istedi. Banyoda suyun çok sıcak olduğunu gördü, soğuksu istedi.
Hizmetçi suyu getirdi, su çalkalanarak üzerine döküldü. Zayıflığından dolayı ona
eziyet verdi. Tekrar soğuk su istedi. Bu sefer su kabı olduğu gibi üzerine
devrildi. Nerede ise ölümden döndü, yine de ancak: Söyle, beni öldürmeye kasdm
mı var? dedi. Hizmetçi özür diledi, o da hiçbir söz söylemeyip sustu. Hiçbir
soruşturma yaptırmadı."
Kadı İbn Şeddâd onun komutanların ve diğer yetkililerin
hatalarını bağışlamasını, onun yumuşak kalbli ve merhametli oluşunu şöyle
anlatır:
"Cömertliği, eh açıklığı o halde idi ki, bazı
kereler
fethedilmiş eyâletlerin gelirini bahşettiği olurdu. Kara
Arslanoğlu adında bir komutan böyle bir isteği olduğunu ona arz etti, o da
bahşetti.
Bazan bir kısım malzemeleri satarak heyetlere ikram ve
izzet yapardı. Hazine görevlileri kimi zaman bir miktar parayı; Sultan görürse
onu da sarfeder, ola ki nazik bir zamanda acilen lâzım olur diye bir köşeye
saklardı. Bir keresinde o başkalarını misâl vererek dedi ki: Öyle bir takım
insanlar var ki, onların gözünde para ile toprak aynı şeydir. Bana göre bu sözü
ile o, kendini anlatmıştır."
"Vefakârlık, mertlik ve asaletteki durumu şöyleydi;
görüşmek ve ziyaret etmek için gelenleri isterse kâfir olsun, eli boş
göndermezdi. Sayda valisi görüşmek için gelmişti. Sultan ona çok iltifat edip
hal hatır sordu. Kendisi ile aynı sofrada yemek yedirdi. Ama bununla birlikte
onu İslâm'a davet etti. İslâm'ın üstünlüklerini, güzelliklerini belirterek
İslâm'a girmesini teklif etti. Bu mertlik ve asaletinin bir sonucu olarak en
büyük rakibi Richard'a hastalığında sürekli buz ve meyve gönderdi"
Sultan çok asil duygulu, ince yürekli, merhametli bir
insandı. Zulme tahammül edemezdi. Haksızlığa, eziyete uğramış zavallı bir
kimsenin acıklı halini görmeye dayanamazdı. îbn Şeddâd şöyle
yazıyor:
"Bir keresinde hristiyan yaşlı bir kadın ona geldi.
Göğsünü yumrukluyor ve durmadan ağlıyordu. Sultan sebebini sorunca: Bir
eşkıyanın gelip küçük kızımı çadırımdan alıp kaçırdığı için gece boyu feryad
edip ağladım. Sonra biri bana; sultan çok şefkatli ve merhametlidir. Git ondan
imdat dile, dedi. Ben de kalktım, sizden yardım istemeye geldim. Ben kızımı
artık ancak sizden alabilirim, dedi.
Sultan kadının haline çok acıdı. Gözleri yaşlarla doldu.
Hemen birini ordu pazarına göndererek bu kızı kimin satın aldığım araştırıp
bulması için emir verdi. Kim satın aldıysa verdiği paranın kendisine verilerek
çocuğunun getirilmesini istedi. Biraz sonra, giden askerin kız çocuğunu omuzuna
almış olarak getirmekte olduğu görüldü. İhtiyar kadın yere kapandı, alnını yere
1 koyarak uzun süre kendi (batı) dilinde bir şeyler söylendi durdu, sonra da
sevinç ve neşe içinde çocuğunu alıp gitti. "
Fatımî Devleti'nin Çöküşü ve Selahaddin'in İkinci Başarısı:
Sultan Selahaddin Mısır'da Ubeydî devletine (genellikle
Fâtımîler adı ile meşhurdur) son verdi. Bu devlet 299 H. yılından 567 yılma
kadar ikiyüz altmış sekiz sene şanla,
ihtişamla ayakta kaldı. İslâm dünyasının büyük
bir bölümünün itikad
ve amellerine, ahlâk ; rveiçtimaî yapısına büyük ve derin
tesir yaptı. Bu idare dönemi tuhaf inançlar, enteresan ve acaib hükümler, gülünç
kanunlarla dolu idi. Bunlardan birkaçını örnek olarak meşhur tarihçi Makrizî'nin
kitabı el-Hıtat ve'l-Âsâr' dan takdim ediyoruz:
"362 H. yılında miras kanununda değişiklik yapıldı ve
eğer ölen kişi geride kız çocuğu bıraknıışsa oğullara, yeğenlere, amca ve
sâirelere hiçbir pay verilmeyecek diye kanun yapıldı. Bu kanuna karşı gelmeyi,
Hz. Fâtıma (radıyallahu anha)'ya düşmanlıkla eş kabul ettiler. Hilâli gözetlemek bütün
Mısır'da yasaklandı. Oruç ve bayram hesapla yapılmaya
başlandı.
