TEFSÎR KİTÂBLARI, HADÎS-İ ŞERÎFLER-es SEYYİD ABDÜLHÂKİM ARVASİ


TEFSÎR KİTÂBLARI, HADÎS-İ ŞERÎFLER
Bu mektûb, râsih ilmli, hakîkî din âlimi, seyyid Abdülhakîm Efendinin “rahmetullahi aleyh” bir mektûba cevâbı olup, tefsîri ve hadîs-i şerîfleri bildirmekde, din âlimlerini medh eylemekdedir:

Efendim,
Kıymetli mektûbunuzun başında, din âlimlerinin, müslimânların öğrenmesi lâzım olan bilgilere (Ülûm-i islâmiyye) denir, dediklerini yazıyorsunuz. İslâm dîninin emr etdiği bu bilgileri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ikiye ayırmış, (El-ilmü ilmân, ilmü ebdân ve ilmü edyân) buyurmuşdur. Biri (Ülûm-i nakliyye) ya’nî din bilgileri, diğeri (Ülûm-i akliyye) ya’nî fen bilgileridir, buyurmuşdur. Dinde reformcular, fen bilgilerine (Rasyonel bilgiler), din bilgilerine (Skolastik bilgiler) diyor.

[İslâm dînine inanmıyanlar, gençleri aldatmak için, (Dinleri insanlar çıkarmış, önce totem, sonra çok tanrı, en son tek tanrı fikri çıkmış, dinler, fenne, medeniyyete mâni’ olmuş) diyorlar. İslâmiyyete iftirâ ediyor, alçakca yalan söylüyorlar. Fen bilgilerini, akl bilgilerini islâmiyyetin içinden ayırıyorlar. İslâmiyyeti akl bilgilerinden ayrı, bunlara karşı imiş gibi gösteriyorlar. Akl, fen bilgilerini öğrenmek için islâmiyyeti bırakmalı imiş düşüncesini yaymağa çalışıyorlar. İlmihâl kitâblarını okuyarak islâmiyyetin akl bilgilerine, fenne verdiği ehemmiyyeti anlayan uyanık kimseler, bu yalanlara elbette aldanmaz].

Din bilgileri, dünyâda ve âhıretde huzûru, se’âdeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar da iki kısma ayrılır: (Ülûm-i âliyye) ya’nî yüksek din bilgileri ve (Ülûm-i ibtidâiyye) ya’nî âlet ilmleri. Yüksek din bilgileri sekizdir:

1 — (Tefsîr) ilmi.
2 — (Üsûl-i kelâm) ilmi. Kelâm ilminin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilmdir. Bu ilm, (Hadîka)da açık anlatılmakdadır.
3 — (Kelâm) ilmi. Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan, îmânın altı temel bilgisini öğreten ilmdir.
4 — (Üsûl-i hadîs) ilmi. Hadîs-i şerîflerin çeşidlerini öğreten ilmdir.
5 — (İlm-i hadîs). Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ef’âl, akvâl ve ahvâlini öğretir.
6 — (Üsûl-i fıkh) ilmi. Fıkh bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğretir. (Menâr) adındaki üsûl kitâbı meşhûrdur.
7 — (Fıkh) ilmi. Ef’âl-i mükellefîni öğretir. Ya’nî, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan emrleri ve yasakları ve mubâhları öğretir. Fıkh bilgisi dörde ayrılır: İbâdât, münâkehât, mu’âmelât ve ukûbât.
8 — (İlm-i tesavvuf), Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, rûhun temizlenmesi yollarını öğretir. Buna (İlm-i ahlâk), (İlm-i ihlâs) da denir.

Bu sekiz ilmden, kelâm, fıkh ve ahlâk bilgilerini lüzûmu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna öğretmek, her müslimâna (Farz-ı ayn)dır. Öğrenmiyenler ve çoluk çocuğuna öğretmiyenler büyük günâh işlemiş olur. Cehenneme gider, yanarlar. Öğrenmeğe lüzûm görmiyen, ehemmiyyet vermiyen ise, kâfir olur, îmânı gider. Bu üç ilmin lüzûmundan fazlasını ve öteki beş yüksek din bilgisini ve ulûm-i akliyyeyi öğrenmek (Farz-ı kifâye)dir. (Bezzâziyye)de diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmden bir mikdâr ezberledikden sonra, fıkh öğrenmek lâzımdır. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lâzım olan fıkh bilgilerini öğrenmek ise, farz-ı ayndır. Muhammed bin Hasen Şeybânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, her müslimânın harâmları, halâlları bildiren ikiyüzbin fıkh bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, ilm ve fıkh öğrenmekdir).

