Sâmiha AYVERDİ

MÜLÂKATLAR- Sâmiha AYVERDİ




Mehmed Abdülkâdir Diyamandi[1]

Rüştü Bey[2]

Fahri Cantürk[3]

9 Nisan 1947

Yaman Dede— Efendim size hem teşekkür, hem de tebrik etmek isterim. Elinizde tuttuğunuz meş’ale bütün cihâna nûr saçıyor.

S. Ayverdi— Allah kimin eline ne vermişse ancak tuttuğu odur. Kimsenin elinde birşey yoktur ve olmadığını bilmesi lâzımdır.

Yaman Dede— Âmennâ!… Hiçlik gibi güzel nasip ne vardır?

S. Ayverdi- Hazreti Mevlânâ da öyle buyurmaz mı?

Hurrem ân k’în acz ü hayret küt-i o’st
Der dü âlem hufte ender zıll-i dost

“Bu acz ve hayret kendisine gıdâ olan kişiye ne mutlu!
O iki âlemde de sevgilinin gölgesinde uyumuştur.”, Mevlânâ, C. VI, Beyit 4827.



Yaman Dede— Şu dakikada bulmakta güçlük çekiyorum. Yine Hazreti Mevlânâ’nın bir beyti vardır. Evet evet buldum:

Ateş est în bang-i nây u nîst bâd
Her ki în âteş ne-dâred rıîst bâd

(Bu nâyın sadâsı ateştir; her kim ki onu tutmazsa yok olsun.)
“Bu neyin sesi ateştir, hava değildir. Her kimde bu ateş yoksa yok olsun!”, Mevlânâ,  Mesnevî,C. I, Beyit 9



S. Ayverdi- Evet, yokluk… Dünyaya gelişin hakîki gayesi. Bizde, bizim olan ne var ki? Hepsi ârizî ve muvakkat. Eğer bunu bilsek bir çok dâvalar kendiliğinden hallolmuş olur. Fakat bu da, her istîdâda nasib olmuyor. Yine Mevlânâ Hazretleri:

Sîne hâhem şerha şerha ezfirâk
Tâ be-gûyem şerh-i derd-i iştiyâk

 “Ayrılıktan parça parça olmuş bir sîne isterim, tâ ki özleyiş derdini söyleyeyim .”, Mevlânâ,  Mesnevi\C. I, Beyit 3



buyurmakla, o iştiyak derdinin nasıl şerha şerha olmuş bir sîneye nasib olduğunu bildiriyor ve sonra “Cezbetü’n min cezebâti’r-Rahmân tüvâzîame- le’s-sekaleyn”‘ nin[4] de mânâsı: Her amelin başının Hakk’ın aşkı olduğunu meydana koymuyor mu?

Yaman Dede- Zaman olur ki beni bu aşkın boğazladığını, kanımı döküp canımı aldığını, ama yine bir başka canla dirilttiğini hissederim. O bir zevk, bir cezbe, bir hâl ki, ne dile gelir, ne târife… Mürşîde teslim olmak… “Haydi meydan senindir” dediği halde yine bende kalmak ne zevkli şey… Ben o zevkin elinde bin kere öldüm, bin kere dirildim. Hazreti Mevlânâ’ya âşık olduğum zaman on üç- on dört yaşımda idim. Hocam derste bu sultandan bahsettiği zaman bütün zerrelerimin titrediğini duydum. İşte o gün bu gündür… Ama hocam ehl-i aşk değildi; lâkin kendi hasta olmayıp mikrop taşıyan bir kimse gibi beni gayr-ı kâbil-i şifâ bir derde, binbir Lokman’ın mübtelâ olmak için can vereceği bir derde giriftar etti. Seneler geçti. Ben bir Hıristiyan çocuğu olduğum halde arkadaşlarımın iştirak etmedikleri din derslerine giriyor, Arabî Fârisî öğreniyor ve Mevlânâ için bir çerağ gibi yanıp tutuşuyordum.

Beş sene evveline kadar Müslüman olduğumu herkesten sakladım. Yine de bir emr-i mânevî olmasaydı gizlenirdim. Fakat öyle bir işaret aldım ki, ne cam kaldı ne perde… Her sırrım fâş oldu; resmen ihtidâ ettim… Bu defa da bana çok bağlı olan karım ve kızım Müslüman oluşumu hazmedemediler; pek çok muzdarib oldular. İkisi de benden ayrılmak kararını verdiler. “Peki” dedim; “bizde İllallah yok, eyvallah var. İsterseniz evinizden değil, bulunduğunuz şehirden de giderim. Ben öyle bir zevke gark olmuşum ki, bunun yanında her şey sönük kalır.” Onların bu ızdırabı beni de çok muzdarib etti. Uzun zaman acı çektim. Bir gündü; dostlarımdan birine gitmiştim. Beni kütübhâne odasına aldılar. Bir kitap çektim. Açtığım ilk sahifede şu satırlar yazılı idi: “Eğer kabz ve celâl terakkiyi mûcib olmasaydı, Âdem bast ve cemâl cennetinden niçin uzaklaşırdı?”

O anda yüreğime bir ferah geldi ve ızdırabımı orada bıraktım. Şimdi avukatlık hemen yapmıyor gibiyim. Muhtelif mekteplerde edebiyat hocasıyım. Talebelerimi evlâdlarım gibi severim. Onlar da bana aynı muhabbetle bağlıdırlar. Dame de Sion’dan bir talebem: ”Siz bizi öyle ihyâ ediyorsunuz ki, sanki derslerinizde bir başka dünyada yaşıyoruz.” dedi. Geçen gün de bir başkası: “Eğer evim, anam, babam olmasaydı size baba diye dört elle sarılırdım” deyince, kendi kendime Rabbimin cilvesine güldüm: “Okuttuğum çocuklar beni baba kabul etmek isterlerken, kendi evlâdım benden, dînimden ne kadar uzaklarda yaşıyor” dedim.

