BİR TEK GÜZEL ADAM VE KÖŞKÜN KAPISI
KÖŞKÜN KAPISINI KİM VURDU?
Köşkün büyük kapısının tokmağını var gücüyle vurmaya başladı. Geceydi. Sessizdi. Vakit geçmişti. Vurdu, vurdu, vurdu. Açan olmadı. Başladı bağırmaya. “Üstaaaad! Üstaaaaad! Mahvettin beni Üstaaaad! Yaktın beni Üstaaad! Perişan ettin beni. Aç kapıyı, neden açmıyorsun. Aç kapıyııııı! Aaaaç! Aaaaç!”
Ses çıkmadı içerden. Belki duydu, belki duymadı. İçerde kimse var mıydı yok muydu? Ama mutlaka vardı. Çünkü daha önce gelmemiş miydi bu konağa. Bu sessizlikte, bu saate yakın bir saatte arkadaşlarıyla beraber dinlememiş miydi onu. En çok onu mu çarpmıştı Üstadın anlattıkları. Sözleri, hareketleri, mimikleri… O bir derya idi adeta. Bir umman! Çarpılmış, yıkılmış, mahvolmuştu. Onu oradan gene o çıkaracaktı. Başka bir yolu bir imkânı yoktu. Yoksa kendisi kadar çarpılan olmamış mıydı? Bunları düşünecek hali ve takati de kalmamıştı artık. Gene de kapının tokmağını elinden bırakmıyor, boyuna vuruyordu. Olanca kuvvetiyle vuruyordu. Lâkin içerden ne bir ses, ne bir nefes, ne bir ışık, ne bir acıma, hiçbir şey çıkmadı. Yığılıp kaldı kapının önüne…
Nurettin Durman diyesi ki Üstad Necip Fazıl Erenköy’de otururken gecelerden bir gece böyle bir olayın yaşandığı sonradan itiraf edilmiş. Şöyle ki: “Yahu Cahit geçen gece köşkün kapısına vuran sen miydin?”
*********************************************************************************
"VE BİR TEK GÜZEL ADAM"
"Eğer bir nevî gizli kibir gibi bir mânâ doğmayacak olsa, Üstadım’la dostluğum hususunda söyleyeceğim şey şudur:
- “Dünyada hiçbir dostluk, dostluğa liyakat şartları bakımından benim çektiğim sıkıntıya ve ehliyet imtihanına benzememiş, hased ve ibiş soyuna Aşil’in topuğundaki zaaf gibi görünüp, kaşınmamıştır!”
Olsun!..
fasulyeden dostlukla gerçek dostluk arasındaki aslâ barışmaz mesafeyi gösterebilme mânâsına vesile ve âlet edildiysem daha ne isterim?..
Şükrederim Allah’a...
Şöyle dendi olmadı, böyle denendi olmadı, şunu yaptılar tutmadı... Ama ibda, dünya çapında bir fikir örgüsü ve aksiyon mihrakı olarak, Büyük Doğu’nun hem ilk ve hem tek nisbet davacısı hâlinde bütün haşmetiyle tecelliye geçti!...
Şöyle dediler, böyle yaptılar... İt ürüdü, kervan yürüdü, ordulaşarak yürüyor... Bu denilenlerden hatıra nevîinden bir denilen var ki, benim farkımı söylerken fahrimi beyân ettiğinin farkında değil...
Üstadım’ın vefatından birkaç sene sonra vefat eden üçüncü sınıf şair ve beşinci sınıf yazar-hikâyeci Cahit Zarifoğlu’nun yazısını aynen veriyorum... Üstadım’ın vefatının ardından, bu vesileyle yayınlanmıştı:
“Anlattıklarıma bakınca kendimi yıllar boyu Necip Fazıl’la haşır neşir olmuş biri sanıyorum. Oysa, ilk ziyareti takip eden beş-altı yıl için de en çok beş ziyaret. Yıllar sonra ise yeniden, bu defa Ankara’da tekrar görmeye başladım. Siyasî işler için olacak, oldukça sık geliyordu. Reşat’ın yazıhânesine iniyordu. Onda, veya Bahri’de, yahut Akif’te kalıyordu. Gündüz görüyorduk. Gece uzun saatler boyunca bir arada olunuyordu. Beni tanımıştı, ama ben olarak değil. İstanbul’da talebelik yıllarında kendisini ziyaret eden yüzlerce insanın içinde birkaç kere gidip gelmiş biri olarak değil. Zira Ankara’daki, belki de ilk karşılaşmada Reşat’ın bürosunda otururken, beni takdim ettiklerinde:
- “Sen, evvelki yıl, zifiri karanlık bir gece yarısı, yağmurlu, fırtınalı bir havada, üzerine iki iri köpek de durmadan hırladığı hâlde, güm güm kapımı vurup, saçın, üstün başın perişan ve meczup, âdeta
Yakama yapışarak “Beni sen mahvettin, beynimi allak bullak ettin” diyen şahıs değil misin?”
