JUDAİZM - Dr. Hakkı Açıkalın



JUDAİZM


Dr. Hakkı Açıkalın


Yahudiler hakkında binlerce kitap yazıldı. Bunlar arasında objektif olanlar da vardır, subjektif olanlar da. Bu kitap objektif olmayanlardan biri. Çünkü belli bir ideolojinin temsilcisi. Şu ana kadar ki İslam devletlerinde, Yahudiler haklarını muhafaza etmişler hatta ileri derecede taltif görmüşlerdir. Yahudiler’e bakış açımız demokratik normların dışındadır ve tamamen İslâmîdir. İsteyen istediği tenkidi yapabilir, bu tenkidler bizi bağlamaz. Önemli olan, ideolojimizle ve referanslarımızla ne kadar uyum içinde olduğumuzdur, gerisi laf-ı güzaf... Kitabın "bilimsel" olmak gibi bir kaygısı da yoktur; zira "bilimsellik" de ideolojik bir kategori normudur, aynı tarih biliminde olduğu gibi. Daha da ötesi, "objektif bilim" adı altında bize dayatılan da en nihayetinde Yahudi bilimi eşdeyişle Yahudi ideolojisidir. Bu kitap genel propaganda amaçlı olduğu için dili dar bir jargona sıkıştırılmamaya çalışıldı ancak yine de zaman zaman ağdalı analizlerle karşılaşacaksınız. Allahuekber....

"Ey İsrailoğulları! Benim sizlere ihsan etmiş olduğum nimetlerimi yad ediniz. Ve benim ahdimi yerine getiriniz ki, ben de sizin ahdinizi yerine getireyim. Ve, ancak benden korkunuz. Ve sizin yanınızdakini musaddık olarak indirmiş olduğuma iman ediniz. Onu ilk inkar edenlerden olmayın. Ve ayetlerimi az bir paha ile satmayın. Ve, ancak benden sakının. Ve, Hakk’ı, batıl olan ile örtüp karıştırmayın. Ve, Hakk’ı saklamayın. Halbuki siz bilirsiniz... Ey İsrailoğulları! Sizlere in’am ettiğim nimetini ve sizlere alemlere tercih ettiğimi hatırlayınız. Öyle bir günden korkunuz ki, o günde hiçbir şahıs hiçbir şahıstan dolayı hiçbir şey ödemez. Ve o şahıstan hiçbir şefaat kabul edilmez. Ve ondan hiçbir fidye alınmaz. Ve onlar ne de yardım olunurlar. Ve o zamanı yadediniz ki, sizi Allah-i Fir’avn’dan kurtardık. Sizi en kötü azab ile cezalandırıyorlardı. Oğullarınızı boğazlıyorlardı, kadınlarınızı da diri bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbiniz tarafından pek büyük bir imtihan vardı. Ve hatırlayınız o zaman ki, sizin için denizi yardık da hepinizi kurtardık. Fir’avn’ın alini de gark ettik, bir halde ki, sizler bakıp duruyordunuz. Ve bir vakit Musa ile 40 geceyi vadeleştirmiştik, sonra siz, zalimler olarak buzağıya tutunmuş idiniz. Sonra, bunu müteakip sizi affettik, gerekti ki, şükredesiniz. Ve o zaman Musa, kavmine: "Ey kavmim! Buzağıya tutunmakla nefsinize zulmetmiş oldunuz. Hemen Halik’ınıza tevbe edin, nefslerinizi öldürün. Bu sizin için, Rabb’iniz indinde daha hayırlıdır”, demişti. O Halik-ı Kerim de tevbenizi kabul etmişti. Şüphe yok ki, tevbeleri kabul eden, Rahim olan ancak O’dur. Ve yadediniz ki, siz: “Ya Musa! Sana iman etmeyiz, Allah Teala’yı aşikar görmedikçe”, demiştiniz de sizi yıldırım çarpmıştı. Siz ise bakıp duruyordunuz”. (Bakara suresi, 40-43,47-53. Ayetler)

Oxford Üniversitesi bilim adamlarından Norman Solomon diyor ki: “Biz Yahudiler, Hristiyanlar’a Şintoizm ya da Budaizm’e baktığımız gibi bakamayız”. Solomon haklı , Hristiyanlık, Yahudiliğe rağmen ortaya çıkan ve onunla çatışarak hatta onu yok sayarak varoldu. Bu, bir anlamda bir evladın anasını katletmesi gibi de algılanabilir. Yani, araya kan girmiştir. Bu dava 2000 yıla yakın bir zamandır, zaman zaman akut dönemlerle seyretmiş ve asla tükenmemiştir ve de tükenmeyecektir de. Öte yandan, İslam’ın, Yahudiliği analizi olayı biraz daha netleştirmiş ve dünya üzerinde, kendi peygamberlerine bu kadar zulmeden başka hiçbir kavim olmadığını tarihi verileriyle ortaya koymuştur. Bu cümleden olarak şunu kolayca söylemek mümkündür ki, Yahudilik, özünde yapayalnız bir ideoloji değildir. Yahudiler, bunun suçunu başkalarında aramak yerine Ben-i İsrail’de yani kendi köklerinde ararlarsa daha sonuç alıcı bir noktaya gideceklerdir. Bunları okuyanlar, bizim Yahudiler’e akıl vermeye çalıştığımızı düşünüyorlarsa bu da doğrudur çünkü akıl vermeye yetkin bir yerlerde duruyoruz. Sadece akıl vermekle de kalmıyoruz, uyarıyoruz da, İslam’la ve onun külliyatıyla oynanmaz, cüce kalırsınız. Milyon tane Qabbalah, bir o kadar Zohar ve Talmud, üstüne de bütün ideolojik-politik büyüleri ekleyin İslam’la mücadele edemezsiniz. Yok ederim diyenler buyursunlar, görsünler el mi yaman, bey mi?

Bir mütefekkir, "Dünyaya ‘SOYUN!’ emri geldi" diyordu. Bu şeklî ve enfüsi anlamda bir soyunmadır. Herkes eteklerindeki taşları dökecek ve gerekirse-ki muhtemelen gerekecektir- Armageddon (Kıyamet Savaşı) yaşanacaktır zira, yapmak için önce yıkmak, ortadan kaldırmak gerekir. Burada açık açık ifade ediyoruz ki, yıkacağız, yıkmalıyız. Yıkmayı da, kurmayı da hak ediyoruz, biliyoruz. Buna mecburuz, memuruz...

(*Armageddon kavramı, “Megiddo” veya “Mecid” kelimesinden köken alır . Hz. Süleyman’ın efsanevi savaş atlarının yetiştirildiği ahırların-haraların bulunduğu yerleşim birimidir).

İng: Jew weya Hebrew, Fr: Juıf veya Hebreu, Yun: E (Evreos), Arapça İbrani, Almanca Juden, Türkçe: Musevi, İbrani, Çıfıt veya Yahudi... Yahudiler bazen kendi kendilerine şu soruları sorduklarını söylerler: “Biz İsa hakkında ne düşünüyoruz?” ya da “Judaizm’de daha önemli olan nedir; iman mı amel mi?”. Ancak bu ve benzeri sualler, Judaizm hakkında fikir sahibi olmak açısından pek de anlamlı değildir. Judaizm’i, Judaizm’in kendisi gibi anlamak gerekir. Judaizm, kendisini İsa etrafında tanımlamaya çalışmaz. Öte yandan iman ve ameli de birbirinden ayrı görmez.

William Shakespeare şöyle sorar:

"Yahudliler’in gözleri yok mu? Elleri, organları, boyutları, hisleri, duygulanımları, tutkuları yok mu? Aynı yemeği yemiyorlar mı? Aynı silahların hedefi olmuyorlar mı? Aynı hastalıkların süjesi (öznesi) olmuyorlar mı? Aynı Yaz ve aynı Kış’ın, aynı soğuğuna ve sıcağına maruz kalmıyorlar mı? Aynı hristiyanlar gibi...”

Biz de soruyu tersten ve değiştirerek soralım:

"Hz. Muhammed’in yemeğine zehir koyan Medineli Zeynep Yahudi değil miydi? Hz. Muhammed’e Kabbala büyüsü yapanlar yahudiler değil midir? Hz. İsa’yı sapık, hain, katil, ilan eden yahudiler değil mi? Yahya Ayaş’ı, Fethi Şakaki’yi, onbinlerce Müslüman Filistinli’yi katledenler, Kumandan’a Kabbala büyüsü yapıp ölümünü sağlamaya çalışanlar yahudiler değil mi?, Mahir Çayan’ın ölüm emrini verenler yahudiler değil mi? Ölenlerin, mağdur edilenlerin, hakarete ve iftiraya uğrayanların elleri, gözleri, ruhları yok mu?”

Yahudi olmak nedir? gibi çok genel bir soruya nasıl yanıt verilebilir? Önce bir grup Hristiyan lise öğrencisinin kendilerini nasıl tanımladıklarına bir göz atmak faydalı olacaktır. Onlara göre Hristiyanlığı tanımlayan temel anahtar kavramlar şunlardır:

"Allah (Baba), Oğul (İsa), Kutsal Ruh (Nefyedilen Ruh, Mukaddes Nefes), Yeniden doğuş, Kurtarıcılık, Vaftiz, Affedicilik, Çarmıh, Dönüş (Dönme), Olumlanma, Göğe Yükseliş, Doğrulama, El yazmaları, İman, Aşk, Doğallık, Kutsal Birlik, İbadet, Güven, Dostluk, Arınma, Barış, Sonsuz Hayat, Öğrencilik...”

Yahudi öğrencilerin anahtar kelimeleri ise şunlardır:

"Allah (Zati, tarihi, İlke anlamlarında...), Torah (Tarik, giriş, öğrenim { Kanun yok...}), Mitzvah (Emir=Torah’ın pratik birimi), Averah (günah), Özgürlük, Teshuva (Allah’a dönüş), Tefilla (İbadet), Tsedaka (Doğruluk, centilmenlik, yardımseverlik, Arapça sadaka kelimesinin karşılığı), Hesed (Aşk, Esirgeme, Zerafet), Yetser Tov (iyi duyum, iyiye eğilim) bunun zıddı olarak Yetser Hara (Şeytan’a eğilim, Allah’a imansızlık), İsrael (halk, vatan , yurt)...

Hristiyan öğrencilerinin tanımları içinde Yahudiler’i en çok rahatsız eden kavramların, Oğul, Kutsal Ruh, Çarmıh, Kurtarma, Yükseliş ve doğallık kavramları olduğu saptanmıştır. Evet, onlara göre kurtarıcı olan, kutsal ruh olan, yükselen, doğal olan ancak ve ancak yahudilerdir. Oğul diye bir şey ise zaten yahudi şeriatında kabul edilmez. Yahudiler daha da ileri giderek, bu iki din arasında en ufak bir yakınlık olmadığını ileri sürerler ama Hristiyanlar “Eski Ahid” (Old Testament) ve “Yeni Ahid”i (New Testament) birlikte okumaya devam ederler yani hem Tevrat hem de İncil birlikte okunur. Yahudi ise böyle birşeyi kabul etmez. O tek başınadır, paylaşmaz.

Yahudilerin bir diğer iddiası da, kendi dini kavramlarının derin manalar içerdiği ve herkes tarafından anlaşılamayacağı hatta büyük bir bölümünün ancak ve ancak rabbiler tarafından anlaşılabileceği yani yahudiliğin oldukça mistik bir inanç olduğunu, onu anlamanın derin bir ilim ve tefekkür gerektirdiğini savunurlar. Bu iddia, büyük oranda da doğrudur ama neden böyledir? Böyledir çünkü olayları ve olguları daha kolay meşrulaştırabilirsiniz böylelikle. Arap öldürürsünüz, sonra da rabbileri konuşturup işin mistik ve karmaşık yönünü anlattırır ve halkın gözüne bunu hoş gösterirsiniz. Böyledir çünkü, yahudiler ve yahudi şeriatı ‘hep haklıdır’ ve diğerleri hep ‘haksızdır’. Böyledir zira ideolojinin amir hükmü budur.

Din, pratik hayata geçmediği sürece bir mücerret kavram olarak kalır ve sosyal hayatta, ancak kuşseverler derneği kadar değeri olur. Onu anlamlı kılan, “yer”deki etkinliğidir. Örneğin Hristiyanlık’ta bunu göremezsiniz. Kilisenin kendine biçtiği rol asla ideolojik değildir ya da bir diğer deyişle ideolojik olamamış, “hümanizm”, “kardeşlik”, “aşk”, “sevgi” vs gibi çok genel ve anlamı çok göreli kavramlar üzerine kendini bina etmeye çalışmış, bu nedenle de “hayır severler derneği” düzeyine gerilemiştir. Burada Orthodoksi’yi tamamen vuramamıştır ama diğer kiliseler neredeyse topyekün düzeyde harap olmuşlardır.

Buna karşın, yani Hristiyan pasifizmine mukabil, Judaizm had safhada aktiftir ve dünyayı kavrar, dünyaya anlam biçer ve onu yansıtır. Olayı bir “vicdan” hikayesine indirgemez, süreçlere müdahale eder ve onlar üzerinde tahakkümde bulunur. Yani Judaizm ayağını yere sıkı sıkı basar. Tabii ki, savaşır ve kendini yenmek zorunda hisseder, bundan başka çıkarı olmadığını bilir ve halkını böyle örgütler, kurumlarını böyle örgütler nihayet dünyayı böyle örgütler, bu yolda herşey mübahtır, kıyımlar, katliamlar, savaşlar dahil...

"Din asla soyut bir şey olamaz!” diyor bir yahudi düşünürü. Evet böyledir, onun (dinin) Allah tarafından ilham edilmiş ya da yazdırılmış olması müşahhaslığına halel getirmez ve bu durum ilanihaye böyledir. Ancak, ilahi metinler halka mutlaka, müşahhas açılımları doğrultusunda empoze edilmeli ve onları sürekli coşkulu ve aktif tutmalıdır. Bu coşku bitmez tükenmez, yeniden üretilen bir coşku olmalıdır. Durmamalı, sekteye uğramamalı, engellenmemeli ve dejenere edilmemelidir. 2000 yıllık yahudi tarihine bakıldığunda, bu idealin hep canlı tutulduğu ve yenilgilere rağmen sönmediği görülür, bu anlamda yahudi tarihi öğreticidir, ders verici, ibret vericidir. İyi okumalı, iyi özümsenmelidir. Her müslüman, en az kendi hakikatini öğrendiği kadar yahudi ideolojisini de mutlaka öğrenmelidir. Düşmanı düşmandan öğrenmekle mükelleftir. İşte 2000 yıllık yahudi tarihi bu örneklerle doludur. Gözler görsün, kulaklar işitsin.

Yahudiler’e göre, kendi öykülerinin (kendi dramalarının) 4 temel varlığı sözkonusudur. Allah, Torah (Yahudi pratiği), İsrael halkı ve onun etrafındaki dünya. İşte yahudi hikayesi bu 4 temel kavram etrafında kurgulanmıştır. Yani, gaye Allah’ın emrini yerine getirmek, yöntem Torah ideolojisi, uygulayıcı olan İsrael halkı ve sömürülüp ezilecek olan da diğer dünya halkları. Böyle anlayacağız ve yahudi kurgusunun bu 4 temel kavramını en derinlikli bir biçimde elden geçireceğiz.

Burada İsrael özne, dünya ise bütün boyutlarıyla nesnedir. Bu asla unutulmasın ve doğru anlaşılsın. Gerilimler, ilişkiler, çözüm ve çözümsüzlükler, trajediler, dramlar, içiçe geçmeler, altüst oluşlar hep bu muvacehede değerlendirilir. Günümüzde yahudi ideolojisi, eski yahudi tarikatlarını yahudiliğin garnitürü olarak görüyorlar. Buna da kanmamak gerekir. Doğruyu o eski tarikatların argümanlarında ve ilkelerinde bulmak daha kolay olacaktır. Hangi tarikatlardır bunlar? Esseniler, Sadukiler (Saduseenler), Samariyeliler (Samaritler), Yahudi-Hristiyan sentezcileri... Bu tarikatları mutlaka ciddiye almak gerekir zira onlar yahudilik-hristiyanlık geçiş döneminin ışık tutuculuğunu yapmaktadırlar. Onları öğrenmeden, kavşak noktasını anlamak çok zordur.

Yahudi ideolojisi, dini, toplumlan, tarihi süreçlerden, duygusal deneyimlerden ve entellektüaliteden ayrı tutulamaz, onların birer bağlaşığı gibi rol oynar. Bunlar arasında özellikle tarih özel bir yer tutar. Yahudi historiograflar (tarih yazıcıları) farklı görüşlere sahip olsalar da, ideolojilerine mutlaka en üst düzeyde sahip çıkmaya özen gösterirler. Bu anlamda budalavari bir objektivizmin yeri olamaz. Dünyanın neresinde olursa olsun, bir yahudinin gözü kulağı “Anavatan” da, kutsal topraklarda, Tel Aviv’de, Kudüs’te, Yafa’dadır. Hep oraya bakar, oradan gayrısı onun için bir anlam taşımaz, orası için gerekirse ölüme yatar, gerekirse malını mülkünü tüketir, gerekirse adam keser, gerekirse kişisel namusundan vazgeçer. Kutsal Toprak (Holy Land) namusu temel namustur. Onun önünde hiçbir namusun adı geçemez. Yahudi ideolojisinde her menkıbenin derinlemesine bir tahlili mutlaka yapılır, masal olarak, avutma olarak bir kenara atılmaz aksine tarihi bir dokümandır o. Otantizm ve dar gelenekçiliğe prim verilmez. Her ahlaki eylemlilikte, ilahi referans en belirleyici unsurdur. Yahudi için emfasis noktası Judaizm tarihidir! Göç her defasında öğretici olmuş, ideolojiyi pekiştirmiş, yahudi halkını pişirmiştir. Yahudi asla mültecileşmez zira onun kendine özgü bir korunma yöntemi vardır.

Yahudi yazarlar hep şu saptırmayı yapagelirler: Bir yahudi tanımı yoktur, zira siyahı var beyazı var, doğulusu var batılısı var, dindarı var dinsizi var, zengini var yoksulu var, dönme olanı var anadan doğma yahudi olanı var. O halde yahudi, kollektif bir tanıma sığmaz aynı diğer insanlar gibi. Bunun bir illüzyondan ibaret olduğunu ileride ideolojiyi incelerken net bir biçimde görebileceğiz. Örneğin Muharref Tevrat’a göre, Ben-i İsrael (İsrailloğulları) özel, Allah tarafından seçilmiş bir kavimdir (kavm-i necip’tir) ve dünyadaki herşey ve herkes onların emrine verilmiştir. Yahudi olmayanlar öldürülebilir, katledilebilir. Nitekim İsrail devleti de, yahudi şeriatını her defasında yerine getirmiş, Desir Yassin, Sabra ve Şatila ve daha nice kaliamlarda, hayvanlara varana kadar Muharref Tevrat’a sadık kalmıştır ve bundan sonra da kalacağı muhakkaktır, bakmayın siz, hem anadan hem babadan yahudi (kan bağı olarak) olan Yasir Arafat’ın barış anlaşmasına. Onun tıyneti bunu gerektiriyordu. Yanı yahudi tıyneti. Hiç duydunuz mu, Mossad’ın Arafat’a saldırdığını, onu öldürmeye teşebbüs ettiğini? Ne hikmetse hep devrimci ve Müslüman Filistin önderleri tasfiye edildi. Ama Arafat’a bulaşan kimse olmadı. Gören gözlere ithaf olunur. İsa en büyük düşmandır! O bir mürteddir! Yahudi, O’na ve inananlarına düşmandır, İslam’a ve Müslüman’a da düşmandır. Sanılmasın ki, Şintoizm’e, Brahmanizm’e, Hinduizm’e, Budaizm’e düşman değildir. Onlar daha tekamül edememiş olduğu için yahudi ideolojisinin acil gündeminde değildir. Sakın farklı anlaşılmasın. Yoksa, dünyada farklı inanç mensubu kim varsa hepsi yahudi şeriatının ilgi alanındadır.

Taktik ise hep aynıdır; Eziliyoruz, aşağılanıyoruz, toplum dışına itiliyoruz, öldürüyoruz öyleyse masum ve mazlumuz. Yani haklıyız, hatta sadece biz haklıyız. Haklı olduğumuza göre de, yaptığımız ve yapacağımız her eylem meşrudur, haklıdır. Klasik tavır. Tam yeri gelmişken Sabra ve Şatila Katliamı’na bir göz atalım. Bakalım kim haklı, kim haksız, kimin çarkı dönüyor kim eziliyor, katlediliyor, kim vandal kim hümanist:

EYLÜL 1982; SAVRA VE ŞATİLA KATLİAMLARI... YA DA “ERRARE HUMANUM EST” YANİ “BU BİR İNSAN HATASIDIR”...

14 Eylül 1982 tarihinde Doğu Beyrut’ta patlayan bir bomba ortalığı karıştırdı. Yaklaşık 50 kg. patlayıcının kullanıldığı patlamada bir bina yerle bir oldu ve bulunduğu semtte de büyük hasara yol açtı. Patlamanın meydana geldiği bina Parti Katayep (Hristiyan Falanjist Parti. Falanjistler Lübnan Marouni Kilisesine bağlıdırlar) binasıydı. Daha da önemlisi, iki hafta önce Lübnan devlet başkanı seçilen Beşir Cemayel, patlama sırasında aynı binada bir toplantı yapıyordu. Tsahal (İç güvenlik teşkilatı), yaralıları taşımak üzere bölgeye iki helikopter, ambulanslar ve çok sayıda sağlık görevlisi gönderdi. Akrafiyeh semti İsrail ordusuna bağlı askerler tarafından kuşatma altına alındı. Beşir Cemayel ve 24 kişi patlamada öldüler. Falanjist Parti tarafından yapılan ilk açıklamalar, Suriye’yi ve FKÖ’yü hedef alıyordu zira Beşir Cemayel, Filistin’de “fazladan” bir halk yaşadığını, bunların da Filistinliler olduğunu açıklamıştı. Bunun anlamı, onlardan kurtulunması gerekliydi. Aynı Cemayel, Lübnan’daki iç savaş sırasında İsrail ile İttifak halindeydi ve onlardan ayrı düşünmüyordu. Bazı yazarlar bu durumu, “Hristiyan-Yahudi Paktı” olarak da değerlendirirler. Cemayel’in seçilmesinden hemen önce, Menahem Begin, 82 yılının sonunda önce Lübnan’la bir barış anlaşması yapacaklarını deklare etti. Bu, şu demekti; Beşir Cemayel bizim adamımızdır ve onu önce Lübnan devlet başkanlığına getireceğiz daha sonra da oraya ilelebed yerleşeceğiz, yani Lübnan tamamen bizim olacak. Cemayel’in devlet başkanı seçilmesine, Ariel Şaron’un zaferi olarak bakılıyordu. Şaron, FKÖ’nün sonunun geldiğini de halkına müjdeliyordu, önce Cemayel seçilecek sonra “Filistinliler”, Cemayel’in askerlerine kırdırılacaktı. Cemayel’in seçilmesi birinci etaptı ve bu başarılmıştı. Sıra ikinci etaptaydı. Anti-Goliath yeniden harekete geçmişti. Ama evdeki hesaplarla çarşıdakiler arasında bir uyumsuzluk havası esmeye başladı. Bazı gazeteler, “Filistin’li David’le İsrail’li Goliath’ın savaşı"ndan sözettiler. O karambolde bunu tam olarak anlayan oldu mu bilinmez ama anlayanlar gülümsediler. Kısmete bakın ki, Filistin halkını da bir Yahudi yürütüyordu. Arafat’tan ayrılmaların temelinde de çoğu zaman bu vardı. Ama dışarıya fazla yansımıyordu. Cemayel’in, Sharonisme’in Ortadoğu’daki en büyük başarılarından biri olduğunu belirtmiştik. Bu kendiliğinden oluveren bir gelişme değildi kuşkusuz, öncesi vardı.

Cemayel, 1976 yılından itibaren İsrail tarafından eğitildi. Hatta 1970’lerin başından beri onlarla çok yakın ilişkiler içindeydi. 1977 yılından itibaren Likud şefleriyle Falanjist liderler periyodik olarak biraraya gelmeye başladılar ve bu biraraya gelişler aksamadan devam etti.

Cemayel’in ölümünden sonra, İsrail genelkurmay başkanı Rafael Eytan, “Şeyh Beşir bizden biriydi” açıklamasını yaptı. Eytan’ın açıklaması çok isabetliydi, Cemayel gerçekten de, İsrail’in en “sadık evlatlarından!” biriydi. Ancak, Cemayel de her ölümlü gibi hatalar yapabilir, verdiği sözleri unutabilirdi. Öyle de oldu. Devlet başkanı olduktan sonra, velinimetine verdiği sözleri hatırlamama eğilimine girdi. İhanet’in her yerde bir bedeli vardır, hele İsrail’de bu çok daha belirgindir. Bu gelişmeler başta Ariel Şaron olmak üzere bütün Yahudiler’i ciddi bir biçimde rahatsız etti. Her yol denendi, konuşuldu, ama olmadı. Cemayel resti çekti ve “Lübnan bağımsız bir devlettir” deyiverdi. Bu aslında “ölüm fermanını” kendi eliyle imzalamasıydı.

Bütün bu gelişmeler üzerine, İsrail, 50 km. derinliğinde bir güvenlik hattı çekeceğini ilan etti. Bu deklarasyonu, bir “Güney Lübnan Ordusu” kurulacağı açıklaması izledi. Güney Lübnan Ordusu kurulmakta gecikmedi ve başına bir diğer “İsraelophile” (İsrailsever) olan Saad Haddad getirildi. Haddad, Lübnan Ordusu’nun eski subaylarından biriydi ve Mossad ajanıydı. Tsahal, Lübnan Ordusu’nun Güney’e inmesine izin vermedi ve Haddad’ın rahat hareket etmesi sağlandı. Bütün bu provokatif politikalar sonuç vermedi zira Cemayel, “Time” dergisine verdiği demeçte, Lübnan’ın bütün bölgelerinde “detente” (yumuşama) istediğini belirtiyordu. Yumuşama ve İsrail kavramları ise birbirini iten kavramlardı. Bu sözler Cemayel’in belki de son sözleri oluyordu. Şaron, Cemayel’in tasfiyesinin gerçekleştiğini haber alır almaz, Batı Beyrut’u işgal kararı aldı. Aslında bu karar çok daha önceden alınmıştı ancak senaryo gereği Cemayel’in ölümünden sonra deklare edildi. ABD, Filistin’li yöneticilere, ABD’li, Fransız ve İtalyan askerlerinin denetiminde Batı Beyruttan çekilmeyi teklif etti. Ancak bu plan yürümedi daha doğrusu İsrail planın yürümesine engel oldu. Batı emperyalizminin bütün askerleri kuzu kuzu Beyrut’tan ayrıldılar eşdeyişiyle alanı boşalttılar. Herkes Barış Gücü denen soytarıların buraya Filistinliler’i İsrailliler'den korumak için geldiğini düşünmüş olabilir ama bunun böyle olmadığı, her zaman olduğu bir kez daha görüldü. Emperyalistler’in “kan”ları pahalı ve değerliydi. Ölmesi gerekenler ise, “ucuz kan!” sahipleri olan Filistinliler’di. Barış Gücü aslında bir “Kontr-gerilla” gücüydü ve İsrail’i anı anına, gelişmelerden haberdar ediyordu. Oysa, İsrail’in Beyrut’a müdahele etmesinden bir hafta önce, Ariel Şaron, ünlü İtalyan gazeteci Oriana Fllaci’ye, “Beyrut’a girmemiz için hiçbir neden yok” diyordu. Operasyon’un adı bile bu röportajdan çok önceleri konmuştu: “Demir Kafa”! İsrail, taşeron olarak klasik tercihini yaptı. “Falanjistler”! Bir Falanjist yetkili şöyle diyordu: “Ölü bir Filistin’li çevreyi kirletir, çözüm onları bu topraklardan tümden söküp atmaktır.” Bu tamamen Taroh felsefesiydi: Bütün yabancı unsurların, Kutsal Topraklar’dan söküp atılması! Yahudiler’den başka herkes de “Yabancılar” sınıfına giriyor. Bir Falanjist subay da şunları söylüyordu: “Sorun, şiddetle mi, katliamla mı başlamak sorunudur!”. Bir İsrail’li subay ise kuşkularını şöyle dile getiriyordu: “Falanjistler’e, Filistin kamplarına giriş izni vermek, tilkinin tavuk kümesine girmesine izin vermekten farksızdır.” Ama ne hikmetse, İsrail’li subay kendisini objektif bir gözlemci olarak kabul ediyordu oysa tilkiyi yönlendiren, yani kendisi çok daha acımasızdı. Falanjistler’in sicilleri çok kirliydi: 1978 Martında yürütülen Litani Operasyonu’nda da onlar kullanılmış ve istisnasız bütün halkı öldürmüşlerdi. Aslında İsrail bu yüzden Falanjistler’e başvuruyordu zira çok güvenilirdiler!

"Sabra", Arapça "kaktüs" anlamına gelir. İlginç bir tevafuk; Yahudi rabbileri, “sabra” kavramını, yani dışı dikenli içi sulu-sütlü bitkiyi, ideolojilerinin bir mecazı olarak değerlendirir, dikenlere (dış düşmanlara) en sert bir biçimde saldırmayı, süte (iç muhaliflere) mümkün olduğunca yumuşak-müşfik davranmayı esas alırlar.

Sabra ve Şatila katliamı Elias Hobeyka adlı bir “kasap” tarafından yürütüldü: Hobeyka 1976 yılında, Beşir Cemayel tarafından Güney Lübnan’a gönderildi. Beşir Cemayel de emri İsrail’den almıştı. Güney Lübnan’a gönderildiğinde 22 yaşındaydı ve psikopat düzeyinde hastaydı. İsrail, ona seri sivil cinayetler işletti. Bu sivil cinayetlerin sayısı 50 olarak tahmin ediliyor. Hobeyka, “Lübnan Askeri Kuvvetler Konseyi”nin koordinatorlüğünü de yapıyordu daha doğrusu bu göreve alet ediliyordu, aynı zamanda Mossad’ın da üyesiydi. Yardımcı komutanlıkları ise, Emile İd, Michel Zouein, Dib Anastase, Maroun Michalani, Joseph Edde ve “Jessy” kod adlı bir İsrail’li subay yürütüyordu. İlk katliamlar, Camille Şamun’un Ulusal Liberal Parti’si tarafından gerçekleştirildi. Saad Haddad da işinin başındaydı. En extrem sahnelerinin sergilendiği korkunç bir katliam yaşandı Sabra ve Şatilla’da. Hem Falanjistler’in hem de İsrail subaylarının, telsiz konuşmalarında, “Hepsini geberteceğiz”, “dizboyu kan dökülecek”, “ırzlarına geçmek serbest!” gibi cümleler gırla gidiyordu. Hristiyanlığın yüz karası ve alçaklığın, namussuzluğun timsali haline gelen Falanjistler’in uyguladığı vahşetler Müslümanlar açısından ibret vericidir ancak bu vahşetin arkasındaki esas güç Yahudi İdeolojisidir.