Karım da kızım da “Sen nasıl yaptın bu işi, nasıl yaptın?” diye uzun zaman şaştılar. Ben mi yaptım? Eğer bana olan işâret onlara da olsaydı, böyle bir suâli nasıl sorabilirlerdi? Sultânım bana aşkını giydirdi, her şeyden soydu, daha ne isterim?… Bağlanmak gibi güzel ve tatlı ne var ki? Bir insan mürşidine boynunu verdikten sonra, demin buyurduğunuz gibi, artık onun rızası yolunda hareket etmesi korkudan değil, haşyet ve sevgiden dolayı oluyor.

Siz Hanımefendi, bu memlekete ne büyük bir hizmet etmekte olduğunuzu asla tahmin edemezsiniz. Her mecliste, her dilde isminiz huşû ile anılıyor.

S. Ayverdi— Maalesef gençlik çok câhil, fakat o da mukadderâtm bir oyunu. Lâzım olan, taassubu bertaraf edip, dîni, cevher-i aslîsi ile içtimâî bünyenin temel direği olarak îkâ etmektir.

Yaman Dede— Taassubun en kuvvetli mücadele unsuru olan tekkelerin kapatılması, hareketlerin en yanlışıdır. Mâmâfih bu da bir mukadderât icâbı. İçten içe arayan yine aramakta, hattâ en umulmadık kimseler arasında…

S. Ayverdi- Bizim mensuplarımızdan bir Keldânî patriği vardı. Kendisi resmen kisvesini muhafaza etmekle beraber Müslümandı. Hattâ bir iş tâkibi için Harbiye Nezâretine geldiği bir gün, dostlarımızdan birinin kucağında “Sûre-i Yusuf’u” okuyarak vefât etti.

Yaman Dede- (Hayretle) Hayır, tanımıyorum! Fakat benim de bildiğim bir çok Müslüman papazlar vardır.

(Bu sırada kapı çalınarak salona Fâtih Kaymakamı ile Albay Fahri Bey girerler)

Rüştü Bey— Hanımefendi, biz civârınızda komşu sayılmakla beraber ve sizi görmekte, bir aydan beri hükümete gelmiş olduğum halde, ziyaretiniz için pek çok geciktik. Halbuki gıyâbî hürmetkârlarınız arasında biz pek ileride olanlardanız. Cihan size hayran!.

Yaman Dede— Cidden öyle… Bu gün kitapçıya bir Fransız gelip, Hanımefendi’nin eserlerini Fransızcaya tercümesi için müsaade isteyecekmiş, fakat ben bekliyemedim.

Rüştü Bey— Hanımefendi, vâki olacak suâllerimizden dolayı affınızı ricâ ederek, bize (Vahdet-i Vücûd) hakkındaki fikirlerinizi söylemek lütfunda bulunur musunuz?

S. Ayverdi— Bu çok geniş, çok derin bir bahis. Vardığı netice bakımından mütalea etsek nasıl olur efendim?

Rüştü Bey— Çok isabetli söylediniz; hakîkaten bu vâsî bahsi hülâsa olarak söylemek daha doğru.

S. Ayverdi— Vahdet-i vücûd, her zerre-i kâinatta Hakk’ın bir gûna tecellîsini görmekle izâh olunabilir. İnsanda, hayvanda, nebatta,… Mâdemki bu zuhûr âlemi Hakk’ın bâtından zâhire çıkışı, Cenâb-ı Hakkın: “Küntü kenzen mahfiy- yen feahbebtü en ü’rafe”[5] buyuruşunun bir maddî delilidir, şu halde bilinmek için mihrâb-ı zuhûra çıkmış olan bu varlığın hangi zerresine hürmetsizlik edilebilir? Misâl olarak vücûdumuzu ele alalım; kaşı, gözü, eli, ayağı, bütün hâricî ve dâhilî uzuvları ile bir insan birliğin şiddetli bir misâlidir. Bütün uzuvların vazifeleri ayrı, fakat netice itibârıyle her biri bütünün idâmesine yardımcı. Keza salonları, odaları, kilerleri, aralıkları, izbeleri ile bir evde de faydasız hangi köşe vardır? Tebâreke sûresinde bu mânâyı Cenâb-ı Hak Habîbine söyler. “…Ferci’l-basara bel terâ minfutûr, sümmerci’l-basara kerreteyn…”[6]

Rüştü Bey— Evet; Vahdet-i Vücûdu Muhiddîn Arabî pek güzel izâh eder: “Suda renk yoktur, fakat kabın rengine boyanmış görünür.” der.

S. Ayverdi— Yine Hazreti Muhiddîn:

el-Abdu Rabbün ve’r-Rabbü abdün Yâ leyte şi’rî meni’l-mükellefü [7]

buyurmakla vasattan yukarı idrâklere hitab etmiş olmaz mı?

Rüştü Bey— Hanımefendi, siz ne zamandan beri tasavvufla iştigâl ediyorsunuz?

S. Ayverdi- Yirmi yaşında yoktum.

Rüştü Bey— Ne gibi bir sâikle bu ihtiyacı duydunuz?

S. Ayverdi- (Mehmed Abdülkâdir Beye – Yaman Dede – dönerek) Beyefendi, suâlimi size devrediyorum, lütfen cevap verin!

Mehmet Kadir bey on üç yaşında iken, Hazreti Mevlânâ’nın halka-i muhabbetine girmişler. Günden güne artan bu aşk nihâyet kendisinde beş sene evvel, resmen ihtidâ şerefine nâil etmiş.