[(Hadîka)da, islâmiyyetin yasak etdiği zararlı ilmleri anlatırken diyor ki, kelâm ilmini, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin bildirdikleri i’tikâdı öğrenecek ve bunları akl ile nakl ile isbât edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lâzımdır. Başkalarına câiz değildir. Dîne yardım etmek için, fazla öğrenmek farz-ı kifâye ise de, bunu ancak, Allah rızâsı için çalışan, zekî din adamının öğrenmesi câizdir. Başkaları öğrenirlerse, bâtıl yollara kayar. [(Zındık) ya’nî sinsi islâm düşmanı olurlar.] İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, (İlm-i kelâm ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günâh işlemek hafîf kalır). İmâm-ı Şâfi’înin zemânındaki ilm-i kelâm için böyle denilince, şimdiki din câhillerinin kısa görüşleri ve hayâlleri ile yazdıkları din kitâblarını okumanın yasaklık derecesini ve zararlarını artık düşünmelidir. İmâm-ı Şâfi’î yine buyurdu ki, (Ehl-i sünnet i’tikâdını iyi öğrenmeden önce ilm-i kelâm ile uğraşmanın zararı bilinmiş olsaydı, kelâm ilmi ile uğraşmakdan, arslandan kaçar gibi kaçınılırdı). Şimdi, kendi aklı, kendi görüşü ile kelâm ilmi kitâbları yazanlar çoğaldı. Bunların kitâbları şirk ve dalâlet ile doludur. İmâm-ı Ebû Yûsüf, (Kelâm ilmi ile uğraşanların imâm olması câiz değildir) buyurdu. Bezzâziyye fetvâsında, (İlmi kelâm ile uğraşanların çoğu zındık olur) buyuruldu. Fıkh ilmi ile uğraşmak, ya’nî farzları ve harâmları öğrenmek ise, her müslimâna farz-ı ayndır. Fazlasını öğrenmek de, farz-ı kifâye olup, çok sevâbdır. Hiç zararı yokdur. (Hadîka)dan terceme temâm oldu. Kendi noksan bilgileri ve sapık düşünceleri ile din kitâbı yazmak moda hâline geldi. Bu kitâblarına (Kur’ân tercemesi) ve (Kur’ânın hakîkatleri) gibi ismler takıp, gençliğin önüne sürüyorlar. Yalnız bu kitâbları okuyun diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru din bilgilerinin öğrenilmesine mâni’ oluyorlar. Bunlara (Zındık) denir. Zındıklar, müslimânları dalâlete, felâkete sürüklemekdedirler. Hakîkî müslimân olmak için, sâlih müslimânların yazdığı (İlmihâl) kitâblarını okumalıdır].

Bu sekiz yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lâzım olan (Âlet ilmleri) onikidir. Bunlar: Sarf, iştikâk, nahv, kitâbet, iştikâk-ı kebîr, lügat, metn-i lügat, beyân, me’ânî, bedî’, belâgât, inşâ ilmleridir. Bunlar, (Hadîka)nın 328. ci ve (Berîka)nın 329. cu sahîfelerinde yazılıdır. Din bilgileri, böylece yirmi olmakdadır.

Din âlimi olmak için, sekiz yüksek din bilgisini, bütün incelikleri ile öğrenmek, fen bilgilerinde de lüzûmu kadar ilm sâhibi olmak lâzımdır. İslâm âlimleri de iki kısmdır: Biri, din imâmlarıdır. Bunlar, Müfessirîn-i ızâm, Muhaddisîn-i kirâm ve Mütekellimîn, Mütesavvifîn ve Fükahâ-i fihâmdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Bunların her sözü, her beyânı, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. Her sözleri sâbit ve müsellem ve muhakkak doğrudur.

Müfessirler, tefsîr kitâbı yazanlar demek değildir. Müfessir, kelâm-ı ilâhîden, murâd-ı ilâhîyi anlayandır. (Tefsîr), ancak Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek lisânından, Sahâbe-i kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve onlardan Tâbi’ ve Tebe’i tâbi’lere ve böylece sağlam, kıymetli insanların söylemesi ile, tefsîr kitâbı yazanlara, dahâ doğrusu fıkh ve kelâm âlimlerine gelen haberlerdir. Bundan başka olan bilgilere tefsîr denemez, (Te’vîl) denir. Te’vîl, bir kelimenin muhtelif ma’nâlarından, islâmiyyete uygun olanı seçmekdir. Te’vîllerin doğruluğu da, tefsîr ile ölçülerek anlaşılır. Te’vîl, tefsîre uymazsa atılır. Uyarsa, alınabilir denildi. Tefsîr kitâblarını yapanlar, tefsîr kısmlarını tefsîr olarak, te’vîl kısmını da, tefsîre uygun olduğu için, meâlen tefsîr olarak kabûl buyurmuşlardır.

Bunlardan başka olan tefsîr kitâblarının bir kısmı, Kur’ân-ı kerîmin te’vîllerini bildiriyor. Ya’nî tefsîr değildirler. Murâd-ı ilâhîyi bildirmiyorlar. Şeyh-i ekberin ve Necmeddînin “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” tefsîrleri, te’vîl kitâblarıdır. Bunlar, dînin temel bilgileri olan kelâm ve fıkh ilmleri için sened olamaz.

İslâm âlimlerinin ikinci kısmı, bildirdiğimiz tefsîr, hadîs, kelâm, tesavvuf ve fıkh âlimlerinden başka olanlardır ki, bunlar dinde müctehid kabûl edilmiyenlerdir. Bunların sözleri, lehde ve aleyhde huccet, sened olamaz.

Dîn-i islâmın esâslarını, temellerini açıklıyan, birinci kısm âlimlerdir. Bunlar, bütün bilgilerini, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden almışlardır. Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâlarını Eshâb-ı kirâmdan öğrenmişlerdir. Kendiliklerinden hiçbirşey söylememişlerdir. Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda oldukları için, bunlara (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) denilmişdir.