Değilim.
Fakat O:
- “Sana bakarken hayâlimi biraz oynattığımda o oluyorsun... Yanıldığımı zannetmiyorum!”
Dedi ve âdeta ısrar etti.
Üstad o kadar inandırıcı ve orada bulunan bütün tanıdıklar “şairliklerime” ve minik hafakanlarıma o kadar âşina idiler ki, bir ânda, etrafıma bakınınca, inkârımı anlayışla karşılamaya hazır dost bakışlar gördüm.
Üstad’a hangi yıl olduğunu sordum. Niyetim ondan kat’i bir tarih almak ve o tarihte “suç mahallinde olmadığımı” ispat etmek. Fakat belli bir tarih vermedi. Askerde, Sarıkamış’ta olduğum bir tarihi vermesini boşuna bekledim. Bunun dışında eğer İstanbul’da yaşadığım bir zamanı verecek olsaydı, ben dememin hiçbir anlamı yoktu. Zira bütün tanıdıklardan kopuk, deniz kenarların da, mayasız ve şimdiki bakışımla anlamsız bir hayat sürüyordum.
Üstad bir tarih vermedi ve öyle kaldı. Hatta “ben değilim!” deyişimle Üstad’ın ikna olduğunu da sandım. Ne var ki, o günlerde arkadaşlara olayı daha teferruatlı anlatmış ve “Cahit’ti!” demiş.
Zihnim o kişiyi aradı ve yanılmıyorsam buldu:
Boyu, boyum kadar. İnceliği, yâni vücutça, inceliğim kadar. Benim kadar esmer. Kafatası yapısı benimki gibi. Mimikleri ve konuşurken jestleri de öyle. Sesi benimkine benzeyen, ama geldiği yörenin tonları ve aksanıyla konuşan, sanatkâr mizaçlı ve yazan biri… Şiirleri ve düz yazıları var. Bir benzerlik daha: Adeta tabiî bir enerjiyle değil, bir sinir enerjisiyle deviniyor. Kıpırdıyor. Huzursuz. Daima terliyor gibi. İşte buradan itibaren Üstad’ın çizdiği insan. Ve en belirgin özelliği, Üstad’ı âdeta delicesine okumuş olması. Bense, Üstad’tan topu topu kırk-elli şiir okudum. Bir-iki piyesinin dışında sonuna kadar bitirdiğim kitabı olmadı. Hemen hemen benim yaşımdaki o delikanlıyı, 1970 veya 1971 yılında tanıdım. Üstad’ın cümleleri ile konuşuyordu. Yazılarında tıpa tıp onun üslûbu vardı. Bu üslûba bakarak yazdıklarını Üstad’ın sanmak bile mümkündü.
Onu bu derece benimseyip, bir buhran ânında onun kapısına gidip, “beni öldürdün!” diyecek tanıdığım tek insan olsa olsa buydu. Doğru söylemiştir bir anlamda, eğer bu anlattığım insan söylemişse. Kendinde Üstad’tan başka bir şey kalmamıştı. Demek günün birinde habersiz faile hesap sormaya gitti. Necip Fazıl’ın, insanları, şiirleri ve yazılarıyla nasıl etkilediğini bilenler, bu “Ekstrem-aşırı“ örneği çok iyi anlayacaklardır.”
Cahit Zarifoğlu’nun, bir yandan ademe mahkûm etme ve diğer yandan çekinme arası bir boşlukta
“Olsa olsa budur!” diye bahsettiği ve aklınca töhmet altında bıraktığı zât, yani ben, anlatılanları, onların ruhunun kokusunu bile alamayacakları fikrî-ruhî ispatlarımda delil olarak kullandım!..
O fikir adamı, bu bilmem ne.. Üstadım’ı aşmışlar(!) veya “ustalık payından dolayı” idare edenler
ordusu... Sonra, Gölge, Akıncı-Güç, Rapor, Gönüldaş ve nihaî olarak ibda bükülmez çizgisi boyunca mezarlık... Asıl, görününce, ortalık mezarlığa döndü; bu ordunun içinde, Cahit’in de bulunduğu “Mavera” isimli, bizzat Üstadım’ın kovaladığını yazdığı ve “Masivacılar” dediği grupçuk da var... Vardı!..
Cahit Zarifoğlu’nun yaşım -ki benden 10 yaş kadar büyüktü- ve konuşma aksanım hususundaki galatları bir yana, sözkonusu yazıyı kaleme alışındaki ukdeleri işaretlemek lâzım!..