Rüştü ve Fahri Beyler- (Hayretle) Tebrik ederiz, tebrik ederiz efendim!…

Yaman Dede— Demin de Hanımefendi’ye arzettim, on üç — on dört yaşlarımda iken, Mevlânâ Hazretleri aşkını sunmakla beni benden aldı. O sultânın aşkı zinciri ile bağlı boynum, onun fermanı önünde yandım durdum.

Fahri Bey- Bakınız Rüştü Bey! Hanımefendi’den vahdet-i vücûdu sordunuz. Kendisi sizi mücessem misâl ile karşılaştırdı.

Yaman Dede- Daha çocukken tasavvufa karşı öyle meylim vardı ki, hocalarım “Diyamandi Dede” derlerdi. Hocam Mesnevîhan Remzi Efendi vardı:“Oğlum Mevlânâ bilinmez, fakat bilmek için uğraşılır” derdi.

***

Ken’an Büyükaksoy
Burhan Toprak[8]
Safiye Erol[9]
Ekrem Hakkı Ayverdi

24 Mart 1948

B. Toprak- Hanımefendi, İnsan ve Şeytan’ı okudum. Ne yüksek bir edebiyat kültürünüz var. Fevkalâde güzel bir eser. Ortada poze edilmiş bir fikir var. Fikir asla Türk edebiyâtında olmayan kıymet.

S. Ayverdi- Aramızda duygu ve düşünce iştirâki olduğu için beğenmişsiniz. Herkes için bu böyle değildir.

B. Toprak— Herkes bir ölçü olamaz. Bu gün yani yedi yüz sene sonra Yûnus Emre’ye dil uzatanlar, onu beğenmeyenler mevcut. Meselâ İsmâil Habib… “O dibi görünen sığ bir dere gibidir” diyor. Sığ bir dere, o umman için bu vasfı kullanabiliyor. Onu kezâ dar düşünce ile de itham edenler var. Halbuki “Ben yetmiş iki milletle berâberim” diyen bir fikir sâhibinde sosyalist ruh olur mu?

S. Erol- Ben yalnız bir kitabınızı okudum, Batmayan Gün. Derhal karşımda bir kıymet olduğuna hüküm verdim ve kitabın çok kuvvetli ve tehlikeli taraflarını işâret ettim. Sizi yüksek ve orta fikir muhîti tanıyor ve takdir ediyor. Bâb-ı Âli için belki meçhulsünüz, fakat esâsen onun kıymet hükmü sıfırdır; orada Kerîme Nâdirler, Esat Mahmutlar sürülür.

S. Ayverdi— Hanımefendi, hicapla ve özür dileyerek söylüyorum ki, sizin hiçbir eserinizi okumuş değilim. Onun için bu gafletimi affetmenizi ricâ ederim.

B. Toprak— Bizim edebiyatçılar ne kadar kolay yazıyorlar. Çünkü düşünmüyorlar, kafaları bomboş. Edebiyât-ı Cedîde denilen o devrin yâdigârları yâ Rabbi ne boş, ne korkunç bir taklit…

S. Erol- Biliyor musunuz Burhan Bey, Aşk-ı Memnû‘yu okuduktan sonra Emil Zola’nın (…) okudum. Temin ederim ki cümlesi cümlesine intihal yapmış.

B. Toprak— Bu adamlar düşünmek ıztırabına katlanmamışlar. Iztırap olmayınca da hiçbir şey olamaz. Fikret, bakarsınız devrin pâdişâhını yerden yere vurur, bakarsınız cülûsiye yazar, sonra Târih-i kadîm gibi bir hezeyan meydana koyar. Sanat ya bir iddiadır ya bir ispat.

Çok güzel yazıyorsunuz Hanımefendi, çok güzel…

S. Ayverdi- Müsâade ederseniz ben de son eserinizden aynı hayranlıkla bahsetmek istiyorum. Bu kitap size bir Rabbânî mükâfat olarak yazdırılmış.

E. H. Ayverdi— Bakınız, kardeşim kelimenin altını sulinye[10] ediyor “yazdırılmış” diyor.

S. Ayverdi— Evet, sizin mevkiinizde, sizin gibi fikrî ve içtimâî mevkîi bu yolda düşünmeye müsâit olmayan bir kimsenin şu eseri hakîkaten kendisi için bir nimettir.

(Ken’an Büyükaksoy odayı teşrif ediyorlar, tanışma merasimi yapılıyor.)

K. Büyükaksoy- Hoşgeldiniz hanımefendi, hoş geldiniz oğlum Toprak… Ben de size müştak idim. Muhabbetlerimiz karşılıklıdır. Ne güzel isminiz var; Toprak… Âdem’in yaratıldığı ve insanın secde ettiği toprak…

B. Toprak- Ne yapayım efendim, ben silinmek istiyorum.

K. Büyükaksoy- Silinme, toprak kal; toprak büyük şey…

B. Toprak- Atatürk devri idi. Soyadı kânûnu çıktı, baktım herkes türlü isimler alıyor. Büyükler büyüğü, ulular ulusu, mânâsına gelmiş türlü başı havada büyük isimler… Bu arada ben de taş, toprak olmaktan başka çâre bulamadım. Sonra benim idealime uygun eserleri böyle sıkışık zamanda neşretmek şansım vardır. Yûnus Emre‘yi DİN kelimesi ağza alınmazken millî eser diye yazdım ve maârif vekâleti satın alarak bastı.