Fıkhda mezheb sâhibleri, dört imâmdır. Bunların mezhebleri içinde müctehid-i fil-mezheb yüksek makâmına yetişenler vardır. Bunlar; Hanefîde, imâm-ı Muhammed ve imâm-ı Ebû Yûsüf, Şâfi’îde, imâm-ı Nevevî ve imâm-ı Râfi’î, imâm-ı Muhammed Gazâlî gibi olanlardır. Bunlardan başkasının ictihâdları, bunların ictihâdıdır. Ya’nî bunların ictihâdına uyarsa, kabûl olunur. Uymazsa, bunlara uydurulabilirse, uydurulur. Uydurulamazsa, din temelleri bunların üzerine kurulmaz. Bu işi yapan, ya’nî uyup uymadığını anlıyan, ancak, bu yeni ictihâd sâhiblerinin üstünde, ilme, derin anlayışa mâlik olanlardır. Bunlar da, o büyük imâmların yetişdirdiği islâm âlimleri, ya’nî dînini seven ve kayıran âlimlerdir ki, herbiri dünyânın her yerinde yüksek tanınmışdır. Mektûbunuzda ismi geçen Şemseddîn Sehâvî, tabî’î bu dâirenin dışındadır. (El-mekâsıd-ül-hasene) ismindeki kitâb da, kıymetli din kitâblarından sayılmaz. Bunun ölçüsü de, kıymetli islâm kitâblarıdır. Bu kitâblara uyarsa, kabûl olunur. Uymazsa, evirip çevirip, uydurmağa çalışılır. Uydurulamazsa, mes’ûliyyeti sâhibine bırakıp, o kitâbdan el çekilir. Dînin temelini kuran tefsîrler, böyle kitâblarla red ve tenkîd edilmez. Bundan dolayı, Melâhime [ya’nî büyük savaş, muhârebe] ve mürtekıbe ve müntezıra [Her ikisi de gözetmek, beklemekdir. Bu üç ilm, muhârebenin netîcesini, önceden keşf etme yollarını öğretir] hakkında pek az hadîs var demesi, üzerinde durulacak bir noktadır. Hadîslerin az veyâ çok olması aranmaz. Hadîs olduğu anlaşılınca, bir hadîs-i şerîf de yetişir. Çünki, Muhbir-i sâdıkdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen her habere inanılır. Azlık ve çokluk, ölçü ile anlaşılır. Az ve çok olması, ne ile ölçülecekdir. Kıymetli hadîs kitâblarında, bunlar için bulunan hadîs-i şerîflerin sayısı, başka şeyler için olanlardan dahâ çokdur.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gizli kalması lâzım olan birçok şeyi, Huzeyfet-ibni Yemâna söyledi. Bu zât ve Ebû Hüreyre “radıyallahü anhümâ” buyurdular ki: (Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, âlemin yaratıldığı zemândan, yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize bildirdi. Bunlardan bildirilmesi câiz olanları bildirdik. Örtmesi lâzım olanları, sakladık, bildirmedik.) Bildirilenlerin hepsi de, belki bizlere gelememişdir. Bizlere gelmiyen hadîs-i şerîflere, yok denemez. Bununla berâber, Melâhime kitâbları, dînin temelini kuran kitâblardan değildir. Sakınılacak şeyleri bildirmekdedir. Böyle kitâblarda, mübâlaga bulunur ve sakınmak, böyle mümkin olur. İslâm dîninin sağlamlığı, Melâhime kitâblarının doğruluğuna bağlı değildir ki, kitâbların yanlış olması, dîne bir ayb ve kusûr olsun. Bu kitâblar, târîh gibidir. Târîhler, elbette böyle olur.

Sehâvînin (İmâm-ı Ahmed, üç kitâbın aslı yokdur demişdir) dediğini yazıyorsunuz! Bu Ahmed, imâm-ı Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh” olmasa gerek. Çünki, böyle büyük bir imâm, bir kalemde (Üç kitâbın aslı yokdur) demez. Bu büyük âlimler, şübheli yerleri ayırırlar. Bir kitâbın hepsi yanlışdır demezler. Bununla berâber, Melâhim, Megâzî [ya’nî harb târîhi] kitâbları, islâm dîninin kıymetli kitâblarından olmadığı için (Melâhim hakkında, hiç doğru hadîs kabûl etmiyor) sözünün bir ehemmiyyeti yokdur. Şunu da bildirelim ki, kabûl etmemek, yok olduğunu bildirmez. Yok olan şeyler, isbât edilemez. Çünki, yokluğu gösteren şâhid bulunmaz.

Sehâvînin bildirdiğine göre: (İmâm-ı Ahmed “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tefsîr-i Kelbî) başdan başa yanlışdır demiş). Yukarıda bildirdiğimize göre, (Tefsîr-i Kelbî) zâten dînin temel kitâbı değildir. (Mukâtil tefsîri) de böyledir.

Şevkânînin (Tefsîr-i Hakâyık [Sülemî]) gibi, sôfiyye tefsîrleri, tefsîr değildir, dediğini yazıyorsunuz. Yukarıda tefsîrler için verilen bilgi, bu tefsîri de içine almakdadır. Sôfiyye-i aliyye büyükleri, tefsîr diye birşey yazmamışdır. Te’vîl diyerek yazmışlardır. Bunların sâf zihnlerine gelen ilhâmlar, Allahü teâlânın dilediği bilgiler olabilir denilmişdir. Bunların sözleri, vicdâna bağlı şeylerdir. Bunlara inanmak, vicdân sâhiblerinin vicdânlarına bırakılır. Başkaları için sened olamaz. Ya’nî, îmân olunacak şeyleri isbât etmezler ve amel ve ibâdetleri gösteremezler. Onların hâlini, onları tanıyanlar anlar ve onların yüksek derecelerine erişenler bilir. Şevkânî gibi kimseler, bu derecelerden çok uzakdır. Şevkânînin sözü bunlara karşı sened olamaz. (Onlarda, bâtınî tefsîrler çokdur) diyorsunuz. Bâtın demekle, bâtıniyye mezhebi söylenmek isteniliyorsa, bu mezhebdekiler, zâten yoldan çıkmışdır. Eğer bâtın âlimlerini demek istiyorlarsa, bu sözü, söyliyenin yüzüne çarpmak lâzımdır.

