Esmâ-i ilâhiyyede bî-had hünerim var,
Her demde semâvat-ı hurûfa seferim var.  

Gönlüm göğünün yıldızıdır hiç adedi yok,
Her burçta benim bin güneş bin kamerim var.  

Âlimler ebced hacesi olmak olur âr,
Alçak görünen ebced’e âlî nazarım var.  

Arş u semâvatı ulûmun budur el-hak,
Hem dahi zemininde tükenmez güherim var. 

Bununla bir oldu dem-i Îsâ ile Mısrî,
Gönlüme dahi ne gelirim ne giderim var. 

Esmâ-i ilâhiyyede bî-had hünerim var,
Her demde semâvat-ı hurûfa seferim var.  

İlâhi isimlerde sonsuz hünerim var,
Her zaman harflerin semasına seferim var.  

[Esmâ-i Hüsnâ Zikri ve Adâbında A’râf sûresi 180. âyette, “O’na (Allâh’a) o isimlerle duâ edin. ” buyrulduğunu, bir hadîs-i şerîfde de “Allah Teâlâ’nın güzel isimlerini ezberleyip sonuna kadar sayanların cennetle müjdelendiği” ni belirtmiştir. İşte bu Allah Teâlâ buyruğu ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem müjdesi, Esmâ-i Hüsnâ’nın tarîkat mensûbu olan veya olmayan bütün müslümanların dilinden düşürmedikleri zikri, yani virdi olmuştur. Bu husus tarikatlarca daha sistemli ve tertipli hâle getirilmiştir. Allah Teâlâ’yı zikretmek Kur’an-ı Kerim’de çeşitli yerlerde emredilmiştir. Bu âyetlerden birisi şöyledir : “Ey mü’minler! Allâh’ı çok zikredin. O’nu sabah akşam tesbîh edin. “[1]

 İşte Kur’an-ı Kerim’deki bu âyetler, müslümanlar arasında Allah Teâlâ’yı zikretmenin, bir ibâdet olarak müslümanlar arasında yayğınlaşmasına vesîle olmuştur. Esmâ-i Hüsnâ zikri âyetlerin de işâretiyle zikir ibâdetin ayrılmaz bir unsurudur. Zikri tarîkatlar bir sisteme bağlamışlardır. Her tarîkatın kendi mensuplarına tavsiye ettiği bir zikir âdabı, usûlü ve sayısı vardır. Bu, o tarîkatın virdi, yani belli zamanlarda, belli mikdarda tekrar edilerek okunan şeyler olarak kabul edilir. Esmâ-i Hüsnâ zikri de bazı tarîkatların virdleri (evrâdı) arasındadır. Mesela, Halvetiyye tarîkatında şu yedi Esmâ asıl kabul edilmiştir:

Kelime-i tevhîd, Allâh, Hû, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr.

Şu beş isim de fürû’ (ek, ilave) kabul edilmiştir:

Fettâh, Vâhid, Ehad, Samed, Allâh.

Bu son beş isim, asıl kabul edilenlere ilâve edilir.[2]  

Esma-i Hüsnâ hakkında birçok eserler telif edilmiş ve yazılmıştır. Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîzin Şerhu’l-Esmâi’l-Hüsnâ Risâlesi de bulunmaktadır. Bu eserlere örnek olarak İbn-i Îsâ’nın[3] Esmâ-i Hüsnâ Şerhi isimli eserinde [4]  esmâ zikrine başlamadan önce şartların bulunduğu ve bunlar için şartların olduğu ve yerine getirilmesini tavsiye etmektedir. Ondan sonra zikre başlanabilecektir. O, eserinde her ismin hangi vakitte ve kaç adet zikredilmesi gerektiğini de, genellikle son beyitte belirtmiştir. Buna göre her ismin zikredileceği vakit ve adet bellidir.

İbn-i Îsâ’nın belirttiği bu vakitler yedi tânedir:

1. Güneş,

2. Müşteri (Jüpiter, Mars),

3. Zühre (Venüs, Çobanyıldızı),

4. Mirrîh (Merih),

5. Kamer (Ay).

6. Utârid (Merkür),

7. Zuhal (Satürn).

Görüldüğü gibi, Allah Teâlâ’nın isimlerinin zikredileceği vakitler bazı gezegenlerin isimleriyle anılmaktadır. İbn-i Îsâ, eserinde [5], şema hâlinde, bu vakitlerin hangi günün hangi kısmına isâbet ettiğini takdîm etmiştir. Günün bu kısımları da şunlardır:

1. Sabah,

2. Kuşluk,

3, Zevâl (Güneşin tam tepe noktaya ulaştığı ân),

4. Öğle, 5. Mâ-beyn (Öğle ile ikindei arası),

6. İkindi,

7. Akşam.

İsimlerin zikredileceği vakitler, her günün bu kısımlarından farklı birine isâbet etmektedir. Onların isâbet ettiği, günün bu kısımları da şunlardır: ESMÂ-ÜL HÜSNÂ

Güneş : Pazartesi, mâ-beyn ; Salı, kuşluk ;Çarşamba, ikindi ; Perşembe, zevâl ; Cuma, akşam ; Cumartesi, öğle ;Pazar, sabah.