K. Büyükaksoy- Şans değil Toprak oğlum, Allah’ın lûtfu… Bu defâki Ballar Balını Buldum ismindeki kitabınız da kezâlik Allah’ımın size bir lütf-ı mazharı. Mâdemki ballar balını bulmuşsunuz, mâdemki kovanını yağmaya vermişsin daha ne istersin?

B. Toprak- Efendim, ben Akademi’ye müdür olduğum zaman hocalar vazifeyi tâtil etmiş, elleri böğürlerinde oturup duruyorlardı. Yani yazı yazmıyorlardı. Kâmil Akdik’ler, İsmâil Hakkı Beyler, Necmeddin Efendiler hep yeni harf kânûnundan korkarak ellerine kalem almıyorlardı. Korkulan da mahkemeye verilmekti.

S. Erol— Affedersiniz Burhan Bey, hakları var. Geçen sene üstlerinde “Afiyet Olsun, Hoş Geldiniz” gibi eski harflerle yazılı bulunan kalıpları kullandıkları için kâğıt helvacıları mahkemeye verildi.

S. Ayverdi— Mezbûhâne bir telâş, bir acz hareketi.

S. Erol— Zâten zulmün üstünden bir tabaka kaldırın mutlaka altından acz çıkar.

B. Toprak— Neyse efendim, Vekâlet’ten her birine ayrı bir izin kâğıdı getirttim ve zavallılar yazmaya başladılar. Bu gün ben kânûna aykırı olarak eski harflerle yazı yazdırtıyorum, demektir.

Efendim, az evvel Hanımefendi’ye eserlerinin çok büyük kıymeti olduğundan bahsediyordum.

K. Büyükaksoy-Öyledir oğlum, öyledir… Size de ne mutlu ki şu hayat gürültüsü içinde lâzım olan sesi duymuşsunuz. Bu dünya bir muhârebe meydanıdır. Kurşun kime isâbet ederse o gider. Binâenaleyh elde fırsat varken ondan istifâde etmeye bakmak lâzımdır. Şu dakîkada burada toplanmış bulunuyoruz. Ama yarın için de yine aynı sûretle toplanabileceğimize elimizde bir senedimiz var mı?

Bana müsâade oğlum Toprak… Haydi Ekrem!.

B. Toprak— Efendim tekrar görüşmek için bize müsâade buyurur musunuz?

K. Büyükaksoy— İnşaallah, oğlum inşaallah. Siz bana nasıl müştak iseniz ben de size öyle…

(Ken’an Büyükaksoy, Ekrem Beyle çıkarlar…)

S. Erol— Yeni hazırlıklarınız var mi Hanımefendi?

S. Ayverdi— Evet. Bir tâne bitmiş, bir tâne de tebyîz edilen iki kitabım var.

S. Erol— Hep aynı çerçeve içinde mi düşünüyorsunuz?

S. Ayverdi— Evet; asla bu sâhadan dışarı çıkmak istemem.

S. Erol— Fakat kendinizi, sıfatınızı tahdit etmeyin, belki değişirsiniz.

S. Ayverdi— Burhan Beyefendi’nin demin söylediği gibi Yûnus Emre ile evvelce alay ederken, sonra hayran oluşları rûhun bir sûr ile uyanışı değil mi? Bence her hâdise bir şifredir ve zamânı gelince onları çözeriz.

S. Erol— Ben buna çözmek diyemeyeceğim; bizim ölçümüzdür belki, fakat sonsuzlar ölçüsünde o çözülüş bir merhaledir. Onun için tefsir diyeceğim. Meselâ, bu gün ben yaşıyorum, yarın öldüğüm zaman benim için belki bir son. Fakat rûhum için merhale…

B. Toprak— Bir son, bir müntehâ var Safiye Hanım, bir müntehâ var.

S. Erol— Öyle mi dersiniz Burhan Bey?

B. Toprak— Hanımefendi en son kitabınızı imzânızla berâber ricâ ediyorum.

S. Ayverdi— Peki beyefendi, takdim edeyim. Fakat daha evvel kitabınızı okurken ilâve ettiğim mülâhazalar ve üstünde durduğum noktalara bakmak ister misiniz?

B. Toprak— O!… (Gülerek) Siz benim düşmanım mısınız? Meydana çıkarmadık hiçbir kağıt bırakmamışsınız. Bakın Safiye Hanım, şurada hemen “te- sâdüf yoktur” cümlesi yapıştırılmış.

S. Ayverdi— Siz bir Şeyh Hüsnü Efendi, bir Osman Kemâlî Efendi olmadığınız için kitabınız beni bu derece alâkalandırdı.

B. Toprak- Hüsnü Efendi’yi tanır mısınız?

S. Ayverdi — Gıyâben…

B. Toprak- Çok severdim kendisini. Yûnus Emre’yi ezbere bilir ve def ile o kadar güzel çalıp söylerdi ki… Çok sohbet ettim kendisiyle… Bir gün yine gitmek istiyorum.

S. Erol- Bugün ev vaziyetim müsâit olsaydı berâber gitmemizi ricâ ederdim.

B. Toprak- Ama Beyefendi ile tekrar görüşmek istiyorum.

S. Erol— Beni de mahrum etmezsiniz değil mi Burhan Bey?

B. Toprak- Bir kere Hüsnü Efendi’ye Fransız sefiresini götürmüştüm. Evvelce kocası İran’da sefir olduğu için Farısîyi güzel öğrenmiş. Mesnevi yi okuyor ve anlıyordu… Hüsnü Efendi’den o kadar hazzetti ki… Üsküdar’a otomobille geçmedik; son vapur yedide, saat altı buçuk biz daha Üsküdar’ın tepesindeyiz. Birkaç defa ihtar etmeye mecbur oldum. Nihâyet bana: “Sıkıldınız galiba” demez mi?