[Şihristânînin (Milel-nihâl) kitâbı, Mısr, Hind ve Londrada arabca basdırılmış, latince, ingilizce ve başka dillere çevrilmişdir. Türkçeye, Nûh bin Mustafâ “rahmetullahi teâlâ aleyh” tarafından çevrilmiş olup, kırküçüncü sahîfesinde diyor ki: (Şî’î mezhebi yirmi fırkadır. Onsekizinci fırkası, İsmâ’ilî fırkasıdır. Bu fırkaya, Bâtiniyye de denir. Çünki, bunlar, Kur’ân-ı kerîmin zâhirî, ya’nî anlaşılan ma’nâsı olduğu gibi, bâtınî, ya’nî gizli, iç ma’nâsı da vardır. Bâtınî ma’nâsı lâzımdır, zâhirî ma’nâsı lâzım değildir diyorlar. Bu ise küfr ve ilhâddır, ya’nî doğru yoldan sapmak, ayrılmakdır. Çünki, islâm âlimlerinin hiçbir sözüne inanmıyorlar). Bunlara (Şî’î) de denmez.]

Mektûbunuzun bir yerinde, Şevkânînin (İbni Abbâs tefsîri, aslâ tefsîr değildir) dediğini yazıyorsunuz. İbni Abbâs tefsîri diye bir kitâb yokdur. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”, kitâb yazmadı. Kendisi, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” kıymetli sohbetlerine devâm etmiş ve Cebrâîl aleyhisselâmı görmüş ve Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında, en âlimlerinden biri olarak tanınmış olduğundan, hadîs-i şerîfler için olduğu gibi, ba’zı âyet-i kerîmeler için de beyânâtda bulunmuşdur. Tefsîr âlimlerimiz, bu yüksek beyânâtı alarak, tefsîrlerini süslemişlerdir. Bu tefsîrlerin ise, pek yüksek derecede olduğunu, islâm âlimleri, sözbirliği ile bildirmekdedir. Şevkânînin sözünü düzeltmek lâzımdır. Bunu düzeltmek için de, yüksek olan (Üsûl-i hadîs) ilminin ince kâ’idelerini bilmek lâzımdır. Şevkânînin bu derecelere erişmiş olması ise belli değildir. Çünki, o makâmlarda bulunsaydı, büyük âlimlerin üsûllerine uymıyan sözde bulunmazdı.

Sa’lebî tefsîri, ya’nî (Keşf-ü beyân) ismindeki tefsîr için de, yukarıdaki îzâhları gözönünde tutmalıdır. (Vâhidî tefsîri) de böyledir.

Zemahşerî, mu’tezile mezhebinde idi. Bunun için, (Keşşâf) tefsîrinde, murâd-ı ilâhîyi anlamakda, yine yukarıdaki îzâhat göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak, Zemahşerî, Kur’ân-ı azîm-üş-şânın mu’ciz olduğunu anlatmakda; esâs, sened olan belâgat ilminin âlimlerinin en yüksek derecesinde olduğundan, Ehl-i sünnetin tefsîr âlimleri, Kur’ân-ı kerîmin belâgatini anlatan kısmları, onun tefsîrinden almışlardır.

Kâdî Beydâvî ise, “beyyedallahü vecheh” [Allahü teâlâ onun yüzünü nûrlandırsın demekdir] ismine ve düâsına yakışacak kadar yüksekdir. Müfessirlerin baş tâcıdır. Tefsîr ilminde, en büyük makâma yükselmişdir. Her meslekde seneddir. Her mezhebde önderdir. Her düşüncede rehberdir. Her fende mâhir, her üsûlde bürhân, önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam, kuvvetli ve yüksek tanınmışdır. Böyle derin bir âlimin tefsîrinde mevdû’ hadîs var demek, büyük bir cesâretdir. Dinde derin bir uçurum açmakdır. Böyle sözleri söyliyenin dili, inananın kalbi, dinliyenin kulakları tutuşsa yeridir. Acabâ, bu büyük ilm sâhibi, mevdû’ hadîsleri sahîhlerinden ayıramaz mı idi? Evet diyenlere ne demelidir? Yoksa, hadîs uyduracak kadar ve böyle yapanlar için, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği ağır cezâlara aldırış etmiyecek kadar, dîninin kuvveti ve Allah korkusu yok mu idi? Yokdu demek, ne kadar şenâ’ât, çirkinlik olur. Böyle söyliyen kimsenin dar havsalası, kalın kafası, bu hadîs-i şerîflerdeki ma’nâları çok gördüğünden, bir çâre arayarak, mevdû’ demekden başka çâre bulamaz. Sırası gelmişken, mevdû’ hadîsleri anlatalım:

Mevdû’ kelimesinin, bir lügat ma’nâsı, bir de, ıstılâh [ya’nî her ilme mahsûs, ayrı bir] ma’nâsı vardır. Ya’nî, (Üsûl-i hadîs) ilminin verdiği ma’nâsı vardır. Lügatde, mevdû’, bir yere sonradan konulmuş, uydurma demekdir. Ya’nî, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek ağzından çıkmayıp da, bir zındık, bir münâfık, bir yalancı tarafından iftirâ olarak konulmuş ve hadîs denilmişdir. Bu ise, iki yol ile anlaşılabilir. Birincisi: Hadîs-i şerîfin sâhibi olan Fahr-i Rusül “sallallahü aleyhi ve sellem”, (bu benim hadîsim değildir), ya’nî, bunu ben söylemedim, demesi iledir. İkincisi: Nübüvvetin ve risâletin başladığı günden beri, âhırete teşrîf edinceye kadar, hergün, Resûlullah efendimizin yanında bulunup, her sözüne, her hâline, her huyuna, titizlikle dikkat ederek, yazılanlar arasında, bu mevdû’ hadîsin bulunmaması ile anlaşılır ki, bu yol ile de anlamak elbette mümkin değildir. O hâlde, nasıl mevdû’ denilebilir? Böyle söze kimse kıymet vermez.

Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvetinin başladığından vefâtına kadar, mubârek ağızlarından sâdır olan her söz ve sükûn ve hareketleri hep hadîsdir. Hadîs ilmini ta’rîf ederken, (Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerini ve hâllerini bildiren ilmdir) buyurmuşlardır.