Kamplar, Merkava tanklarıyla çevrili. Nedir Merkava? İsrail ordusuna ait en modern tank gruplarından biri. Ne anlamı var? Şaşırtalım sizi: Hz. Muhammed Mustafa’nın Miraç’a çıkarken bindiği bidirilen “Burak”ın İsrail dilindeki muadili, yine Hint dilinde Thurakapalam ve Tibet dilinde Durakapalam kavramları da benzer anlamlara sahip. Peki İsrail neden Merkava diyor bu tanklara? Sıkı durun: Yahudiliğin Miracı için! Nereye huruç edecek Yahudi? Kutsal topraklara, yani Aden cennetini de içine alan topraklara. Bu ismin babası da İsrail Baş Rabbiliği’dir.

Kadınlar öldürülmeden önce tecavüze uğrarlar. Katledilen kadınlar arasında 12 tane de hamile vardır. Bir yahudi teğmen hamile kadınların katledilmesini şöyle meşrulaştırmaya çalışır: “Aksi takdirde gebe ladomşar terörist doğuracaklardı”. Yedioht Aharonoth gazetesi muhabiri Eytan Habir, Ariel Şaron’u kastederek şöyle der: “Katliam devam etti, çünkü birileri devam edegelen olaylarla ilgileniyordu!”. Erkeklerin cinsel organları kesilip ağızlarına konulur. İntisar İsmail adlı 19 yaşındaki Filistinli genç üstüste 15 kez kere tecavüze uğrar ve daha sonra da katledilir. Hastane yetkilileri bunu doğrulamaktadırlar. Yaralı mültecilere yardım ettikleri gerekçesiyle Dr. Ali Otman ve Dr. Sami Katip, 2 Filistinli hemşire, Suriyeli bir doktor ile Mısırlı bir görevli katledilirler. Gerek Falanjistler gerekse de İsrail askerleri, TV muhabirlerine açıkça konuşurlar: “Hepsini geberteceğiz”, “Bütün Arapları geberteceğiz”, “Analarını, bacılarını s.eceğiz onların”.

Aynı günler, ne hikmetse Yahudi yeni yılının kutlamalarına da denk gelir. Bebekler ise kafaları duvarlara vurularak parçalanmak suretiyle ya da vücutları ortadan ikiye bölünerek katledilirler. Bir Falanjist, Newsweek dergisinin muhabirinin kampları gezmek istemesi üzerine şöyle cevap verir. “İçeri giremezsiniz çünkü şu sırada onları boğazlıyoruz”. Washington Post gazetesi muhabiri olaylardan sonra şu haberi geçer: “Evler, sakinleri içerideyken buldozerlerle yıkılıp, tuzla buz edilmiş. Cesetler üst üste yığılmış, aralarında bebekler var. Küçük bir bahçede, sabit bakışlı bir bebeğin kafasının gözüktüğü yıkıntıların yanında, buğday çuvalı gibi iki kadın uzanıp yatıyor. Onların yanında kundak bezi içinde kafası ezilmiş bir bebek sırtüstü devrilmiş. Başka bir köşede, küçük bir çıkmazda biri 11-12 yaşlarında, diğeri ise birkaç aylık iki küçük kız çocuğu bulduk: Bacakları açık, kafalarında küçük birer delik öylece uzanmışlar. Oradan birkaç adım uzakta 422 ve 424 no.lu binaların duvarlarında 8 kişi kurşuna dizilmiş. Tozlu her dar sokak kendi hikayesini anlatıyor. Sokakların birinde 16 ceset birbiri üstüne yığılmış. Bu sokağın yanında, bir bina avlusunda, pamuklu elbiseli 40 yaşlarında bir kadın sırt üstü uzanmış kalmış. Kafasının görüntüsü berbat, gözleri kocaman açılmış. Göğüslerinin arasına bir kurşun sıkılmış. Küçük bir dükkanın yanında, 70 yaşlarında ihtiyar bir erkek kafası tozlar içine gömülmüş, eli sanki yalvarır gibi bir halde yıkıntılar içinde kalmış bir kadının ayakkabılarına doğru uzanmış yatıyor. Yakın mesafeden ateş edilerek öldürülmüş”.

Bazı cesetlerin altına, ölülerini toplamak isteyecek insanları da katletmek için, pimi çekilmiş el bombaları yerleştirilmiştir. Duvarlarda ise şu yazılara rastlanır: “Tanrı buradan geçti. İmza: Ketayib”. “Hepsinin g..üne koyduk”. “Analarını s.tik”. Katliam Talmud’a uygundur zira atlar, koyunlar, köpekler ve kadiler de öldürülürler. Öldürülen insanlar, Haç şeklinde dizilirler. İsrail başbakanı Menahem Begin ise şöyle buyuruyor: “Onlar, iki ayak üzerinde yürüyen hayvanlardır”.

Katliamın olduğu saatlerde, Ariel Şaron Yahudiliğin kazandığı zagerin şerefine kadeh kaldırmaktadır. Aynı esnada kendini telefonla arayan general Drori’yi de kutlar. An Nida gazetesi katliamı tek kelimeyle yorunlar: Naziler! Bir iddiaya göre ise, İsrail askerleri Falanjist üniforması giyerek katliamları gerçekleştirmiştir.

Bir Falanjist subay İstail TV’na şu demeci verir: “Yıllarca Filistinli öldürmeye devam edeceğim. Kamplarda 15 tanesini öldürdüm ve daha bitirmedim. Onlardan nefret ediyorum. Kendimi de bir katil olarak görmüyorum. Lübnan’dan defolup gidinceye kadar daha binlercesi katledilecek ve kalanlar da açlıktan geberecekler”. Subayın ismi Michel’dir ve İsrail ajanıdır.

5000’den fazla insan bu katliamda hayatlarını yitirdiler. Şatila’daki bir toplu mezarın başında bir kadın sürekli gidip gelmekedir. Aralarında 4 aylık bebeğinin de bulunduğu, ailesinden 13 kişi öldürülmüştür. Birden durur ve yere oturur, başından aşağı toprak dökmeye ve “Şimdi ben nereye gideceğim” diye ağlamaya başlar.

Bu katliam, Yahudilğin ne ilk katliamıydı ne de son olacaktı. Örneklemek gerekirse, Deir Yassin, Kibia (Batı Şeria’da, 1967 savaşından önce Ürdün ile İsrail’i ayıran ateşkes hattı yakınındaki bir Filistin kasabasıdır. 1953 yılında, 14 Ekim’i 15 Ekim’e bağlayan geceyarısı Albay Ariel Şaron komutasındaki 101. Bölüğün bu kasabaya yaptığı saldırı sonucu 132 kişi öldürüldü). Litani, Tell-el Zaatar ve nihayet Kürdistan...

Kendisi de bir yahudi olan William Shakespeare bu katliamları duysaydı acaba ne derdi?

Anadolu topraklarındaki judaist aktivite 1360’lı yıllara iner. 1363 yılında, “Ahi Loncaları” adı altında örgütlenen Yahudi sermayeye izin verildi. “Ahi" Arapça “kardeş” anlamına gelir. Hala, Müslümanlar dahil birçok kişi, özellikle İç ve Orta Anadolu’da varlığını sürdüren Ahi Ocakları’nın kendi halinde, dini bütün, masum insanlardan müteşekkil olduğuna inanır. Oysa bunlar Fütüvvi-Drüzi-Yahudi-Şaman karışımı bir esoterik (batıni) ideolojinin Anadolu’nun bağrına hançer gibi saplanmış olan kurumlarıdır ve tamamen Kemalist siyonizme hizmet etmektedirler; aynı Bektaşiler, Neo-Mevleviler ve İsmaililer gibi. “Ahi Loncaları” bir “Masonik örgütlenme” modelidir. Bu, Osmanlı orta burjuvasini de örgütün içine çekti. Görevi ise Osmanlı’nın gözde ordusu, “Kapıkulu Ordusu”nu finanse etmekti. Böyle bakıldığında, İspanyol Yahudiler’nin (Sepharadlar, judeoespagnol’lar) 1492 yılında Osmanlı topraklarına niçin kabul edildikleri daha rahat anlaşılabilir. Osmanlı, Yahudiler’in kaşına gözüne hayran olduğu için değil, onların ekonomik dehalarını bildiği ve kendi maliyesini onlara örgütletebilmek için kabul etti. 1500’lü yıllardan itibaren, Siyonizm, Avrupa’dan çok önce Osmanlı’yı kuşatmaya başladı. Osmanlı tarihinde, Yahudiler’e yönelik ne bir göç ettirme ne de bir tek infaz vardır. Koskoca tarih boyunca yaşanan tek olay Sabatay Sevi (zvi) mes’elesidir, o olay da hemen kapatılmıştır. TC’nin kuruluşuyla birlikte Siyonizm’in etki alanı daha da genişlemiş ve gücü katlanmıştır. Finans-kapital’i tamamen kontrol etmeye başlamışlardır. 1920-24 yılları arasında, 100 yabancı işletmeden 60’ı Yahudi kökenlidir. Bankalar ve fabrikalar onların elindedir. 120 milyon TL’lik Yahudi sermayesine karşı, Osmanlı’dan kalan milli sermaye (non-just) 18 milyon TL’dir.

TC’nin İsrail ile içiçe geçişinin bir başka boyutu TC’de yetişen üst düzet Yahudi bürokratlardır. Bunlara bazı örnekler vermek olasıdır. Prof. Dr. İsmail Hanukoğlu (İsrail eski başbakanı Binjamin Netanyahu’nun baş danışmanıdır), General Şlomo Gazit (İsrail ordusu istihbarat teoristyenlerinden, Moşe Dayan’ın beyinlerinden, Stratejik Planlama Dairesi eski başkanı, Yom Kippur Savaşı’ndan (1973) sonra İsrail Ordusu istihbarat şefi, Tel Aviv Üniversitesi Moşe Dayan Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin başkanı), Mordehay Gazit (Şlomo Gazit’in kardeşi, İsrail dışişleri bakanlığının eski diplomatlarından, 1994 yılında Ürdün kralı Hüseyin ile yapılan barış anlaşmasının teorisyeni), General Daniel Beeri (İsrail’in askeri baş hahamı), Prof. Dr. Yosef Chaaltiel (İsrail’in en tanınmış ressamlarından biri), Prof. Dr. Jak Yakar (Arkeoloji profesorü).

DÜNYADAKİ SAYILARI (BİLİNDİĞİ KADARIYLA)

ABD : 6.500.000, Almanya: 60.000, Arjantin: 300.000, Avustralya: 100.000, Avusturya: 15.000, Belçika: 30.000, Brezilya: 200.000, Britanya: 350.000, Bulgaristan: 10.000, Çek Cum: 120.000, Danimarka: 10.000, Erithre: 35.000, Estonya: 5.000, Ethiopia: 100.000, Fas: 20.000, Filipinler: 3.000, Finlandiya: 3.000, Fransa: 700.000, Güney Afrika Cum: 150.000, Gürcistan: 5.000, Hırvatistan: 7.000, Hollanda: 40.000, Irak: 4.000, İran: 125.000, İspanya: 15.000, İsrail: 5.000.000, İsveç: 20.000, İsviçre: 30.000, İtalya: 45.000, Kanada: 400.000, Kenya: 15.000, Letonya: 10.000, Litvanya: 10.000, Macaristan: 100.000, Meksika: 40.000, Moldova: 5.000, Mısır: 15.000, Norveç: 5.000, Peru: 15.000, Polonya: 50.000, Portekiz: 8.000, Romanya: 250.000, Suriye: 20.000, Şili: 25.000, Tanzanya: 20.000, Türkiye: 350.000, Uganda: 5.000, Ukrayna: 40.000, Urugay: 40.000, Venezuela: 25.000, Yemen: 3.000, Yeni Zelanda: 10.000, Yunanistan: 8.000, Zimbabwe: 4.000

Oysa onların gerçek nüfuslarını kimse bilmiyor, ancak kendileri biliyorlar. O yüzden, ancak kendileri kendilerini tanıyabiliyor...

YAHUDİLİK TARİHİ

Yahudiliğin tarihlenmesi farklı görüşlere göre ele alınır. Örneğin Yahudi miladı Hz. İbrahim’e (Abraham) indekslenecek olursa, onu İ.Ö. 18. Asır’a (-3800) taşımak gerekir. Buna göre yahuhilerin kadim babası olarak kabul edilir. Tabii ki, bu durumda Arap kavminin babası da Hz. İbrahim olmaktadır.

Kimileri ise, yahudiliği Hz. Musa’ya tarihler. Tam tarih ise Hz. Musa’nın Tur-i Sina’ya (Sina Dağı’na) çıkıp, Allah’tan gelen 10 emiri (The Ten Commandments ) almasıdır. Bu olay, Hz. İbrahim’den 400 ila 500 sene sonra (-3400 civarı) gerçekleşmiştir. Yani, İ.Ö. 13-14. Yüzyıllarda.

Bir başka kabule göre de, yahudiliğin miladı “Eski Ahid” (Yahudi yazmaları) tamamlandığı zamana tekabul eder. Bu, Hz. Musa’dan daha sonralarıdır.

Bazıları, yahudiliği, Hz. Adem ve Hz. Havva’ya kadar götürür ve onları da yahudi sayar. Buna bir tarih de verilir: Bazı yahudi uleması Hz. Adem’in yaradılış tarihi olarak, İ.Ö. 3760’ı gösterirler. Ne hikmetse Mason takvimi de bu tarihi insanlık miladı olarak alır. Buna göre, Hristiyani 200 yılının takvimindeki karşılığı 5760’dır.

Hristiyan teolog Ussher ise, Hz. Adem ve Hz. Havva’nın yaradılışını, İ.Ö. 4004’e tarihler yani bugün itibarıyla yaradılış takviminin 6004. Yılıdır.

Bazılarına göre ise Judaizm’in kurucusu Ezra Kohen’dir “Musa’nın 5 kitabı”nı ortaya çıkaran odur: Kohen, İ.Ö: 398 (-2398) yılında Judaizm’i ilan etmiştir.

Böyle bakıldığında, yahudiliği en çok 5760, en az da 3500 yıllık bir din ve dahi ideoloji olarak kabul edebiliriz. Bunun anlamı, dünyanın en eski kavimlerinden, inançlarından ve ideolojilerinden biri olmasıdır. Bu nedenle dünyayı, yahudi süreçlerinden kopuk bir biçimde ele alamayız.

Rabbinic Judaism, yani Eski Ahid’den yola çıkılarak rabbiler tarafından kaleme alınan süreç, gerçek yahudi öğretisini temsil etmektedir. Bugünkü judaizm’in kökleri Rabbinic Judaism’de bulabiliriz. Referans orasıdır. Bazıları, rabbinic judaizm’i, “çifte Torah, çiftli Torah” diye de anarlar. Bunun anlamı, yazılı ve sözlü Torah’tır. Buna, yazılı kanunlar da denebilir.

İ.S. 50 yıllarına kadar Yahudilik’le Hristiyanlık arasında belirgin bir çizgi görülmez. Sadece flu farklar mevcuttur. Hz. İsa veya havarileri de, Hristiyan kavramını hiç kullanmaz, hatta onlara hangi dini getirdikleri sorulduğunda “Allah’ın dini” derler. Yahudiler bu tanımdan hep judaizm’i anlamışlardır. Yani, Allah’ın dini yahudiliktir!!!

Gerçek ayrışmanın miladı ise havari Paul’ün (Saoul, Acher adlarıyla da anılır) mektuplarıdır. Yani, herşeyin kanla temizlenebileceğini ileri süren “Aziz Paul”. Mektuplarda, yepyeni birçok ilke mevcuttur. Yani 50-63 arası= Paul (Pavlus)un mektupları. Örneğin Hz. İsa’nın “Mesih” olarak kabul edilmesi ve Allah’ın oğlu olarak tanınması Yahudilik açısından kabuyl edilemez “yenilik”lerdir. Kimilerine göre bu durum, Hristiyanlar’ın belirttiği gibi “yahudiliğin tecdidi” değil bir antijudaizm hareketidir. Paul’ün yeni kredosu (inancı), kateşizmi (içtihadı) yahudi uleması tarafından tamamen reddedilir. Günümüzde Hristiyanlık sürekli bir reform hareketliliği içindeyken, judaizm reformlara kapalıdır. İlginç olan ise, daha eski olan yahudiliğin tazıı kanunlarının (Talmud), daha yeni olan Hristiyanlığın metinlerinden sonra kaleme alınmış olmasıdır. Bu da, belki sözlü geleneğin önemiyle açıklanabilir, aynı Kürtler’in yazılı kaynaklarının çok az olması gibi. Yazılı kaynakların eskiliği gözönüne alındığında, “Ağabey” Hristiyanlıktır.

Aslında havari Paul, bugün hala Hristiyanlık aleminin en tartışılan isimlerinden biridir. Şöyle bir deyim artık halk arasında bile neredeyse yerleşmiş durumdadır: “Paul’ün İsa’sı, Allah’ın İsa’sı değildir”. Kimilerine göre, o bir yahudi ajandır ve gerçek Hristiyanlar’ın arasına sızmıştır. Paul; İsa’nın takipçileriyle şiddetli çatışmalara girer. Şam yolunda ise bir “Paulizm” ideolojisinin hayallerini kurar. Arkadaşı Barnabaş ile birlikte, Antakya’dan geri dönüp, Kudüs önderliğinin (yahudi önderliği) olurunu alıp, İsa takipçilerinin sünnet olmaları ve Musa Kanunları’na itaat etmeleri için ikna faaliyetlerine girişmeye karar verir.

Hristiyanlığın ilk şehidi olarak kabul edilen ve Esseniliğin “büyük adaletçi”, “büyük ruh” diye adlandırdıkları liderleri Azizi Stephen (Sr. Stephen) İ.S. 71 yılında meşhur Qumran mağaralarından birinde katledilir. Bu cinayet, ilk hristiyanların ya da merkezi devlete karşı tavır almış olan Yahudi militanların (bunlara Zealotlar da denir) Roma’ya karşı başlattıkları isyan dönemine denk düşmektedir. Mağaralarda Roma askerleri tarafından yürütülen katliamı “seyreden” biri daha vardır: Saoul, nam-ı diğer Aziz Paul, adına, dünyanın dört bir yanında kiliseler inşa edilen “en büyük Hristiyan”, Hristiyanlığı doğmadan tasfiye etmektedir. Saoul aslında İlk Kilise’nin ve İlk Hristiyanlar’ın azılı bir düşmanıdır.

Aziz Paul, Roma imparatorunun yakın dostu,Yahudi Hahambaşılığı’nın has adamı, İlk Hristiyan, İsa düşmanı ama aynı zamanda İsa dostu Paul. Bir garip karanlık isim. Paul’ün değerlendirilmesini tarihe ve insanlığın sağduyusuna bırakıyoruz.

Paul’ün, "Romalılara Mektup”undan okuyalım:

"...Fakat, sen eğer Yahudi adını taşıyorsan ve şeriata dayanıyor ve Allah ile övünüyorsan ve şeriatten öğretilmiş olarak Allah’ın iradesini biliyor ve ala şeyleri beğeniyor, ve şeriatte ilmin ve hakikatin suretine malik olarak, körlerin kılavuzu, karanlıkta olanların ışığı, akılsızların mürebbisi ve çocukların öğretmeni olduğuna kani oluyorsan; şimdi başkasına öğreten, kendine öğretmez mi? Çalmamayı va’zeden, çalar mı? Zina etmemeyi söyleyen, zina eder mi? Putlardan nefret eden, mabedleri yağma eder mi? Şeriatle övünen, şeriata tecavüz ederek Allah’ı tahkir eder mi? Çünkü yazılmış olduğu üzere, sizin yüzünüzden Milletler arasında Allah’ın ismine küfrediliyor. Şimdi eğer şeriatı tutarsan, sünnetlilik fayda eder; fakat şeriata tecavüz edici isen, sünnetliğin sünnetsiz olmuştur. Şimdi eğer sünnetsiz olanlar şeriatın hükümlerini tutarlarsa, onların sünnetsizliği sünnetlilik sayılmayacak mıdır? Zira zahiren Yahudi olan Yahudi değildir, ne de zahiren sünnetli olan sünnetlidir. Fakat içten Yahudi olan Yahudi’dir, ve harfe değil, ruhta yüreğin sünnetliliği sünnetliliktir; kendisinin medhi de insanlardan değil Allah’tandır” {Bap 2, 17-29. Ayetler}

Paul, apaçık Musa şeriatinden bahsediyor. Zina’dan, sünnetten, Mabed’in kadsiyetinden... Hiçbir gizli kavrama sarılmıyor. Hatta, “Putlardan nefret eden mabedleri yağma eder mi?" Diye sual ediyor. Bu sualin muhatabı sanki Roma imparatorluğu gibi görünüyor ancak, Roma tarzı değil mabed yıkmak, zira ideolojisi bunu öngörmüyor. Peki kim, hangi mabedi derdest etmiş? Hz. İsa’nın ta kendisi. Yozlaşan mabedi yıkmış, dağıtmış. Eylem ortada. Paul ne yapıyor? Hz. İsa’nın eylemini mahkum ediyor. Ama sorarsanız, muhatap Roma, Hz. İsa’yla ilgisi yok. Gören gözler iyi okusun.

Devam ediyoruz:

"Şimdi, Yahudliğin ne fazileti var? Yahut sünnetliliğin faydası nedir? Her suretle çoktur; önce, Allah’ın vahiyleriyle emin kılındılar....” {Bap 3, 1-2 Ayetler}

Allah, Allah, Yeni Ahid’de yahudilik propagandası.

Devam:

"Şimdi ne diyelim? Şeriat günah mıdır? Haşa! Şeriat vasıta olmasaydı, günahı bilmemiş olurdum; çünkü eğer şeriat: ‘Tamah etmeyeceksin’ dememiş olsaydı, ben tamahı bilmezdim; fakat fırsat bularak emir vasıta ile bende her türlü tamahı hasıl etti; çünkü şeriat yokken, günah ölüdür. Ve bir vakitler şeriat yokken, ben diriydim; fakat emir gelince, günah dirildi ve ben öldüm; ve hayat için olan emir bana ölüm için oldu. Zira günah, emir vasıtasıyla beni öldürdü. Şöyle ki, şeriat mukaddestir ve emir doğru ve mukaddes ve iyidir. Şimdi iyi olan şey bana ölüm mü oldu? Haşa! Fakat ta ki, günah iyi şey vasıtasıyla bana ölüm hasıl ederek günah görünsün...” {Bap 7, 7-13. Ayetler}.

Paul, mütemadiyen Yahudi şeriatını övüyor.

Ve bakla çıkıyor:

"...Onlar İsrailliler’dir; oğulluk ve izzet ve ahidler ve şeriatın verilmesi ve ibadet ve vaidler onlarındır; Mesih onlardandır; o cümle üzerinde ebediyyen mübarek olan Allah’tır. Amin” {Bap 9, 4-5 Ayetler}.

Bu arada, Paul’ün, "Selanikliler’e ikinci mektup’undan kısa bir bölüm aktarıp, kendi ara mesajımızı da verelim:

"...Hiçbir suretle kimse sizi aldatmasın; mükü önce irtidat gelmedikçe, ve Allah denilen, yahut ibadet denilen herşeye karşı duran, ve Allah’ın mabedinde oturup kendisinin Allah! Olduğunu göstermek suretiyle kendisini yükselten fesad adamı, helakın oğlu, izhar olunmakdıkça, o gün gelmez...” {Bap 2, 3-4 Ayetler}.

Havari Peter (Petrus) da aynı kanaatedir. Aksi takdirde judaizm ciddi yaralar alacaktır. Bu sızma harekatının ilk hedef alanları, Antakya, Suriye ve Kilikya (bugünkü Çukurova bölgesi)dır. Fakat, Paul kendi tarzını ve ilkelerini bir bütün olarak dayatır ve ısrarla “Musa’nın Kanunları”nın belirleyici olduğunu söyler. Böylece, halihazırda bile varlığını sürdüren, Paulist Hristiyanlık gelişir. Hatta bazı iddialara göre “Yeni Ahid”in (New Testament, İncil) tamamı Paul tarafından kaleme alınmış ve Hristiyanlığın temel nasları da yine Paul tarafından belirlenmiştir. Böylelikle, Hz. İsa öğretisi, bilerek ya da bilmeyerek ikinci plana düşürülmüş olmaktadır. Yani, Hristiyanlık bir anlamda Paul Hristiyanlığı biçiminde gelişmiştir. Bunun arkasında yahudi komploculuğunu arayanların ve bulanların saysı hiç de az değildir. Olaylar ve olgular, bu durumu doğrular niteliktedir.

Kimilerine göre Paul, eski bir ağaçtan yeni bir filiz üretmeye çalışmıştır. Ya da, yabani zeytine semereli zeytinden aşı vermiştir. Çünkü, o dinamizmle yürüyen İsa dini, Yahudiliği tamamen silip süpürüp ortadan kaldıracaktır, Paul’ün gönlü buna razı gelmez ve muharref Musa şeriatini ilelebed muhafaza etme misyonunu yüklenir. Amaç aslında “Eretz İzrael”dir.

Daha İ.S. 50’lerden itibaren İsa takipçileri bölünmeye başlarlar. Bu Roma’nın da işine gelmektedir. Hızla yükselen bir ideoloji Roma’yı çok büyük sıkıntıya sokacaktır; Paul ve Peter gizlice desteklenir. İ.S. 70 yılında, Süleyman Mabedi’nin yıkılması Hristiyan-Yahudi, Hristiyan-Hristiyan ve Roma-Hristiyan zıtlaşmalarını daha da keskinleştirir. Mabedin yıkılması, en son tahlilde yine judaizm’in işine yarar. Hristiyanlar bu olayı, Allah’ın yahudiliği mahkum etmesi olarak algılarken, yahudiler bu durumu, Allah’ın kendilerini uyarması olarak kabul ederler. Bunun ötesinde Roma imparatoru bir “Fiscus Judaicus” (Yahudilerden alınan kelle vergisi) koyar. Roma, böylelikle radikal judaizm ile hakiki Hristiyanlar’ı durdurmayı ve tedricen zayıflatmayı hesaplar. Nifak netleştirilir. Aktörleri yerli yerine koyarsak, bugünkü konjonktürü de kolay anlarız. Örneğin, “Pax Americana” (Amerikan Barışı), “Pax Romana” (Roma Barışı)nın yerini almıştır.

İ.S. 254 tarihinde ölen Kilise babalarından origen Filistin’de, Sezariye’de yaşadı. Çağdaşı Rabbi Tiberiaslı Yohannan da aynı bölgedendi. Yorumlarına bir göz atalım:

Origen’e göre, Hz. Musa ile Allah’ın görüşmesi dolaylı bir görüşmedir. Yani, Allah İsrailliler’le direkt görüşmez. Buna karşın, Hz. İsa, bizzat kendisi Allah’ın oğludur. Bu vesileyle, kutsal toprakları İsa takipçileri, Musa takipçilerinden daha çok hak etmektedirler. Yohanan ise, Hz. Musa’nın Allah’la görüşmesini, dudak dudağa öpüşecek kadar yakın olarak addeder ve dolaysız olarak niteler. Bu nedenle Allah ile İsrael arasında aşk vardır.

Origen’e göre, Yahudi yazılı belgeleri tamamlanmış ve Yeni Ahid tarafından aşılmıştır. Yohannan’a göre de yazılı hükümler tamamlanmıştır ve “Sözlü Torah”la devamlılık arz etmektedir.

Origen’e göre, Hz. İsa merkezi figürdür ve Hz. İbrahim’in yerini almıştır. O, Hz. Adem’in işlediği günahın kefaretini de ödemiştir. Yohanan’a göre, Hz. İbrahim merkezdeki yerini korumaktadır ve Torah günahının panzehiridir.

Origen’e göre, Kudüs sembolik olarak cennet şehridir. Yohanan’a göre, Kudüs, somut ve hakiki anlamda Cennet ve Dünya arasındaki bağlantıyı kurar. Orası, en önemli ilahi tecelligahtır.

Origen’e göre, Allah, İsrael’i mahkum etmiştir. Yohanan’a göre, Allah İsrael’e uyarı da bulunmuştur.

İ.S. 100’e doğru, Flavius Joseph’in kaleme aldığı Yahudi antikiteleri (The Antiquities of Jews)adlı eseri de kaydadeğer eserlerden biridir. İ.S. 1. Yy. itibarıyla yahudiler 4 tarikata ya da 4 felsefi gruba ayrılmışlardı:

· Farisiler (en güçlü gruptur). Bunlar aşırı gelenekçidirler, ibadet faaliyetleri ve kutsamalar kendileri tarafından yürütülüyordu.

· Sadusiler de geleneğe bağlıydılar.

Esseniler (Ölü Deniz-Qumran mağaraları tomarlarının 1947 yılında bulunmasıyla gündeme daha sık geldiler), bir görüşe göre, ruhun ölümsüzlüğü ve ahiret mes’elelerini daha çok irdeleyen ve sosyal yaşamı pek önemsemeyen bir gruptu. Yine bir iddiaya göre, Haşhaşi öğretisinin kurucusu Hasan Sebbah, Esseniler’in felsefesinden haylice etkilenmiştir. Bunlar arınmaya çok önem vermişlerdir ve sürekli Kutsal Mabed’de (Süleyman Tapınağı) ibadet edip kendilerini maddi hayattan soyutlamaya çalışmışlardır. Evlenmezler, 3 yıl boyunca Esseni liderlerinden biriyle beraber yaşadığını söyler. Bunun ismi Banus’tur ve çölde yaşar. Çuldan gayrı bir şey giymez ve ağaçlarda beslenir.

1947 yılında bir Bedevi çoban Qumran (Ölüdeniz kıyıları) mağaralarında küplerin içine saklanmış bir sürü yazılı tomar bulur. Belgeler, Kudüs’te Rockfeller Vakfı’nın kurduğu “ECOLE Biblique” (İncil Okulu) tarafından incelemeye alınır. Okulun başında bir Fransız papaz olan Peder Rolanmd de Vaux vardır. Yazıları İbranice ve Aramice>’dir. Yazıldıkları tarih ise, C-14 (Karbon-14) testine göre, İ.Ö.33 (+,-200) olarak belirlenir.

Ecole Biblique’nin iddiasına göre bu tomarların yazarları Esseniler adı verilen bir topluluktur. Yine iddiaya göre bunlar aşırı dindar, dünyadan elini eteğini çekmiş olan bekar erkekler topluluğudur. Mal-mülk kaygıları yoktur. Manastır disiplini içinde öğrenim görür, topluca yer içer ve ibadet ederler. Ecole Biblique, Esseniler’in Hristiyanlıkla bir ilgilerinin olamayacağını savunur.

1770 yılında Büyük Frederic, Hz. İsa’nın aslında bir Esseni olduğunu söyler. 1863 yılında ünlü teolog Ernest Renan, Hristiyanlığın aslında Essenizm olduğunu iddia eder. Qumran harabelerinde birçok kadın ve çocuk iskeletinin de bulunması Esseniler’in bekar erkekler topluluğu olduğu iddiasına gölge düşürmektedir. Yine Esseniler’in döneminin Yahudi kralı (Roma kuklası) İrodes’le sürekli çatışma içinde oldukları yazıtlardan anlaşılmaktadır. Yani, merkezi hükümetle iyi ilişkiler içinde olmadıkları eşdeyişle egemen yahudilere karşı bir mücadele yürüttükleri ortadadır. Bu yönüyle Esseniler’in dünyadan elini eteğini çekmiş bir dervişan topluluğu olmadığı nettir. Onlar dünyayla sıkı sıkıya ilişki içindedirler. Pasif keşişler değil aksine aktif savaşçılardır. Bu yönleriyle yahudi savaşçıları Zealotlar’a yakındırlar hatta Zealotlar’la Esseniler aynı kişilerdir. İ.Ö. 167 yılında anti-Yunan bir isyan başlatan Mattathias Maccabeaus ilk Zealot olarak kabul edilmektedir, bu açıdan Esseniler’in Maccabiler’in ta kendileri ya da bir kolları gibi olarak da algılanabilmektedir. Liderleri olrak kabul edilen “James the Righteous” (Haksever James / Aziz Stephen) İlk Kilise’nin de önderidir. Bir iddiaya göre ise James, Hz. İsa’nın kardeşidir. Esseniler, Roma’nın üzerine 100.000 kişilik bir ordu gönderecek kadar örgütlü bir güçtür. Bütün bunlar Ecole Biblique tarafından es geçilmiş ve pasif bir topluluk olarak gösterilmiştir.