Geçen gün Ömer Fevzi Bey’le görüşüyordum.

S. Ayverdi- Kadıköy’lü Ömer Fevzi Bey mi?

B. Toprak— Başka yoktur zâten.

E. H. Ayverdi- Bu zât için “Bible House” memuru diyorlar, hem de çok olarak.

B. Toprak— Kat’iyyen zannetmem. Ömer Fevzi para tama’ında olan bir kimse değildir. Yirmiden fazla kitabı vardır.

S. Erol- Yeşil Hoca’yı hiç tanıdınız mı Burhan Bey?

B. Toprak— Hayır.

S. Ayverdi— Onun hocası Sâlih Bey için çok samîmî bir kimse diyorlar.

B. Toprak— Derinliği olmayan bir adam.

E. H. Ayverdi- Olabilir. Fakat kardeşim de esâsen samîmî dedi. İşte Ömer Fevzi Bey bu Sâlih Bey’e aynı müessese hesâbına çalışmak teklifinde bulunmuş.

B. Toprak— Hiç zannetmem. Yalnız kendisiyle fikren mutâbık olmadığım noktalar vardır. Meselâ, o her dîne Haktır, binâenaleyh Mecûsî, Müsevî, İsevî, Müslüman birdir; bu ayrılığı kaldırmak için kitapların en faydalı kısımlarını alıp yeni bir terkip yapmak doğru olur, diyor.

S. Ayverdi- İslâmiyetin yaptığı zâten budur. Bir müslüman hem mecûsî, hem yahûdi, hem hıristiyan, hem de tekâmül etmek sûretiyle müslümandır.

S. Erol— Evet, İslâmiyet bu dâvâyı kökünden temizlemiştir. Onun için tekrar bir îtilâfa doğru gitmek gülünç olur. Çünkü o îtilâf yapılmıştır. Bana sorsalar, “Sen mecûsî misin?” diye, “Evet” derim. Sırasiyle yahudi, hıristiyan, müslüman olduğumu da söylerim. Bir tercih yap, derlerse müslümanım, derim. İslâmiyet büyük bir ruh merhalesi. Ondaki vüs’at ve kemâl hiçbir dinde mevcut değil…

E. H. Ayverdi- İşte Ömer Fevzi gibilerin maksadı dîne çok kurnazca darbe vurmaktır.

B. Toprak— Canım V.M.S. de çalışmış binlerce misyoneri ortaya salmış da ne olmuş? Kaç kişiyi Hristiyan yapabilmiştir? İslâmiyet’in öyle bir kendi kendini müdâfaa sistemi var ki kurşun işlemiyor. Bizde göz önünde gâvur olan bir Tevfik Fikret’in oğlu çıktı.

S. Ayverdi— İslâmiyet her türlü bayağı tazyikler ve propagandalardan müstağnîdir. Hazreti Ali’nin bir sözü vardır.

B. Toprak— Hazreti Ali neden diğer ashab arasında idealize edilmiştir.

S. Ayverdi- Lâyıktır da ondan.

S. Erol— Ne sûretle?

S. Ayverdi— Bir kere Hazreti Ali’nin her soluğu menfaatten ârî ve tamâmiyle hayâtı hasbîdir. Resûlullah’a onun gibi kim yardım etti ve hiçbir şey beklemeden canını fedâ etti?

S. Erol— Diğer ashâb-ı kiram büyük kimseler değil mi?

S. Ayverdi— Pek tabiî. Fakat güneşin henüz doğduğu zamanki hâliyle semti re’simize geldiği zamanki hâli bir midir? Nûr aynı nûr; fazîlet cihetiyle tefâvüt var, o kadar.

S. Erol— Burhan Bey biliyorsunuz Rûşen Eşref Bey saat beşte gelecek. Evvelce kendisine söz vermiş olduğum için beni mâzur görün, gitmeye mecbûrum. Fakat şu tatlı meclisi de bozmak istemiyorum. Siz kalınız ben gideyim.

B. Toprak— Mâdemki sizi ben getirdim, yine berâber gideriz.

S. Erol— Ama emin olunuz cidden mahcup oluyorum. Bana izin verin. Yalnız, Hanımefendi şu halde sizden bir gün ricâ edeyim, bize teşrîf edin. Konuşmamıza orada devam edelim.

B. Toprak- Evet, aynı şeyi ben de ricâ ediyorum.

S. Ayverdi— Şimdiden bir şey söyleyemeyeceğim. İnşaallah bir gün geliriz efendim…


Cemâl Bey[11]
Kemâl Bey[12]
Çerkez Hasan Mustafa Turgut
Nisan 1948

Cemâl Bey— Hanımefendi, bu memleket sizinle iftihar ediyor. Siz, bu memleketin yoksul rûhuna bir şifâsınız. Varlığınızın bir tek damlası dahî kaybedilmemelidir.

Ben bir müddettir ki vazîfe îcâbı İstanbul’da teftişte bulunuyorum. Ziyâretinize gelmek benim için bir borç oldu. Hasan Bey de ziyâretinize gelmek istedi. Gerçi kendisi ile aramızda büyük bir zihniyet farkı vardır. Fakat ben düşüncemle çarpışan fikre tesâdüf edince büyük bir haz ve saadet duyarım. Hasan Bey’le tamâmen ayrı ayrı fikir yolları tutmuş kimseler olmakla berâ- ber dostluğumuz vardır.

Ç. Hasan— (Gülerek) Evet Cemâl Bey îman sâhibidir, ben de dinsizim.