(Üsûl-i hadîs) isminde başka bir ilm dahâ vardır ki, bu ilmin üsûlleri, metodları ile, hadîs-i şerîflerin nev’leri, çeşidleri ayırd edilir. Mütevâtir, meşhûr, sahîh, hasen, merfû’, müsned, mürsel, da’îf [za’îf], mevdû’ ve dahâ birçok hadîs çeşidlerinin ayrı ayrı ve uzun ta’rîfleri, îzâhları, tesbitleri, kitâblar doldurmakdadır. Herbir hadîsin şartları, kaydları vardır. Bu geniş bilgiler, ancak üsûl-i hadîs ilminde, ictihâd derecesine yükselen büyük âlimlere “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mahsûsdur.

Hadîs ilmi büsbütün başkadır. Üsûl-i hadîs ilminde müctehid olan bir âlim, bir hadîsin mevdû’ olduğunu isbât edince, bu ilmin bütün âlimlerinin de, mevdû’ demesi lâzım gelmez. Çünki, mevdû’ diyen müctehid, bir hadîsin sahîh olması için, lüzûm gördüğü şartları taşımıyan bir hadîs için, benim mezhebimin üsûlünün kâ’idelerine göre, mevdû’dur der. Yoksa, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” sözü değildir demek istemez. Ya’nî, hadîs-i şerîf denilen bu sözün hadîs olması, bence anlaşılmamışdır demekdir. Bu âlime göre hadîs olmaması, hakîkatde hadîs olmadığını göstermez. Hadîs üsûlü ilminin başka bir müctehidi de, hadîsin doğru olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, hadîsdir, mevdû’ değildir diyebilir. O hâlde, Şevkânînin, (ba’zı tefsîrlerin hadîsleri mevdû’dur) demesi ile mevdû’ olmaz. Meselâ Şevkânîyi, hadîs üsûlü ilminde müctehid tanısak da, onun mezhebinin (Üsûl-i hadîs ilmi) kâidelerince, hadîs olduğu meydâna çıkmamış olur ise de, mevdû’ hadîs olduğunu hangi cesâretle söyliyebilir. Din büyüklerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” karşı böyle sözlerde bulunmanın çirkinliği meydândadır. Meşhûr dört mezheb arasında ayrılık bulunması, sözlerinin yanlış olacağını göstermediği gibi, hadîsler için de böyle düşünebilirsiniz! Böyle şeyler, ictihâd işi olduğundan, bir müctehidin mevdû’ demesi ile, hakîkatde mevdû’ olması lâzım gelmez.

(Ebüssü’ûd tefsîri), Beydâvînin ve Zemahşerînin tefsîrinden ve (Tefsîr-i kebîr)den alınmışdır. Zât-ı âlîniz, Tefsîr-i kebîri hiç yazmamışsınız. [Tefsîr-i kebîre (Mefâtîh-ul-gayb) da denir. Onüç cilddir. Fahreddîn-i Râzî yazmışdır.]

Selefden bildirilen tefsîrlere güvenilemez sözü, hiç doğru değildir. Ba’zı hadîslerin mevdû’ olduğunu anlatmak için gösterdiği delîl, şâhid, (Münâzara) ilmine göre, kendi yanlışını meydâna çıkarmakdadır. Hele, sûrelerin fazîletini, kıymetini bildiren hadîs-i şerîflere mevdû’ demesine, lâ havle... okumakdan başka cevâb verilmez.

Evet, zındıklar, hadîs diye, ba’zı sözler uydurdu. Ehl-i sünnet âlimleri, bunları ayırıp, çıkardı. Şimdi din kitâblarımızda bunlardan hiç yokdur.

(Hâzin tefsîri), [Bu tefsîrin ismi (Lübâb-üt-te’vîl fî me’ânit-tenzîl) olup Alâüddîn-i Bağdâdî yazmışdır] ve (Rûh-ul-beyân) tefsîri, dahâ ziyâde birer va’z kitâbıdır. Bunlardaki hadîs-i şerîfler, nihâyet za’îf hadîs olabilir. Za’îf hadîsler, ibâdetlerin fazîletlerini, sevâblarını bildirmekde kıymetli olabilir. Dînin temel bilgileri bu tefsîrlerden alınmaz. İslâm dîninin esâsları için, bu kitâblar sened olmaz. Va’z ve hutbe kitâbları ve tesavvufun aşağı derecelerinde bulunanların kitâbları, nutk ve konferans gibidir. Böyle kitâblarda sened, vesîka aranmaz. Bundan dolayı, mevdû’ hadîsden başka, her çeşid hadîs yazabilirler. Dînin temeli olan kelâm kitâblarında ancak kuvvetli hadîs-i şerîfler delîl ve sened olur. Fıkh, ibâdet kitâblarında ise, âhâd hadîslerden ve za’îf ve mevdû’ hadîslerden başka hadîsler delîl ve sened olur. Sevâbının çok olduğu za’îf hadîslerle bildirilen ibâdetler yapılabilir. Mevdû’ hadîs ile ibâdet yapılması, harâm, belki küfr olduğunu, (İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh” abdest düâlarında bildirmekdedir.

(Câmi’-us-sagîr) ve (Câmi-ul-kebîr) kitâblarının [bunlar, büyük hadîs kitâblarıdır] sâhibi, Celâleddîn-i Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hadîs ilminde imâmlık derecesine çıkmışdır. Bunun ve imâm-ı Muhammed Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” kitâblarında aslâ, bir mevdû’ hadîs yokdur.