Zealotlar. Joseph onlarla hiçbir temasa girmediğini söyler. Allah yolunda kutsal savaşı öngören Zealotlar, özgür olmanın en önemli şart olduğunu ileri sürerler. Özgürlükten daha önemli bir başka ilke olamaz, onlara göre. Maccaveaus’un takipçileridirler.

Samariyeliler ise farklı bir etnik kimliğe sahip bir yahudi gruptur ve tapınakları Gerizim tepesindedir. Bunlar daha ziyade, “Gizli Cennet Sarayları” ilahi bilgisiyle meşgul olurlar. Kıyametle yakından ilgilenirler.

Bu bağlamda İ.S. 50 yılına bakıldığında, Hristiyanlık hala küçük bir yahudi tarikati hükmündedir.

Eski Ahid’in bazı yerlerinde ise akılalmaz ahlakdışılıklara rastlanır. Allah’ın münezzeh kıldığı peygamberlere olmadık karaktersizlikler atfedilir:

"Ve Ruben buğday biçme günlerinde gitti, ve tarlada lüffah meyveleri buldu, ve onları anası Lea’ya getirdi. Ve Rahel, Lea’ya dedi: Rica ederim, oğlunun getirdiği meyvelerden bana ver. Ve ona dedi: Kocamı aldığın yetmiyor mu? Oğlumun meyvelerini de mi alacaksın? Ve Rahel dedi: Öyleyse, oğlunun meyvelerine bedel bu gece seninle yatacak. Ve Yakup akşemleyin kırdan geldi, ve Lea onu karşılamaya çıkıp dedi: Benim yanıma gireceksin; çünkü seni oğlunun meyveleri ile kiraladım. Ve o gece onunla yattı”.(Genesis [Tekvin, Oluş] Bap 30, 14-16. Ayetler).

Koskoca peygamber, kiralanıyor, başka bir kadınla yatıyor... Hangi şeriat bunu kabul ediyor? Yahudi şeriatı. Hem de kutsal kitabına yazıyor bunu...

"Ve Lut (peygamber) Tsaoar’dan çıkıp dağda oturdu, ve iki kızı onunla beraberdi; çünkü Tsoar’da oturmaktan korktu; ve o, ve iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kız küçüğüne dedi: babanız kocamıştır, ve bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur; gel babamıza şarap içirelim, ve babamızdan zürriyeti yaşatmak için onunla yatarız. Ve o gecede babaların şarap içirdiler; ve büyük kız girip babasıyla (Hz. Lut) yattı, ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğün dedi: İşte, dün gece babamla (Hz. Lut) yattım; bu gecede ona şarap içirelim, ve babamızdan zürriyet yaşatmak için, gir, onunla yat. Ve o gece de babalarına şarap içirdiler, ve küçük kız kalkıp onunla yattı; ve onunla yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Lut’un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar. Be büyük kız bir oğul doğurdu ve onun adını Moab çağırdı; o bugüne kadar Moablılar’ın atasıdır. Ve küçük kız, o da bir oğul doğurdu, ve onun adını Ben-Ammi çağırdı; o bugüne kadar Ammon oğullarının atasıdır.” (Genesis [Tekvin, Oluş] Bap 19, 30-38 Ayetler).

Haşa, kızlarıyla yatan bir peygamber!!! Hem de, eşcinselliğe karşı savaşmış bir peygamber, Hz. Lut. Ve iddiaya göre de yahudilerin önemli bir bölümünde atalık ediyorlar. Kimler? Babalarıyla cima edip doğum yapan kızların çocukları. Ammon oğulları kim? Bugün Ürdün’ün başkenti Amman’a ismini veren soy.

KISA KRONOLOJİ...

İ.S. 70: Kudüs, Roma imparatorluğunun eline geçti.

703-95: Direkt Roma yönetimi.

395-638: Bizans yönetimi

638-1072: Arap-İslam yönetimi

1072-1099: Selçuk Yönetimi

1099-1291: Aralıklı olarak Haçlı yönetimi

1291-1516: Memlük yönetimi

1517-1917: Osmanlı yonetimi

1920-1948: Britanya yönetimi (BM manda yönetimi)

29 Kasım 1947: BM, Filistin topraklarını, Yahudiler ve Araplar arasında pay etti. Paylaşım Yahudiler tarafından kabul edilirken Araplar tarafından reddedildi.

14 Mayıs 1948: Bağımsız İsrail devletinin ilanı

15 Mayıs 1948: 5 Arap devletinin orduları İsrail’e girdi ve bu İsrail bağımsızlık savaşı başlattı.

1956 Ekim: Yom Kippur savaşı

26 Mart 1979: Mısır-İsrail barış anlaşması, Washington. Enver Sedat’ın ölüm fermanı.

1982 Haziran: İsrail’in, Lübnan’daki Filistin kamplarına saldırması, Sabra-Şatila katliamları ve Güney Lübnan’ı işgali.

1987 Aralık: Batı Şeia ve Gazze’de “İntifada”nın başlaması.

1993: Oslo’da, İsrail-Filistin barış görüşmelerinin başlaması.

1994: İsrail-Ürdün barış anlaşması

1995:Oslo II anlaşması.

2001:İNTİFADA SÜRÜYOR, İslam savaşıyor!

KUTSAL TOPRAKLAR (HOLY LANDS)...

İSRAİL’İN KENDİNE AİT OLARAK KABUL ETTİĞİ TOPRAKLAR...

Judaizm’in, İsrail devletine empoze ettiği temel düşüncelerden biri ve belki de en önemlisi, Vadedilmiş Topraklar (Promised Lands, Arz-ı Mev’ud) dır. Judaizm, Allah tarafından İsrailoğulları’na kutsal kitapta vadedilen toprakların bugün de İsrail devletine ait olmasını öngörür.

Buna göre; Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar, eşdeyişle Nil’den Fırat’a kadar, kimilerine göre ise Ceyhun ve Seyhun ırmaklarına kadar uzanan topraklar Yahudiler’e vadedilmiş olan kutsal topraklardır. Turanizm, Pan-Türkizm, Kızıl Elma ideolojileri de, Judaizm’in bu idealinden aparılmış ideolojilerdir. Kemal de, önüne bu ideolojiyi koymuştur.

"O vakit Rab Allah, bütün milletleri önünüzden kovacak ve sizden büyük ve kuvvetli olan milletlerin mülkünü alacaksınız. Ayağınızın basacağı her yer sizin olacak, sınırınız çölden ve Lübnan’dan, ırmaktan, Fırat ırmağından, Batı denizine kadar olacak. Önünüzde kimse duramayacak, Allah’ınız Rabb’ın size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basamayacağınız bütün diyarlar üzerine koyacaktır. (Tesniye, Bap 11, Ayet:2325).

Yahudi topraklarının Tevratsal sınırlarına şöyle bir göz atalım: Güney’de Nil. Eğer Nil’i kaynağından alırsak, bir yandan Tanzanya’ya diğer yandan Ethiopia’ya kadar uzanmak gerekir. Ethiopia büyük ölçüde Judaizm’in etkisindedir. Tanzanya’da da yahudilerin, Müslümanlar ve Hristiyanlar arasına sızdığı ve ajan faaliyetleri yürüttüğü biliniyor. Nil, yukarı Mısır’a kadar gelir ve oradan da Akdeniz’e dökülür. Yani Mısır’ın bir bölümü de Yahudi ilahı tarafından, İsrailoğulları’na vadedilmiş oluyor. Ürdün, Lübnan, Suriye’nin bir bölümü, Irak’ın bir bölümü, Kürdistan ve Türkiye’nin az bir bölümü ve hatta Kıbrıs da Yahudiler’e vadedilmiş durumda. İsrail görev aşkıyla yanıp tutuşuyor...

Filistin kasabı olarak da tanınan Ariel Şaron, 1993 yılının Mayıs’ında yapılan Likud kongresinde, İsrail’in “Tevratsal Sınırları”nın resmi politika olarak benimsenmesini önerdi.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin haritalarında da, TC devletinin normal sınırlarının 36-42 kuzey paralelleri ve 26-45 doğu meridyenleri olarak belirlenmiş olmalarına karşın, bu sınırlar, aşağı ve yukarı doğru 2 paralel ve sağa ve sola doğru 2 meridyen artırılarak gösterilmektedir. Bu da, Judaist Kemalizm’in ukdelerinden biridir.

Judaizm’in, İsrail devletinin önüne koyduğu harita-takdir edilmelidir ki-çok büyük bir coğrafyayı kapsamakta ve yerine getirilmesi zor bir ideali oluşturmaktadır. Ancak, hedef nihaidir ve kaçınılmaz.

Bu emperyal vizyon, daimi bir paranoya içinde yaşayan bir ülke için aşırı sayılabilir, bazılarına göre. İlk bakışta, Yahudi devletinin böyle bir ütopyanın peşinde koşması irrasyonel (gayrı akli) olarak görülebilir. Ama unutulmamalıdır ki, İsrail sözkonusu olduğunda kaba matematik pek yürümez. 1800’lü yılların sonlarında da politik siyonizm’in babası Theodore Herzl, İsrail devletinin 50 yıl içinde kurulacağını söylerken de herkes gülüyordu ama söylenen yerine getirildi ve İsrail devleti 1948 yılında kuruldu hem de sayıları 1 milyonu bile bulmayan taşıma yahudiye karşı 100 milyon Arap popülasyonuna rağmen. Bu nedenle, Judaizm kendi önüne koyduğu nihai hedeften vazgeçmez, üzerine gider. Daha da ötesi, İsrail rahata kavuşmanın yolunun Ortadoğu’daki temizlikten geçtiğine inanmaktadır.

Dünya üzerine kaç tane İsrail olduğu tartışmalıdır. Yalnızca Ortadoğu’da yeralan bildiğimiz İsrail midir bu? Yoksa başka İsrail’ler de var mıdır? TC’nin bir ikinci İsrail olduğu zaten tartışma kabul etmez bir gerçektir. Eski deniz kuvvetleri komutanı ve mevcut başbakanlık danışmanı Güven Erkaya, dışişleri bakanı İsmail Cem İpekçi, devlet bakanı Şükrü Sina Gürel, başbakan Ecevit’in karısı Rahşan Ecevit, Alarko, Profilo, Vakko, Panda, Beymen, Altınyoldız, Alkent, Uzan ailesi, Ar ailesi, Öze ailesi, Menase ailesi, Levante ailesi, Kaslıwsky’ler, Canetti’ler, Cauki’ler, Acımanlar, Beharlar, Leviler, Bezmen’ler, Simaviler ve daha binlerce yahudi TC’yi yönetmektedir. Kürdistan topraklarını da kendi işgali altında tutan TC, İsrail’in kutsal haritasındaki Fırat ve Dicle’nin kaynaklarını elinde tutmakla zaten haritanın kuzey bölümünü İsrail’e kazandırmış bulunmaktadır. Üçüncü İsrail Yemen’dir ve oradaki mevcut “sosyal demokrat” yönetimin başındaki şahıs da bir İsrail ajanıdır. Dördüncü İsrail, Erithre’dir. Bu ülkenin Yahudi devlet başkanı İsaiah Afewerhi bir yahudidir ve Erithre’yi İsrail’in emrine vermiştir. Beşinci İsrail Ethiopia’dır. İsrail burada da çok etkilidir ve TC de devreye girmekte ve şu anda üretilen savaşa kimse aldanmasın, o bir hedef saptırma operasyonudur. Böylece Eretz İsrail’in yetiştirmesi ve M.Kemal’in en yakın arkadaşlarından olan ve kendisini de bir Kemalist ilan eden kan içici diktatör Habib Bourgiba’nın öğrencisi Zeynel Abidin bin Ali ve onun tayfası şu anda Tunus’ta iş başındadır. Bilindiği gibi, 1988 yılında, şu andaki İşçi Partisi’nin lideri ve eski başbakan Ehoud Barak’ın yönettiği bir operasyonla Tunus’ta bulunan FKÖ’nün ikinci adamı Ebu Halil ve 80 Filistinli katledildi. Bu operasyonla Tunus da, gemileri, helikopterler, uçaklar ve 200 kadar İsrail deniz komandosuyla (İDF) birlikte Tunus’lu kolluk güçleri de katıldı. Hiçbir gizliliği olmayan bu operasyonu Zeynel Abidin bin Ali’nin Ehoud Barakl’la birlikte yürüttüğü aşıkardır. Yedinci İsrail, Romanya’dır. Romanya devlet sabık başkanı Emil Constantinescu, eski başbakan ve koalisyon ortağı Petre Roman Yahudi’dir ve Romanya Parlamentosu’ndaki Yahudiler’in toplam sayısı 84’tür. 1996 Aralık seçimlerinin galibi olan Constantinescu ve hükümet üyeleri yine aynı yılın Bilderberg Mason toplantısında kararlaştırılmıştır. Sekizinci İsrail, Hırvatistan’dır ve devlet eski başkanı Franjo Tundjman bir Yahudi’dir, İsrail ve TC’nin Hırvatistan’da büyük yatırımları vardır. Bazı yatırımlar ise “düşman kardeş!” Almanya ile ortaktır. Oh ne güzel, Almanya-İsrail-TC elele. Dokuzuncu İsrail Kenya’dır ve bir Yahudi olan Daniel Arap Moi, kendisini “milli şef” ilan etmiştir ve ülkesini Kemalist-Judaist normlara göre geliştirmektedir (Apo’nun bu tuzağa düşmesi ise bambaşka bir muammadır). Onuncu İsrail, Güney Afrika Cumhuriyeti’dir ve “Yahudi Bolşevizmi”nin en büyük teorisyenlerinden biri olarak kabul edilen ve Talmud üzmanı olan Joe Şlomo, Ev ekonomisi bakanı ve Mandela’nın bir no.lu yardımcısıdır. Onbirinci İsrail, Rusya’dır. Eski devlet başkanı Boris (Baruh) Eltsine, eski başbakan Krienko, dışişleri eski bakanı Yevgeni (Eugene) Primakov, BDT genel sekreteri dolar milyarderi Berezowsky, muhalefet liderlerinden Vladimir Jirinowsky ve birçok üst düzey bürokrat yahudidir. Onikinci İsrail, Makedonya’dır. Makedonya devlet eski başkanı Kiri Gligorof (asıl ismi Mousi Mousegief’tir) da bir yahudidir ve TC’nin bu ülkede çük büyük yatırımları vardır. Onüçüncü İsrail, ABD’dir. Başkan Jefferson Bill (Williams) Clinton, dışişleri bakanı Madeleine Allbright, savunma bakanı William Cohen, dışişleri sözcüsü James Rubin ve daha sayamayacağımız kadar üst düzey bürokrat yahudidir. Ondördüncü İsrail, Avusturya’dır. Avusturya eski başbakanı Viktor Klima bir yahudidir. Heider’i istifa ettiren de yahudilerdir. Onbeşinci İsrail, Ürdün’dür. Ürdün kralı Hüseyin, aynı dedesi, büyük dedesi ve babası gibi üst düzey bir masondur ve Ürdün, İsrail Ordusu’nun kullanımı için “askeri üs” açan tek Arap ülkesidir. Onaltıncı İsrail, Gürcistan’dır. Gürcistan devlet bakanı Edouard Schwardnadze, bir siyonist-Mason’dur. Onyedinci İsraiL, Yunanistan’dır. Başbakan Costas Smitis’in dedesinin esas ismi “Saron Avouris (Evreos)”tur yani “Yahudi Aaron (Harun)”. Dışişleri bakanı Yorgo Papandreu da ana tarafından yahudidir. Keza Miltiadis Evert de, Yannis CEN de. Yeni Zelanda ve İsviçre başbakanlarının da yahudi olduklarını belirtelim. Diğerlerini saymaya gerek yok. Görüldüğü gibi dünya üzerinde kaç tane İsrail olduğu bilinmiyor ama kesin olan tek bir şey var, o da “bir” den çok daha fazla, belki 20, belki 50, belki de 100, kim bilir!

Sentez şudur: Yahudi Devleti, “Yahudi ideolojisi” tarafından kendisine gösterilen emperyal vizyona sadık kalmalıdır. Bir başka deyişle, eğer Ortadoğu’yu kendisi için güvenli bir yer haline getirmek istiyorsa, bunu Nil’den Fırat’a uzanan coğrafya üzerinde egemenlik kurarak gerçekleştirmelidir. En iyi savunmanın saldırı olduğu şeklindeki klasik kurala uygun olarak şekillenen bu sentez, Ortadoğu’nun Yahudi Devleti için bir “hayat sahası” haline getirilmesini öngörmekte ve bunun da İsrail’in bekasının tek yolu olduüunu savunmaktadır.

M.Kemal’in Cumhuriyetçi kadrosunda görev alanların büyük bir bölümü yahudi ve/veya Masondur!

Bir bakıma yönetinin yürütülmesi Masonlar’a emanet edilmiştir. Şöyle bir hatırlanırsa: Fethi Okyar, Rauf Orbay, Refet Bele Paşa, Ali İhsan Sabis Paşa, Meclis Başkanı Kazım Özalp Paşa, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, Başbakan Hasan Saka, İçişleri Bakanları Şükrü Kaya ve Mehmet Cemil Ubaydın, Dışişleri Bakanları Bekir Sami Kunduh ve Tevfik Rüştü Aras, Sağlık Bakanları Dr. Rıza Nur, Adnan Adıvar, Refik Saydam, Behçet Uz, Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip ve Hasan Ali Yücel, Ekonomi Bakanı Sırrı Bellioğlu, Milletvekilleri Cevat Abbas, Atıf Bey, Edip Servet Tör, Yunus Nadi, Reşit Saffet Atabinen, Memduh Şevket Esendal, Hilmi Uran, Tevfik Fikret Sılay, Ahmet Ağaoğlu, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan ve Belediye Başkanı Süleyman Asaf İlbay, İstanbul Valileri Muhittin Üstündağ ve Lütfü Kırdar, Danıştay Başkanı Mustafa Reşat Mimaroğlu, Yargıtay Üyesi Servet Yesari, Parti Müfettişi Hakkı Şinasi Paşa, Polis Müdürleri Bedri Bey, Zeki Derviş, Muhip Nihat Kuran, Jandarma Genel Komutanı Galip Paşa, İstiklal Mahkemesi Başkanı Necip Ali Küçüka, Amiral Mehmet Ali Paşa, Prof. Fuat Süreyya Paşa, Halide Edip Adıvar, Afet İnan, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Sabiha Gökçen M. Kemal’in çevresindeki belli başlı yahudi ve/veya Masonlar’dır.

A-Filistin hakkında genel bilgi

1-Filistin’in tarihi sınırları, isimleri ve coğrafi konumu

Kimilerine göre Filistin, Ürdün nehrinin her iki tarafında kalan toprakları ifade eder. Modern İsrail ise, vadedilmiş toprakların sadece 1/9’luk kısmına tekabül etmektedir. Buna göre, 9 misli toprak daha işgal etmesi gerekmektedir. Önündeki hedef budur. Örneğin Ürdün’ün büyük bir bölümü, yahudi ideolojisine göre hala Araplar’ın yani düşmanın işgali altındadır.

Filistin ismi "Pelesef"ten hasıl olmuştur. Yahudiler, Filistinliler’in yerleştirdikleri bütün mahallere bu ismi vermekteydiler. Filistin ismi ile, bir vakitler İsrailoğulları’nın yaşadığı ufak ülke anlaşılırdı. Filistin toprakları, kuzeyden güneye 49, doğudan batıya 32 kilometredir, yani bütün sathı (yüzeyi) yaklaşık 1568 km2 dir. Tarihçi İeronimus, Filistin kıtasının pek ufak olduğunu dostu Dardanos’a yazdığı mektupta anlatır. Ünlü şair ve hatip Çiçero da Filistin kıtasının çok küçük olduğunu, yazdığı eserinde açıkça ifade ediyor. Filistin’in eski ismi “Kanaan” (Kenan) dı. Bu isim, o yerlerin ahalisinin ecdadı olan “Ham”ın torunu olan Kanaan’dan kalmıştır. Kanaan toprağı bütün Yahudi toprakları kadar geniş olmayıp ancak Iordan (Ürdün) ırmağı ile Akdeniz arasındaki bölgeyi içerir. Filistin’e başka isimler de verilmiştir: Arz-ı Yahud (Yahudi toprağı), Arz-ı İsrail (İsrail toprağı), Arz-ı Yuda (Yuda toprağı), Arz-ı Mukaddes (Kutsal toprak). Şerif Evangelion (Şerefli İncil)da, Filistin’e, Arz-ı Mev’ud (Vadedilmiş toprak) adı da verilir.

Filistin’in sınırları çeşitli dönemlerde değiştiğinden net olarak saptanması çok güçtür. Genesis (Oluş, Tekvin) kitabına göre, Arz-ı Kanaan (Kenan topraklarının)ın batı sınırı Sidon sahilinden Gaza sahillerine, güney sahili Gaza’dan Lot (Lut) gölüne kadar uzanır, doğu sınırını ise Iordan (Ürdün) ırmağı oluşturur.

David (Davud) ve Solomon (Süleyman) devirlerinde Yahudi devletinin sınırları çok genişlemişti. Kitab-ı Mukaddes’e göre, Yahudiler’in ülkesi doğuda lordan nehrinin diğer köşesindeki Euphrates (Fırat) ırmağına, kuzeyde Sam ile Cebel-i Seyh'e (Anti-Lübnan dağları) ve Tirioslar ülkesine, batıda Mısır’ın şimdi Quad-el Arif adı verilen ırmağının doğduğu yere kadar Akdeniz’e ve güneyde adı geçen ırmaktan Lut gölünün güneyine kadar uzanmaktaydı. Bu son nokta, Yahudiler’le Moablar’ı ayırıyordu.

2-Filistin’in zemini

Hz. Musa’nın Yahudiler’e hitaben: “Size kalacak olan toprak, çıktığınız Mısır toprağı, aletlerle sulanacak cinsten değildir. Bu toprak dağlık ve ovalık olup yalnız Sema’dan düşecek yağmur taneleri ile sulanır” demesi ve Agia Grafi’nin birçok yerinde “Filistin’e çıkmak” yahut “Filistin’e ermek” deyimlerinin kullanılması orasının dağlık bir mahal olduğunu tasdik ediyor. Lodan nehrinin doğu ve batı taraflarına Cebel-i Lübnan (Lübnan dağları) dan başlayan büyük dağ silsilesi Filistin’i kuzeyden güneye doğru ikiye böler ve bu iki dağın arasında oluşan Gor ismindeki büyük tepeden lodan ırmağı geçer. Kuzey tarafının dağları ağaçlı, yeşillikli ise de güney tarafı tamamen çıplak ve kurudur. Lut gölüne yakın olan yerler birçok defa depremlere maruz kalmıştır.

3-Filistin’in dağları

Filistin’in en büyük dağı Lübnan dağıdır ki, Kenan toprağının Suriye’den ayırarak Lübnan ve Anti Lübnan adlı iki parçaya bölerse de, Agia Grafi’de ikisine birden Lübnan’ın ancak güney kolu Yahudi ülkesine doğru uzanır ki, Ermon adı verilen tepe bunun ilavesidir.  Anti-Lübnan’ın kolunu Neftali dağı, güney-doğu kolunu Karmilos dağı oluşturur. Bu dağlar bitki örtüsünden zengindir. Karmilos dağına 7-8 saat uzaklıkta Thavor dağı bulunur. Bu dağın sıralarından olan Efraim dağlarını Geval ve Garizin tepeleri teşkil eder ki, Musa peygamberin emri ile İsrail kavminin 12 kabilesi bu tepelerin üzerinde korkunç beddualar etmişlerdir. Efraim dağlarının güney sınırında Gelvos dağları bulunur. Burada Filsitinliler’le İsrailliler savaşmış ve Saoul ile oğulları bu savaşta ölmüşlerdi. Bölgede, Yahudiler’in gelişinden önce, Amorreon adı verilen dağlar arasında Kitab-ı Mukaddes’te geçen ünlü Sion ve E leon (Zeytunluk) dağları vardır. Bir diğer önemli dağ ise, Musa peygamberin ARZ-I MUKADDES’i (Kutsal toprakları) temaşa etmek üzere çıktığı Navaü dağıdır.

B-Filistin’in taksimatı

Filistin’i iki Aksam-ı Tabiiyye yani, İordan ırmağının “bu” ve “öte” geçitleri diye taksim edilebilir. Yahudiler’in Filistin’e varıiından evvel ovalarda iskan eden ahalinin isimleri ile müsemma birçok kısımlara taksim olunmuşsa da Yahudiler’in zaptından sonra kendilerinin 12 kabilelerinin adedine göre 12 kısma taksim olunmuş ve ayrılmışlar ve o vakit memleket 2 hükümdarlığa yani İsrail ve İudae (Yuda, Juda) hükümdarlılarına taksim olunmuştur. Yahudiler’in esaretinden, Büyük İskender’e kadar Filistin taksimatı hakkında mevsuk (yazılı belge) malumat yoktur lakin Romalılar’ın, İeruşalim’i Maccabiler’den zaptlarına kadar Filistin’in Galilea (Celile), Samariyye, İudea ve Perea eyaltlerine taksim olundukları tarihte görülüyor ki, Perea gün doğusunda ve diğerleri gün batısında idi. Bu taksimat tabii bir taksimattır ki, Tarih-i Mukaddes ile Şerif İncil’in gösterdikleri vukuatın ekserisi de bu taksimatla mütenasiptir. Bir vakit sonra bir de Kilise taksimatı vuk’u buldu ise de Glilea, Samariyye, İudea isimleri yine ahalinin ağzından asla kayıp olmamıştır.

1- GALİLEA (CELİLE): Galilea ismi İbranice “daire” manasında olan “Galil” kelimesinden gelir. Galil ismi ********* kitabında da görülüp Şimali Filistin (Kuzey Filistin) in bir kısmını ve başlıca Neftali toprağını beyan eder. Hz. Solomon (Süleyman), Galielea’nın 20 kıta şehrini Tirioslular’ın hükümdarı Hiram’a heba (hibe) etmişti. Bu eyalette Fenikeliler ve millet-i saire iskan ettiğinden, “Milletler’in Galilea’sı” namını da haiz idi. Galilea, kuzeyde Ati-Lübnan’dan, doğuda İordan ırmağından, batıda Fenike sahillerinden, güneyde Ginea (Cinin) ile Efraim dağlarından hudutlu idi. Yahudiler’in, Babylon (eski Bağdat)dan Filistin’e avdetinden (dönüşünden) sonra Galilea’da eski vakitten ziyade (çok sayıda) putperest bulunup bunlar Galilea Yahudiler’inden nefret ederler. Galilea, İuedea’dan ufak ve Samariyye’den büyük olup ahalisi ise diğerlerininkinden fazla ve öbur Yahudiler’den daha ziyade cenkçi idiler. İudea muharebesinde Yusur, 100.000 cenkçiden bir orduyu kolayca teşkil etmiş idi. Galilea’nın kuzeyi dağ ve güneyi de ova olduğundan yukarı ve aşağı Galilea’ya taksim olunurlardı. Galilea’nın en meşhur şehirleri şunlardır:

Dan şehri: Eskiden Lahis olarak isimlenirken Dan kabilesinin iskan ettiği için bu ismi almıştı.

Kadis (Henereth) şehri: Bu şehir, evvelce Gennisaret denilen denizin ismi de olan Tiberias’a tebdil edilmişti.

Kefernaum (Kapernaum) şehri: Bu şehir İncil’de çok zikrolunur.

Bunlardan başka, Bethsaida, Hourazin, Tiberias, Sepforis (Burası Galilea’nın merkezi olup İerşalim’in harap olmasından sonra da Yahudiler’in meclis-i kebir’i de bu şehirde burası tarihte meşhurdur), Nazareth (Nasıra; herkesçe malumdur). Endor, Naim (Burada dul kadının oğlu mucize ile dirilmiş idi), Ptolemais (eski ismi Akka. Şimdilerde Akri olarak isimlendirilir. Akra (Akko, Ptolemais) şehri birçok önemli Yahudi ve Hristiyan şahsiyeti tarafından ziyaret edilmiştir).

2- SAMARİYYE: Bu eyalet öbür 3 eyaletten ufak olup kuzeyde Galilea’dan, doğuda İordan’dan, güneyde İudea’dan, batıda Akdeniz’den mahdud idi. Pek mümbit toprakları olup buğday, pamuk, tütün ve zeytun çıkarır. Bu eyalet şimdi Nablus olarak isimlenir. Samariyye’nin meşhur şehirleri şunlardır:

Bethan (badehu Skithopolis adını alarak Filistin’in de 2. Metropolü olmuştur), Salim (İoannis Prodromos; 1. John yani Vaktizci Yahya bu şehr civarında vaftiz ederdi), Kassariye (Staton’un kalesi ismini de haizdir), Yezrael (Bu şehir tıpkı isimde olan Yezrael vadisi civarındadır ki, Ahavin konakları burada idi ve İzabel (Jezabel) bu konak pencerelerinden kendini aşağı atmış idi), Samariyye (İsrail hükümdarlarının merkezi idi. Geval ve Garizin dağlarının arasındadır.).