S. Ayverdi- Bir ağaç sâde meyva, sâde yaprak, sâde kabuk ve kökten ibâret değildir. Meyva da, yaprak da o ağaçta bir mevkî sâhibi olmak için mutlaka birbirlerinin varlıklarını hoş görmeye mecburdurlar; bu bir kemal ifâdesidir.

Cemâl Bey— Ben lise tahsîlimi Kayseri’de yaptım. Zamânında hocalarım tarafından çok şımartıldım. Söz ve şiirlerim ve yazılarım derhal beğenilir ve Kayseri gazetesinde neşredilirdi. Yine aynı kimselerle fikrî alış verişimiz olur; bana talebelikten üst bir mevkî vererek her zaman için husûsî imtiyazlarla alkışlanırdım. Gençlik tabiî, bu takdîr ve alâka hoşuma gidermiş. Fakat İmansızdım, orak darbesi altında muzdarib olur; fakat başka türlü tekâmül etmesine çâre var mıdır? Gıda olup insanlaşması yolunda bu cefâ onun için bir necat ve selâmet değil midir? Bırakalım beşeriyet Allah’ın irâdesi altında biçilsin. Izdırab, bu cihan sofrasının içinde en esaslı bir lokmadır.

H. Anıl— Size yalnız başıma gelmeğe cesâretim yoktu. Beyefendiye ricâ ettim, kabul ettiler. Böyle bir meclise ve böyle sözlere ne kadar muhtâcım. Ne tuhaf bu sene evimiz bile bir kilise yanında… Bazıları çan sesinden rahatsız olduğumuzu zannediyorlar. Halbuki çan çaldıkça ben Allah demek ihtiyacını duyuyorum.

S. Ayverdi— Bir gün Hazreti Ali yolda giderken durmuş çan sesi dinliyormuş. O size söyliyenler mizacında olan bazı kimseler: Çan sesi dinlenir mi? diye itirâz etmişler. Hazret o zaman: “O da Allah diyor, neden dinlenmesin?” buyurmuş. Dünyada Allah’ı anmıyan bir şey yoktur; elverir ki biz onu her yerde görüp duyacak istîdâdı kazanabilelim…




***

Necip Fazıl Kısakürek
4 Kasım 1945


N. F. Kısakürek— Af buyurun Hanımefendi, saatimden erken geldim. Fakat şuraya gelebilmek için ne müşkülleri, ne işleri geride bıraktım. Sizi görmeği cidden istiyordum. Bu benim için tasavvurunuzun üstünde bir zevk. Mecmuanın işleriyle o kadar bunalmış, onların içine o kadar batmış bir haldeyim ki arzularıma ve istirahatıma bir dakikamı ayıramıyorum. Artık bundan da anlarsınızki şurada bulunabilmek için ne içten bir kuvvet sarf etmiş bulunuyorum. “Mecmuayı bu defa nasıl buluyorsunuz”

S. Ayverdi- “Mükemmel bir orkestrasyon göze çarpıyor. Cidden muvaffak oluyorsunuz.”

N. F. Kısakürek-Matbaa ile uğraş, makine ile, mürettible, muharrirle uğraş… Hiç durup dinlenmeden uğraş. Fakat asıl mes’ele, muhtelif imzalara, muhtelif mevzulara, çeşit çeşit düşüncelere bir manevî hiza temin etmekte. İşte asıl orkestrasyon, bu saf birliğinde. Faraza Mustafa Şekib’de kokladığınız hava, Salih Murad’da da kuvvetli, hattâ Burhan Belge’de bile aynı çeşni. İlâhî bir bütün kuramadıktan sonra neden yorulup uğraşmalı ki, hayat demek bu demektir. Mecmuanın hangi köşesi alâkanızı daha fazla çekiyor?

S. Ayverdi— Tabiî Adıdeğmez’in[13] Halkadan Pırıltılar’ı…

N. F. Kısakürek- (Gâyet samîmi, adetâ ağızdan kaçarcasına): Zaten mecmua da o sahifenin aşkına çıkıyor. İnsanoğlu tasavvufu hakîki mânâsında bilmiş olsa, kendi için de dünya için de bundan üstün bir iş yapmış olmaz. Onlar, ama hakîki onlar, herşeydir. Her şey onlar içindir. İnsanoğlu için hakîki nesesite budur.

(Bir sözden bir söze atlamak ihtiyacıyle)

Size garib bir hissimden bahsedeceğim. Az evvel şu salona girdiğim zaman bir tuhaf oldum. Olmamalı idim, fakat oldum. Evvelki sene biraderinizin benim İngilizlerden para aldığım rivayetini söylemesi hatırıma geldi. O gün ne kadar üzülmüş, kendimden geçmiştim, hatırlarsınız tabîi. Halbuki sonradan bu hareketimden ne kadar utandım, kendimi ne kadar tâ’yib ettim. Pek tabîi ki bu frensizlik hoş bir kâr değildi.

S. Ayverdi— Kardeşim gâyet temiz kalpli bir insandır. Olduğu gibi konuşur. Esâsen bu türlü rivayetleri takbih zımnında böyle bir söz açmıştı.

N. F. Kısakürek— Ben neye üzüldüm biliyor musunuz? Hakkımda söylenenlere değil, asla asla değil. Kendi tahammülsüzlüğüme. Halbuki tasavvuf bir fantezi değildir; onun icâblarıyle âmel etmek lâzımdır. Ben bu cihetten biraderinize müteşekkirim; zîra bu acıyı tattırmakla, beni bir nefs muhasebesine sevk etmiş oldu.