Bir hadîsin mevdû’ olduğunu bildiren kimsenin, herşeyden önce, üsûl-i hadîs ilminde müctehid olması lâzımdır. Böyle bir müctehid, üsûl-i hadîs ilminin kâ’idelerine göre, bir hadîsin mevdû’ olduğunu isbât ederse, yalnız onun mezhebinde mevdû’ olur. Üsûl-i hadîs ilminde müctehid olan başka âlimlerin mezheblerinde de, mevdû’ olması lâzım gelmez. Bu âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle hadîsleri, kitâblarında, sahîh hadîs olarak yazar. Müslimânlar da, onu hadîs olarak tanır.

(Hayât-ül-hayvân) kitâbının sâhibi, Muhammed Demîrîdir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. (Kısas-ı enbiyâ) [imâm-ı Alî bin Hamza Kisâînindir] ve (Müstatraf) [(Müstatraf fî külli fenni Müztezraf) ismindeki bu kitâbı, Muhammed bin Ahmed Ebşîhî yazmışdır] ve (Enîsül-celîs) [bu kitâbı Alî bin Hasen Hullî yazmışdır] ve (Hazînet-ül-esrâr) kitâbı [Muhammed Hakkî yazmışdır] ve (Tuhfet-ül-ihvân) [Kur’ân-ı kerîm okumak hakkında olup, Halîl bin Osmân yazmışdır] ve (Mekârim-i ahlâk) [ibni Ebiddünyâ yazmışdır] ismindeki kitâblar, dînin temelini kuran kitâblar değildir. Bununla berâber, bu kitâbların sâhibleri büyük olduğundan, kendi mezheblerinde mevdû’ olan hadîslerin bulunmaması lâzım gelir. Mevdû’ diyenlerin kendi mezheblerinde mevdû’ olsa bile, mevdû’dur diyerek, âlimlerin inceden inceye gözden geçirdiklerini kıymetden düşürmek lâzım gelmez. Böyle, dışardan görenlerin safsataları ile, dîn-i islâm lekelenmez. Hadîs-i şerîflere mevdû’ diyen bir kimse, bir hadîsi eline alıp, delîl, şâhid ve sened ile mevdû’ olduğunu isbât edebilmelidir.

[Cehenneme gidecek olan yetmişiki fırkanın adamları ve münâfıklar, zındıklar, Ehl-i sünneti parçalamak ve kendi kötülüklerini örtmek için, birçok hadîs-i şerîfe mevdû’ demişlerdir. Ehl-i sünnet tanınan ba’zıları da, bu düşmanların kitâblarına aldanıp, birçok sahîh hadîsleri, mevdû’ sanmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarını kavrıyamayıp düşmanlara aldananlardan biri de, Aliyy-ül-kâridir. Çok kitâb yazmış, kıymetli kitâbları şerh etmiş ise de, (Ehâdîs-ül-mevdû’at) kitâbında, sahîh hadîslere mevdû’ demişdir. Din düşmanlarına aldanarak, en kıymetli kitâblardaki sahîh hadîs-i şerîflere mevdû’dur diyenler, din düşmanlarına, dîn-i islâmı yıkmağa yardım etmiş oluyor].

(Tahzîr-ül-müslimîn) ismindeki bir kitâbın doğru olduğuna hiç inanmıyorum ve perde arkasından, dîni yıkmak için söylenen yalanlar olduğunu anlıyorum.

Mektûbunuzun birinci sahîfesinin sonunda yazılı kitâblar, dînin temel kitâbı değildir. [Bu kitâblardan biri (Dürret-ün-nâsıhîn) olup, Osmân Hopavî yazmışdır.] Birisi de (Ettergîb-vetterhîb) adlı hadîs kitâbı olup, İsmâ’îl Isfehânînindir. Aynı ismde bir hadîs kitâbını, Abdül’azîm yazmışdır ki, bu kitâbı İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” medh etmekdedir. Biri de (Acâ’ib-ül-Kur’ân) ismindeki kitâb olup, Mahmûd-i Kirmânî yazmışdır. İslâm dîni, bu kitâbları müdâfe’a etmez. Çünki, ne kendileri, ne de yazanları, din âlimlerince yüksek tanınmış değildir. Bununla berâber, bunlardaki hadîslerin hepsinin veyâ birkaçının mevdû’ olduğu söylenemez. Herbir hadîsin, ayrı ayrı mevdû’ hadîs olduğunu isbât etmek lâzımdır. Mevdû’ hadîs bulunsa da birşey lâzım gelmez. Dînin temelleri bu kitâblar üzerine kurulmuş değildir. Ayb ve kusûr, kitâbların sâhiblerine âid olur. Sâhibleri de, dinde söz sâhibi, üstün kimseler olmadığından, bunlara karşı söylenilecek sözlerden din lekelenmez.

Tesavvufcuların bildirdiği hadîslere mevdû’ diyenler, eğer tesavvuf büyüklerinin bildirdiklerine karşı söyliyorlarsa, bu sözlerinin hiç kıymeti olamıyacağından, onlara bir cevâb vermeğe değmez. O büyüklerin dinden bildirdikleri her haber, doğru, sağlam ve senedlidir. Yok eğer tekke şeyhlerine ve tarîkatcilere karşı söyliyorlarsa, istedikleri kadar söylesinler, biz onları müdâfe’a etmeyiz.