Üstadım’ın en baştan beri bende hayret ettiği şey, belirttiğim fikrî keyfiyete nisbetle yaşımdı...“Genç adam”ın, sözkonusu bahiste “Genç dediği benim kadar”a çalan yanına dikkat!..
Akıncı Güç patlaması... Tarih 1979... 1966’lardan ve Sezai Karakoç öncülüğünde başlayan “Üstad aşılmıştır!” furyası, ondan “ölü şair” diye bahsetmeyedek azgınlaşmış ve hususiyle 1970 sonrası doruğa ulaşmıştır... “Apolitik seviye”de güya gram gram sihirli iksir üretiyormuş edada, aslında hem keyfiyet ve hem de kemmiyette cüce bu soy, birbirlerinden kopa kopa 1979’a gelindiğinde, o seviyenin seviyesizliği gösterilince, hem eski yerlerini terketmiş, hem de gerçek seviyenin ne olduğunu gösterenlere, yani bize, olanca güçleriyle -güçleri de yok!- hainlik etmişlerdir!..
Üstadım’ın “Neredesin genç adam?” haykırışına cevap hâlinde, hem isim ve hem mânâ olarak “Akıncı”nın babası benim; sene 1975... biz bu ruhu diriltmeye çalışa duralım, meselâ, güyâlardan tarihçi Kadir Mısıroğlu bizi gençliği bölmekle suçluyor, Maveracı Akif İnan da “Siz bize emanetsiniz!” yollu konuşmasıyla Mttb’de Akıncıların aleyhinde bulunuyordu... Akıncılar Derneği’nin kuruluşuyla içiçe yakın tarihlerde bu soytarılıklar olurken, Msp’nin milli Gazetesi’nde de, “Komünistlerin müslümanları bölmek için bu yola başvurduğu” şeklinde yorumsu imâlar... Düşünün: muhâl farz, bir adam mezarlığa girip bir el işaretiyle ölülerin bir kısmını ayağa kaldırsa, hareketsizlik müşterekliğindeki cesetler birliği keyfiyetine nazaran bu davranış bölücülüktür...
Her neyse: kuruluşundan sonra Mhp’nin ülkücüleri gibi algılanan ve birkaç ay sonra msp’nin gençlik teşkilatı havasına dönen Akıncılar Derneği’ne, hem “Akıncı’nın yayın organı Sebil’dir” diyen Kadir Mısıroğlu, hem de Akif ve Maveracılar toptan zıpladılar... Mânâlar üzerindeyim:
O aralar Kadir Mısıroğlu’nun Mhp’den aday olma hikâyeleri, Maveracılarin keskin Msp’li olmaları ve Akıncılar Derneği’ne bir de “Akıncılar” diye dergi çıkararak postu sermeleri vesaire gibi hususları uzun uzun anlatmanın, lağım tasvirini uzatmaktan başka anlamı yok... Hiçbir yerde hiç bir nefs muhasebesi tüttürmeden oradan buraya maddî-manevî çıkar hesabıyla zıplayan bu adamlar için söylenebilecek tek şey şu:
- “Çalkala boncuk çalkala!”
Halkalar, çalkalar... Alışmışlar... Sezai Karakoç’tan başlayan Üstad’ı aşma ve onun yerine kendini koyma modası, neticede birbirlerini iptal ede ede Mavera’ya geçmiş, “duyduğuma göre” orada da Erdem Beyazıt isimli müteşair ve yazarla(!), Üstadim’in “homongolos” diye andığı Akif İnan isimli müteşair ve yazar(!) arasında veraset çekişmelerine sahne olmuştur... Kendi kendine gelin güvey olmanın misâllerinden biri de, bugün her biri mikroskop altında aranacak bir isim hâlinde, bu gruptan, hikâyeci Rasim Özdenören’den:
- “Allah gecinden versin ama, bizden başka kim var ki?”