3- İUDEA : İudea ismi bazı defalar Yahudiler’in bütün iskan ettikleri yerlere de denilirse de asıl İudea eyaleti, Samariyye’nin güney sınırlarından Petrea Arabia’ya kadar uzanan mahal idi ki, orası İordan ırmağının bu köşesindeki Plaestin dağlarından çok yüksek ve tepeleri de sivridir. Toprağı oldukça mahsuldardır. Bu eyalete hükümdar İoannis Ourganos (Urkanos) zamanın da İdoumea toprakları da ilave olunmuştu. Eyalete bağlı temel yerleşimler şunlardır:

İeruşalim (Kudüs, Aelia Capitolina, Hieroshalim, Yeruşalim)

"Ve vaki oldu ki, krallığının dokuzuncu yılında, onuncu ayda, ayın onuncu gününde, Babil kralı Nebukadnezat kendisi ve bütün ordusu Yeruşalim’in (Kudüs) karşısına geldi ve ona karşı ordugah kurdu... Ve Rabb’in evini ve kralın evini ve Yeruşalim’in bütün evlerini, her büyük evi ateşe verdi”. (Eski Ahit, ıı Krallar, 25;1,9)

Fars Kralı Kiros şöyle der: “Göklerin Tanrısı Yehova, dünyanın bütün krallıklarını bana verdi; ve Yahuda’da olan Yeruşalim’de kendisi için ev yapayım diye bana emretti”. (Eski Ahit, ıı. Tarihler, 36;23)

Jerusalem: Şehir muhtelif dönemlerde farklı isimler almıştır. Hz. İbrahim döneminde şehre “Şalim” denildiği Eski Ahid’de yazar. Aziz Paul, İbraniler’e Mektuplar’ında “Şalim” kelimesinin barış anlamına geldiğini söyler. Ancak, Eski Ahid’de Melkisedek hükümdarın başşehri gibi gösterilen Şalim şehrinin, bildiğimiz Yeruşalim ise Melkisedek’in aslında Hz. İsa’nın ta kendisi olduğunu (tebdil-i Vücud) ve Şalim’in Hz. İsa’nın payitahtı istenmesidir. Şehrin bir diğer ismi “İevus”tur. Bu isim de Eski Ahid’de geçer. Bu isim kökenini burada yaşayan Kenani halkının bir kolu olan İevuslar’dan alır. Üçüncü isim İeruşalim’dir. Bu isme de Eski Ahid’de rastlanmaktadır. Bu ismin bir yahudi krala ait olduğu iddiası vardır. Bunu ünlü tarihçi Tacitus beyan eder. Attika anlamına gelmektedir. İeros denmesinden kasıt da, bu şehirde bulunan “Beytullah” eşdeyişle Hz. Süleyman’ın inşa ettirdiği “Sahratullah” mabedidir. Yani şöyle de adlandırılıyor: “İeron Solomontos”. Daha sonra kelimeler kaynaşıp İeroşalim’e evrilmiştir. Tarihçi Rolands, “İeron kelimesinin İbranice, “varis olmak” anlamına gelen “Yaras” kelimesinden köken aldığını iddia eder. Buradan yola çıkarak, İeruşalim’in manasının “Veraset-i Sulh” yahut “Muktesebat-ı Irsiyye-i Sulh” anlamında olduğu ileri sürülmektedir. Tarihçi Gnesios ise, “İeron” kelimesinin İbranice “mesken” anlamına geldiğini ve İeroşalim’in de “Sulh Meskeni” manasında olduğunu söylemektedir. Bazı tarihçilere göre, “İeron” kelimesi İbranice “Görmek” anlamına gelen “Raa” kelimesi ile bağlantılıdır. Buradan hareketle bakılırsa, İeroşalim, “Sulhu görmek” demektir. Şehrin bir başka ismi, “Kaditis” dir. Bu kelimeyi Yunan seyyah-tarihçi Herodotos beyan ediyor. Bu kelimenin, çok eski tarihlerde yahudilerin şehre verdiği “Kud’usa” isminden geldiği sanılıyor. Bir diğer isim “Ailia” (Elia) dır. Ailia Capitolia da denir. Bu isim, İ.S.136 yılında kente gelen Roma imparatoru Ailios Adrianos tarafından verilmiştir. Capitolios denmesinin sebebi ise bölgede zeus Kapitolü adı verilen bir tapınağın bulunmasıdır. Bulunan sikkelerin üzerinde “COL AELCAP.” Yani (Colonia Ailia Kapitolina) yazıları görülmektedir. İznik (Nikea) da gerçekleşen 1. Konsil (1. Ekümenik Sinodos) nizamnamesinin 7. Bendinde dahi İeruşalim episkoposundan bahsedilirken, “Episkopos Ailias” denilmiştir. Müslümanlar ve Araplar şehri “Beyt-ül Mukaddes” (Aziz Hane, Kutsal Ev) veya “El-Quds” ya da “Quds-ü Şerif” olarak isimlendirirler. (Yahudi ideolojisine göre iki tane İeruşalim vardır: İlahi plandaki İeruşalim ve yeryüzü planındaki İeruşalim. Yeryüzü planındaki İeruşalim, İlahi iradenin en üst düzeydeki yansıma alanıdır. Öte yandan yeryüzü planındaki İeruşalim. Yeryüzü planındaki İeruşalim, İlahi iradenin en üst düzeydeki yansıma alanıdır. Öte yandan yeryüzü planındaki İeruşalim, İhali kattaki İeruşalim’i etkiler. Bu bağlamda iki plan arasında bir tür interaction (karşılıklı etkileşim) sözkonusudur. Yahudiler’in İeruşalim’i bu kadar önemsemelerinin nedenlerinden biri de budur. Hem Yahudiler’in, hem Müslümanlar’ın hem de Hristiyanlar’ın kutsal şehri. Süleyman Mabedi, Kutsal Mezat Kilisesi ve Mescid-i Aksa burada bulunmaktadır. İsrail işgali altındadır. Aziz Petrus ve İsa peygamber de burada yaşamıştır. İlk Hristiyan şehidi olarak kabul edilen, bir rivayete göre, Aziz Stephen de Kudüs’te yahudiler tarafından taşlanarak öldürülmüştür. Yahudiler’in, Kudüs’e verdiği önemi göstermesi açısından Mezmurlar’da bulunan şu şiir kaydadeğerdir:

Babil nehirlerinde, orada oturduk ve ağladık

Sion’u anımsadığımız zaman

Söğütlerin üzerinde, onun ortasında çalgılarımızı astık

Çünkü bizi tutsak alanlar

Orada, bizden naşide sözlerini istediler.

Ve bizi harap edenler, ilahi, dediler:

Bize Sion’un kasidelerinden teganni edin.

Nasıl ecnebi bir toprakta,

Allah’ın kasidesini teganni edebiliriz;

Eğer seni herhangi bir vakitte unutursam Yeruşalim,

Elim unutulsun

Dilim gırtlağımı örtsün

Eğer seni düşünmezsem ve seni anmazsam Yeruşalim

Sevincin çılgınlığı içinde de...

Evet, yahudii Kudüs için bu kdar kararlı iken bizler neler yapıyoruz, bunu sorgulamak gerekir.

Lvdda 1872 yılı nüfusu 6000’dir. 4000 Müslüman, 2000 Yunan Ortodox. Şehir Yahudi kabilelerinden Binyamin tarafından inşa edilmiştir. Yahudiler bu şehre Lodd, Araplar ise Li’d derler. Samariye’den İoudea eyaletine geçmiştir. Hristiyan inancına göre, Aziz Petrus, burada Aineas adlı kötürüm adamı iyileştirmiştir. Romalılar bu şehre Diospolis adını veriler. Agios Georgios ismine merbuttur. Agios Georgios’un İzmir’de şehit edildiğine inanılır. Araplar, Aziz Georgios’a “Hıdır” adını verirler ve ona büyük bir saygı duyarlar. Bir efsaneye göre, Latin episkoposu mezarı açtırmaya kalkışmış fakat daha taşa dokunulur dokunulmaz mezardan fışkıran kaynar su, 2 kişiyi tamen haşlamış olup, girişimden vazgeçilmiştir.

Hebron: Yahudiliğin en eski merkezi olup “Kariath Arvo” (4 şehir) olarak bilinir. Böyle denmesinin sebebi, Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Yakup’un mezarlarının bulunduğuna inanılmasıdır. Yine yahudi inanışına göre, Hz. İbrahim, tarlasında bulunan Mamvri Çınarı altında 3 büyük melekle görüşmüştür. Eşi Sara da bu tarlada bulunan Efron mağarasında medfundur. Oğlu Hz. İshak’ın (İsaac), İshak’ın eşi Rebecca, Hz. Yakup (İakov) ve eşi Leia da burada medfundurlar. Hz. Davud da, Kudüs’ü fethetmeden önce burada hükümdarlık etmiştir. Müslümanlar da bu şehrin kudsiyetine binaen buraya “Mescid-ül Halil”i inşa etmişlerdir. Bu mezarların yanısıra, Saul’un seraskeri Avennir’in ve İessai’nin mezarlarının da bulunduğu sanılmaktadır.

Arimathae (Rmathem, Remli): 1850 itibariyla nüfusu 5000 olup, 400’ü Müslüman, 700’ü Ortodox Hristiyan, 200’ü Yahudi, 100’ü Ermeni’dir. Şaron Vadisi’nin ortasında yer alır. Bu şehir de Aziz Georgios’a çok bağlı olup onun adında bir manastır bulunmaktadır. Şehirde bir Latin manastırı da bulunur ve bunun yanındaki kuleye “40 şehitler kulesi” adı verilir. Azize Eleni Sarnıçları da bu mahaldedir. Nait adı verilen bir Hristiyan grubun da bu şehirde yaşadığı söylenir.

Geth (Gitta): Goliath (Calud’un vatanı), Gofna, Akrata, Thamna, Emmaous, Pella, Idoumea, Eggadi, İrodion ve İericho (Jericho), Galgala (Yahudi devletinin ordugahlarından), Zogora, Gavon, Ramathaim (Armatahaim: Hz. İsmail’in [Samuel] toprakları), Bethleem (Hz. İsa’nın doğduğu yer), Thekoe, Birsavee, Azotos, SİLO, Bethil (Hz. Yakub’un rüyası üzerine bu yerleşimin ismi, Louza’dan Bethil’e çevrilmiştir).

4-PEREA: Perea eyaletine Galaad ismi de verilir. Hz. Musa, bu topraklarda bulunan Basau hükümetinin lideri Og İle harp emiş ve onu yenmiştir. Belli başlı şehirleri şunlardır:

Kesariya Filippu (bu şehrin kuzeyinde bulunan bir mağara ve etrafındaki orman Pan ilahlarına adanmış olup, ismi Panion’dur). Ürdün ırmak silsilesini oluşturan ırmaklardan biri de buradan kaynak alır. Bu mağarada bulunan taştan yapılma kapların üzerinde yazılar hala çözülebilmiş değildir. Yahudi kralı Hirodes (İrod), bu mağaranın civarında imparator Augustus adına bir tapınak yaptırmıştır. Hz. İsa, bu şehri ziyaret etmiştir. Tarihçi Eusebius’un, “Kilise Tarihi” adlı eserinin 7. Babında, amansız bir derde tutulan kadının, Hz. İsa’nın eteğine tutunmakla şifası bulması bu şehirde gerçekleşmiştir. Gamala (Gennisaret yolunun civarındaki dağ üzerinde kurulmuştur).

Gadara (Şifalı pınarlarıyla ünlüdür. Araplar bu pınarlara Hamam-üs Şeyh derlerdi).

Gavlon (Çiolan).

Edrain (Basau hükümetinin merkezlerindendi. Haouran antik bölgesinde yer alır).

Astaroth (Basau hükümetinin merkezlerinden).

Bosrta, Gerasa, Ramoth (Gad kabilesinin yerleşimidir. Eskiden sürgün yeriydi. Diğer ismi Es-Salt’tır. Joshua (Osie) peygamberin mezarının burada olduğu belirtilmektedir).

Esevon ( Huspan: Taştan oyma kuyularıyla meşhurdur).

Meelmeon (Main),

İassa (Hz. Musa, Amhorreoslar’ın liderleri Sion’u burada yenilgiye uğratmıştır).

Dovon (Divon Gad İsaiah (İşaya) peygamber bu şehrin ahalisine hitapla, “Moabit şehrinin harabiyetine ağlamak için Moab dağına çıkınız” diye seslenmiştir.

Aroir.

Diğer bazı yerleşimler:

Beyrut (Bertus): Hristiyan Haçlılar tarafından Vaftizci Yahya (Hz. Yahya)ya adanmıştır. Halen Lübnan’ın başşehridir.

Sayda (Sidon): Hz. İsa’nın ziyaret ettiği yerlerdendir.

Zarefat (Sarafand): Elyeşa peygamber burada mülteci konumunda bulnmuştur. (1. Krallar, 17:9).

Sur(Tyre, Tyrus): Asilzadeler şehri. Fenikelilerin en önemli ticaret merkezlerinden biri.

Kanah (Qana): Aşher kablesinin ve daha sonra Kenan kabilesinin yerleşimi.

Abel Beth Maasah: Hz. Davud’a karşı ayaklananların lideri Seba burada yakalandı ve kellesi Davud’un ordusunun kumandanı olan Joab’a sunuldu.

Aszib: Kenan kabilesinin yerleşimlerinden.

Nahariye: Kenan kabilesinin kutsal yerleşimi.

Migdal (Magdala, Mecdel): Maria Magdalena’nın doğduğu yer.

Karmel tepesi: Eliyah’ın ayaklanma çağrısı yaptığı tepe

Mugharet el Wad: Bu bölgenin en eski halkı olarak kabul edilen Natufyalılar’ın yerleşimi.İ.Ö.8000.

Armageddon (Megiddo): İ.Ö. 3500 yılları. Hz. Süleyman’ın ahırlarının bulunduğu efsanevi yerleşim.

Jezreel (Yizre’el): Jezebel’in, Naboth’u taşlatarak öldürdüğü yer.

Caeserea (Kisariya, Sezariye): Aziz Petrus’un, Cornelius’u vaftiz ettiği yer. Aziz Paul, burada iki yıl hapiste yattı.

Şaron vadisi: Hz. Davud’un en sevdiği yerlerden biri olarak kabul edilir.

Yafa: Kelime, İbranice “güzellik”, Fenike dilinde ise “yüksek” manasına gelir. Hem yahudi, hem Ermeni, hem Müslüman hem de Yunan halk yaşar. 1870 yılı itibarıyla Yafa’nın demografik yapısı şöyleydi: toplam nüfus 7000. Müslüman: 4900, Orthodox Hristiyan (büyük çoğunluğu yunan): 100, Katolik yunan: 300, Katolik Latin: 300, Marounit Hristiyan: 50, Ermeni: 20, Yahudi: 430. Yunan mitolojisine göre; Andromeda adlı genç bir kadın, deniz canavarına nafaka (adak) olmak üzere Yafa kayalıklarına zincirlenir. Fakat Perseus bu canavarı öldürür. Ellerini yıkamak üzere bir pınara gider ancak pınardan kan akmaya başlar. Şehir, Yahudi kabilelerinden Dan kabilesine tahsis edilmiştir, Yafa Hz. Yunus’un (Yonas), balık tarafından yutulduğu yerin de Yafa açıklarında olduğu kabul edilir. Hz. Yunus, Ninive (Ninova) kentin ahalisine hitab ederek Allah’ın emirlerini tebliğ etmek yerine Yafa sahilinden yola çıkarak Tarsis’e geçerken yolda gemiden atlar ve balık tarafından yutulur. Roma imparatoru Vespasianus burada büyük bir katliam gerçekleştirmiş ve 10.000 kişi bu katliamda hayatını yitirmiştir.

Modi’in: İ.Ö.167 yılında, Maccabiler’in başkaldırısı burada gerçekleşti. Bu başkaldırı dini temeldeydi ve 4. Antiochos’a karşı geliştirilmişti.

Gezer: En eski İsrail yazıtlarından olan Gezer Takvimi burada bulundu. İ.Ö. 10. yy’da yazıldığı sanılıyor.

Aşkelon (Aşkalon): Filistin’deki 5 site- devletten biri. Diğerleri şunlardır: Asdod, Ekron, Gath, Gazze (Samson burada kör edilmiştir).

Lasis (Tel ed Duweir: Duweir tepesi): Yeremya’nın (Jeremiah) mektupları bu şehirde bulundu. Şehir, İ.Ö. 588 yılında kral Nabukadnezar (Nabulhodonossor) tarafından fethedildi.

Ziklag: Hz. Davud’un, Amalekler’i sıkıştırdığı yer.

Anata (Anathoth): Yeremya peygamberin doğum yeri

En-Gedi: Davud peygamberin Saul’u affettiği yer.

Massada: 960 Zealot militanının, Romalılar’la savaşa tutuşup, nihayetinde topluca intihar ettiği yer.

Dhiban (Dibon): Kral Mesa’nın zaferine ilişkin Moab Anıtı’nın bulunduğu yer.

Nebo Dağı: Hz. Musa, Vadedilmiş Topraklar’ın yerini burada tahsil etti.

Khirbet Qumran: 1947 yılında bir çoban tarafından bulunan ve içinde ilk İncil tomarlarının bulunduğu iddia edilen mağara. Burasının bir Esseni kütüphanesi ve mabedi olduğu kabul ediliyor

Amman (Ammon, Rabbah): Ammon krallığının ve bugün Ürdün’ün başşehri.

Abel-Meholah: Elyeşa peygamberin doğum yeri.

Berhel (Beitin):İsrail kraliyet sunağı. Kudüs’teki Süleyman mabedinin rakibi konumundaydı.

Nablus (Sesem): Hz. İsa’nın Samariyalı kadınla görüştüğü yer. Joshua, İsrail kabileleriyle büyük toplantısını burada yaptı.

Siloah: İsrail’in eski merkezi tapınağı.

Efraim ormanı: Absalom’un, babası Davud’a karşı bu ormanda örgütlendi.

Penuel: Yakub’un, büyük bir melekle güreştiğine inanılan yer.

Sebastiye (Samariye): İ.Ö. 870 yılında, Omri döneminde İsrail’in başşehri. İ.Ö. 721 yılında Asurlular’ın eline geçti.

Dothan: Hz. Yusuf’un, kardeşleri tarafından köleliğe terkedildiği yer.

Ein Dor (Endor): Saul’un öldüğü yer.

Hazor: Önemli Kenan yerleşimlerinden.

Baniyas (Caesarea Philippi): Hz. İsa’nın Kudüs’e dönmeye karar verdiği yer.

İ.Ö. 70 (ya da 74) yılında Kudüs kenti kuşatma altındadır. Kentin güçlü surları, o sıralarda altın çağını yaşamakta olan Roma İmparatorluğu’nun görkemli orduları tarafından çevrelenmiştir ve haftalardır sürmekte olan bu ağır muhasaraya karşı Yahudiler direnmektedirler. Karşılarındaki ordu, ünlü Komutan Titus tarafından yönetilen “dünyanın en güçlü ordusu”dur. Rasyonel bir değerlendirme, Yahudiler’in direnerek bir zafere ulaşmalarının mümkün olmadığını açıkça göstermektedir.

Buna karşın, “Zealotlar” sonuna kadar savaşmakta kararlıdırlar. Bir şekilde bir “mucize”nin gerçekleşeceğine ve Roma’yı ne olursa olsun yeneceklerine inandırmışlardır kendilerini. Teslim olma yanlısı, ihanetçi haham Ben Zakkai’yi pasifize ederler ve Kudüs’ün ve tüm Yahudi ulusunun kaderini kendi ellerine alırlar. Romalıların “teslim olun” çağrısına “sonuna kadar savaş” sloganıyla yanıt verirler.

Romalılar, Filistin’i İ.Ö. 63 yılında kansız bir fetihle imparatorluklarına katmışlar, sonra da zamanın şartlarına göre “hoşgörülü” sayılabilecek bir yönetim biçimi oluşturdular. İmparatorluk içinde başka hiçbir azınlığa tanınmamış olan hak ve ayrıcalıklar verildi Yahudiler’e. Yahudiler yine kendi kralları tarafından yönetiliyorlardı. Tabii ki bu kral kukla bir kraldı ve Roma’nın işbirlikçisiydi. Dini işlerinde özerktiler.

Buna rağmen özgürlük iradesi ağır bastı ve Yahudiler, Zealotlar’ın öncülüğünde "Büyük Yahudi İsyanı”nı, İ.S. 66 yılında başlattılar. İsyan Kudüs’ün yakınlarında, Masada kayalıklarındaki iyi korunan bir kalede başladı. Kaledeki Roma garnizonu Yahudiler’in ani bir saldırısı ile gafil avlandı ve Yahudiler garnizondaki askerlerin tümünü tasfiye etti. Benzer bir saldırı, Antonia kalesindeki Roma garnizonuna karşı gerçekleşti ve buradaki askerler de tasfiye oldular.

Roma ordularına karşı girişilen bu savaş, oldukça güçlü direnişlere karşın M.S. 70 (veya 74) yılında Kudüs’ün kuşatılmasıyla sonuçlandı. Yahudiler, bu bağımsızlık deneyimlerinde başarısız oldular. Kudüs’teki Yahudi direnişi çok güçlü oldu ve Roma epeyce asker yitirdi. Hz. Süleyman tapınağına sığınan Yahudiler, 8 günlük bir direnişten sonra teslim oldular. Bu çatışmalar sırasında tapınak hemen tamamen yokoldu. Geriye bir tek tapınağın batı tarafındaki duvarı kaldı; ilerleyen yüzyıllar boyunca bu duvar, Kudüs’teki tarihi hezimetin anısına, Yahudiler tarafından “Ağlama Duvarı” olarak kabul edilecekti. Bu yenilgiyle birlikte Kudüs yerle bir oldu ve yaklaşık bir milyon Yahudi ya öldürüldü ya da köle olarak satıldı. Yahudiler, teslimiyeti kabul etmediler ve bunun bedelini çok ağır bir biçimde ödediler. Roma Ordusu’nun en çok uğraştıranlar onlar oldu. Fakat durmadılar, Kudüs’teki kıyımdan kurtulanlar, isyanın başladığı yerde, Masada kalesinde bir kez daha örgütlendiler ve yeniden Roma’ya karşı silahlı mücadeleye giriştiler. Sonunda, 73 (veya 77) yılında, 100 kadar Yahudi gerilla, eşleri ve çocukları ile birlikte Masada’da sıkıştırıldılar ve teslim olmaya zorlandılar. Ancak Romalılar kaleye girdiklerinde tek bir canlı Yahudi bile bulamadılar; Yahudi militanlar, teslimiyeti reddederek topluca intihar etmeyi seçmişlerdi.

Hezimetin anısına, Yahudiler tarafından "Ağlama Duvarı” olarak kabul edilecekti. Bu yenilgiyle birlikte Kudüs yerle bir oldu ve yaklaşık bir milyon Yahudi ya öldürüldü ya da köle olarak satıldı. Yahudiler, teslimiyeti kabul etmediler ve bunun bedelini çok ağır bir biçimde ödediler. Roma Ordusu’nu en çok uğraştıranlar onlar oldu. Fakat durmadılar, Kudüs’teki kıyımdan kurtulanlar, isyanın başladığı yerde, Masada kalesinde bir kez daha örgütlendiler ve yeniden Roma’ya karşı silahlı mücadeleye giriştiler. Sonunda, 73 ( veya 77 ) yılında, 1000 kadar Yahudi gerilla, eşleri ve çocukları ile birlikte Masada’da sıkıştırıldılar ve teslim olmaya zorladılar, teslimiyeti reddederek topluca intihar etmeyi seçmişlerdi.

Çatışmalar hiçbir zaman, tamamen ortadan kalkmadı ve yer yer devam etti. M.S. 136 yılında, Haham Akiba ve genç Yahudi öncü-militan Bar-Kokba’nın önderliğinde yeni bir isyan daha başladı. Bar Kokba, Roma birliklerine karşı bazı galibiyetler elde etti ve halkının morali yükseldi. Ancak, bu isyan da, Roma Ordusu tarafından, 138 yılında, çok kanlı bir biçimde bastırıldı. Bar-Kokba ve Akiba hemen infaz edildiler. Bu gelişmelerin ardından Roma Ordusu büyük bir kıyıma girişti. Bu kez katliam, Kudüs’te yaşanandan da büyüktü. Yaklaşık yarım milyon Yahudi öldürüldü ve kalanlar da Filistin den tamamen sürüldüler. Kudüs’e ayak basmaya kalkan her Yahudi’nin idam edileceği duyuruldu ve bu hüküm, Roma’nın çöküşüne kadar devam etti.



Haçlı dönemi

1187 yılının yazında kral Guy de Lusingnan’ın komutasındaki Haçlı ordular, Taberiye gölü yakınlarına ulaştılar. Taberiye gölünün etrafında, Müslüman Kürt komutan Selahaddin Eyyubi liderliğindeki İslam ordusu kendilerini bekliyordu. Haçlı ordusu içindeki "ılımlılar"-örneğin Raymond de Tripoli- Taberiye (Tiberius) ye kadar gidip Selahaddin’le savaşmanın, coğrafi ve lojistik koşullar nedniyle kendileri açısından bir felaket olacağını öne sürdü:

"Gerçektan savaş tatbikleri açısından, hele de yaz ortasında, çölde savaş yürütmek oldukça risklidir, üstelik savaşacağınız ordu hem bölgeyi avucunun içi gibi biliyor hem de oldukça üstün bir komutanın öncülüğündeyse bu risk iki katına çıkar." Ancak, Raymond’un teklifi sıcak karşılanmdı. Raynaud de Chatillon ise bu fikre karşı çıktı ve Müslümanlar’ın bu büyük fırsatı kullanılarak yok edilmeleri gerektiğini savundu. Kral Guy de Lusignan da Raynaud’ya ve onun gibi düşen radikallere uydu ve Ortadoğu, hatta dünya tarihinin en önemli savaşlarından birine doğru yola çıkıldı.

Haçlı orduları, Taberiye gölünün yakınına ulaştığında korktuğu şeyle karşılaştı. Selahahddin’in askerleri Haçlı ordularının çevresini kuşattılar. Günün ilk ışıklarıyla birlikte saldırı başladı ve 90 yıl önce Filistin topraklarına büyük bir zaferle girmiş olan Haçlı orduları büyük bir bozguna uğradı. Haçlı askerlerinin, hatta şövalyelerin önemli bir bölümü savaşırken öldü, bir kısmı da teslim oldu.

1095 yılında Avrupa’dan yola çıkan ve 1099 yılında Kudüs’e (Yeruşalim) ulaşarak buradan Antakya’ya kadar uzanan bir coğrafya üzerinde görkemli bir Haçlı Krallığı kuran Batı Emperyalizmi aradan geçen 88 yıldan sonra büyük yenilgiye uğradı.

Haçlılar 88 yıl önce ilk geldiklerinde Kudüs’ü (Yeruşalim) almayı başarmışlardı, çünkü kendilerine karşı koyacak örgütlü bir askeri güç yoktu. Ortaduğu’daki feodal aşiretler ve emirlikler birbirleriyle çatışıyorlardı ve oldukça da geri bir teknikleri vardı. Kısaca militler organizasyon mantığı bu coğrafyada henüz gelişmemişti. Direnme güçleri yoktu. Sellahaddin Eyyubi bu durumu iyi tesbit etti ve çözümün düzenli bir ordudan geçtiğini fark etti. Bu ordunun geliştirilmesi için gereken ekonomik kaynağı besleyecek olan ideoloji ise "Kutsal Savaş / Cihad İdeolojisi" ydi. Gereken propaganda yürütüldü ve "İslam Orduları” oluşturulmaya başlandı. Bu öncülerden biri de S,Şam Emiri Mahmud Nureddin’dir. Selahaddin ise onun halefedir.

Bu savaşta gücünü tamamen yitiren ve telef olan Haçlı Krallığı’nın büyük bölüm Selahaddin Eyyubi tarafından ele geçirildi. Selahaddin’in en önemli hedefi, kuşkusuz Kudüs’tü. Selahaddin Eyyubi, Ekim 1187’de ordusuyla birlikte Kudüs’e girdi. Franklar hariç, Doğu ve Grek Hristiyanları’nın şehre yerleşip ibadetlerine devam etmelerine izin verildi. Kudüs’te, bu kez İslam devleti süreci başladı. Kudüs, bu tarihten sonra 8 asır daha Müslümanlar’ın egemenliği altında yaşadı.

Haçlılar, Selahaddin Eyyubi’nin zaferinden sonra Filistin’de tamamen yok olmadılar. Savaştan sap kurtulan şövalyeler önce Sur (Syr) kentinde toplandılar, sonra Akra kalesini ele geçirdiler ve Haçlı Krallığı, Kudüs’ü alamasa da, bir yüzyıl daha Akra’da ve çevresinde yaşadı. 1291 yılında tüm Haçlılar, bu kez Memlük emiri El-Eşraf Halil tarafından, yenilgiye uğratıldılar.

Bu yenilginin anlamı tüm Filistin topraklarının, Müslümanlar’ın egemenliği altına girmesidir. Şimdi tüm Suriye ve kıyı bölgelerinde siyasi egemenliğin yanı sıra ticari egemenlik de Müslümanlar’ın elindeydi.

Haçlı emperyalizminin 1291’deki bu yenilgisinden sonra- Napoleon’un 1800’lerin başındaki başarısız seferi hariç- Ortadoğu genelde İslam ideolojisinin egemenliği altına kaldı. Büyük bir askeri ve finansal güce dayanark Filistin’i ele geçiren Haçlılar, "Hz. İsa’nın doğum yeri olan Nazareth’i (Nasıra) de içinde barındıran, kendilerine göre kutsal topraklar" bir daha geri dönme fırsatı bulamadılar. Bu, Hıristiyanlar için büyük bir hayal kırıklığı oldu hatta, Batı da çok büyük tarihi çalkantılara ve hareketlere neden oldu. Avrupa’ya geri dönen bir çok Haçlı komutanı Papalığın emriyle tasfiye edildiler ve mal varlıklarına el konuldu.

Ama aynı coğrafyanın başka sakinleri de vardı ve onlar pek dikkat çekmiyorlardı. Adeta varlıkları ile yoklukları bir gibiydi. Belki çok açıkça fark edilmiyordu ama Onlar daFilistin’de varolma iddiasındaydılar. Bu proje, onların dini ve ulusal kültürlerinde yüzyıllardır varlığını koruyan bir "İdea"ydı aslında. Bu idea’yı uygulamaya dönüştürebilecek bir siyasi güce ve ideolojik formasyona da sahipti.

AVRUPA BOYUTU

Yahudiler, hristiyan kimliği de hızlı bir dönüşe uğramaya başladı. Kilise ideolojisi (İdeologie Ecclesiastique) etkisini yitirip yerine seküler (dünyacı-laik) düşünce ve ideolojiler hakim oldukça, Yahudiler’in üzerindeki hukuki kısıtlamaların nedeni de ortadan kalkmayla başladı. Nitekim Fransız Devrimi’nin ardından Avrupa ülkelerinde birbirini izleyen bir "Yahudi özgürleşmesi" (emancipation) süreci işlemeye başladı. Mümkün olduğunca homojen bir millet kurmak amacını taşıyan bu yeni devletler, gibi bir müstakil ulus muydular? Ya da yalnızca bir dini cemaatten mi ibarettiler?

Az bir kısım Yahudi, bir millet değil, yalnızca bir dini grup olduklarında ısrar ettiler ve kendilerine "Musevi Fransız", "Musevi Alman" gibi kimlikler bulmaya çalıştılar. Milli yönden, Avrupa ulusları içince "asimile " olmak istediler.

Oysa kendilerini bir ulus olarak tanımlayan Yahudiler, bu "asimilasyon"a kesinlikle onay vermeyeceklerdi. Bu konuda onlarla aynı şekilde düşünen bir ikinci grup daha mevcuttu: Anti-semitler, yani Yahudi karşıtları. Modernizm’in yan ürünlerinden bir olan ırkçılık tarafından yaratılan anti-semitler, Yahudiler’i içinde yaşadıkları ülkelerin etnik ve ırki homojenliğini bozan zararlı bir unsur olarak görüyorlardı. Asimilasyonist Yahudiler’e karşı Yahudi milliyetçileri ve Avrupa ırkçıları arasında doğan bu ilginç stratejik yakınlık, bir süre sonra gizli bir işbirliğine dönüşecek, Nazi Almanya’sı ile zirveye çıkan bu işbirliği, asimilasyonist Yahudiliğin fiili olarak sona erdirilmesiyle sonuçlanacaktı.

Yahudilik bir ulus olarak kabul edildiğinde ise ister istemez önemli bir soru ile karşılaşılıyordu. Avrupa’daki tüm uluslara az-çok homojen birer devlet bulunduğuna göre, Yahudiler için de bir ulus-devlet oluşturulmalı değil miydi? Ve dahası, bu ulus-devlet nerede olmalıydı?