(Rahmânın cezbelerinden bir cezbe, bütün insanların ve cinnîlerin sevâbları gibidir) hadîsini, Muhammed Emîn-i Tokâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri (Sülûk) risâlesinde bildiriyor. Bu risâle, Süleymâniyye, Dâr-ül-mesnevî, [169] numarada mevcûddur. Hadîs olduğu, (Ma’rifetnâme)nin üçyüzseksenaltıncı sahîfesinde de yazılıdır. (Nefsini tanıyan Rabbini tanır) hadîsini (Künûz-üd-dekâık) onbirinci sahîfesinde yazmakda ve (Deylemî) “rahmetullahi teâlâ aleyh” de bulunduğunu bildirmekdedir. (Letâif-ül-minen)de, Ebül Abbâs-ı Mürsînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bunun hadîs olduğunu bildirdiği ve yapdığı uzun te’vîli yazılıdır. (Keşf-ün-nûr) birinci sahîfesinde ve (Salât-ı Mes’ûdî), bunun hadîs olduğunu açıkça yazmakda, ve (Kendi aczini anlıyan, Rabbinin azametini anlar) şeklinde tefsîr etmekdedir. İbni Teymiyyenin ve Zerkeşînin ve Abdülkerîm ibni Sem’ânînin buna Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzînin sözüdür demeleri, hiçbir esâsa dayanmamakdadır. Bunun hadîs olduğu (Salât-i Mes’ûdî)nin onüçüncü bâbında da yazılı olduğunu (Fıkh-ı Gîdânî) fârisî şerhi bildiriyor.

(Dünyâ sevgisi, bütün günâhların başıdır) hadîsdir. [İmâm-ı Münâvî ve Beyhekî bunun sahîh olduğunu bildirmekdedir.] Dünyânın ne demek olduğunu bilmiyenler bunu kabûl etmiyor.

(Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunların yalnız biri Cennete girecek, ötekilerin hepsi Cehenneme girecekdir) hadîsinin sahîh olduğunu, (Şerh-i mevâkıf) sonunda yazıyor. (Milel-nihâl) kitâbı tercemesinde, (Sünen) ismindeki hadîs kitâblarını yazmış olan hadîs imâmlarından dördünün, bu hadîsi, Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” rivâyet etdiğini bildiriyor. Büyük islâm âlimi, şeyhul-islâm Ahmed Nâmıkî Câmî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Miftâh-un-necât) ve (Üns-üt-tâibîn) kitâblarında, bu hadîsi yazmakdadır. İmâm-ı Rabbânî ve imâm-ı Gazâlî gibi müctehidler de, bu hadîs-i şerîfi yazıyorlar. Bu hadîs-i şerîfe herhangi bir kimsenin mevdû’ demesi, güneşi balçıkla sıvamak gibidir. Her hâlde, Ehl-i sünnet düşmanlarının inkârıdır.

(Ümmetimin âlimleri, İsrâîl oğullarının Peygamberleri gibidir) hadîs olduğunu İmâm-ı Yâfi’î, (Neşr-ül-mehâsin) kitâbında ilmin kıymetini anlatırken bildiriyor. Birçok kitâblarda, meselâ imâm-ı Rabbânînin (Mektûbât)ının 268 ve 294. cü ve üçüncü cildinin yüzyirmibirinci mektûblarında ve (Letâif-ül-minen) kitâbı başında açıkca yazılıdır. Abdülganî Nablüsînin (El-hâmilü fil-fülk) kitâbında da yazılıdır. Bu kitâb, Süleymâniyye kütübhânesinin (Es’ad efendi) “rahmetullahi teâlâ aleyh” kısmında [3606] sayıda vardır. (Ebrârın ibâdetleri, mukarreblere göre günâhdır) hadîsdir. [Bu hadîsi, Ebû Sa’îd-i Harrâzın (Âriflerin riyâsı, mürîdlerin ihlâsından dahâ iyidir) sözü ile karışdırmamalıdır.] (Mü’minin artığı şifâdır) hadîsdir. (Dünyâ, âhıretin tarlasıdır) hadîsdir. [İmâm-ı Münâvî ve Deylemî, bunun sahîh olduğunu bildiriyor.] Ma’nâlarını bilmiyen kimse, karşı gelmekden başka çâre bulamıyor. (Vatan sevgisi, îmândandır) hadîs olduğunu, (Mesnevî) bildiriyor. (Küntü kenzen mahfiyyen...) hadîs-i kudsî olduğu, (Mektûbât)da ve (Kenz-i mahfî)de ve (Lâ Yase’unî Erdî...) hadîs-i kudsî olduğu, ikinci cild, 76. cı mektûbda yazılıdır.

Tesavvufun yüksek derecelerinde bulunanların bildirdiği hadîs-i şerîflerin hepsi sahîhdir. (Delâil-ül-hayrât), hadîs kitâbı değildir, düâ kitâbıdır. Düânın mevdû’ olmasının ne demek olduğunu bilemiyorum.

(İhyâ) kitâbı, imâm-ı Muhammed Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (İhyâ-ül’ulûm) kitâbı ise, bütün âlimlerin söz birliği ile, doğru ve yüksekdir. Bir gayr-ı müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslimân olmakla şereflenir.

(Kût-ül-kulûb) kitâbı ve (Behcet-ül-esrâr-fî-menâkıb-il-ahyâr) kitâbı [Bunu Alî bin Yûsüf yazmışdır. Tesavvuf büyüklerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hâl tercemeleridir] dînin temel bilgilerini bildiren kitâblar olmadığından, müdâfe’a etmiyorum.

Dünyânın yaratılmasını anlatan hadîslere mevdû’ demek, mechûle taş atmak demekdir. Her hadîsin sahîh olup olmaması uzun tedkîk ister. Akla uyup uymamasının bir kıymeti yokdur. Dînimiz, nakle dayanmakdadır. Nakl doğru olunca, inanmak lâzımdır.

İbrâhîm aleyhisselâmın zevceleri hakkındaki hadîs, mevdû’ değildir. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek kalbinin çıkarılıp temizlendiği doğrudur. Dünyâya gelirken sünnetli olduğu görülmüşdür. Bütün Peygamberler de “aleyhimüsselâm” böyle idi. Peygamberlik mührü bulunduğu doğrudur.