372 H. yılında bütün Mısır ülkesinde teravih resmen
menedildi. İmam Mâlik'in Muvatta isimli hadis kitabından bir tane ele
geçirilmesi üzerine bir kişi teşhir edildi.
393 H. yılında 13 kişi kuşluk namazı kıldılar diye.
suçlanarak dövülmüşler ve teşhir edilmişlerdir. 595 H. yılında Mısırlıların çok
sevdiği (bir sebze olan) melûhiye, Hz. Muâviye çok severdi diye
yasaklanmıştır. Cercîr'i de Hz. Âişe (r.a.) severdi diye yasaklamışlardır. O
sene bütün camilere, duvarlara, kabirlere, çöllere selefe küfür ve sövgüler
yazdırıldı. Süslü levhalar halinde astırıldı. 411 H. yılında el-Zâhir Li
İ'zâzidî-nillâh, şaraba genel izin verdi. Zevk ü safa, eğlenceler ve oyun
oynamalar aldı yürüdü. O sene bütün memlekette çok pahalılık ve yaygın hastalık
vardı. Halk sarayın etrafında toplanıyor, "açız, açız" diye bağırıyordu. Soygun
yaygınlaşmıştı.
424 H.de henüz dört yaşında olan veliahdın geçit alayı
çıktı. Bütün çarşı süslenmişti. Halk yerleri Öpüyordu.
O halifelerden öyleleri vardı ki, yaşlan çok küçükken
halife yapılmış, müslümanların da onlara itaat etmesi farz kabul edilmişti.
Mustansırbillah halife olduğunda yedi yaşındaydı. Âmir biahkânıillah da halife
olduğunda beş yaşından bir ay birkaç gün büyüktü. EI-Fâiz binasrülah da halife
olduğu sırada ancak beş yaşındaydı. Âdıd Li dinillah ise halife olduğu sırada
on iki yaşındaydı.
Selahaddin Eyyubî'nin devletinin başlangıcı, Fatımî
devletinin sonu ve yeni bir devrin başlaması oldu. Mısır'da Şiîlik ve
Rafızîliğin izleri silinmeye başladı. Sünnet gelişti. Yer yer medreseler
kuruldu. Buralarda ehl-i sünnet âlimleri ders vermeye başladı. Gitgide
Fâtımîlerin bütün izleri silindi gitti. Aşağı yukarı üç-yüz yıl Mısır'ın resmî
mezhebi olan İsmâilîîik bu yeni devrin açılması ile birlikte kimsesiz ve garip
kaldı. Mısır tarihçisi Makrizî diyor ki:
"Şiîlik, İsmâilîîik ve İmâmîlik mezhebi gizlendi.
Sonunda bütün Mısır ülkesinde hiçbir şekilde varlığı
kalmadı."
Ubeydî (Fatımî) devletinin bu bir asırlık dönemi İslâm
için bir musibet devri idi. Bu dönemde sürekli şeriatla, sünnetle, akaid ve
ahlâkla alay edilir, eğlenilir, ilim ehli ve sünnet erbabı yenik ve perişan
bırakılırdı. Aşağılık karakterli, serseri ve ahlâksız insanlar üstün ve hâkim
kılınırdı.
Allâme Makdisî, Kitab el-Ravdateyn fi Ahbâri
Dev-leteyn isimli kitabında o devri
anlatırken bakınız ne yazıyor:
"Bu belâ İslâm'ın tepesinde, kurulduğundan yıkılışına
kadar devam etti. Yani 299 H. yılının Zilhicce ayında başladı, 567 senesine
kadar devam etti. Onların devrinde Rafızîlik arttı, sultaları güçlendi. Halka
vergiler kondu. Başkaları bunlara uydu. Suriye sınırlarında yaşayan dağlılardan
Nusayrîler, Dürzîler, Haşîşîler (esrarkeşler) bunlardan birer taife olup onların
etkisi ile daha da sapık inançlara saptılar. İsmaîlîler'in onların üzerindeki
etkisi bunların aşırı cahil oluşlarından dolayı oldu. Onlara yaptıkları kadar
başkalarına etki yapamadılar. Onların idare döneminde Avrupalılar, Suriye'nin ve
Arap yarımadasının pek çok şehrini zap-
tettiler. Bir süre Atabeklerin kuruluşuna ve Selahad-din
gibi bir mücahidin ortaya çıkışma kadar devam etti. O Selahaddin ki, İslâm
ülkelerini yeni beştan kâfirlerin elinden geri aidi ve Allah'ın kullarını
onların tasallutundan kurtardı.