S. Ayverdi— Siz, Halkadan Pırıltılar  da demek suretiyle, bürünmek istediğiniz manevî şekli ve İlâhî kıvamı anlatmış oluyorsunuz. Şu halde üst tarafıyle alâkadar olmamalı…

N. F. Kısakürek—Hanımefendi, ben hakkınızda birbirinden üstün sözler dinlemiş bir adamımdır fakat benim senseritemden şüphe etmemenizi rica ederek bir tecessüsüme cevap isteyeceğim. Bunu ağzınızdan dinlemek istiyorum. Siz, şüphesiz ki bir müntesibsiniz.

S. Ayverdi– Evet.

N. F. Kısakürek- Bu besbellice ben sizin yukardan aşağı, evsafınızın hayranı ve hürmetkârıyım. Ancak sizin kime bağlı olduğunuzu öğrenmek isterim. Bu benim için pek ehemmiyetli bir nokta. Gerçi ben herkesin maddî manevî setrine ehemmiyet verir hürmet ederim; fakat sizi yetiştireni görmek istiyorum. Bu hususta benim önüme düşünüz, beni kendisiyle görüştürünüz…

S. Ayverdi-Hocam kimseyi kabul etmez; fakat bir fırsat bulursam bu arzunuzu arz ederim,

N. F. Kısakürek- Ama beni af buyurun, bu hic tanımadığım zât hakkında en küçük bir rivayet duymuş degilimdir. Ben meçhule de hürmetkârım. Kendisini hiç, ama hiç tanımıyorum. Tanımak isteyişim, sırf sizi yetiştirmiş olması itibariyle bu derece ehemmiyetlidir. Şu anda bu zât, benim için bir (X)dir o kadar.

Arada şunu da söylemek isterim ki, insanoğlunda bütün meçhuller için ihtimaller gizlidir. İşte ben affınızı istiyerek bu ihtimallerden bahs edeceğim. Bazen mürşid iktidâ edilecek büyük bir kıymet, mürid, iktidâ etmesini bilmeyen bir heykel olur. Bazen mürşid iktidâya değmez bir zavallı olur da mürid onu o gözle görürse, neticede gene mürid kazançlı çıkar. Ama bazen mürşid de mürid de birbirlerini ikmal ve itmam eden kıymetler olur ki nûrun alâ nûr.

Ama dediğim gibi ben sizin bağlı olduğunuz zâtı tanımıyorum. Bu yüzden de kendisine payânsız hürmetim var. Ancak hatırıma geleni söylüyorum.

S. Ayverdi- Söyleyin, istediğinizi söyleyin. Görüyorsunuz ki bunlara cevap bile vermiyorum. Adamın biri: Benim Allah’ın varlığına bin bir yerde delilim var… deyince, dil ehlinin biri de: Öyle ise bin bir yerde şüphen var, diye cevap vermiş.

Ben hocamı , tenzihten de tenzih ederim. O, her türlü senâ ve sitâyişin fevkindedir.
N. F. Kısakürek— Bir müridin bir insan-ı kâmil için söyleyeceği söz…

Ama bakın size gene ne diyeceğim: Bir kâmil insan kendisini görmek talebinde bulunan bir kimseyi nasıl reddeder?

S. Ayverdi— Bir fikir veya fiil, çok defa bizim tefsirimize göre mânâ ve renk kazanır. Binaenaleyh, bir büyüğün ihtiyâr etmiş olduğu hayat tarzım da kendi zâviyemizden değil, kendi zâviyesinden seyretmemiz daha doğrudur.

N. F. Kısakürek— Mürşidiniz Nakşî midir?

S. Ayverdi— Hayır Rifâî.

N. F. Kısakürek— Mühim nokta. Siz Nakşîliği bilir misiniz?

S. Ayverdi— Ben bu işlerin içinde büyümedim. Esâsen Üstâdım da Tekke âleminden yetişmemiştir. Kendisi münevver bir Galatasaraylıdır.–“

N. F. Kısakürek— Asıl münevverlik tasavvuf ehlindedir. Bakarsınız koyunun sütü ile geçinen köylü ile kulübesi arasında yaşayan adam, bu hilkatten maksud, Peygamberin vücudu olduğunu ve Allah’ın her yerde sârî olduğunu bilmekle, âlim geçinenlerden daha üst, daha âşinâdır.

S. Ayverdi— Size şunu söylemek isterim ki, Üstâdımın bu cihanda hiç bir dâvâsı yoktur.

N. F. Kısakürek- Ama asıl dâvâ da dâvâsızlık değil midir?

(Bir sözden bir söze atlayarak) — Bizim dâvâmızı mukaddes bulmuyor musunuz? Bizim dâvamız, bir dâvâsız kimse için mukaddes değil midir?

S. Ayverdi— Üstâdım, her oluşu, her istîdâdı kendi mahiyeti itibariyle hürmete şayân görür. Fakat kendisi her kayıddan, her alâka ve arzudan beridir. Bir derviş, mürşidinin ahvâli sahifesi olmak itibariyle, eğer bende, benim iç ve dış gidişimde, bir yoldan çıkmaklık görüyorsanız, aynı hâli Üstâdımda da arayabilirsiniz.

N. F. Kısakürek- Hayır, hayır böyle üzüntülü düşünmeyin. İnanınız bana ki hiç tanımadığım ve hakkında tek kelime duymadığım bir meçhule, ancak hürmet beslemekteyim. Ellerinden öperim, beni lütfen kabul etsin, kendisi ile görüşmek istiyorum. Yahut isterseniz, pek yakında tekrar sizinle görüşelim, kendisini görmek sonraya kalsın.