(Esnelmetâlib] kitâbı, İbni Hacer-i Mekkînin kitâbı ise, söz götürmez, elbette doğrudur ve seneddir ve çok sağlamdır. Eğer diğerleri ise, ehemmiyyeti yokdur.

Şa’bân ayının onbeşinci gecesi için hadîs sahîhdir. Receb ayının üstünlüğü de böyledir. Mi’râc vardır. Fekat hangi gecede olduğu kesin olarak belli değildir.

[Muhammed Rebhâmî “rahmetullahi aleyh” fârisî (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbında buyuruyor ki, (Mi’râca inanmıyanlar çeşid çeşiddir:

Cebriyye fırkasının ikinci kısmı olan (Cehmiyye) ile mu’tezile fırkasının onikinci kısmı olan Kâ’biyye, mi’râc yokdur dedi. Mu’tezile fırkası, mi’râc rü’yâdır dedi. Zemânımızda, mu’tezile fırkasını taklîd edenler çoğalmakdadır. (Bâhilî) fırkası ise, mi’râc, Kudüse kadar olmuşdur, göklere çıkmamışdır, dedi.

Allahü teâlâya cism diyenlerden (Haşeviyye) ve (Müşebbihe) fırkaları ise, mi’râc bir gece sürdü. Bu gece, üçyüz sene uzun idi. Bütün insanlar, bu kadar zemân uykuda kaldı dedi. (İbâhâtî), ya’nî İsmâ’ilî fırkasında olanlar, mi’râc, rûha oldu. Beden yerinden ayrılmadı dedi.

Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimleri buyurdu ki, mi’râc, rûh ve cesed birlikde olarak, Mekke-i mükerremeden Kudüse ve oradan, yedi kat göke ve sonra Sidre denilen yere ve Sidreden (Ka’be kavseyn) makâmına, uyanık olarak, gece, bir ânda götürülmüş ve getirilmişdir. Bunu yapan, Allahü teâlâdır ve ancak O yapabilir, dedi ve çeşidli şeklde isbât etdi). Yalnız rûh ile olan başka mi’râcları da vardır].

Terâvîh nemâzlarını bildiren hadîs sahîhdir. İnsanların en iyisi arab olduğu ve Kureyş ve Hâşimîlerin üstünlüğü, hadîs-i şerîflerde bildirilmekdedir.

[(Basîret-üs-sâlikîn) de, ba’zı sahîh hadîs-i şerîfleri yazarak, Süyûtî, bunların aslı yokdur dedi diyor. Hâlbuki, İbni Âbidîn, yevm-i şekde oruc tutmağı anlatırken buyuruyor ki, (Hadîs âlimlerinin aslı yokdur demesi, bu hadîsin merfû’ olmasının aslı yokdur demek olup, mevkûf hadîs olduğunu bildirmekdedir.)]

(Râbıta-i şerîfe) risâlesindeki yazılar çok dikkat ile okunursa, öteki süâllerinizi de çözmüş olursunuz! Râbıtaya inanmıyan, râbıtanın ne demek olduğunu bilmiyenlerdir. Bin sene içinde gelen Hanefî âlimlerinin çoğunun kitâbında, (Râbıta) anlatılmakdadır. Buna inanmamak, Hanefî âlimlerine inanmamakdır. Bunlara karşı gelenlerin, önce müctehid olması, sonra o büyüklerin derecesinde olması lâzımdır. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden ma’nâ çıkarmak, herkesin yapacağı iş değildir. Müctehid olmak şartdır. Câhillerin, evet, hayır demesi, hakîkatleri değişdiremez.

İnsanların birbirine yardımı, ancak şefâ’at ile olacakdır. Rûhlardan yardım beklemek, bütün müslimânlar ve bütün insanlar arasında âdet hâlini almışdır.

Efendim! Ramezân-ı şerîfde, ancak bu kadar yazabildim. Dahâ geniş bilgi almak istiyen ile ferahlı bir günde, uzun zemân görüşmek lâzımdır. Fekat, insâflı ve tahsîlli olmak lâzımdır. Çünki, inâdcı ile konuşulamaz. İmâm-ı Alînin “radıyallahü anh”, Hasen ve Hüseyne “radıyallahü anhümâ” yardım etmemesini anlamak için, görüşmemiz lâzımdır. Ma’zûr görmenizi istirhâm eylerim.

28 Ramezân 1347 [m. 1929]
Abdülhakîm


Bu bağçede benim için, ne gül, ne lâle var,
bu pazarda ne alış veriş, ne de pâra var,
ne kudret ve tesarruf ve ne mal, ne de mülk var,
ne derd, ne zevk ve ne de merhem, ve ne yâre var,
bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var?

Vücûd, lutf-i ilâhî, hayât, rahmet-i Kerîm!
ağız, atıyye-i Rahmân, kelâm fadl-ı Kadîm!
beden, binâ-yı Hudâ, rûh, nefha-i tekrîm,
kuvvet, ihsân-ı kudret, duygular, vaz’ı Hakîm,
bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var?

Bu dünyâda gerçekden, benim hiçbir şeyim yok,
ne varsa hep Onundur, mülkünde şerîki yok.
Cihâna gelip gitme, benim de elimde yok,
bu benimdir demeğe, güvenecek sened yok,
bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var?

Varlığım bir görünüş, rûhum bir emânetdir,
ben demek bile, Ona, pek çirkin bir şirketdir,
kula düşen vazîfe, sâhibe itâ’atdır,
bana (kulum!) demesi, lütûfdur, inâyetdir,
bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var?

Benim fakîr ve muhtâc, gınâ, ihsân Hakkındır,
(adem) benim sermâyem, vücûd, hayât Hakkındır.
Ezel, ebed ve hem de, kahr, galebe Hakkındır,
dünyâda ve ukbâda her görünen Hakkındır.
Bu dünyâda bilseydim, ben neyim, hem neyim var?

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.