Büyük bir dinî ve ahlâkî inkılâbın gelmesini gerektiren
bu saltanatın çöküşünün, sağlam inançlı müslü-manları ve sünnet aşıklarını
sevindirmesi gayet tabii bir şeydi. Doğumundan ancak 29 sene önce bu inkılâbın
olduğu Allâme Makdisî, bunun sonucu olarak meydana gelen değişmeleri ve
etkileri bizzat gözleri ile görmüştür. Sevincini şu kelimelerle dile
getirmektedir:
Hafız İbn Kayyım kendi kitabı es-Sauâiku'l-Mür-sele' de
Bâtmîlerin yükselişim ve etkilerini, sonra da Nureddin'in ve Selahaddin'in
eliyle bu saltanata nasıl son verildiğini şu heyecanlı sözlerle
anlatır:
"Bâtmîlerin fikir, görüş ve iddiaları doğuda son buldu.
Batıda da gittikçe ortaya çıkmaya başladı. Nihayet zamanla güçlü bir hareket
halini aldı. Ayakları yer tuttu. Önderleri uzak batının pek çok şehirlerini ele
geçirdi. Sonra daha da ilerlediler ve Mısır'a kadar ulaştılar, orayı ele
geçirdiler ve Kahire'nin temelini attılar. Kadıları, idarecileri ve liderleri
ile açıkça kendi davalarını yürürlüğe koydular.
Onların döneminde İhvân-ı Safa Risaleleri yazıldı. İbn
Sina, el-İşârât, Şifâ ve diğer eserlerini yazdı. Bizzat İbn Sina'nın kendisi;
babasının, (Fatımî halifesi ve o fikirlerin davetçisi) Hakimbillâh'm
davetçilerinden olduğunu söylemektedir. Fâtımîler'in döneminde sünnet ve hadis
yolu yasaklandı. Sünnet ve hadis kitapları rafa kaldırıldı. Bakmak isteyen
ancak onu gizlice okumuş olmalıdır.
Bu davanın temel prensibi ve ana konusu: aklın,
peygamberlerin vahiy yolu ile getirdiği bilgi ve talimatın üstünde
tutulmasıydı. Gün geçtikçe bütün batı ülkesi, Mısır, Suriye ve Hicaz'a bu
Batınîler musallat oldu. Seneler boyu Irak'a dahi bunlar hâkim oldular. Bu
dönemde onların idaresinde ehl-i sünnetten olanlar, zimmîler (müslüman
devletininin emrinde yaşayan müslüman olmayan halk) gibi idiler. Hatta gerçek şu
ki, zimmîlere nasib olan güven, huzur, itibar ve haysiyete müslümanlar sahip
değildi. Bu dönemde nice âlim, boynu vurulacak kimse kabul edildi; nice
peygamber mirasçısı onların hapishanelerinde yata yata can
verdi.
Sonunda Allah'ın gayreti coştu da Nureddin ve
Selahaddin vasıtasıyla bu Bâtmîlerin işkence ve zulüm elinden müslümanları
kurtardı. Bu ülkelerde İslâm son nefesini veriyor gibiydi. Fakat bu saltanat
değişimi (inkılabı) ile İslâm'a yeni hayat bahşedildi ve yükseliş güneşi ufuktan
doğdu. Yeryüzünün bütün müslümanları bundan dolayı neşeye boğuldu. Bu musibet
devrinde İslâm'ı koruyacak hiçbir kimse yok mu diye arandığı bir sırada Allah
Teâlâ kendi kulları ve mücahidler ordusu ile Kudüs'ü haça tapanlardan
kurtardı.
Allah ve onun peygamberinin yardımcıları, kendi azim ve
cesaretlerine uygun olarak hak dinin galip gelmesi hakkını yerine
getirdiler."
İşte böylece Selahaddin Eyyubî bir taraftan haç
uğruna savaşa çıkanların
çoğalıp gelen, coşup
akan seylâbını durdurarak İslâm âleminin siyâsî köleliğini, ahlâkî ve
kültürel çürümesini ve batılı saldırganların arzularına av olmasını asırlarca engellemiş ve bu belâdan İslâm'ı ve müslümanları korumuş
oldu. Diğer taraftan da (Fatımî denmekle meşhur) Ubeydî devletine son vermekle
o, Mısır'dan çıkarak İslâm dünyasında Bâtınîliğin, Îsmâilîliğin etkilerini yayan
fesad ve pislik kaynağını kapatmış oldu. Bu fesad kaynağı iki-üçyüz yıldan beri
ümmet içindeki çözülmenin ve ahlâkî, fikrî, itikadî bozulmanın sorumlusu
idi.
İslâm tarihi, yiğit Selahaddin'in bu iki başarısını, bu
iki büyük kahramanlığını hiçbir zaman unutmayacaktır ve hiçbir ülkenin
müslümanı bu Kürd mücahide minnet duymaktan uzak kalamaz.
Hiç yorum yok