Theodor Herzl adlı, Budapeşte doğumlu Avusturyalı bir Yahudi gazeteci tarafından örgütlenen "Siyasi Siyonizm hareketi",1897 yılında ilk kongresini gerçekleştirdi. Theodor Herzl, Yahudi devletinin, 1947-52 yılları arasında kurulacağını öngördü. Kuşkusuz bu öngörünün maddi temelleri vardı. Evet, bir Yahudi Devleti mutlaka kurulmalıydı; Yahudi ulusunun- Yahudi ırkının-asimilasyondan ve anti semitizmden kurtularak yaşamını sürdürmesi için, sadece Yahudiler’e ait olan bir ülkeye ve devlete ihtiyaç vardı.

Özellikle Rothschild hanedanının elde ettiği ekonomik güç, 19. yüzyılda efsanevi bir boyuta ulaşmış, Rothschidlar Avrupa’nın ekonomik imparatorları olarak anılır olmuşlardır. 1789-1848 arası dönem genellikle "Devrim dönemi" olarak adlandırılır. Aynı dönem Avrupası’nın en üst düzey "kar devrimi"ni ise Rotschild hanedanı gerçekleştirir. Fransız devrimi, bir anlamda Rotschild ailesinin önlenemez ekonomik yükselişini tetikler.

1789 öncesinde, Yahudiler Ghetto ticareti dışına çıkamıyorlardı zira yasalar bağlayıcıydı. Ne zaman ki, Fransız devrimi Güney Almanya’ya idhal oldu, her şey değişmeye başladı. Özellikle Frankfurt ghettosu çok hareketlendi. Fakat, beklenenin aksine siyasi bir demokratizasyondan ziyade ekonomik bir demokratizasyon gelişti. Çarpıcı oranda bir yahdui burjuvalaşması ve arisrokratlaşması ortaya çıktı. Yahudilik, Ortaçağ’dan bu yana sessizce büyüttüğü portföyünü, sınıf atlamak ve uluslararasılaşmak için kullanmaya başladı. İşte Rotschildlar bu gelişmenin en belirgin ve devasa paradigması haline geldi.

Nathan Rotschild, İngiltere tekstilini tamamen ele geçirdi. Frankfurt ayağı ise ithalat-ihracat faaliyetlerini geliştirirken, uluslar arası bankacılığın modern anlamda ilk adımlarını attı. Aşırı fiyat kırmalar sonucu bir sürü şirketi piyasadan sildiler. Nathan şöyle diyordu. "Kağıt oynamam, tiyatroya gitmem, eğlenmem. Tek zevkim işimdir". Mayer Rotchild ise şöyle söylemektedir. "Üst düzey bir şahsiyet; bir aristokrat, bir iş adamı veya bir banker, bir yahudiyle finans ilişkisine girerse, o kişi kısa zamanda Yahudileşir!". İşte bu Rotschildlar, tarihin en zengin hanedanı olmayı başarmışlardır.

Süreç içinde bu hanedan Kutsal İttifak olarak da anılan, Rusya, Prusya ve Avusturya’ya, bilahare Fransa’da Bourbon hanedanına sızdılar ve onların hem ticari hem de siyasi güçlerinden faydalanmaya başlayıp, inanılmaz bir yükselişin içine girdiler. Bu geniş ilişki ağına İspanya ve Napoli de katıldı. Daha sonra kollar Belçika ve Hollanda’ya uzandı. Bu nedenle birçok çevre tarafından "Ürküntü’nün baş rahibi"olarak tanımlanmaya başladılar.

Doğal olarak, kapital (sermaye) ideolojik-politik gücü de getirmeye başladı. İtalya ve İspanya’da liberalleri desteklemesi monarşistlerin öfkesini çekti ve hanedan lanetlendi, ama önüne geçilemedi. Heinrich Heine şöyle demektir."Para, günümüzüz ilahıdır ve onun peygamberide Rotschildlar’dır"

Diğer Yahudi ailelerin aksine, Rotschidlar Yahudiliklerini hiçbir zaman saklamadılar ve bilakis Yahudiliği ihya etmeye yöneldiler. James Rotschild, "din her şeydir, her şeyi Yahudiliğimize borçluyuz"diyordu. Hristiyan bir erkekle evlenen bir aile bireyi ise derhal aileden reddedildi.

İçinde Yahudilerin bu denli önemli bir yer tuttuğu burjuvazi sınıfının siyasi güce kavuşması bilindiği gibi Fransız Devrimi ve onu izleyen reformlarla gerçekleşti. Fransız Devrimi’nin altyapısını oluşturan Aydınlanma hareketinin önde gelen düşünürleri, dinin toplum hayatında yönetici bir rol oynamasına karşı çıkmışlar, ayrıca monarşi rejimini kötüleyerek demokrasiyi savunmuşlardı. Dinin toplum hayatından çıkarılması, insanların dinlerine bakılmaksızın muamele görmesini gerektiriyorduve buda Yahudiler için Hristiyanlar’la tamamen eşit haklara sahip olmak anlamına geliyordu. Nitekim Fransız Devrimi’ni izleyen dönemde, Yahudiler Avrupa’nın dört bir yanında Hristiyanlar’la eşit haklar elde etmeye başladılar. Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğunda Yahudiler üzerindeki hukuki ve toplumsal kısıtlamalar kaldırıldı. Avrupa artık Hristiyan bir düzenle değil, seküler (dindışı, dünyevi) bir düzenle yönetiliyordu ve Yahudiler de bu düzen içinde Hristiyanlarla eşit haklara sahip olmuşlardı. Artık onlar da devlet kademlerinde yükselebilir, siyasi güce el uzatabilirlerdi. Nitekim öyle de oldu. İlk kez İngiltere’de bir Yahudi, banker Rotschild, Lordlar Kamarası’na girdi. Bir süre sonra bir başka Yahudi, Benjamin Disraeli İngiltere Başkanlığı koltuğuna oturdu. Bu arada Hristiyan kültürünün toplum içindeki etkisi eridikçe, Avrupa toplumlarında Yahudilere karşı eskiden beridir varolan antipatisinin yerine, Yahudilere karşı sempatiyle bakan ve onların "haklarını” savunan bir akım gelişti. Bu Yahudiler Romalılar tarafından Filistin’den sürüldükleri yıllardan sonra, hiçbir zaman bu topraklarla olan ruhi bağlarını yitirmemişlerdi. Avrupai’da yaşadıkları yüzyıllar boyunca, aslında yabancı bir toprak gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak Yahudiler asırlar boyunca Filistin’e dönüşün, ancak Mesih adını verdikleri bir kurtarıcı sayesinde mümkün olacağına inanmışlardı. Oysa 19. yüzyılın ortalarında iki haham bu konuya hazır olduğunu gören bu iki haham, Judah Alkalay ve Zevi Hirsch Kalisler, Yahudilerin mesihi beklemelerine gerek olmadığını öne sürdüler. Onlara göre Yahudiler kendi ekonomik ve siyasi güçlerini kullanarak ve büyük Avrupa devletlerinin desteğini alarak Filistin’e döenebilirlerdi. Bu hareket, Mesih’in geliş sürecinin ilk aşaması olurdu. Bu iki hahamın yaptığı yorum, bir süre sonra dindar olmayan ancak ırk bilinci sayesinde kendilerine yeterince Yahudi hisseden genç milliyetçilere etki etti. Bunların en önemlisi kuşkusuz Theodor Herzl adlı Budapeşte doğumlu, Viyanalı genç gazeteciydi. Herzl, iki hahamın yaptığı öneriyi aktif bir siyasi harekete dönüştürerek Siyasi Siyonizm hareketini kurdu. Siyonizm, adını Kudüs’teki kutsal Sion dağından alıyordu ve uzun bir program sonucunda tüm dünya Yahudilerini Filistin’e döndürmeyi amaçlıyordu. Herzl, 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde, I. Siyonist Kongre’yi topladı. Burada Dünya Siyonist Örgütü hedefi vardı; Filistin’i Yahudi yerleşimi için uygun hale getirmek ve başta Avrupadakiler olmak üzere diasporadaki Yahudileri buraya göç ettirmek. Birinci hedef, 1917 yılında büyük bir aşama kaydetti. İngiliz hükümeti, 2 kasım 1917’de ünlü Balfour Deklarasyonu’nu yayınlayarak I. Dünya savaşı ile Osmanlı’nın elinden almış olduğu Filistin’de bir "Yahudi ülkesi" kurma hedefini desteklediğini açıkladı. Kararın arkasında Britanyalı Siyonist Federasyonu’nun başkanı Lord Rotschild vardır. [Adını 1848-1930 yılları arasında yaşanan Britanyalı muhafazakar siyaset adamı Arthur James Balfour’dan alır. Balfour, 1902-1905 tarihleri arasında başbakanlık, 1916-19 tarihleri arasında da dışişleri bakanlığı yapmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Versailles Anlaşması’nın da katılımcıları arasındadır]. Bu, Siyonistler için büyük bir başarıydı. Dönemin dünyanın en büyük askeri ve politik gücü olan İngiltere açıkça onları desteklediğini ilan etmişti. Deklarasyon, Siyonizm’i kuru bir hayal olarak gören pek çok kişiye –bunların arasında çok sayıda Yahudi de vardı- hareketin gerçekte ne denli güçlü olduğunu gösterdi.

Peki bu devlet nerede kurulmalıydı? Siyonistler, İngiltere tarafından önerilen Uganda gibi opsiyonlara fazla rağbet etmeden, hemen karar verdiler. Filistin’de! Yani Yahudiler’in "Holy Lands / Promised Land " inde (Kutsal Topraklar / vaat edilmiş topraklar) Filistin, 2000 yıl kadar önce Yahudiler’in vatanıydı; İ.S 70 yılında Romalılar tarafından bu "kutsal" coğrafyadan sürülerek diasporaya dağılmışlardı. Ve şimdi, yaklaşık 2000 yıllık bir aradan sonra, buraya dönmeye karar vermişlerdi. Nitekim hareketin ismi de Filistin’i, dahası Kudüs’ü çağrıştırıyordu; "Siyonizm" kelimesi, Kudüs (Yeruşalim) yakınlarındaki kutsal "Sion Dağı”ndan geliyordu.

Siyonistler Filistin’ i bir Yahudi vatanı haline getirebilmek için önce Osmanlı İmparatorlupu nezdinde çeşitli girişimlerde bulundular, ancak özellikle sultan II.Abdülhamid zamanında hiçbir sonuç elde edemediler. Ancak savaşta Filistin, Osmanlı egemenliğinden çıkıp İngiltere’nin mandası haline gelince ve Britanya Hükümeti 1917’de yayınladığı ünlü Balfour Deklarasyonu ile "Filistin’de bir Yahudi Ülkesi "projesine destek verdiğini ilan edince, Siyonist projenin pratiğe dönüşme ihtimali çok arttı. İki dünya savaşı arasındaki dönem, başta Avrupa olmak üzere Yahudi diasporasının farklı bölgelerinden başlatılan Yahudi göçleriyle, Filistin "Yahudileştirmek"için girişilen ısrarlı bir mücadeleye şahit oldu.

Osmanlı egemenliğinin ortadan kalkması, İngiltere’nin Filistin’i manda haline getirmesi, Araplar’ı belirsizliğe itti. Tüm Ortadoğu, Emperyalizm tarafından sömürgeleştirildi ve müstakbel İsrail için birinci yol açılmış oldu. Aynı Britanya’nın yönetiminde ve ordusunda kaç Yahudi’nin bulunduğu ise başka bir tartışma konusudur. Ama şunu hemen belirtelim ki, tahminlerin çok üzerindedir. Siyonistler’in Filistin’e akın akın Yahudi göçmenler getirmesi, Arapları ne kadar rahatsız etti bilinmez ama bazı "Araplar"ın rahatsız olmak şöyle dursun dört gözle o günü bekledikleri rahatlıkla söylenebilir. Bunlardan biri, belki de en önemlisi, bugünkü Ürdün’ün lideri Kral Abdullah’ın dedesi Kral Abdullah ibn-i Huseyn’dir. Kendisi de bir Siyonist-mason olan Kral Abdullah, hem Britonlar’la hem de Yahudi şefleriyle sürekli beraberdi ve gizli anlaşmalar imzalanıyordu. Yahudi göçü, sömürgecilikten farklı olarak, bölgeye yeni bir halk yerleşirse,onu, yerleştiği topraklardan çıkarmak mümkün olmazdı.

Özcesi, Siyonist proje, Ortadoğu gibi bir barut fıçısının içine, yeni bir halk yerleştirmek amacını güdüyordu. Doğal olarak bu iki halk için belirli bir toprak da gerekecek, diğer bir ifadeyle Ortadoğu’nun yerleşik halkından zorla toprak alınacaktı. Hem de bu toprak, "kutsal" bir topraktı; her üç din için de kutsal sayılan Filistin’i, en önemlisi de Kudüs’ü içeriyordu eşdeyişiyle, 1291 yenilgiye uğrayan Haçlılar’dan yüzyıllar sonra, Ortadoğu’ya yeni bir "konuk" daha giriyordu. Bu konuk, Haçlılar kadar kolay pes edeceğe benzemiyordu, üstelik Selahaadin gibi bir lider de ortada yoktu, Araplar siyaseten ve ideolojik olarak hala feodalizmi yaşıyorlardı. 1291’lerden pek büyük farkları yoktu ama Yahudiler Avrupa’dan yani Modernizm bilgisiyle donanmış olarak ve tartışma götürmez ekonomik üstünlükleriyle birlikte geliyorlardı. Araplar’ın ise yalnızca sayısal üstünlüğü vardı aynı Haçlılar’ın, Selahaddin’e karşı sayısal üstünlüğü olduğu gibi, hepsi bu . Ama Haçlılar’ı yakalayan kader bu kez Araplar’ı yakalamaya hazırlanıyordu. Filistin, yeni sahibine hazırlanıyordu. Aslında, bu yalnızca yahudiler’in başarısı değil, Batı emperyalizminin de bir anlamda geçmişin (Haçlı atalarının) intikamını talep etmesiydi. Yani "Judeo-Chetien" bir kuşatma Ortadoğu’da egemen olmuştu. Buna, Yahudi destekli modifiye Haçlı seferi diyenler de var.

Beklenen oldu ve, Araplar’ın cılız isyanlarına ve direnişlerine rağmen, Siyonist proje 1947 yılında gerçeğe dönüştü. Britanya’nın Filistin’den çekilerek ülkenin geleceğini Birleşmiş Milletler’e havale etmesinin ardından, ülkenin Araplar’la Yahudiler arasında yarı yarıya paylaşımı öngören BM planı uygulamaya kondu. Bu "Yahudi Devleti"ni yasallaştırmaktan başka bir anlam taşımıyordu. İslam egemenliği Filistin’de yerini Siyonist egemenliğe bıraktı.

Hem Filistin’deki hem de komşu ülkelerdeki Araplar bu unsuru bünyeden atabilmek için bir kere daha harekete geçtiler ama nafile! İsrailliler, "Bağımsızlık Savaşı”adını verdikleri mücadeleyi kazandılar ve Araplar’ı püskürterek BM’nin kendilerine verdiğinden daha da büyük bir toprağı ele geçirdiler. [İsrail’i çevreleyen yaklaşık 100 milyon kişilik "et yığını”, 1 milyon kişiye karşı, feodal bir diyet ödedi ve hala da ödemeye devam ediyor ve belki de devam edecek ] Filistin, Şeria (Ürdün) nehrinin Batı kısmı-sonradan "Batı Şeria" olarak anılmaya başlandı ve Akdeniz kıyısındaki Gazze (Gaza) kentinin etrafındaki küçük sonradan "Gazze (Gaza) Şeridi" olarak anılmaya başlandı-hariç, tümüyle İsrail’in egemenliği altına girdi.

Modernist Yahudi boş durmadı ve, hem "Bağımsızlık Savaşı” sırasında, hem de sonrasında ciddi bir "etnik arındırma" programı uyguladı. Kurduğu yeni devletin topraklarını homojenleştirmeye başladı: Arap mülkleri düşük fiyatlarla satın alınmaya ve "Yahudileştirme"ye başlandı. Arap nüfusu büyük oranda "erode" oldu (eridi).

48 Savaşı, Araplar için büyük bir yenilgi, İsrail içinse büyük bir zaferdi. Yahudiler, Hristiyanlar’ın gerçekleştiremediğini gerçekleştirmişlerdi. Araplar ise, yeni bir Selahaddin beklemeye başladılar. Ama Selahaddin’ler "gökten" zembille inmiyorlar!

O günden bu yana Araplar’ın beklediği gibi bir Selahaddin çıkmadı. Bu yüzden de İsrail hep orada kaldı. Ve yine bu yüzden, 1948 sonrasında Ortadoğu, büyük ölçüde-özellikle Filistin Arapları açısından-özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerinin filizlenmesine ve büyüyüp gelişmesine "yataklık" yaptı.

Yahudilik ideolojisinin tarihi aslında bir "günahlar tarihi" dir. Uygulanan politikalar kan çanaklarında kotarılagelmiştir. Hele son 100 yıllık tarih ölümcül bir salgına dönüşmüştür. "Siyasi" diye de adlandırılan Siyonizm’in kurucusu Theodore Herzl,, 11 Haziran 1902 tarihinde en vahşi sömürge baronlarından olan Cecil Rhodes’a (Rodezya ismi ona atfedilmiştir) yazdığı mektupta şöyle der: "Rica ederim efendim, programını okuduğunuzu ve benimsediğinizi ifade eden bir mektubu tarafıma gönderiniz. Kendinize, neden size başvurduğum konusunda sorular sorabilirsiniz. Bunun nedeni, benim programımım sömürgeci bir program olmasıdır".

Judaizm’in hedefleri hem siyasi, hem ulusal, hem dinidir. Ve bu durum hep Allah’a bağlanmış İsrailoğulları’nın Allah tarafından ayrıcalıklı bir kavim olarak taltif edildiği bu nedenle Yahudilik için her şeyin mübah olduğu savunulmuştur. Bu mefküre, bütün dünya Yahudilik ideolojisinin tamamen denetimi altına girmeden doymayacaktır.

Judaizm bir "kolektif bencillik" kurumudur. Bu, putlaştırılmış milliyetçiliği bağrında yeşertmiştir. Böylece, Yahudiliğin sesi, kanlı silahların ve katliamları sesi olmuş, bu adeta Torah hükmü gibi olmuştur. Sanıldığı ve iddia edildiği gibi bir "payen (dinsiz) " judaizm yoktur ortada, bilakis tamamen dini ve geleneksel metinlere bağlı bir ideoloji apaçık ortadadır. Sion’da egemen olan, "Hukuk"un adaleti değil ve fakat "hukuksuzluk"un adaletidir. Bu bir evrim falan da değildir, tam tersine geleneğin güçlenmesidir. Atrofiye (gerileme, büzüşme) uğrayan judaizm değil, onunla mücadele etme iddiasındaki güç odaklarıdır. Bu, Makkabizm’in geleneğinden hiç de farklı değildir. O nedenle, Lübnan’a, Filistin’e girerken, İsrail ordu birlikleri, "Bizle ibrahim’in askerleriyiz" diye slogan atmaktadırlar (bazı muhteremler de İbrahmi dinler arası diyalogtan bahsediyor). Süreç, dünya halklarının "nihai sıvılaştırılma (tüketilme)" sürecidir. 1902 yılında, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin "Apartheid" (Irkçı) rejiminin başbakanı Yahudi Vorster, ideolojilerini meşrulaştırma temelinde şöyle diyordu:

"Unutmayalım ki, bizler (beyazlar) belli bir misyon yüklenmiş olan, Allah’ın halkıyız (temsilcileriyiz)". Yahudi profesör Andre Nehar, "Peygamberliğin Özü" isimli kitabında, "İsrail, dünyadaki ilahi tarihin mükemmel bir işaretidir. İsrail dünyanın eksenidir, onun sinir sistemi, yüreği ve merkezidir", demektir.

Bu, megalomanik hezeyanlarla dolu ideolojinin temsilcisi olan Yahudilik’le nasıl bir insani diyalog üretilebilir? Bilen varsa önersin. Bu durum basit aşiret milliyetçiliğinin ve yumuşak modernist milliyetçiliğin çok daha ötesinde, arkasına yüzlerce Yahudi (olduğu varsayılan) peygamberini de alan dini bir kavimciliktir. O nedenle, Kemalizm kolay kolay kırılamıyor. Çünkü, Judaizm’i olduğu gibi benimsemiş ve içselleştirmiştir. Kurumlar ona göre şekillenmiştir. Eğer Kemalizm, faşizm olsaydı, kapitalizm tarafından 50 defa tasfiye edilmiş olması gerekirdi. Halbuki değildir. İllaki adlandırmak gerekirse "Kemalist Judaizm" demek gerekir ki, faşizm bu ideolojinin yanında çok zayıf kalır zira Hitler faşizmi en nihayetinde Germen Arvanizm’ine dayandırılır ki, Judaizm’e göre fakirin fakiri bir ideolojidir. Arka planı yoktur onun, kültürü Teutone kültürüdür, grotesktir, inceliksizdir, sanatsızdır, felsefesizdir, yani ağaç diplerinden fışkıran bir "piç"gibidir, hükümsüzdür. O nedenle Hitlerizm’in arkasında onu kucaklayan bir "baba" ideoloji olmalıdır.

Yahudilik kendisini bütün uluslar arası kanunların üzerinde görür ve bunun ikrar etmekten de kaçınmaz. O, mitolojik verilerle beslenir ve o verilere dayanır. Onun için, filanca Yahudi kabilesinin yasası uluslar arası yasa maddelerinden daha fazla belirleyicidir.

Almanya Siyonistlerinin Nasyonal Sosyalistler’le iç içeliği çoğu insana anlaşılmaz gelir ancak mekanizmayı kavramış olanlar için bundan daha olağan bir şey yoktur. Bunun en önemli amacı Filistin’de bir İsrail devleti kurmaktır. Bir güce angaje olmadan, kendi halkının hareketlendiremezsin, göç etmeye zorlayamazsın. Onları huzursuz etmenin, oradaki yaşam koşullarını ortadan kaldırmanın yolunu bulmalısın. Bunu sadece siyasi propaganda metodlarıyla yürütemezsin, akim kalır. O yüzden, bölgesel güçle entegre olman gerekir hatta bölgesel gücü kuşatıp ona perspektif vermen gerekir. Yahudilik bunu yapmış ve son tahlilde başarılı olmuştur. Naziler’e Yahudileri kamu fonksiyonu içeren işlerden atma objektifini sunmakla başlar ise, Siyonistler. Yani önce bir sürü işsiz, aç Yahudi üretilir. Ondan sonra dönüp, onların arasından göze batanları tasfiye eder ve arkalarından da, oyunun kuralı gereği "Anti-Nazi" propaganda yapar, tek yolun kutsal topraklara dönmek olduğunu empoze eder. Bu meyanda, Naziler’den daha faza Anti-İngiliz’dir.

Almanya Siyonist federasyonu, 21 Haziran 1933 tarihinde Nazi Partisi’ne bir mektup gönderir:

"…Irk ilkesini ilan eden yeni Devlet’in kuruluşunda, (Yahudi) topluluğumuzu bu yeni yapıya adapte etmeyi temenni ediyoruz. Yahudi uyruğunu kabul etmemiz bizlere, Alman halkıyla ve onun ırki ve milli gerçekleriyle daha açık ve daha samimi ilişkiler tesis etme izni verecektir. Bizler de, Yahudi safkanlığını destekleme bağlamında karışık evliliklere karşıyız. Kimliklerinin bilincinde olan Yahudiler Alman devlet yapısı çerçevesinde kendi yerlerini alabilirler. Alman devletiyle bilinçli Yahudiler arasında sadakat temelinde ilişkilerin yürüme olasılığının mevcudiyetine inanıyoruz. Pratik objektiflere ulaşılması için, Siyonizm, Yahudilere tamamen düşman olan köktenci bir iktidarla işbirliği yapma konusunda yetenekli olabileceğini umar. Siyonizm’in gerçekleşmesi, mevcut Alman yönlendiriciliğine karşı ancak dışarıdaki Yahudileri rahatsız edebilir. Güncel anlamda, Almanya’ya karşı yürütülecek olan bir boykot, özünde Siyonist olamaz…." . Her şey çok açık, yoruma gerek yok.

Nazi teorisyeni Alfred Rosenberg (traji-komik ama oda yahudidir) şöyle söylemektedir:

"Belli bir Alman yahudisi grubunun Filistin’e nakli babında, yıllık bir kontenjan belirlenmesi amacıyla Siyonizm’in etkin bir biçimde desteklenmesi gerekir"

S.S’in resmi organı Das Schwarze Korps’un şeflerinden Reinhardt Heydrich, "Görünür Düşman" adlı makalesinde şunları yazıyor:

"Yahudiler iki kategoriye ayırmak zorundayız: Siyonistler ve asimilasyon partizanları. Siyonistler kesinlikle ırkçı bir anlayışı benimsiyorlar ve Filistin’e göç etmek ve orada kendi Yahudi devletlerini kurmak istiyorlar. En iyi temennilerimiz ve resmi irademiz onlardan yanadır".

Düşünün bakalım, örneğin tamamen ırkçıların yönetimi altında bulunan bir ülkede, karşı (düşman) ırktan bir örgütün bu denli kolay ve rahat hareket etmesi olacak şey midir? Daha somut bir kurgu yapalım: Örneğin tamamen MHP tarafından yönetilen bir Türkiye’de PKK’nin böyle bir konumda olması düşünülebilir mi, hatta yine örneğin MHP’nin, "bağımsız Kürdistan"ın kurulması için Türkiye alanındaki Kürtler’i Kürdistan’a taşımak için gönüllü olabileceğine akıl erdirebilir misiniz? Olmaz, velev ki, her iki taraf böyle bir şeyi düşünse bile bunu organize edemezler, o denli güçlü bir kültür ve ideolojiden yoksundurlar. İşte Yahudiliğin farkı buradadır. O yapabiliyor tereyağından kıl çeker gibi….

Bulow-Schwante, Reich’ın bütün diplomatik misyonlarına gönderdiği sirkülerde şöyle der:

"İdari ölçüler bakımından , Almanya’daki Siyonist eylemliliğe karşı yönelmenin hiçbir mantığı yoktur zira Siyonizm, Nasyonal Sosyalizm’in, Almanya Yahudilerini göç ettirmek konusundaki objektifleri konusundaki programıyla zıtlık içinde değildir"

Burada bir saptama yapmak gerekir. Siyonizm, bazılarının iddia ettiği gibi Yahudiliğe uymayan bir ideoloji değildir. Benzetmek gerekirse, eğer Judaizm, Yunan mitolojisinin baştanrısı Zeus ise, Siyonizm de savaş tanrısı Aris’tir. Aralarında küçük bir anlayış farkından bahsedilse dahi, temel işleyiş aynıdır. Ve en nihayetinde Aris, Zeus’un emrindedir ve ona karşı olamaz çünkü ikisi de ideolojik sistemi temsil ederler. Biri diğerinden ayrı düşünülemez.

28 Ocak 1935 tarihinde, Bavyera …gestaposu polise bir sürküler geçer:

"Siyonist örgütün üyeleri, eykemliliklerinde Filistin’e göçü özendirdiklerinden, asimilastyonist Yahudi örgütlerinin üyelerine yapılan muameleye tabi tutulmasınlar".

Dünyanın birçok yerinde esen anti-faşist boykot rüzgarları döneminde (1933), Siyonist örgütle Naziler arasında ekonomik işbirliği başlıyordu. Bu temelde 2 şirket oluşturuldu: Tel Aviv’de "Haavara Company" ve Berlin’de "Paltreu". Sistem şöyle işletiliyordu: göç etmek isteyen bir Yahudi, Berlin Wasserman Bank’a veya Hamburg Warburg Bank’a 1000 sterling yatırıyordu. Bu para Alman finans kurumlarını ayakta tutuyordu (Binlerce mudi ). Sıcak para, Alman finansını rahatlıkla ayakta tutuyordu. Filistin’e gidiş için ise, Tel Aviv ‘deki İngiliz- Filistin bankasındaki Haavara şirketi hesabına, Filistin lirası cinsinden bir miktar para yatırılıyordu. Göçmen Filistin’e geldiğinde, Almanya’da yatırdığı parayı Filistin lirası karşılığı olarak büyük oranda geri alıyordu. İsrail’e ileride başbakan olacak bütün kişiler Haavara’nın üyesiydi: Ben Gourion, Mose Saret (Mose Sertok), Golda Meir, Levi Eskol gibi.

Almanlar, ekonomik bloküsü Siyonizm’le aştılar. Siyonistler dünyanın heryerinde Alman mallarını satıyor ve satın alıyordu, İngiltere’de bile. Buna karşılık özellikle varsıl Yahudiler göç etmek suretiyle Filistin’e sermaye akıtmış oluyorlardı. Siyonist sömürgecilik adım adım Filistin’i esir alıyordu.

Weizmann, 3 Ocak 1923 ve 17 Eylül 1926 tarihlerinde Mussolini’yle görüştü ve Siyonizm için büyük tavizler aldı. Mussolini, "Siyonistler’e, Yahudi devletini kurmaları için yardım edeceğim" diyordu.

Avrupa’da Yahudi sorunu kökten bir biçimde çözmek ve yeni Yahudi devletinin kurulmasını gerçekleştirmek işinin proje yüklenicisi ve uygulayıcısı "Lehi" yani İsaril Bağımsızlık Hareketi ve onu askeri kanadı olan İrgun Zevai Leumi’dir. Lehi, Nasyonal Sosyalistler’le eşgüdüm içindeydi ve Almanya’daki anti semit faaliyetler konusund Naziler’e bizzat perspektif veriyordu. Yahudiler’in başta Avrupa olmak üzere tüm Avrupa’dan çıkarılması işi her şeyi çözmüyordu, plan Filistin’deki Yahudi devletinin tamamen tesisine kadar yürüyecekti. Kurulacak olan Yahudi devleti, Reich tarafından güçlendirilecek ve desteklenecek, bu vesileyle Almanya yakın doğuda yeni bir konum kazanacaktı. Buna mukabil Yahudiler Avrupa’da Alman ordusuna destek vereceklerdi. Amaç İngiltere’yi muhasara altında tutmaktı.

Ben Gourion şöyle der: "Menahem Begin, tartışmasız ve su katılmamış bir Hitlerci’dir. Birleşik büyük İsrail’i kurmak için bütün Araplar’ı imha etmek istemektedir. Bu yolda her türlü aracı kullanmayı mübah görür". Ben Gourion de Begin’in arkadaşıdır, buyurun……

Aynı Ben Gourion, Araplar’la en ufak bir uzlaşmaya yaşamıyordu. Onların varlığından adeta tiksiniyordu. İsrail’in etrafında ne kadar az Arap olursa o kadar hayırlıydı. Ben Gourion’u ırkçılıkla suçlamak ve onu mahkum etmek çok kolay bir iştir ama bu durumda bütün judaizmi de beraberinde mahkum etmek gerekecektir. Çünkü fikir judaizm’den köken alır.

1940 yılında, İngiltere’den koruma isteyen asimilasyonist Yahudiler, Hayfa limanına nakledildiler. Ben Gourion şefliğini yaptığı Haganah örgütü gemiyi batırdı ve 250 kişi öldü.