S. Ayverdi- Ben de böyle düşünüyorum.

N. F. Kısakürek— Bu gün sizinle görüşmemiş gibiyim. Tasavvuf bahsi üstünde sormak istediğim geniş bahisler var ki, bu dar saate sığmaz. Şoför durmadan korna çalıyor. Bekletmeye mecburum; zîra dostum Burhan Toprak hastadır, onu ancak bugün hastahanede ziyaret edebilirim. Kendisi hoş ve kıymetli bir insandır.

S. Ayverdi- Evet Güzel Sanatlar Akademisi’ne müdür olmak hayli yorucu, bilgi ve zevke dayanan bir iş.

N. F. Kısakürek— Ben estetiğe son derece ehemmiyet veririm. İslâmiyet, sonsuz incelikler ve nüanslarla doludur. Birbirinin içinden geçe geçe birbirine zıd görünen ahenkler ve barışlardan yapılmış bir güzellik âbidesi. İşte Büyük Doğu‘da bunları tebârüz ettirmeğe gayret ediyorum.

S. Ayverdi— Fakat ne yazık ki gün günden anlayıcı ve muhatab azalıyor. Cemiyet, gerek idrâk ve irfan, gerekse fikir ve zevk seviyesi cihetinden sür’atle suküt ediyor.

N. F. Kısakürek— Ne yapayım. Benim vazifem, elimden geleni yapmak. Ötesine karışmam. Beni tasavvuf fantezisi yapmakta zan edenler çoktur. Ama inanınız ki ben içimden içimin tâ erişilmez derinliklerinden gelen bir mistikim. Bütün gayem Allah…

Kaynak: Mülâkatlar- Sâmiha Ayverdi , Kubbealtı, İstanbul 2005




[1]   Mehmet Abdülkâdir Diyamandi (Yaman Dede): 1888’de Talas’ta doğmuş, 1963’te vefat etmiştir. Mutaassıp ortodoks bir ailenin evlâdı olarak dünyaya gelmiştir. Ortaokulun üçüncü sınıfında Farsça dersinde Mevlânâ’nın şiirleri ile tanışması hayatında dönüm noktası olmuştur. 1907’de geldiği İstanbul’da Galata Mevlevîhânesi’ne devam edip, Ahmet Celâlettin Efendi ve Kayserili Ahmet Remzi (Akyürek.) Dede’den istifâde etmiştir. Hukuk tahsil eden Diyamandi, 1942’de İslâmiyeti kabul ederek Mehmet Kadir Keçeoğlu adını almıştır. İçinde taşıdığı mânevî aşktan dolayı yakın dostları ona Ahmet Remzi Dede’nin verdiği “Yaman Dede” adıyla hitap etmeyi uygun bulmuşlardır.

[2] Fâtih Kaymakamı.

[3] Albay.

[4]  “Rahman’ın cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin (pek çok) ameline denktir.”

[5]   “Ben gizli bir hazine idim de tanınmak istedim.”

[6]   “…Gözünü çevir de bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir bak…”, Mülk Sûresi 67/3-4.

[7]  “Kul Rabdır; Rab kuldur. Keşke mükellefin kim olduğunu bilebilseydim.”, M. İbnü’l-Arabî, Fütûhat, Mukaddime.

[8]  Burhan Toprak: 1906’da doğmuş, 1967’de vefat etmiştir. Sanat tarihçisi ve yazardır. Sorbonne’da felsefe tahsilinden sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi hocalığı, Akademi müdürlüğü ve MEB müfettişliği yapmıştır. Sanat tarihi, sanat felsefesi ve estetik konularında tercüme ve yazıları ile Yunus Emre Dîvanı üzerindeki çalışmalarıyla tanınmıştır. Yunus Emre Dîvanı isimli eserine “Büyük san’atkâr Ayverdi Hanımefendi’ye en derin hürmetlerimle”, Estetik isimli eserine “Orijinal mütefekkir Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’ye hayranlıklarımla”, Ballar Balım Buldum isimli eserine “Kardeş Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’ye en derin saygılarımla”, San’at Şaheserleri I isimli eserine de “Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’ye en derin hürmetlerimle” ithaflarını yazmıştır.

[9] Safiye Erol: 1902’de Uzunköprü’de doğmuş, 1964’te İstanbul’da vefat etmiştir. Felsefe doktoru ve yazardır. Tahsilini küçük yaşta gittiği Almanya’da yaptıktan sonra 1926’da İstanbul’a dönmüştür. Millî Mecmua, Her Ay gibi dergilerde yazılan çıkmış, 1938’de Kadıköyü’nün Romanı, 1944’te Ülker Fırtınası, 1946’da Ciğerdelen isimli romanları, 194l’de Selma Lagerlöften Portugaliye İmparatoriçesi ve 1945’te La Motte-Foque’den Su Kızı isimli tercümeleri yayınlanmıştır. 1951’de Ken’an Rifâî hakkında üç bölümlük felsefî incelemesi, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık kitabında yer almıştır. 1955’te Tercüman Gazetesi’nde son romanı olan Dineyri Papazı ile 1962’de Son Havadis Gazetesi’nde Peygamberimizin hayatından safhaları anlatan Çölde Biten Rahmet Ağacı isimli eseri tefrika edilmiştir. Ayrıca muhtelif gazete ve mecmualarda pek çok makalesi yayınlanmıştır. 11 Nisan 1949 da Ülker Fırtınası isimli romanını “Sevgili kardeşim, fikir arkadaşım Sâmiha Ayverdi’ye” şeklinde ithaf etmiştir.

[10] Altını çiziyor.

[11] Mülkiye müfettişi.

[12] Felsefe hocası.

[13] Necip Fazıl Kısakürek’in müstear ismi olup, Halkadan Pırıltılar daha sonra  kitapları arasında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.