Üstadım’ın MSP’yi iptâli... Söz konusu grup hızlı MSP’ci... Erdem Beyazıt, “İslâm’da devlet” diye, ne İslâm ve ne devlet hakkında fikir kursağında hiçbir şey bulunmadan, Büyük Doğu’ya alternatif(!) fikirler(!) üretiyor... Akif İnan, sırf “bu iş edebiyatla olur!” tekerlemelerine aykırı olduğu için İran devrimine karşı çıkar ve “Türkiye İran olamaz, İslâm’da şiddet yoktur, bizim ağzımızı burnumuzu da kırsalar ses çıkarmamalıyız!” yollu makaleler döşenirken, birdenbire İrancı olur ve Üstadım’ın İran bahsiyle ilgili bir yazısı dolayısiyle onu “Amerikan uşağı!” olarak suçlar... Üstadım hakkında bir de “fitne” başlıklı bir yazısı mevcut... “Hikâyeci” -fasarya mânâsına kullandığımı anlıyorsunuz- ise, “niçin İslâm yerine büyük doğu” diyor diye tenkitler (!) üretmekte... Her neyse; bitlerin ismi olmaz… O onu dedi, bu bunu dedi, bunu o değil de şu dedi... Bitlerin ismi olmaz; hareketlerine nisbetle takip edeyim dersen, her biri diğerinin ismini çalar ve kimin ne yaptığı, her birinin birbirine benzerliğinde kaybolur... Yalnız şunu belirtmeliyim: 12 Eylül 1980 sonrası msp sofrası dürülünce, bunların o davası da bitti... 1983 sonrası Anap milletvekili olan Üstad varisi (!) Erdem Beyazıt, öyle keskin Anap’lı oldu ki, işi “İslâm’da devlet diye bir şey yoktur!”, “Tarihimizin en büyük kahramanı Atatürk’tür!” demeye kadar götürdü; bunları söyledikten sonra, “Semra Özal’ın hangi hareketini hatalı buluyorsunuz, söyleyin izâh edeyim!” diyesiye dalkavukluğunu, “Turgut Özal’ın Avrupa topluluğuna girme çabası, Fatih’in İstanbul’u almasından daha büyük hadisedir!” diyesiye hâinliğini hatırlatmanın ne çarpıcılığı olabilir?.. Hâli, vicdânları o kadar kanattı ki, tıpkı Turan Dursun’u andıran surat fotoğrafının yayınlandığı bir dergide çıkan hezeyanlarına cevap veren biri, onun Anap’ta ne kadar tekâmül ettiğini de açıkladı:
- “Viski çekmeden ayık kafayla neler söylediğini oku da, kendine gel!”
Kronolojik tarih yerine ruhî zaman usulüyle işaretlediğim bu hususlardan sonra dönelim Akıncı Güç dönemine... Maveracılar, yazıları Üstadımın yazıp benim ismimi koyduğunu yaymakta ve üstadım tarafından Ortadoğu gazetesinde bir buçuk sayfalık bir tertible yayınlatılan “Akıncı Güç çevresinde” isimli’ yazımdan dolayı beni “kurtçu”, yani kafatasçı Türk milliyetçisi olarak ilân etmekte… Şu oldu, bu oldu, Üstadım Ankara’ya gitti... Döndüğünde yüzünde güller açıyordu:
- “Senin yazılarını benim yazdığımı söylüyorlar!”
Aslında neyin ne olduğunu gören hased gözü, sözde istikrar tutturamadı; Necip Fazıl derlemecisi, komünist, felsefeci, Türkçü, Kürtçü... birbirini çelen bu hükümler(!) arasında –müsaadenizle- kalem kudreti yürüyor ya, sonunda son çığlık hâlinde “kendinde Necip Fazil’dan başka bir şey yok”tan, “kendinde birşey yok”a ve “fikirlerini kabul ediyoruz, onu kabul etmiyoruz!” kakavanlığına vardılar... 1980’li yılların sonlarına doğru ismimi örtme çıkarına bağlı bir çeşni olarak doruklaşan bu kakavanlığın ilk ifâdecisi de, 1979 -1980’de -Mehmet Fazıl’a- Erdem Beyazıt’tır... Üstadın vefatından sonra alelacele tertipledikleri “Necip Fazıl özel sayısı”nda -ne kadar Necip Fazıl’cı olduklarını(!) göstermiş oluyorlar; o vefat ettiğine göre?-, bu Erdem Beyazıt denen kubur faresi, “Necip Fazıl hakkında yazı yazanlar” diye 50 sene önceki makaleleri bile listeye koyarken, bir tek benim eserlerim ve ismim geçmiyordu... Hayyam gibi, “bin veresiye beri dursun, bir peşin yeter” hesabı dünya nimetlerini görür görmez hem de 55 yaşından sonra sapıtan bu adam, bu adam gibi sapık ve çöpten seviyelere muhatap olmuş benim kumaşım açısından mücerret bir remz hâlinde buğza hedef olmalı... Bugün meydan yerinin sokak başlarını tutmaya başlamış ibda gençliğine bu vesileyle söyleyeceğim şudur:
- “Aşksız imân, merhametsiz aşk, öfkesiz merhamet, merhametsiz adalet olmaz!”
Eğer adalet hakkı olanı vermek demekse, “aşk” ve “nefret” kutuplarının sıhhatle tayininden sonra istihkak sahibine “gereken neyse” yapılmalıdır!..
Tilki Günlüğü, Salih Mirzabeyoğlu, c. 5, s. 401-409
Hiç yorum yok