1935 yılının başlarında, Almanya’nın Bremerhaven limanından Filistin’in Hayfa kentine gitmek üzere bir yolcu gemisi denize açıldı. Sancak kısmında İbranice harflerle geminin adı yazıyordu: Tel-Aviv. Ancak geminin direğinde dalgalanan bayrak, ortasında gamalı haç yer alan Nazi bayrağıydı. Benzer bir paradoks geminin sahipleri kullanıcıları içinde geçerliydi. Tel-Aviv gemisinin sahibi Alman topraklarındaki Siyonist hareketin önde gelenleri arasında yer alan bir Alman yahudisiydi. Gemiyi kullanan ise Nasyonal Sosyalist (Nazi) Partisinin bir üyesiydi. Tel-Aviv gemisinde simgeleşen Nazi-Siyonist işbirliği hiçbir şekilde bir çelişki oluşturmuyordu aslında. Aksine, gemi, resmi tarihi yazanların dünya kamuoyundan özenle gizlemeye çalıştıkları bir gerçeğin küçük bir örneğiydi. Nazi bayraklı Tel-Aviv gemisinin bu ilginç yolculuğu, Amerikalı tarihçi Mark Weber’in The Journal of Historical Revire dergisinin Temmuz/Ağustos 1993 tarihli sayısında yazdığı bir makalenin girişinde anlatır. Weber, Zionism and the Third Reich (Siyonizm ve III.Reich) başlıklı makalesinde daha pek çok delil göstererek Naziler ve Siyonistler arasındaki ittifakı gün ışığına çıkarmaktadır.

Adolf Hitler, bir keresinde şöyle demektedir:

"Hiç şüphesiz, dünya finansını elinde tutanlar aynı zamanda uluslar arası komplolarda en çok rolleri olanlardır. Avrupa alanındaki eylemliklerin arkasında da onlar vardı. Bu ölümcül sürecin gerçek provokatörü ve örgütleyicisi de onlardır: Yahudiler! Aryen halkların milyonlarca çoğunun açlıktan, yine yüzbinlerce erişkin bombardımanlarda ölmesine yol açanlar hatalarını kabul etmediler".

Yahudi yazar Clifton Fadiman diyor ki:

"Almanlar’a bir şey anlatmanın yolu onları öldürmekten geçiyor. Ve sanırım ki yine de anlamayacaklardır"

C.W. Wipp neler söylüyor:

"Talimat kelimesi ‘Onları süpürmek’ olmalıdır. Ve bunun için bilimimizi daha yok edici patlayıcılar icad etmeye yoğunlaştırmalıyız. Eğer yapabilseydim Almanya’yı tamamen haritadan silmek isterdim. Bu şeytani ırk, asırlarca Avrupa’nın laneti oldu".

Siyonist-mason Winston Churchill.

"Almanya’yı aç bırakacağız. Şehirlerini yıkacağız. Hasatlarını ve ormanlarını yakacağız".

Siyonist-mason Lord Vansittart:

"En iyi Almanlar ölü Almanlar’dır. Öyleyse bombalar Almanya’nın üzerine yağmalıdır!"

Yine Churchill:

"Asfiksiyan (solunumu bloke eden) gazlar üzerinde ciddi bir biçimde düşünmelisiniz. Bütün dünyanın devreye soktuğu bu gazların kullanımı konusunda ahlaki sıkıntıya düşmek saçmadır. Diğer yandan, günümüzde açık şehirlerin bombalanması yasaklanmıştır. Bu, kadınların etek boyları ile ilgili bir moda hareketi gibidir. Onun değişimiyle bunun değişimi arasında fark yoktur. Soğukkanlı bir biçimde bu işin maliyeti hesaplanmalıdır".

Amerikan yahudisi yazar Theodore Kaufmann.

"İster nazi, ister anti-nazi, ister komünist isterse de yahudisever (filosemit) olsun hiçbir Alman yaşamayı hak etmiyor. Savaştan sonra bütün Almanlar’ı kısırlaştırmak için 20.000 doktor görev almalı ve beher doktor günde 25 Alman’ı kısırlaştırmalıdır. Böylelikle 3 ay içinde üretken tek bir Alman bile kalmayacaktır. 60 yıl içinde Alman ırkına mensup kimseyi bulamazsınız".

Yahudi komünist yazar İlya Ehrenburg :

"Öldürün, hepsini öldürün! Ne yaşayan ne de ileride doğacak Almanlar arasında masum kimse yoktur. Alman kadınlarının kibirini,şiddet yoluyla kırın".

Yahudi entelektüel Raymond AronÇ

"Bütün yoğun araştırmalara rağmen, Hitler’in Yahudi soykırımını emreden bir belgeye rastlanmıştır".

Dr. Kubovy:

"Hitler, Himmler veya Heydrich tarafından imzalanmış, Yahudilerin kıyılmasını içeren en ufak bir imzalı belgeye rastlanmamıştır".

Golda Meir:

"Yahudi ideolojisi basit bir temel üzerine oturur: ‘Genesis’ (Tekvin, Oluş) 15. Bap, 18-21 Ayetler.

Filistin bize Allah tarafından vaat edilmiştir".

Menahem Begin

"Bu topraklar bize vaat edilmiştir ve onların üzerinde tek hak sahibiyiz".

Ben Gourion:

"Statüko’yu takip etmek diye bir şey söz konusu değildir. Yayılmayı hedef alan dinamik bir devleti önümüze koyduk".

M. Begin:

"Eretz İzrael, İsrail halkına aittir. Tamamen ve her zaman ".

Moşe Dayan:

"Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni alın okuyun. Hiçbir toprak sınırı taahüdü yoktur. Devlet’in sınırlarını tesbit etmeye mecbur değiliz".

Kudüs’teki Argon caddesi ve Tel Aviv’deki Hilton Oteli kasıtlı olarak Müslüman mezarlıkları üzerine inşa edilmiştir.

Kimse şaşırmasın, tüm bunlar Talmud prensiplerine uyar. Onun diliyle konuşuluyor. Aslında hedef sadece Almanlar falan değil başta Müslümanlar olmak üzere bütün dünya, Yahudiler hariç



Ali Baba Operasyonu

1948 yılı itibariyla Irak’ta 110.000 yahudi yaşıyordu. Irak büyük rabbisi Khedouri Sason, Irak’ta kalmak istediklerini, bir sorun yaşamadıklarını belirtiyordu. 1950’de Bağdat bombalı eylemlerle sarsılmaya başladı. Şem-Tov sinagosunun bombalanması sonucu 3 kişi öldü 76 kişi yaralandı. Ve "Ali Baba" adı verilen göç ettirme operasyonu başlamış oldu. Eylemlerin arkasında kimin olduğunu sormak abes olur.

İsrail dışındaki Yahudilerin başına dertler açarak onları göç ettirmek, Filistinli Araplar’dan boşalan yerleri işgal ettirmeye ikna etmek ya da hatta zorlamak, İsrail Hükümeti ile Dünyası Siyonist Örgütü’nün hesaplı politikası haline geldi. Ve böylece, goce zorlamak için "başına dert açılmasına " karar verilen ilk Yahudi cemaati, İsrail liderlerince tespit edildi. Irak Yahudileri. Irak Yahudileri, yaklaşık 2000 yıldan beri bu alanda yaşıyorlardı. 47 tane havraya sahiptiler. 1950 yılında çıkartılan 5710 sayılı Göç Kanunu’na (La Loi Retour) karşın, Irak Yahudileri İsrail’e göç etmek istediler. Mossad, onlara "tehlike içinde olduklarını anlatmak" maksadıyla üzerlerine bomba yağdırmayı uygun gördü. Yahudilik, psikolojik bir savaş başlatmış oluyordu…’Müslümanlardan satın almayın’ başlıklı broşürler havralarda dağıtılıyor ve Müslümanların eline geçmesi sağlanarak Yahudi aleyhtarlığı yaratmak isteniyordu…. Gazetelerde, bir havra da dahil olmak üzere, Yahudilerin sık sık gittikleri yerlerin bombalanmasıyla ilgili hikayeler anlatılıyordu. Yapmak istedikleri, Yahudileri korkutmak ve Müslümanların kendilerine karşı harekete geçtiğine Yahudileri inandırmaktı. Bombalamalar Iraklı Yahudiler üzerinde genel olarak etki yaptı. Yahudiler’in evlrinde ve havralarda büyük miktarlarda silahlar ele geçmeye başladı. Silahlar İsrail’den göderiliyordu. Haftalık İsrail gazetesi Ha’olam Hazeh 20 Nisan ve 1 Haziran 1966 tarihli sayılarında; günlük Yedioth Aharonoth ise, 8 Kasım 1977 tarihli sayısında bombalamaların Mossad tarafından gerçekleştirildiğini yazdılar; Yahudi yazar Han Halevi sw "La Question Juive" adlı kitabında konuya değinir.Ali Baba Operasyonu, ayrıca 1972 Ağustosu’nda Kokhavi Şemeş tarafından, İsrail’de yayınlanan "Kara Panterler" gazetesinde de doğrulanmıştır. Ayrıca, 7 Kasım 1977 de, Tel-Aviv Büyük Mahkemesi’nin aracılığıyla, gazeteci Baruch Nadel tarafından Mordehay Ben Porat’a yöneltilen sorulara verilen cevaplarla da açıklık kazanmıştır. Mossad’ın bombaları sonucunda kaygıya düşen Irak Yahudileri, "kurtuluşu"(!) İsrail’e göç etmekte bulacaklardı.

Operasyon sonucunda 1950-59 yılları arasında toplam 100 bin Irak yahudisi İsrail’e taransfer edildi. Iraklı Yahudilerin İsrail’e getirilişinde rol oynayan bir diğer faktör ise, İsrailliler ile Irak Hükümeti arasında kurulan bir dizi karanlık diplomatik ilişkidir. Aliyah Bet ajanları, Irak hükümeti Başbakanı’na rüşvet vererek Iraklı Yahudileri satın almışlardı: Kendisini, ‘İngiliz işadamı Richard Armstrong olarak tanıtan, Şlomo Hillel isimli göçten sorumlu Aliyah Bet ajanı, Amerika’daki Yakın Dogu Hava Taşımacılığı Şirketi adına Irak Hükümetiy’le konuşmalar yapmaya gitti. 1950 yılının Mart ayında, Richard Armstrong’un etkisiyle Irak parlamentosu, isteyen her yahudinin ülkeyi terk edebileceğine dair kanun çıkardı. Başbakan, aynı zamanda Irak Turları’nın da başkanı idi ve tesadüf eseri olmayarak Yakın Doğu Hava Taşımacılığı İşbirliği’ne vekil olarak seçilmişti. Diğer bir deyişle, Irak Hükümeti’nin başı, İsrail istihbarat teşkilatından rüşvet ve komisyon aldı. Bu karanlık Amerikan hava şirketi, İsrail hükümeti ile olan yakın bağlarını gizlemek için gerçek yüzünü itina ile saklıyordu. 1948-1949’da bu şirket aracılığıyla, 50 bin yemen ve Aden yahudisi israil’e uçuruldu.

1935-1943 yılları arasında, alman-yahudi işbirliğiyle Filistin’e göç ettirilebilen Yahudi oranı bir iddiaya göre %9’dur yani 200.000. Aynı dönemde 182.000 yahudi ABD’ye, 67.000 yahudi Britanya’ya ve geri kalan %75’lik bölümü de Sovyetler’e göç etmiştir.



AHUZAT BAYİT

1907 yılında, Jaffa (Yaffa) da ikamet eden Yahudiler Ahuzat Bayit isminde bir cemiyet kurdular. Cemiyet’in amacı şehrin dışında yeni bir yerleşim alanları yaramaktı. Örgüt şehir dışına doğru gelişme temelinde arazi satın almaya ve bu arazilerin üzerinde yerleşimler oluşturmaya başladı. İlk binalar 1909 yılında tamamlandı. (Bu gelişmeler 1897 yılında 1.Siyonist Kongre’de Theodore Herzl’in, "İsrail devleti 1947-1952 yılları arasında kurulacaktır" perspektifine verilen ilk pratik yanıtlardan biridir). Aynı adla anılan bu yerleşim yerinin yanına Nahalat Binyamin ve Geula adında iki yerleşim daha eklendi ve bilahare bu 3 yerleşim birimi birleşerek "Tel-Aviv" ismini aldı. Bu isim, Theodor Herzl’in ütopik romanı, "Alhneuland"a, Nahum Sokolow’un, çevirdikten sonra verdiği isimdi.



ALIYA BETH

Şaul (Saoul) Avigur’un liderliğini yaptığı, Haganah’ın bir koludur. Görevi, Yahudiler’in Filistin’e illegal göçünü örgütlemekti. 1939 yılında kurulan örgüt, Avrupa’dan gelen yahudiler’in sorunlarını çözüyordu. Deniz yolları sekteye uğradığında Aliya Beth, Diaspora’dan gelenleri, Arap ülkeleri üzerinden Tel Aviv’e geçiyordu (Bu Arap ülkelerinin başında Ürdün geliyordu, Zionizm’in şefleri 1930’lu yıllarda Ürdün’ün Mason kralı İbn-i Abdullah’la görüşmeler ve bazı basit tavizler karşılığında bu trafiği örgütlemişlerdi. Ürdün’ün kralı olan Hüseyin de uzun yıllar babasının ve dedesinin yolundan gitti. Şimdi oğlu Abdullah da o yolun yolcusu. İsrail’le geliştirdiği ilişkiler itibarıyla babasının yolundan gidiyor). 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın son yılında (1945) en yoğun Yahudi akışı Romanya’dan olmuştur.

1945-1948 yılları arasında Aliyah Beth, 65 seferde 70.000 Yahudi’yi Avrupa ve Kuzey Afrika’dan, kendi "Kutsal Topraklar"ına taşıdı. Örgüt, Amerika, Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu da içine alan geniş bir haberleşme ağını radyo operatörleri vasıtasıyla geliştirdi. Bu haberleşme ağına, Kıbrıs’ta, İngilizler’in gödiği ilişkiler itibarıyla babasının yolundan gidiyor). 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın son yılında (1945) en yoğun Yahudi akışı Romanya’dan olmuştur.

1945-1948 yılları arasında Aliyah Beth, 65 seferde 70.000 Yahudi’yi Avrupa ve Kuzey Afrika’dan, kendi "Kutsal Topraklar"ına taşıdı. Örgüt, Amerika, Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu da içine alan geniş bir haberleşme ağını radyo operatörleri vasıtasıyla geliştirdi. Bu haberleşme ağına, Kıbrıs’ta, İngilizler’in gözetimi altında bulunan Yahudi göçmenlerde dahildi. İsrail devletinin kuruluşundan sonra göçün yeni odak noktası Arap ülkeleri oldu. Arap ülkelerinde yaşayan Yahudiler de akın akın İsrail’e dönmeye başladılar.



ALTALENA

Avrupa’da yapılan Etzel adlı örgütün organizesiyle, 900 göçmeni ve bunun yanı sıra zırhlı silahları taşıyan gemiydi. Altalena. 20 Temmuz 1948 tarihinde İsrail sahillerine ulaştı. Geçici hükümetin başbakanı, gelen silahların İsrail Savunma Güçleri’nin emrine verilmesini söyledi. Etzel komandoları bu kabul etmedi çıkan çatışmada 60 kişi öldü, gemi sulara gömüldü ve birçok kişi kayboldu. İsrail tarihinin en "karanlık" olaylarından biridir bu.



ASEFAT HANİVHARİM

Asefat Hanivharim, "Seçilmişlerin Meclisi" anlamına gelmektedir. Manda döneminde, Filistin Yahudi Birliği (Yisuv) nin seçilmiş yüksek meclisidir. İlk seçim 19 Nisan 1920 tarihinde yapılmıştır. 1928 yılında, manda Yönetimi, Seçilmiş Meclisi resmen tanıdı, ilk meclis seçiminde toplam 20.000 oy için 20 liste yarıştı. (TC’nin ilk meclis’in açılışının da 23 nisan 1920 tarihine denk düşmesi düşündürücüdür. Meclislerin oluşturulması anlamında TC ile İsrail’in kuruluşu aynı tarihlere rastlamaktadır).

1925 yılında yapılan 2. Meclis seçimlerinde ise 29 liste aralarında yarıştı. Seçimler gizli yapılıyordu. Meclis, "Va’ad Le’umi" (seçilmişler) nin üyeleri arasından belirlenen temsili parlamento işlevi görüyorrduç Yisuv, gitgide kurumlaşıyordu.

Kendisi de bir Yahudi olan Samuel Paul Huntington’ın öngördüğü "Medeniyetler Çatışması " tezinin asıl olarak İsrail lobisinden destek görmesinin ve zaten İsrail kaynaklı olmasının anlamı, Yahudi Devleti’nin, kendisi için en büyük tehdit olarak gördüğü İslam dünyasını, Batı ile çatıştırmak ve dikkatleri başka alanlara çekmek istemesidir. İşte İsrail’in tüm uzun vadeli stratejisinin temeli, bu global denkleme dayanmaktadır.

Bu paranoya ise aşırı önlemciliği ve nihayet "agresiflik" i de braberinde getirmektedir. Yitzhak Rabin suikasti bunun en çarpıcı örneğidir; suikast bir "meczun" un değil, Sin-Bet ve Mossad’ın içinde büyük güce sahip olan aşırı sağcı bir kadronun ürünüdür çünkü, İsrail’deki "derin devlet" i şekillendiren bu düşünceye göre, İsrail’in varlığını koruması, barış yapmasına değil, aksine sürekli bir savaş halinde yaşamasına bağlıdır.

Aynı TC gibi, sürekli paranoyalar, dış mihrak halusinasyonları, herkes Türk düşmanıdır saplantısı vs. Bu da çok doğal çünkü bu devletin kurucusu olan M. Kemal de onlardan biri ve bugün TC idarecilerinin korkusu, Türkiye’nin elden gitmesi değil Siyonizm’in eşdeyişle İsrail’in elden gitmesidir. Yoksa onların Türkiye halkıyla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Hiç, bir İsrail’li fanatiğinin Türkiye geleceğiyle ilgili kaydı taşıdığı görülmüş müdür? Hayır. Doğrusu da budur. Onun derdi " Kutsal İeruşalim"in ilelebed Yahudi kalması ve korunmasıdır. Türkiye halkı onun niye umurunda olsun ki, onun bütün değerleri İsrail’de. İşte sorun da burada yatıyor.

TC’yi yönetenlerin asıl problemi de Kudüs’ğn düşmemesi ve sürekli Yahudi kalması. Bunun yanı sıra İsrail’in bir eyaleti ve tarlası, ganimethanesi olarak elde durması. Türkler’i düşünmekle en ufak bir alakası yok!

Osrovsky’e göre, bu yaklaşım, İsrail’i bir "garnizon devlet" olarak algılamaktadır, garnizonu ayakta tutacak en önemli faktör ise, sürekli savaş tehdidi altında yaşamak ve böylece daimi bir "uyanıklık" içinde bulunmaktır (Barış, ancak zaman kazanmak için kullanılacak bir taklittir, Camp David’de olduğu gibi.) Gerçekten barış yapmaya kalmak ise, garnizonun teyakkuz durumunu ortadan kaldırır ve onu sonu yenilgiyle bitecek bir rehavet sürecine sokar. İşte kurulduğu günden bu yana İsrail’i yöneten kadrolara egemen olan düşünce yapısı budur (Aynı TC’ de olduğu gibi). Gerçek İşçi Partisi’nin "laik Siyonistleri", gerekse Likud’un "dinci / milliyetçi Siyonistleri" aynı vizyonu paylaşırlar. Aralarındaki fark, Noam Chomsky’nin vurguladığı gibi, temsil ettikleri sosyal sınıfların ve Batı karşısında elde etmek istedikleri imajların farklılığından kaynaklanmaktadır. Yani hiçbir ciddi fark mevcut değildir, gerçek hakim İsrail resmi ideolojisidir.

Yahudi Devleti, kurulduğu günden bu yana "tehdit" altındadır çünkü bir kan deryasının üzerinde oturmaktadır ve bunu ne savaşla ne de barışla aşamamaktadır. Aşması da mümkün görünmemektedir. HAMAS lideri Şeyh Yasin, "Onların anladığı tek dil savaştır" diyor. Doğrudur zira İsrail, barıştan; katliamı, zulmü, baskı ve şiddeti anlıyor. İsrail de bu gerçeğin çok iyi farkındadır. Bu nedenle Pax Americana’nın (Amerikan Barışı) ağırlığı sayesinde gerçekleşen "Barış Süreci" gibi yapay düzenlemelerin peşinde koşuyor.

İsrail şimdiye dek varlığını sürdürmüştür ve halen sürdürmektedir, çünkü arkasında hemen hemen bütün dünya vardır. "Fütürist" (Gelecekçi) yorumlara bakılırsa, ABD, düşüşün başlangıcındadır. Bu durum İsrail’i etkilemez. İsrail’in tek müttefiki olarak ABD’yi gören zavallılara söyleyecek başka sözümüz olamaz.

Peki, acaba İsrail’in gerçekten de barışçı bir politika izlemesi mümkün değil midir? İçinde yaşadığı yabancı coğrafyayla sürekli savaşmak yerine, o coğrafyadan "özür" dilemesi, o coğrafyadaki insanlara karşı işlediği suçlar nedeniyle kendini affettirmesi ve "normal " bir devlet olarak yaşamını sürdürmesi mümkün olmaz mı?

Böyle bir uzlaşma mümkün olabilir, fakat çok büyük bir "diyet" ve "tazminat" la: İsrail, Doğu Kudüs’ü terk ederse, hatta 1947 yılındaki BM planında öngörülen topraklara dönerse bu mümkün olabilir. Bunun yanı sıra İsrail, çok büyük bir tazminat ödemek zorunda kalacaktır. On yıllardır kanlarını akıttığı Ortadoğu halklarında da resmen "af" dilemeli ve Almanya’nın kuruluş yıllarında İsrail’e ödediği dev tazminata benzer bir "diyet ödemelidir. Yani pratik olarak imkanı olmayan şeyler. Şeytan’ın iman etmesi gibi bir şey. İsrail bu yolu hiçbir zaman izlemeyecektir. Çünkü Yahudi Devleti’nin Ortadoğu stratejisi, yalnızca rasyonel değerlendirmelerin değil, "3000 yılın ağırlığı”nın da etkisi altındadır. Dahası böyle düşünmesini gerektirecek ciddi bir alternatifle de karşılaşmış değildir. Bütün bunları süreçler belirler.



İSRAİL KURULDU….

İsrail Devleti, kurulduğu günden itibaren Filistin’deki varlığını sağlamlaştırmaya yönelik bir siyaset izledi. Üzerinde en çok durulan hedef, ülkedeki Yahudi nüfusunun arttırılmasıydı. Bu amaçla, diaspora Yahudiler’ini taşımak için yüzyılın başından beri yürütülen transfer işlemlerine hız verildi. Nazi toplama kamplarındaki, Avrupa’daki, Kıbrıs’taki İngiliz "bekleme kampı”ndaki ve İslam dünyasının farklı yörelerindeki Yahudi toplulukları büyük bir kampanya dahilinde Filistin’e göç ettirildiler. 5 temmuz 1950’de Knesset (İsrail Parlementosu) tarafından çıkarılan Geri Dönüş Kanunun ile, " dünya üzerindeki her yahudi’nin bir oleh (göçmen) olarak İsrail’e yerleşmeye hakkı vardır" hükmü kabul edildi. "Anayurt"a dönüş, azalarak da olsa devam ediyor.

İsrail, 1948 Savaşı sırasında ve sonrasında, bölgedeki Arap halka karşı bilinçli bir "terör" (bastırma, göç ettirme, talan, toplu katliamlar, yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler) uyguladı, aynı "dinsiz ve imansız" TC’nin Müslüman Kürt halkına uyguladığı "terör" gibi. TC bu siyaseti onlardan öğrenmişti. Amaç, büyük bir korku ve panik yaratarak (psikolojik savaş) Araplar’ı evlerini terk edip göç ettirmeye zorlamaktı. Kullanılan yöntemler de yeterince "korkutucu"ydu doğrusu. İsrail terörünün sıradan bir örneği, bir görgü şahidi tarafından daha sonraları şöyle anlatılacaktı:

"…80-100 kadar erkek, kadın ve çocuk öldürülmüştü. Çocukları kafalarına sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kişinin canına kıyıldı. Köylerde erkek ve kadınlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatıldılar. Sonra da sobotajcılar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istediği bir evin içine 2 kadın kapatmasını söyledi. Bu arada bir asker öldürmeden önce bir Arap kadının ırzına geçtiğini anlattı. Yeni doğmuş bir çocuğu olan Arap kadınına birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadın ve çocuk öldürüldü."

Bir İsrail’li için en iyi Filistin’li "ölü Filistin’li" idi, aynı bir ABD’li için "ölü bir Kızılderili" gibi. İsrail İşçi Partisi’nin yayın organı olan Davar gazetesinde yayınlanan üstteki satırlar, 1948’de Dueima adlı Filistin köyünün ele geçirilmesi sırasında yapılanlara tanıklık eden İsrailli bir askerin katliam hatıralarıydı.

Bu satırlarda anlatılanlar, istisnai bir terör eylemini değil, İsrail stratejik terörünün bir örneğini tarf ediyordu. Bir diğer örnek, İsrailliler’in devlet kurdukları yılda, 1948’de Deir Yasin köyündeki Arap halka karşı giriştikleri katliamdı. Menahem Begin’in yönettiği İsrail’li teröristler, Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyüne düzenledikleri baskın sırasında, hamile kadınların ve çocukların da dahil olduğu 280 kadar Arap köylüsünü sokaklarda dolaştırdıktan sonra kurşuna dizmişlerdi. Öldürülen genç kızların çoğunun ırzına geçilmiş, erkeklerin cinsel organları koparılmıştı. Siyonistler bazı kurbanları öldürmek için bıçak kullanmışlardı. Raporlarda "ortadan ikiye biçilen" küçük bir kız çocuklarından da söz ediliyordu.

Bu şekilde altı ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayısız baskınlarla 400 bine yakın Arap, yurdunu terk etmek zorunda bırakıldı. Deir Yasin Katliamı bu baskınların sadece birisiydi. İsrailliler’in yıllar içinde terör yoluyla boşalttıkları köy sayısı, İsrail’in "muhalif" entelektüellerinden biri olan İsrael Shahak’ın tespit ettiği rakama göre, 385’ti. Bu köylerin arasında, korkutma yöntemiyle boşaltılanların yanında, Deir Yassin’le aynı kadere uğrayanlar da vardı. (TC’nin yakıp yıktığı ve boşalttığı köy sayısı ise, devletin resmi verilerine göre 3500, gerçekte ise 5.000 dolayındadır) Kemalizm, ağa babası Siyonizm’in yolundan hiçbir zaman şaşmadı ve asla da şaşmayacaktır.

Yahudi Devleti, savaş alanında da bu tür abartılı vahşetler uygulamıştı. Emekli Albay ve tarihçi Moşe Givati’nin, 1995’de yayınladığı "Çöl ve Alevlerin İçinde" adlı kitabında yazdığına göre, 1948, 1956 ve 1967’deki Arap-İsrail savaşlarında İsrail ordusu savaş esirlerine inanılmaz işkenceler yapmış; esir alınan Mısırlı askerlerin gözleri sigara ile dağlanmış, cinsel organları kesilerek ağızlarına koyulmuştu.

Tüm bu vahşet, stratejik bir amaç taşıyordu: Düşmana karşı üstün gelebilmek ve kendi varlıklarını korumak. Uyguladıkları abartılı vahşet, bunu sağlamak içindi.



Radikalizasyon ve Savaş

Arap rejimlerinin 1948 Savaşı’nı kaybetmeleri ve İsrail’in uyguladığı "etnik temizlik" harekatına seyirci kalmaları, yurtsever ve özgürlükçü Arap halkı arasında ciddi siyasi tepkiler doğurdu. 1950’lere dek, Ortadoğu’da İngiltere ya da Fransa tarafından sömürgecilik döneminde yaratılmış olan monarşiler vardı. Bu monarşilerin hemen hepsi, Batı’yla iyi ilişkiler içinde olan muhafazakar krallar tarafından yönetiliyordu. Ancak İsrail karşısında gösterilen sözkonusu zafiyet, Arap toplumu içinde kırallığın güvenirliliğini ciddi bir biçimde sarstı. Bunun sonucunda da Arap dünyası, 1950’lerin başından itibaren, İsrail’e ve onun en büyük destekçisi olan Batı’ya karşı sert bir söylem geliştiren sosyalist akımların gelişimine şahit oldu. Bu mücadele ve mücahede dalgası bir domino etkisi içinde tüm Ortadoğu’yu sardı. 1950 yılında, Ürdün Kralı Abdullah İbn-i Hüseyin bir suikastte cezalandırıldı. İki yıl sonra, Mısır’da Britanya tarafından tahta oturtulmuş olan ve hala "İngilizler’in ajanı” sıfatını koruyan Kral Faruk, ordu içindeki milliyetçi bir cunta tarafından devrildi. İlerleyen yıllarda, önce Suriye, sonra da Irak’ta, mevcut krallıklar devrildi ve yönetim, Arap milliyetçiliği ideolojisini benimseyen "Baas" (Yeniden Doğuş) hareketinin eline geçti. Mısır’da iktidarı ele geçiren Cemal Abdunnasır. "Arap sosyalizmi" söylemiyle tüm Arap dünyasını etkilemeye çalıştı. Hatta Suriye ile Mısır arasında siyasi bir birlik sağlanarak "Birleşik Arap Cumhuriyeti" kuruldu.

Nasırizm, Ortadoğu’nun "Arabisation"unu öngörüyordu. Bu şiarın tutması için ise önemli bir engelin ortadan kalkması gerekiyordu: İsrail! Bunun için de, tahminlerine göre, İsrail’in en büyük destekçileri olan "Batılı emperyalistler"den (önceleri Fransa ve İngiltere’den, 1956’dan sonra ise ABD’den) tamamen uzaklaşmaya karar vermeleri gerektiğini düşündüler. Buldukları çözüm Sovyetler Birliği’ydi. Sanki diğer emperyalistlerle, "Sosyal emperyalist" SSCB arasında bir fark varmış gibi. Üstelik SSB’nin harcında hatırı sayılırdan da öte bir "Yahudi alınteri" mevcuttu hatta SSCB bir Yahudi Bolşevizmi’nin ürünüydü. Kaldı ki, SSCB, İsrail’in kurluşu sırasında hemen hemen hiçbir ciddi reaksiyon vermedi zaten beklenen de buydu daha da ötesi veremezdi de. Araplar, Onun müttefikleriyle ("İkinci Dünya"yla) ve bağımsızlıklarını yeni kazanmaya başlayan Üçüncü Dünya ülkeleriyle bir araya getiren Bağlantısızlar hareketinin liderliğini üstlendi.

Nitekim 1950’lerde başlayan radikalizasyon dalgası, İsrail’le silahlı bir çatışmaya girmekte gecikmedi. İlk olarak İsrail’e karşı gerilla hareketleri başladı. 1951 ile 1956 yılları arasında, İsrailliler’in verdiği rakamlara göre, Yahudi Devleti sınırlarına yönelik 3000 silahlı çatışma ve 6000 sabotaj girişimi gerçekleşti. İlk büyük karşılaşma ise, Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıklaması üzerine 1956 yılında yaşandı. Nasır’ın bu hareketi, İsrail için olduğu kadar Ortadoğu’ya sömürge coğrafyası olarak bakmakta ısrar eden Fransa ve İngiltere için de bir tehdit sayılırdı. Bu nedenle bu üş ülke, Süveyş’i işgal etmek için anlaştılar. İsrail ordusu, 26 Temmuz günü Sina Yarımadası’na girerek Süveyş’e kadar ilerledi, Fransız ve İngiliz paraşütçüleri ise doğrudan Kanal bölgesine indiler. Fakat ABD, kendi insiyatifi dışında gelişen bu harekatı onaylamayınca, İsrail-Fransa- İngiltere ittifakı Süveyş’ten geri çekilmek durumunda kaldı. (Bu savaş, Ortadoğu’daki Fransız ve İngiliz etkisinin azaldığını ABD’nin bölgeye ağırlığını koyduğunun da göstergesiydi).

Nasır, Süveyş Savaşı’ndan güçlenmiş olarak çıktı. İlerleyen yıllarda ise Suriye ile ittifak haline askeri gücünü genişletmeye ve İsrail’e karşı büyük bir saldırı için fırsat kollamaya başladı. Nasır’ın bu yükselişi, İsrail’i ne kadar rahatsız etti bilinmez ama daha sonraki pratik gelişmeler bize fikir veriyor:



Mısır ve Nasır tükeniyor:1967

Mossad öyle iyi çalışmıştı ki, Arap ordularının komutasındaki büyük yanlışlıkların da etkisiyle, İsrail’in ezici bir biçimde kazanacağını işi bilen ustalar çoktan fark ediyorlardı. Mısır, Suriye ve Ürdün, uzun süredir İsrail’e karşı büyük bir saldırı başlatmaya hazırlanıyorlardı ki, İsrail ani bir karşı-saldırı ile 5 Haziran sabahı saat 07:45’te savaşı başlattı. Mısır jetlerinin günlük rutin uçuşlarını saat 07:30 itibarıyla tamamlamalarından sonra, üslerinden havalanıp önce uzun bir süre Akdeniz üzerinde Batı’ya doğru uçan İsrail jetleri, daha sonra ani bir dönüşle Mısır hava üslerine yöneldiler. İsrail’den gelecek bir hava saldırısını kuzeyden değil, doğudan beklemekte olan taktik zeka yoksunu Mısır hava kuvvetleri "gafil" avlandı ve Nasır’ın anlı-şanlı hava kuvvetlerinin hepsi henüz havalanmadan yerde yok edildi. Toplam uçak sayısı 600 olan Mısır hava kuvvetlerinin 490 uçağı imha edildi ve 1 saat öncesine kadar Kudüs hayalleri kuran Nasır olayın vehametini ancak 6 saat sonra öğrenebildi. İsrail ordusu, ilerleyen 5 gün içinde de kendisine saldırmak için hazır bekleyen Arap ordularını birbiri ardına bozguna uğrattı. Yahudi Devleti, modern tarihte eşine az rastlanır bir askeri başarı göstererek, 6 gün içinde topraklarını yaklaşık üç katına çıkardı. İşgal ettiği topraklar; Batı Şeria ve Gazze’yi yani Filistin’in 1948’deki işgal sırasında "eksik kalan" son iki parçasını, Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’ni, ve Mısır’a ait olan koca Sina Yarımadası’nı içeriyordu. Golan tepelerinin kolayca işgal edilmesinde, 1965 yılında Suriye tarafından deşifre edilerek asılan ve yıllarca Suriye genelkurmayında ekini kolunu sallayarak dolaşan "David" kod Mossad ajanının rolü çok büyüktü David milli kahraman olmuştu.

Bu arada, Batı Şeria ile birlikte Doğu Kudüs de Yahudi Devleti tarafından işgal edildi. Kutsal şehir, 1948 savaşından beri Doğu ve Batı olmak üzere ikiye bölünmüş durumdaydı. Batı Kudüs, şehrin modern kısmıydı ve İsrail’in elindeydi. Kadım dini mabedleri içeren Doğu Kudüs, yani bir anlamda "gerçek Kudüs" ise Arap tarafında kalmıştı. İsrail, 1967 Savaşıile işte kentin bu Doğu kısmını da ele geçirdi, Yahudi ulusunun sembolü haline gelmiş olan Ağlama Duvarı, 1897 yıl sonra yeniden Yahudiler’in egemenliği altına girdi. Bu durum, Siyonizm’in zaferini, Araplar’ın ise, uzun sürecek olan sessizliğini haber veriyordu.

Altı gün Savaşı’ndaki bu başarı, İsrail devletinin moralini çok yükseltti. Yahudi Devleti, çok büyük- ve hatta bazı hahamlara göre "ilahi"-bir zafer kazanmıştı. 67 sonrasındaki dönemde İsrail’de yaşanan büyük ekonomik gelişme ve artan refah da bu rehaveti güçlendirdi. İsrailli genelkurmayı, Arap ordularının kendirli için bundan sonra hiçbir sorun oluşturmayacağını övüne övüne deklare ettiler. Ariel (Arik) Şaron, 1973’de Yom Kippur Savaşı’ndan aylar önce- verdiği bir demeçte; "İsrail süper bir askeri kuvvettir. Avrupa’nın bütün kuvvetleri bir araya gelse, bize ulaşamazlar. İsrail bir hafta içinde Hartum’dan Bağdat’a ve Cezayir’e uzanan bölgeyi ele geçirebilir" diyordu. Eski Genel Kurmay Başkanı Yisael Yadin ise, "bizim jenerasyonumuzun bir daha 1948 ya da 67’deki gibi büyük bir savaş yaşayacağını sanmıyorum" demişti.



73 YOM KİPPUR (RAMAZAN) SAVAŞI VE KIBRIS, YUNANİSTAN VE TÜRKİYE’YE ÇOK KISA BİR BAKIŞ

Ekim 1973: Türkiye ve Yunanistan, petrol çıkarları nedeniyle Yom Kippur Savaşı sırasında İsrail’i desteklemekten kaçındı ve söylem boyutuyla da olsa, ülkelerindeki NATO üslerini Ameriken kullanımına açmayacağını deklare ettiler.

Kasım 1973: Süleyman Demirel iktidardan düştü ve yerine Ecevit iktidara geldi (getirildi). Aynı gelişmeler aynı tarihlerde Yunanistan’da ortaya çıktı. Papadopoulos hükümeti devrildi ve yerine Ioannidis iktidara geldi. (Küçük birkaç ayrıntı: Ioannides’in bacanağı yahudi’ydi ve Ioannides’in İsrail’e oldukça yakın olduğu biliniyordu).

Kasım 1973: Ulusal Güvenlik Konseyi’nin çağrısı üzerine Roma’da, Kıbrıs’la ilgili gizli bir toplantı. Katılımcılar: Glafkos Klerides, Rauf Denktaş, Cyrus Wanca (Yahudi), L.Battle, P.Talbot (yahudi’dir), M.Stewart, Evangelos Averof, D.Bitsios, Aydın Yalçın, Y.Macleen, Denison Rusinof (Yahudi). Bu toplantının finansörü ise ilginç bir isim: Şah Rıza Pehlevi (İran şahı).

Mayıs 1974: Henry Kissinger, Andrei Gromiko ve Makarios Kıbrıs’ta bir araya geliyorlar. Konu, TC’nin Kıbrıs’a müdahalesi.

Temmuz 1974: ABD’nin Atina büyükelçisi H.Taska, Ioannidis’e, Makarios düştüğü taktirde, bir tepkileri olmayacağı konusunda güvence veriyor. Aynı dönemde ABD, Makarios’a eğer Cunta işbaşına gelirse kendisinin güvence altında olduğunu söylüyorlar. İkili oyun.

Temmuz 1974: TC, Kıbrıs’ı işgal ediyor. İşgal sonrası Ioannidis, ABD’den yardım istiyor. Cevap yok. Evangelos Averof, Karamanlis’i Paris’ten telefonla arıyor.

Ağustos 1974: "Attila-2" harekatından bir gün önce, Kissenger, "Türkler’in, Kıbrıs’ta korumaya muhtaç olduğunu ve müdahalenin bu amaçla gerçekleştirildiğini" belirtiyor. TC, ABD’nin istediği yerlere kadar ulaştıktan sonra ABD savunma bakanı Slessinger (Yahudi), TC ordusunu durduruyor.

Bu gelişmeler hakkında hiçbir yorum yapmıyoruz. Yalnız, veriler harekat sırasında, İsrail’in Bülent Ecevit’e siyasi ve ekonomik destek gönderdiği yönünde, öyle ya Rahşan Ecevit’de bir Yahudi. Kim bilir?

67 Savaşı’ndaki işgal, hiçbir ülke tarafından tanınmadı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 242 sayılı ünlü kararı ile, İsrail’i işgal ettiği topraklardan çakilmeye çağırdı. Dahası, İsrail’in her zaman dost kabul ettiği Avrupa ülkeleri bile Tel Aviv’e tavır koydular. Ama İsrail’in dostlarıda vardı. İsrail bu dostlukları en üst düzeyde –sözde bazı Müslüman!!! ülkelerle-yürütüyordu. Örneğin Mossad, Ürdün bürokrasisini âdeta parsellemişti. Suudi Arabistan ve İran için de aynı şeyler söz konusuydu. TC’nin İsrail ile arasının iyi olmadığı iddia edilen bir dönemde Adnan Menderes, hem de İstanbul’da "gizlice" İsrail başbakanıyla görüşmüştü. Nasıl görüşmesindi zira TC bir anlamda İsrail demekti. Onlar 1940’lardan beri Anadolu’nun ve Rumeli’nin "gürültüsüz ama hatırlı" sakinleriydi. Varlık vergisi onları bağlamıyordu, göç ettirilme gibi bir sorunları yoktu, işkence ve zulüm kavramları onların sözlüğünde yer almıyordu, 500. Yıl Vakfı’nın sözcüleri de bunu aynen dile getiriyorlar, azınlık gibi değil çoğunluk gibi yaşıyorlardı ve onlar Türkiye’nin pratikte gerçek sahipleriydi. TC’nin kuruluşundaki "Milli Sermaye"nin %80 ’i "Yahudi Sermayesi" ydi. Doğal olarakl bu sermayenin bir "yaptırım gücü" de olacaktı.

Bu politika halihazırda da devam etmektedir. Mezopotamya’nın "kutsal" kimliği Siyonizm’i birinci derecede ilgilendirir zira bu coğrafya, Torah’ta bahsi geçen dört mukaddes nehrin sınırları arasında kalmaktadır yani "Arz-ı Mev’ud" (Va’edilmiş Topraklar) dur Mezopotamya. Pishon, Guishon, Euphrates (Fırat) ve Tigris (Dicle) bu dünyanın ve hatta "Cennet"in merkezi topraklarını kuşatmıştır. Bu noktada TC sanıldığı gibi İsrail’in yeni partneri değil hayli "kadim" bir dostudur. Bu dostluk Türkler’in Ortadoğu’ya yönelişleri sırasında yolları üzerinde karşılaştıkları ve kaynaştıkları "Karahitai Devleti"ne kadar iner. Karahitai’ler bir Türk-Yahudi devletidir. Bu devleti de onlar kurmuştur. Nihai hedef Ortadoğu’nun Siyoniz’e entegrasyonudur. Bunun adı "Siyonist Süpremasizm"dir. Önümüzdeki süreçte burada yaşayan halklar açısından, Siyonist psikolojik bariyer ağırlaşacaktır. Globalizm’in örgütlenmesinin eksen nedenlerinden biriside budur. Bunun farkında olmamak, büyük bir "Siyasi Günah" işlemek demektir. 1980’lerde, daha ortada GAP Projesi yokken, Harran Ovası’ndaki topraklar Siyonist Kapital tarafından çok ucuz fiyatlarla kapatılmaya başlandı. Türkiyeli ve Uluslar arası Siyonist sermaye ovayı talan etmeye başladı. GAP’ın toplam toprak değeri 285.000 hektardır. Bu değerin 30.000 hektara yakın bölümü Siyonist Kapital tarafından satın alınmış durumdadır ve bu talan artarak sürecektir. GAP komplexlerinin açılışından kısa bir süre önce TC ile İsrail, kapsamlı bir zirai teknoloji antlaşması yapmıştır. Bilindiği gibi İsrail şu anda dünyanın en gelişmiş zirai teknolojilerine sahip buluınmaktadır. Bu antlaşmanın hemen sonrasında da TC’den 20 ziraat mühendisi ve teknisyen İsrail’e teknik eğitim amacıyla gönderilmiştir. Yine İsrail, TC’nin aracılığıyla Kırgızistan üzerinden İsviçre’ye altın kaçakçılığını yürütmektedir. İsrail firması Plastro Gvat, sulama yüksek teknolojisi konusunda büyük bir ticari yatırım yaptı. Üzeyir Garih, dev bir uydukent için beş milyar doları GAP’a yatırdı. İsrail’in TC’ye karşı "Cam-Elyaf" ürünlerinde uyguladığı anti-damping uygulaması da kaldırıldı. Hz. İsa’nın 2000. doğum yıldönümü bahânesiyle yürütülen Turizm-2000 projesi de İsrail tarafından finanse edildi. Bu temelde İsrail diplomatik bir atak başlatarak, Vatikan’la bir görüşme yaptı ve olumlu sonuçlar elde etti. Yine TC, Yahudi kökenli bir Amerikan firması olan Davis Engineering ile Helikopterler’in "kızılötesi sistemleri" ile ilgili bir ticari natlaşma imzaladı. Bir diğer Türk Siyonist Fethullah Gülen, Yahudiler’le ilgili sürekli dostluk mesajları veriyor. İbrahimi Dinler Konferansları’nın ardında da İsrail’i görüyoruz. TC, F-16 savaş uçaklarını onartmak ve diğer savaş sistemlerini idhal etmek için İsrail ile 150 milyar dolarlık askeri antlaşma yaptı. 20 Popeye füzesi Türkiye’ye teslim edildi. Türk savaş pilotları İsrail’de eğitiliyor ve TC, İsrail’e Kürdistan’da bir askeri üs açıyor yine Güney Kürdistan’da da İsrail-TC ortak askeri üs kuruyor ve muhtemelen nükleer amaçlı bir üs olacak bu, Konya ovası İsrail Ordusu’nun emrine verildi. Türk tankları da 400 milyon dolar karşılığında İsrail tarafından onarılıyor. Bütün bunlar, yukarıda değindiğimiz, Bunlar, Ortadoğu ve Mezopotamya’nın Siyonist entegrasyonuna doğru giden yoldaki bazı kilometre taşlarıdır.



BAZI ŞAHSİYETLER

KAHİNA DAHİYA BİNT THABBİTA İBN TİFAN

Araplar’ın Kuzey Afrika’ya akınlarından önce Kuzey Afrika’da Yahudilik bayağı yaygındı. Güneydoğu Cezayir bölgesinde Jerawa adında güçlü bir Berberi kabilesi vardı. Bu Yahudi bir kabileydi. Başlarında da Kahina adlı bir prenses bulunuyordu. Kahina, Hasan ibn Al Nu’man komutanlığındaki İslam Ordusu’nu önce yendi. Ancak 700 yıllarında, İslam Orduları’yla yapılan bir diğer savaşta öldü. Bir Yahudi prensesin, savaşçı olması sık görülen bir şey değildir. Bu nedenle Yahudi Tarihi’nde efsâneleşti. Bunu, bazı Arap tarihçileri de belirtirler. Hatta, onun,yenilmemesi hâlinde İslam’ın İspanya’ya geçişinin çok zor olabileceğini söylerler, ona mistik bir yol yükleyenlerde olmuştur.

SAADİA GAON (882-892)

635’te Arap kabileleri Sasani İmparatorluğu’nu yıktılar. Aynı dönemlerde Babil Talmud’u tamamlanmıştı. Talmud, Sura ve Pumbedita akademilerinde okutuluyordu. Sasaniler gibi bu iki akademi de Fırat kıyısındaydı. Bu iki zıt akademinin başına, 930 yılında "Gaon" adında bir baş öğretmen getirildi. Bu özerk kurumların başında, Res Galuta (Tehcir Başkanı) adında bir başkan vardı. Kendisinin Hz. Davud’un soyundan geldiğini iddia ediyor ve Yahudiler’le Halife arasındaki ilişkileri yürütüyordu. Gaon’un ismi Yemen’den Kuzey Afrika’ya kadar bütün Araplar ve Yahudiler arasında bilinir oldu. O, her soruya cevap verebilen adam olarak tanındı. Yazıları, elden ele dolaştı. Yazıları kutsal olarak nitelendirildi. Buna Gneezah adı verilmektedir.

Saadia ben Yosef (Goan), Fayyum’da Dilaz kasabasında doğdu. Bu nedenle El-Fayyumi olarak da anılır. Fayyum, yukarı Mısır’da bulunmaktadır. Gaon, 928 yılında Sura akademisine kabul edildi. Felsefeci, eğitimci ve din adamı olarak eğitmenlik yaptı.

Büyük felsefe klasiği sayılan, Doktrinler ve inançların Kitabı adlı eseri yazdı. Yolsuzluklara karşı çıktığı için, Res Galuta tarafından tutuklandı ve hapsedildi. Gaon, İslâm Kelâmı ve Aristotales felsefesini de iyi biliyordu. Aklın yüceliğini öne çıkarmasıyla bilinir. Torah’ın da bir akıl kitabı olduğunu savundu. Rabbi geleneğini reddeden Karaizm tarikatını da mahkum etti. Genelde Arapça yazdı.

RASHİ (1045-1105)

Bir Talmud uzmanı ve yorumcusudur. Esas ismi, Rabbi Shlomo İtzchaki’dir. Peshat (yorum) konusunda çok büyük bir ustadır. Özellikle de, yorumları başta Martin Luther tarafından olmak üzere bütün Hristiyan reformistleri çok etkiledi. 1072’de Askenaz Torah Akademisi’ni kurdu. Şiirleri Selihot adı altında toplandı. Hz. Davud’un soyundan geldiği savunuldu.

BARAHAM İBN EZRA (1089-1164)

Toledo’da doğdu. Felsefeci, dil bilimci, şair, Talmud uzmanı ve astrolog. Kendisi de bir Yahudi olan ünlü filozof Baruh Spinoza’yı çok etkiledi. Şaheserini Londra’da tamamladı. Allah korkusunun oluşumu. Bu, Neo-Platonik felsefeyi ele alan bir eserdi. Reform hareketini de ciddi manada etkilediği biliniyor.

Doğduğumda,

Küre-i Arz ve sabit yıldızlar

Yolları üzreydiler;

Mum işi yapıyor olsaydım

Güneş, benim ölümüme kadar

Kara yüzünü bana çevirmezdi…

Kefen ticareti yapsaydım

Ben yaşadığım sürece kimse ölmeyecekti!..



ABRAHAM ABULAFİA (1240-1300)

Aldığını söylediği bir ilham üzerine 1280’de, Papa 3. Nicholas’ı dininden döndürmek ve Yahudileştirmek amacıyla Roma’ya gitti. Papa’nın cevabı sert oldu: "Yakın onu!". Fakat Papa, Abulafia için ölüm tâlimatını verdiği günün akşamı, 22 Ağustos’da âniden öldü. Bunun üzerine Abulafia hapse atıldı ve 1 ay yattı. Daha sonra serbest bırakıldı.

13. yy.’da bir Yahudi’nin Roma’ya gelerek, böyle bir konuşma yapması, kuzunun kendi isteğiyle kurt yuvasına girmesi gibi bir şeydi. Kimileri bu girişimi peygamberâne bir çıkış, kimileride bir mucize olarak niteledi.

İspanya’nın Saragossa şehrinde doğan Abulafia, tabiata dönük bir yaşam sergiliyordu. Evi, barkı yoktu. Sokaklarda, tarlalarda yatıyordu. 18 yaşındayken Filistin’e, Akra kentine gitti. Amacı, efsânevi Sambatyon nehrini aramaktı, fakat, bu girişiminde başarılı olamadı. Önce Maymonides felsefesini daha sonra da ezoterik Kabbala’yı tahsil etti. 30 yaşında tekrar İspanya’ya döndü. Gizli ilimler konusunda yetkinleşmeye devam etti ve bunu peygamber yolu olarak tanımladı. 1279’da Yunanistan’ın Patra şehrine geldi ve ilk önemli eserini yazdı. Bu kitap, peygambersel anlamda Kabbala’nın izahını içeriyordu. Sicilya’daMesih olarak göründüğü iddia edildi. Bu gelişmeler üzerine, Barselonalı rabbi Solomon ben Adret, Palermo halkına bir mektup yazarak, ona inanılmamasını istedi. İspanya Müslümanları özellikle de Sufiler arasında da ilgi gördü.

Abulafia, temel birliğin gizem yolunda gerçekleşmesi gerektiğini, doktrinal ayrılıkların aşılması gerektiğini, İlahi Işık’a ancak böyle ulaşılabileciğini belirtiyordu. Kendi aynı zamanda "Ekstatik Kabala"nın da teorisyenidir.

GRAÇİA NAŞİ (1510-1569)

1391 Yılında Hristyanlar, Yahudiler’e yönelik büyük bir saldırı gerçekleştirdi. Birçok Sevilla Yahudisi öldürüldü. Geri kalanlar hristyanlaştırıldı. Bunlar arasından bazıları kardinal veya piskopos seviyelerine kadar yükseldiler. Ancak bunlar Yahudiliklerinden asla vazgeçmediler ve gizli âyinlerle inançlarını sürdürdüler. Bu dönmelere, Kastilya dilinde "marranos" (domuz) adı veriliyordu. [Örneğin, Türkiye’de Banker Kastelli adı verilen Cevher Özden de bir Kastilyan dönmesidir.]

Kendisi de bir Yahudi olan Christoph Columbus’un yolculuğunun temel nedeni de keşif falan değildi. Kral Ferdinand ve kraliçe İzabel, bir Yahudi olan danışmanları Don İsaac Abranavel’in tavsiyesi ile Yahudileri İspanya’dan uzaklaştırmak için uygun bir yer aramak üzere Columbus’u sefere gönderdiler. Columbus, ne Amerika’yı ne Hindistan’ı ne de başka bir yeri keşfetmek amacıyla yola çıktı amaç bir grup önemli yahudinin İspanya’dan sağ salim çıkarılmasıydı. Tarihi siyonizm’in önemli ayaklarından biridir bu. Yahudinin yahudiyi anavatana doğru, dolaylı yöntemlerle yönlendirmesi. Aynı 20 yy.’lın ilk yarısında olduğu gibi.Aynı İsaac Abranavel, bir grup yahudinin Antwerp’e, bir grubunun Britanya’ya, bir diğer grubunun da Osmanlı İmparatorluğu’na gönderilmesini kral ve kraliçeye önermiştir.

Bu süreçte bir asilzade konumunda olan Beatriz de Luna (Graçia Naşi) de Venedik’e doğru yola çıktı (1544). 1550’de Ferrara’da Dük Ercole’nin himayesine girdi ve Graçia Hannah Naşi adını kullanmaya başladı. Hayatının son birkaç yılı, İstanbul’da Galata semtinde bir malikanede geçti. Graçia’nın ideali, İberya Yahudilerini ihya etmekti. Bu nedenle, gazetelere, eğitim kurumlarına, ibadethanelere büyük destek verdi. Ferrara İncili’nin İspanyolca ve İbranice’de basılması için uğraştı. Özellikle İspanyol ve Portekiz Yahudileri arasında çok sevildi, hatta azize olarak kabul edildi.

BAAL ŞEM TOV (1703-1761)

Onları gördüğünüzde hemen diğerlerinden ayırt edersiniz. Kudüs’te, New York’da, Paris’te, Atina’da,Budapeşte’de, Roma’da hep aynı kılıktadırlar. Kara cübbeli adamlardır bunlar. Bunlar gelenekçi bir tarikat olan Hasidizm’in bağlılarıdırlar. Baal Şem, İbranice, "İsmin Sahibi" anlamına gelir. Tov kelimesi de "iyi" anlamındadır. Kısaca BEST de denir.

Gerçek ismi İzrael Ben Eliezer’dir. Ukrayna’nın Podolia kentinde doğdu. Yoksul bir ailenin çocuğuydu.karizmatik bir kişiliği olduğu için çok kişiyi kolayca etkiledi ve Yahudi şeriatına uymaya çağırdı. Hareket Polonya ve Ukrayna’da yayıldı. Radikal sayılmazdılar, zira havralarda içip şarkı söyleyebiliyor, rabbiliğe sıcak bakmıyorlardı. Başlarında "Rebbe" ve "Çaddık" adı verilen öğretmenler vardı. Birçok eleştiri aldı. Eleştirilerin başında, Kabbala öğretisinin sıradan halka açıklanması ve aşırı vülgarize (bayağılaştırılması) edilmesi geliyordu. Mesih idealini de reddediyorlardı. Hristiyan ideallerine yakın olmakla da ciddi biçimde eleştirildiler.



MOSES MENDELSSOHN (1729-1786)

Bal Şem Tov’un çağdaşı ve muhalifidir. Dassau’da doğdu. Berlin’de, matematik, felsefe ve dil eğitimi aldı. O dönemde Yahudiler üniversitelere genelde kabul edilmiyorlardı. 1764 yılında Berlin Akademisi ödülünü aldı. Sebep ise, metafizikle bilimsel metod arasında en iyi ilişkiyi kurabilmiş olmasıydı. Rakibi ise İmmanuel Kant’dı. Ölümsüzlük üzerine yazdığı "Phadon" adlı eseri onun "Alman Sokrates" olarak anılmasına neden oldu.

Yahudi sosyal hakları ve anti-semitizm için mücadele etti. 1781’de Berlin’de bir Yahudi okulu açtı. Dönmeliğe karşı çıktı. Hasidizm’le çatıştı. "Jerusalem" adlı eserinde, dinin devletten tamamen ayrılmasını savundu. Pantheism’i eleştirdi. Judaizm ruhunu, Doktrin’de özgürlük ve etlemde birlik olarak tanımladı. Söyledikleri şef rabbileri rahatsız etti. Mendelssohn, modernizm ve laisizm ideologlarındandır.



ALBERT EİNSTEİN

Einstein, Quantum (Zerre) teoremiyle, sanılanın aksine aslında Determinist ideolojinin etkisi altında kalmıştır. Einstein, İndeterminizm (Kesinsizlik)e karşıdır. Büyük Birleşik Alanlar Teorisi ve Gizli Değişkenler teorisi, "Materyalist Fizik"in karşısındadır.

Fakat İzafiyet formüllerinde ise, Einstein tamamen materyalist ideolojinin yanında yeralmıştır. Onun biyografisine göz attığımızda bazı ipuçlarına rastlıyoruz:

Paranold düzeyde Alman ve Alman ideolojisi düşmanı (özellikle anti- Hegelian). Reformist. Bu düşüncelerinin Yahudi kırmı ile ilgisi de yok zira, olaylardan çok daha öncelere dayanıyor. Yine üstelik, Almanlar tarafından çok seviliyor.

Kozirev ise Einstein’ı direkt olarak karşısına alır:

"Einstein, almanlar’ın (Alman Aryen ideolojisinin ) bütün bilim ve fiziği tek başlarına temsil etmelerine çok kızıyordu. Dünya Yahudi örgütlerinin Einstein’ı sıkıştırdığı ve bir Yahudi fiziğinden kasıt, Siyonist ideolojinin bilim alanlarındaki tahakküm istemidir. Bu baskıların sonucu Einstein, Uzay’ın saf vakum (boşluk) olduğunu, sırf Esir’e yer vermemek için zoraki olarak belirtti. Oysa orthodox bir Musevi’ydi! Ya da öyle bir imaj veriyordu. Yanı Einstein inançlarını zorluyordu. Bunun nedeni ideolojik yetmezliğiydi. Olaylara tam olarak anlam veremiyor, yahudiler’in kendini neden baskı altında tuttuğunu bir anlayamıyordu. Einstein, Esir’e inanıyordu. Taktiğe göre, yalnızca Madde vardı; Uzay ise "HİÇ BİR ŞEY" den ibaretti! Einstein gibi bir ustanın böyle bir saçmalığa inanması rasyonel değildir. Üstelik tam da o sırada, Uzay’ın tıkabasa enerji alanları ve elektromanyetik dalgalardan oluştuğu netleşmişken. Einstein, bu gerçekliğe de anlaşılmayan bir biçimde direndi ve Yahudi tezini dayatmaya devam etti. Oyunun kuralı gereği, bir diğer Yahudi fizikçi devreye girdi ve sözde Einstein’ı yalanladı ve Uzay’ın vakum (boşluk) değil, enerjik alanlardan oluştuğunu, yeni bir buluş gibi sunarak, güya bir rekabet yarattı. İki taraf ta Yahudi olduğu için başarı Yahudi ideolojisinmiş gibi göründü".

Aslında, Einstein Uzay’ın genişlediğini bizzat saptamış, fakat bu ölü (statik) uzayın canlanmasından Yahudi ideolojisi ürktü. Bu ürküntü sebepsiz değildi zira, durağan (statik) be evren yerine dinamik bir evren, başlangıç- Son ya da Yaradılış-Kıyamet gibi kavramların gündemleşmesine yol açacak düzeyde dini postulat’ları hatırlıyordu. Bu, dev maddi (kapitalist) dünya yatırımlarını boşa düşürmek anlamını taşıyordu ve materyalist ideolojiyi, kendi soyunun dışında bütün dünyaya yayma politikası güden Yahudi ideolojisinin hem prestiji hem de protokolleri sarsılacaktı. Einstein talimat almakta gecikmedi ve bir kozmolojik sabit üretip bunu formüllerine ekledi ve Uzay’ı durdurmaya kalkıştı ve bundan dolayı da hayli acı çekti. Kozirev ve Friedmann-ki, her ikisi de Alman’dır ve Einstein’ın arkadaşlarıdır. Einstein’ın foyasını ortaya çıkardılar ve Uzay’ın genişlediğini bildirdiler. Bu, " K sabiri" ne karşı bir manifesto niteliğindeydi. Einstein hatasını kabul etti ve özür diledi ama bu olan bitenleri kimse duymadı, duyamadı. Kol kırıldı yen içinde! Evren genişliyordu. Öyle ki, uzak galaksiler ışıktan da hızlı olarak bizden kaçıyordu! Einsteinistler, hala " Hiçbirşey ışıktan daha hızlı olamaz" diye galaksi hızlarında da, Einstein’ın kendisinin reddettiği "K sabiti"ni kullanıyorlar…

Einstein, E=M.c2 formülünü nasıl yalnızca madde-enerji eşdeğerliliği üzerinekurarak, boşluktaki enerji alanlarının da bir kütlesi olduğunu be bunların da formüle eklenmesini es geçmişse, birçok şeyi de maksatlı olarak yarım bırakmıştır. Zaman’ın ve Çekim’in tensörünü (gercisini) ölçme güçlüklerini bildiğinden kurnazlıklara kalkıştı. Einstein, tekzip edilene kadar "Efsane" olmayı planladı.

İdeoloji uyarında Esir inancına saklaması gerekiyordu. Esir’e karşı çıkışını, "Michelson-Morley deneyi" (Michelson da yahudi’dir) ne dayandırdı. Bu ikilinin, ışığın hızını bir masada aynalarla ölçmeleri, ışık hızının bulunması için harikaydı ama, Esir adına tam bir skandaldı. Çünkü, ışık gibi süper bir hız, bir deney masasında değil; uzaya çıkıp uzayda dağılmayan bir ışık huzmesiyle çok geniş, en azından 186.000. millik bir mesafe içinde ölçümlenmelidir. O zaman, iki ışık deneti arasında, FAZ farkının interferansı olup olmadığı anlaşılır. Einstein hep, denenmesi ileri teknikleri gerektirenleri ortaya atmış ve namının yürümesi için zaman kazanır.

Einstein, Fitzgerald ve Lorenz dönüşüm formüllerini İzafiyet için istismar ederek kendine mal etmeye kalkıştı. Nasıl ki, Gauss ve Riemann’ın matematik uzayını, Minkowsky’nin Zaman boyutunu birleştirip uzay zamanını ileri sürüp Lorenz’in omuzlarına bastı. Başaramayınca da evreni kısıtlamaya çalıştı. Işık hızıyla giden bir cetvelin boyunu sıfırladı, zamanını ebediyen durdurdu, kütlesini sonsuzlaştırdı ve denklemlerinin sonucu hep sonsuz çıktığı için, matematik tekilliğin(singularity) çözümsüzlüğüne bıraktı.

BARUH BEDEİCT SPİNOZA (1632-1677)

Ünlü filozof. Spinosizm’in kurucusu. Hollanda yahudisidir. Allah’la tabiatı özdeşleştirmeye çalıştı. Akliye yöntemini izledi. İrade ile isteğin özdeş olduğunu ve ahlakın zihni olduğunu savunur. Felsefe’de geometrik yöntemin kullanımını önemsemiştir. Ona göre evren maddi bir birliktelikten başka bir şey değildir. Doğa’nın ilksiz ve sonsuz olduğunu iddia eder. Ona göre, insanlar bilgiye kavuştukça özgürleşirler.

DAVİD HUMME

Britanya yahudisi. Filozof. 18. yy. İngiliz andınlanmacılığının temsilcilerindendir. Automatisation Mentale (Zihni Çağrışım) konusunda çalıştı. Aklın eleştirilmesini ve yetilerinin gereği gibi belirtilmesini öğütler. Ona göre, deney nedenselliği asla gösteremez. Felsefe’de eleştiri çağının (Age Crituque) en önemli isimlerinden biridir.

İSAAC NEWTON

Britanyalı Yahudi fizikçi. Çekim yasalarının kaşifi. Newton’a göre, çekim, bazı yasalara uyarak sürekli etki yapan bir etkenin ürünüdür. Bu etkinin maddi ya da gayri maddi olduğunu bilemez. Bu gücü açklayamadığı için Alman Leibniz tarafından ağır biçimde eleştirilir. Bunun üzerine, Newton, "Hypotheses non fingo" (Faraziye kurmuyorum) yanıtını verir.

JOSEB (JOSİF) VİSSARİONOVİCH TSUGASHVİLİ (İGNATASHVİLİ) STALİN (21/12/1979-5/3/1953)

1922-1953 yılları arasında SSCB Genel Sekreteri, 1941-53 arasında SSCB Başkanı. Stalinizm ideolojisinin de kurucusudur. Lider yetksine dayalı bir ideolojidir, lider kutsanır. Tek bir ülkede sosyaliz fikrini Stalin ortaya attı. Bu öğreti, Sovyet orta kademe bürokrasisi tarafından benimsendi. Stalin döneminde SSCB, Nazizm’e karşı ikircikli bir politika izledi. Geçirdiği beyin kanaması sonucu 1953’te öldü. 2. Dünya Savaşı sırasında Amerikalılar, Stalin’e "Uncle Joe " (Joe Amca) adını taktı. Bu ismi veren de, Stalin’e hayranlık duyan ABD başkanı Roosevelt’dir.

KARL MARKS (Marksizm ideolojisinin kurucusu.)

M. ROSENTHAL (Felsefe Tarihçisi.)

ARNOLD TOYNBEE (Metafizikçi Tarihçi, Tarihin bir tekerrür olduğunu savunmuştur.)

SİGMUND FREUD (Psiko-Analiz’in kurucusu.)

ERİCK FROMM (Psiko-Analiz’in en büyük teorisyenlerinden biri.)

EMİLE MAYERSON (Düşünce-Dil ilişkisinin en önemli kuramcılarından biri.)

VLADEMİR ULYANOVİTCH (İLYİCH) LENİN (Ukrayna yahudisi, Leninizm felsefesinin kurucusu.)

BUKHARİN (Anarşizm’in kurucusu.)

LOUİSE ALTUSSER (Filozof)

WALTER BENJAMİN (Filozof)

MİCHEAL HENRY LEVY (Filozof-yazar)

RAYMOND ARON (Filizof)

LEVİ STRAUSS (Antropolog-yazar)

LEOPOLD BERNSTEİN TROTSKY (Trotskyzm’in kurucusu, Lenin’in öğretmenlerinden)

DANNY KEY (Aktör)

YEHUDİ MENUHİN (Kompozitör)

DAVİD COOPERFİELD (Showman)

DERYL HANNAH (Aktris)

HELENA RUBENSTEİN (Kozmetik Devi)

AARON COPLAND (Yazar)

PACO RABENNE (Moda Devi)

GERRY KASPAROV (Dünya satranç şampiyonu, Yahudi kökenli Ermeni)

DANİEL KOHN-BENDİT (68 Hareketinin Liderlerinden)

KİRK DOUGLAS

MİCHEAL DOUGLAS

ELİZABETH TAYLOR

NOAM CHOMSKY

NATHAN LEVİ (Sabatay Sevi’nin akıl hocalarından, Gazeli Talmud Uzmanı.)

VLADEMİR JİRİNOWSKY

Rusya’da ki 1993 seçimlerinde partisinin aldığı yüksek oyla dikkat çeken Vlademir Jirinowsky çok kısa zamanda son yılların en büyük sansasyonel politikacılarından biri haline geldi. Jirinowsky’i bu kadar kısa sürede ünlü yapan kuşkusuz öne sürdüğü faşizan teoriler ve iddialı tehditlerdi. Ona deli rolü biçilmiş aslında ve oynatılıyordu.

Bu Rus Faşisti, günümüzün Hitler’i olarak lanse edildi. Düşünce, tavır ve eylemleri aynen Alman "fikirdaş”ına benziyordu. Jirinowsky bu benzetmelerden hiç rahatsız olmadı, hatta hoşlandı. Hitler’e benzemek için ne gerekiyorsa yaptı. Tabii ki, konu Hitler olunca, gündeme Naziler’in "Alamet-i Farika"sı da geliyordu: Anti-semitizm, yani Yahudi aleyhtarlığı. Yahudiler aleyhine verdi veriştirdi Vlademir. Yahudi örgütleri de elbette sessiz kalmadılar, O’nu "şiddetle!" protesto ettiler. Avrupa’lı Yahudi örgütleri, hükümetlerine baş vurarak, bu "gözü dönmüş faşist!"in ülkelerine sokulmamasını istediler.

Ama Jirinowsky’nin çizdiği "gözü dönmüş Anti-Semith" görüntüsünde garip bir şeyler vardı. Özellikle konuyu Yahudi yayın organlarında takip edince bazı ilginç bilgiler ortaya çıkıyordu. Çünkü, ateşli Yahudi aleyhtarı Jirinowsky’nin kendisi de bir yahudiydi. Hem de oldukça "bilinçli" bir yahudiydi. 1989 ‘ da Rusya’da faaliyet gösteren "Şalom" adlı Yahudi organizasyonunda "aktif" görev almıştı. Daha da ötesi "Siyonist"ti: 10 yıl önce İsrail’e göç etmek için vize almak istemişti. Ülkesine göçmen olarak yalnızca "tescilli" Yahudileri kabul eden İsrail de bu isteğine olumlu cevap vermiş, ancak Jirinowsky, nedendir bilinmez, sonradan Rusya’da kalmaya kara vermişti… Jewish Chronichl, konuyla ilgili olarak şu bilgileri veriyordu:

"Rusya’nın ilk demokratik seçimlerinde beklenmeyen bir başarı gösteren vladimir Volfovich Jirinovsky, kuşkusuz çelişkilerle dolu bir insan. Yahudi kökenli bir politikacı olan Jirinovsky, Rus milliyetçiliğine kaymadan önce, Rusya’daki Yahudi cemaatiyle çok ilişkiler içindeydi… 1946’da Yahudi Yahudi bir babanın oğlu olarak Kazakistan’da doğan Jirinovsky, bir zamanlar bir Yahudi örgütünün aktif bir üyesiydi. 1989 yılında, Jirinovsky, yeni kurulmuş olan Şalom adlı kültürel Yahudi organizasyonuna üye oldu. Şalom, tüm Sovyetler Yahudilerini tek bir çatı altında toplamayı amaçlayan bir örgüttü. Şalom’un yöneticilerinden Dr. Mikhail Şlenov, Jewish Chronicle’a konuyla ilgili olarak şunları söyledi: ‘Bay Jirinovsky, Şalom’un Yönetim Kurulu’nda görev almıştı. Ayrıca örgütün legal danışmanıydı. Doğrusu üstüne aldığı görevleri ciddiyetle yerine getirirdi.’Jirinovsky, Aralık 1991’de Şalom’dan ayrılarak kendi Liberal Demokratik Partisini kurdu."

Aynı gazete, Jirinovsky’nin İsrail’e yerleşme izni alma öyküsünü de bir sonraki öyküsünde şöyle anlatır:

"Rusya’daki yeni aşırı milliyetçi lider Vladimir Jirinovsky, İsrail’e göç için on yıl önce girişimde bulundu.

Jewish Chronicle, Bay Jirinovsky’nin 1983 yılında İsrail’e yerleşmek için izin talebinde bulunduğunu ve bu izni elde ettiğini öğrendi. O zaman Rusya’da İsrail elçiliği bulunmadığından, Jirinovsky, yerleşme izni için Hollanda Büyükelçiliği içinde faaliyet gösteren İsrail konsolosluk birimine başvurmuş. İsrail hükümetinin eski bir üyesi, ‘Bay Jirinovsk, İsrail’e yerleşme izni için baş vurmuş, bu izni almış, fakat hiç kullanmamış’ diyerek bilgiyi doğruladı. Moskovalı Yahudi kaynakları, Jriniovksy’nin İsrail’e göç imkanlarının kesilmesi tehlikesine karşılık vize almış olabileceğini bildiriyorlar. Bu arada, geçen hafta Jewish Chronicle’da yayınlanan Bay Jirinovsky’nin Şalom üyeliği olduğunu söylüyorlar. Şalom’un kurucularından biri, ‘Bay Jrinovsky bize çok yakındı’diyor".

Eski aktif Siyonsti, birden bire antisemit kesilivermişti… Jirinovsky, nasıl olmuştu da birden bire böyle büyük bir dönüşüm yaşamıştı? Ya da gerçekten yaşamış mıydı? Jewish Chronicle, Rus Yahudilerinin Jriinovsky nedeniyle İsrail’e göçü hızlandırdıklarını ve "görünüşe bakılırsa" daha da hızlandıracaklarını detaylarıyla anlatıyor, çoğu yahudinin çoktan "eşyalarını toplamaya başladığı”nı bildiriyordu. Jirinovsky’nin başlattığı antisemitizm nedeniyle Rus Yahudilerinin İsrail’e göçe yönelmesi, dünya medyasında da konu oldu. Bizdeki haftalık Pazar Postası’nda bile konuyla ilgili bilgiler verildi. Pazar Postası’nın verdiği haberde ilginç olan, İsrail’in "bu göç dalgaso nedeniyle endişe duyduğu" şeklindeki açıklamasıydı:"…İsrail de bu konudaki kaygısını dile getiriyordu! Fasist gelişmelerin, özellikle Rusya’da kalmış Yahudilerin vaat edilmiş Topraklar’a doğru bir toplu göç hareketi başlatmaları olasılığı, İsrail yöneticileri rahatsız ediyordu!" Ama ortada garip bir şeyler vardı: İsrail’in "Sovyet Yahudilerinin topraklarımıza göç etmesinden endişeliyiz" şeklindeki bu açıklaması, çok ilginç bir çelişki oluyordu. Çünkü, İsrail, az önce de değindiğimiz gibi, zaten yıllardır bu göçün oluşması için çalışıyordu. Göç, İsrail’in "endişe" etmesi değil, sevinçle karşılaması gereken bir gelişmeydi. Yahudi Devleti, Mesih’in gelişinin alametlerinden biri olduğu için, yıllardır diasporadaki ve özellikle de Rusya’daki Yahudileri İsrail’e getirebilmek için uğraşıyordu. Hatta bu ülkeden göçen Yahudilerin "kazara" başka bir ülkeye değil de, mutlaka ve mutlaka İsrail’e gelmesine çalışıyordu. Kısacası İsrail için Yahudileri " Kuzey Ülkesi" Rusya’dan çıkarıp İsrail’e getirmek, "olmazsa olmaz" bir zorunluluktu. Ama yine önceden değindiğimiz gibi Sovyet Yahudileri, Siyonist liderlerin daha önce de karşılaştıklarının benzeri bir "sorun" yaratıyorlar, durduk yere evlerini-barklarını bırakıp İsrail’e gitmek istemiyorlardı. İşte Jrininovsky tam bu anda İsrail’in imdadına yetişti. Bir zamanlar kendisinin de yerleşmek istediği anavatanına, Rusyalı soydaşlarını yollamaya başladı. İsrail’in aslında arayıp da bulamadığı göç hakkında "endişeli" olduğu şeklindeki açıklamarı da, anlaşılan görüntüyü kurtarmak içindi. Yeremya’nın kehaneti, zorla da olsa gerçekleştirilecekti…. Görünen o ki, Jirinovsky, "Siyonist olmaktan hiç vazgeçmemiş, ama taktik icabı görüntü değiştirmişti. O bir "sayan"dı (sayan, çoğulu sayanim: gönüllü olarak Mossad’a hizmet veren diaspora Yahudileri). Uyguladığı taktik ise, yeni bir yöntem değildi, yüzyılın başından beri Siyonizm’in önderleri tarafından ustalıkla kullanılıyordu. Jirinovsky’nin yükselişinde önemli rolü olduğu hemen herkesçe kabul edilen KGB’nin başında bir başka Rus yahudisinin, Primakov’un bulunması da, perde arkasındaki gerçekler hakkında fikir veren bir başka işaretti. Evet, Jirinovsky Kudüs’lü sahiplerinin sesidir.

Bu durumu fark edenlerden biri, Washingtonlı gazeteci Yahudi Leon Hadar, şöyle diyor:"İronik bir durum; Saddam Hüseyin’in yakın dostu olan Jirinovsky, İsrail liderlerinin ve onların ABD’deki destekçilerinin ‘İslami fundamentalizm tehlikesi’ hakkındaki sözlerine aynen katılıyor. ‘Yeşil Tehlike’nin Rusya ve dünya güvenliği için en büyük tehlike olduğunu söylüyor ve tüm Avrupa ve ABD dahil olmak üzere tüm ‘beyaz ırk’ın bu tehlikeye karşı birleşmesi gerektiğini iddia ediyor. Jirinovsky’nin bu sözleri, Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington’un Foreign Affairs’de yayınlanan ve Batı’yı İslam dünyası ile yakında çıkacak olan çatışmaya karşı hazırlıklı olmaya çağıran makalesine şaşırtıcı bir benzerlik gösteriyor".

Jirinovsky’nin yaptığı, "sahipleri"nin stratejilerini seslendirmekten başka bir şey değildir. Çünkü o "sahipler" hedeflerini "maşa" ve "taşeron" lar aracılığıyla gerçekleştirmeyi yeğlemekte, kendilerine ise "barış havarisi rollerini daha uygun görmektedirler. İsrail’in Ortadoğu’da uygulamaya koyduğu sözde barış süreci de bu bakış açısından değerlendirilmelidir.



YAHUDİ AYLARI

Ay: Nisan = Mart 15 Nisan 15

Ay: İyar = Nisan 15-Mayıs 15

Ay: Sivan = Mayıs 15-Haz.15

Ay: Tammuz = Haz. 15-Temmuz 15

Ay: Ab = Tem.15 Ağustos 15

Ay: Elıl = Ağ. 15 Eylül 15

Ay: Tirsi = Eylül 15 Ekim 15

Ay: Hesvan = Ekim 15-Kasım 15

Ay: Kislev = Kasım 15 Aralık 15

Ay: Tebet = Aralık 15 Ocak 15

Ay: Sevat = Ocak 15-Şubat 15

Ay: Adar = Şubat 15 Mart 15



TALMUD

Talmud kelimesi, "düşünmek" anlamına gelen "Lamud" kökünden gelir ve "Öğrenme" anlamı taşır. Bu kitap, yahudiler’in bilmeleri gereken her şeyi kapsar. İlk yazar olarak da Hz. Musa kabul edilir. İnanışa göre, Hz. Musa’ya, Sina tepesinde taş tabletlere kazılmış olarak (yazılı olarak) gönderilen 10 emir (Torah Sebikitab) dışında sözlü yasaların da bildirildiğine inanılmaktadır. Bu sözlü yasalara da Sebil Peh adı verilmektedir. Bu nedenle Hz. Musa’nın dağda çok uzun süre kaldığı sanılmaktadır. Hz. Musa bu sözlü yasayı Joshua’ya verir, Joshua 70 ihtiyara, ihtiyarlar peygamberlere, peygamberler de Büyük Havra’ya ulaştırırlar. Bilahare bazı rabbilere de ulaşır bu sözlü yasalar. Daha sonra bu sözlü yasaların Filistin’deki okullarda kutsal edebiyat dersleri olarak öğretildiği söylenmektedir. Yahudi Uleması’nın yorunları o süreçte yavaş yavaş belirmeye başlar.

İ.S. 2. Yüzyıl’da rabbi Jehuda, Yahudi halkının okuma düzeylerinin gerilediğini ve bu nedenle sözlü yasaların tedricen kaybolup unutulduğunu, Yahudilerin sağa sola dağıldığını, bu temelde sözlü yasaların testore ve muhafaza edilmesi gerektiğini söyler. Bütün listeleri ve şartları bir yerde toplar ve onlardan bir kitap oluşturur. Bu kitaba Sefer Misnayoth ya da Nisnaha Defterosis (İkincil Yasa ) adı verilir. Bu kitabı 6 ana bölümde toplar. Bu Talmud, halen kabul gören Talmud’dur.

Misnah, bütün Talmud’un en temel bölümüdür. Bu kitap bütün Yahudiler tarafından ve heryerde kabul görür. Sura’daki Babil Akademisinde, Şumbathida’da ve Neharea’da, Tiberias’taki Filistin Akeademisi’nde, İamnia’da ve Lydda’da bu böyledir.

Zaman içinde Talmud uzmanlarının münakaşaları ve kararları aşağıda verilecektir. Bu münakaşalara ve kararlara Gemarah adı verilir. Gemarah, Misnah’tan sonraki en önemli referans kaynaktır. Süleyman Mabedi’nin yıkılmasıyla birlikte bu münakaşalar da ciddi oranda gerilemeye başlamıştır. Elyeşa peygaberin ve nihayet Mesih’in gelişine kadar izahat, tartışmalara ara verilmiştir.

Rabbi Jehuda’nın Misnah’ını değerlendirmek için, Filistin ve Babil okulları kendi özgün metodlarını takip etmişlerdir. Bu farklı metod takibi, Gemarah’a yol verir. Yani, Kudüs ve Babil versiyonlarına. Kudüs versiyonunun yazarı rabbi Jochanan’dır. Bu rabbi, 80 yıl boyunca Kudüs havrasının başında kalmış ve Misnah üzerine 39 başlıktan oluşan bir yorum-değerlendirme yapmış ve bunu İ.S. 230 yılında tamamlamıştır.

Buna mukabil, Babil Gemarah’ı tek bir kişi tarafından ve kesin bir zaman diliminde yazılmamıştır. Rabbi Asi, İ.S. 327 yılında onu yazmaya başlamış ve 60 yıl onun üzerinde çalışmıştır. Rabbi Maremar bu çalışmayı 427 yılına kadar devam ettirmiş ve rabbi ağabeyna 500 yılında bu çalışmayı tamamlamıştır. Babil Gemarah’ı toplam 36 bölümden oluşur.

Misnah’a eklenen bu iki Gemarah, aynı zamanda iki Talmud olarak gelişmiştir. Kudüs Talmudu kısa ve karanlıktır (anlaşılmaz) ve pek kullanılmamaktadır. Babil Talmud’u daha çok tercih edilmektedir.

Gemarah da, eklemere tabi olmuştur ve bu eklere Tosefoth adı verilir. Misnah üzerinde, okuldışı (halk eğitsel) ilk müdahale, rabbi Shaya tarafından yapılmıştır ve buna Barayetoth adı verilirç bu yorumlar, Pikse Tosefoth adı verilen kararlarla tamamlanır. Bunlar sade ve anlaşılabilir prensiplerdir.

Babil Talmudu tamamlandıktan yaklaşık 500 yıl sonra edebiyat eğitimi yine bir gerileme dönemine girdi. Fakat 11. Yüzyıldan itibaren, Talmud’a yeni eklemeler yapılmaya başlandı. Bunlar arasında en önemlisi Rabbi Aşer’in Tosefoth’uydu. Bunun dışında, Rabbi Musa bin Maymun’un Perus’u-ki bu eser Yahudiler tarafından kısaca Rambam olarak anılır- ortaya çıktı. İşte bütün bu eserlerin hepsi bir kitapta toplanır ve bu kitap Talmud adını alır.



Talmud, 6 temel bölümden oluşur:

1-ZERAİM: Tohumları içerir. Tohumlar, meyveler, otlar ve ağaçlar; muhtelif tohumların, meyvelerin halk tarafından kullanımı gibi.

2-MOED: Festivalleri, bayramları, yortuları, kutlamaları içerir. Sabat (Sabbath) ve benzeri kutlama günleri gösterir.

3-NASİM: Kadını anlatır. Evlilik, sorumluluklar, hastalıklar, ilişkiler vs.

4-NEZİKİN: Zarar ve ziyanları içerir. İnsanların ve hayvanların çektikleri sıkıntıları ve bunların telafilerini ele alır.

5-KODASİM: Kutsallığı içerir. Muhtelif kutsama ayinleri vs.

6-TOHOROTH:Arınmaları içerir. Damarların, yatak elbiselerinin ve diğer şeylerin arınmalarını ele alır.

Bunlara Sisah Sedarim ( 6 emir ) adı verilir ve her biri kendi içlerinde risalelere ayrılılar ve bu risalelere Massiktoth adı verilir. Risaleler de, başlılara ayrılır ki, bu başlılara Perakim adı verilir.

ZERAİM 11 risale içerir:

1-BERAKTOTH: İnayetler ve ibadetler. Dini ibadetleri ele alır.

2-PEAH: Tarlaların köşelerini ele alır. Zeytinler be Üzümler yoksullara bırakılmalıdır.

3-DEMAİ: Şüpheli şeyler.

4-KİLAİM: Karışımlar. Tohum ıslahını ele alır.

5-SEBİT: 7’ler. Sabbath yılını ele alır.

6-TERUMOTH: Takdimler. Rahiplere cennetle ilgili takdimler.

7-MAASEROTH: Levililer’e verilen Muaşeret.

8-MAASER SENİ : İkinci Muaşeret (Muaşeret-i Sani)

9-SALLAH: Pasta ve ekmek.

10-ORLAH : Sünnetsizler. Dikiminden itibaren ilk 3 yıl boyunca ağacın meyvelerini ele alır.

11-BİKKURİM: Mabede getirilmesi gereken ilk meyveler.



MOED 12 risale içerir:

SABAT: Sabbath. Bugün yasak olan işleri ele alır.

ERUBHİN: Kombinezonlar. Sabbath için gıdaları ele alır.

SEKALİM: Ötegeçiş. Paskal (Peşete) Kuzusu ve Ötegeçiş Bayramı’nı ele alır.

SEKALİM: Şekel. Şekel’in ölçüleri ve ağırlığını ele alır.

İOMA: Badem günü.

SUKKAH : İlahi kürsü günü.

BETSAH: Yumurta günü.

ROS HASANAH: Yeni yıl bayramı.

TAANİTH: Sür’atlerle ilgili

MEGİLLAH: Tomarlar. Esther kitabının okunması. Purim bayramı.

MOED KATON : Küçük bayram

SAGİGAH : Pesah, Sukoth ve Kutsal Kürsü (Tabernacle) bayramlarının ayinlerinin karşılaştırılması.



NASİM 7 risale içerir:

JEBBAMOTH: Evlilik ahlakını düzenler.

KETHUBOTH: Evlilik organizasyonu üzerine

KİDDUSİN: Nişan

GİTTİN: Boşanmaları düzenler

NEDARİM: Mezarlar

NAZİR: Nasıralıları anlatır.

SOTAH : Erişkinliği kuşkulu olan kadını ele alır.



NEZİKİN 10 risale içerir:



BAB’A KAMA: İlk kapı. Zararlar, hasarlar ve onların çözümleri ele alınır.

BAB’A METSİYA: Orta kapı. Mülkiyet, satın alma, satma, kiralama mevzularını ele alır.

BAB’A BATHRA: Son kapı. Emlak, ticaret, miras konularını ele alır.

SANHEDRİN: Mahkemeler, suçlar, cezalar

MAKKOTH: Örtüyü kaldırma, soyunma

SEBUOTH: Söz vermeler

EDEOTH: Ahdlar, yeminler

HOREOTH: Kararlar. Yargıçların kararlarına ilişkin ilkeler

ABHODAH ZARAH: İdolatri

ABHOTH: Babalık üzerine. (PİRKE ABHOTH)



KODASİM 11 risale içerir:



ZEBBASİM: Adaklar

SULİN: Hayvan yetiştirme

MENASOTH: Et ve içecek sunumu

BEKHOROTH: İlk doğuş

ERAKHİN: İnsanın Allah’a adanması

TEMURAH: Değişim

MEİLAH: Günahlar ve cezaları

KERİTHUTH: Cezai kısaslar

TAMİD: Mabed’deki günlük adaklar ve onların sunumları

MİDDOTH: Ölçüler. Mabed’in tasviri ve ölçüleri

KİNNİM: Kuş yuvaları. Yoksulların adakları



TOHOROTH 12 risale içerir:



KELLİM: Ayin’in doğru yapılması

OHOLOTH: Çadırlar ve evler, onların temizliği

NEGAİM : Sıkıntılar, huzursuzluklar, öldürücü salgınlar.

PARAH: Davarlar, buzağılar.

TOHOROTH: Günlük temizlik

MİKVAOTH: Depolar ve kuyular. Ayinle ilgili temizlik için

NİDDAH: Adet görme. Bu süreçteki temizlik

MAKSİRİN: Hazırlıklar. Tohum ve meyvelerin belli sıvılarla yıkanması

ZABHİM: Geceye ait hava kirliliği ve bel soğukluğu. Bazı sıvıların kirliliği

TEBHUL YOM: Günlük yıkanma

YADAİM: Eller. Ellerin ayine uygun olarak temizlenmesi

OKETSİN: Ayin için meyvelerin temizlenmesi



Talmud toplam olarak 63 risale ve 524 başlıktan meydana gelir. Bunlara 4 kısa risale daha eklenir:

MASSEKHETH SOFERİM: Kanun kitaplarını yazma. 21 başlıktan oluşur.

EBHEL RABBETİ: Isdırab, elem, acı hissi. 14 başlıktan oluşur.

KALLAH: Gelin üzerine. Gelinliğin kazanımı üzerine. 1 başlık

MASSEKETH DEREKH ERETS: Gözlem. İki bölümü vardır: RABBAH: Büyük bölüm ve ZUTA: Küçük bölüm.

PEREK SALOM: Barış üzerine.

1032 yılında, rabbi İsaac ben İacob Alphassi bütün bölümleri bir araya toplayıp bir compendium (Yoğunlaştırılmış, kısaltılmış eser) oluştururdu. Buna "Halakoth" adını verdi. Halakoth "Anayasa" anlamına gelir.

1180’de Moses Maimonides (Musa bin Meymun) ünlü eseri Misnah Torah’ı (Kanun’un Tekrarı) vücuda getirdi. Bu kitap "Yad Sazakah" (Güçlü El) diye de adlandırılır. 4 cilt ve 14 kitaptan oluşur ve tam Talmud’dur. Maimonides birçol felsefi tartışmaya da yer verir. Kendiliğinden de bazı kanunlar eklediği için ölüme mahkum edilmiştir. Bu yüzden Mısır’a kaçtı ve 1205’te orada öldü. Zaman içinde eseri Yahudiler arasında benimsendi ve en tutarlı eser olarak kabul edildi. 1340’ta Jacob ben Ascher "Arbaa Turim" (Dört Emir) adlı bir eser kaleme aldı:

Eser;

ORAS HAYİM: Hayatın tohumları, ev ve sinagogta günlük hayat

YORE DEAH: Yiyecekler, onların temizliği hakkında bilgi talimi

SOSEN HAMMİSPAT: Sivil yasalara ve ceza yasalarına ilişkin özel hükümler

EBHEN HAEZER: (Yardım Kayası): Evlilik yasaları bölümlerinden oluşur.

1488-1577 yılları arasında yaşayan Filistin rabbisi Yasif Karo, "Sulsan Arukh" (Hazır Masa) adlı bir eser yazdı ve 4 emiri yorunladı. Bu eser genellikle doğu Yahudilerine hitap ediyordu. Bu nedenle, rabbi Mose İsserles, Sulsan Arukh’un yorumunu yazdı: "Darkhe Mose" (Tarik-i Musa / Musa’nın Yolu). Bu, batı Yahudileri arasında kabul gördü.

533 yılında imparator Justinianus, Talmud kitabının Roma imparatorluğu sınırlarından dışarı çıkarılmasını emretti. 13. Yüzyılda, Papa 9. Gregoire ve 4. İnnocent Talmud kitaplarının, Hristiyan inancına karşı bir küfür ve hakaret niteliği içerdiğini belirterek Talmud’u mahkum ettiler ve yakılmasına karar verdiler. Daha sonraları, Papa Julius 4, Paul 4, Pius 4, Pius 5, Gregoire 13, Clement 8, Alexander 7, Benedict 14 ve diğer birçoğu tarafından defalarca mahkum edildi ve yasaklandı.

1520 yılında, Polonya’nın Synod şehrinde, Almanya’nın ve diğer ülkelerin rabbileri hiçbir yayının Hristiyanlığı rahatsız edemeyeceğini ve İsrailoğullarını taciz etmemesi gerektiğini açıkladılar. Bu nedenle bazı bölümler Talmud’dan çıkarıldı. Ama, diğer taraftan Hollanda’da, eksiksiz Talmud’lar basılmaya devam etti. 1644 Hollanda baskısı, 1520 Venedik baskısıyla aynıydı. Yani Polonya’da telkin veren rabbiler aynı sıralarda Hollanda’da salkımı yutmaya devam ediyorlardı. Bu karakter bidayetten beri böyleydi ve böyle olmaya devam edecek.


http://www.geocities.ws/drhakkiacikalinupto/makcoyjudaizm.htm

Hiç yorum yok

Öne Çıkan Yayın

İBDA ve İBDA-C Nedir?

İBDA-C’nin daha iyi anlaşılması için İBDA'nın kısaca tarif ve izahını yapmak istiyoruz… Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu’nun "...

İzleyiciler

Popüler Yayınlar

Tema resimleri duncan1890 tarafından tasarlanmıştır. Blogger tarafından desteklenmektedir.