Müşteri : Pazartesi, zevâl ; Salı, akşam ; Çarşamba, öğle ; Perşembe, sabah ; Cuma, mâ-beyn ; Cumartesi, kuşluk ; Pazar, ikindi.

Zühre : Pazartesi, ikindi ; Salı, zevâl ; Çarşamba, akşam ; Perşembe, öğle; Cuma, sabah ; Cumartesi, mâ-beyn ; Pazar, kuşluk.

Mirrîh : Pazartesi, öğle ; Salı, sabah ; Çarşamba, mâ-beyn ; Perşembe, kuşluk ; Cuma, ikindi ; Cumartesi, zevâl ; Pazar, akşam.

Kamer : Pazartesi, sabah ; Salı, mâ-beyn ; Çarşamba, kuşluk ; Perşembe, ikindi ; Cuma, zevâl ; Cumartesi, akşam ; Pazar, öğle.

Utârid : Pazartesi, akşam ; Salı, öğle ; Çarşamba, sabah ; Perşembe, mâ-beyn ; Cuma, kuşluk ; Cumartesi, ikindi ; Pazar, zevâl.

Zuhal : Pazartesi, kuşluk ; Salı, ikindi ; Çarşamba, zevâl ; Perşembe, akşam ; Cuma, öğle ; Cumartesi, sabah ; Pazar, mâ-beyn.

Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ‘da  belirtilen üsûle  göre bu vakitlerde okunacak isimler ve adetleri şunlardır :

Güneş : 1. Allâh (66), 2. er-Rahmân (298), 3. er-Rahîm (386), 4. el-Melik (90), 5. es-Selâm (131), 6. el-Hâlık (731), 7. el-Bârî (204), 8. el-Bâsıt (72). 9. er-Râfi‘ (351), 10. el-Muizz (117), 11. el-Basîr (300), 12. el-Hakem (68), 13. el-Adl (104), 14. el-Gafûr (1286), 15. el-Aliyy (110), 16. el-Hafîz (998), 17. el-Mukît (550), 18. el-Celîl (73), 19. el-Bâis (573). 20. el-Muhsî (148), 21. el-Hayy (18), 22. el-Kâdir (305), 23. el- Muktedir (744), 24. el-Evvel (37), 25. el-Vâlî (47), 26. el-Afüvv (156), 27. Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm (1100), 28. el-Ganî (1060), 29. el-Mâni‘ (161), 30. en-Nûr (256), 31. el-Hâdî (20), 32. el-Bâkî (113), 33. er-Reşîd (514), 34. es-Sabûr (298).

Müşterî : 1. el-Kuddûs (170), 2. el-Müheymin (145), 3. el-Mütekebbir (662), 4. el-Kahhâr (306), 5. el-Alîm (150), 6. el-Kâbız (903), 7. es-Semî‘ (180), 8. el-Kebîr (231), 9. el-Müşterî (55), 10. eş-Şehîd (319), 11. el-Hamîd (62), 12. el-Mübdî (56), 13. el-Kayyûm (156), 14. es-Samed (134), 15. et-Tevvâb (409), 16. el- Muksıt (219), 17. el-Câmi‘ (114), 18. el-Bedî‘ (86).

Zühre : 1. el-Mü’min (136), 2. el-Gaffâr (1281), 3. el-Vehhâb (14), 4. er-Rezzâk (308), 5. el-Latîf (129), 6. eş-Şekûr (526), 7. el-Hasîb (80), 8. el-Kerîm (270), 9. er-Rakîb (312), 10. el-Mecîd (57), 11. el- Vekîl (66), 12. el-Metîn (500), 13. el-Muhyî (68), 14. el-Mâcid (48), 15. el-Birr (202), 16. el-Muğnî (1100), 17. el-Vâris (707).

Mirrîh : 1. el-Azîz (94), 2. el-Cebbâr (206), 3. el-Müzill (770), 4. el-Kavî (110), 5. el-Velî (46), 6. el- Mümît (490), 7. el-Vâhid (19), 8. el-Ehad (13), 9. el-Âhir (801), 9. el-Müntakim (630), 10. ed-Dârr (1001).

Kamer : 1. el-Mûsavvir (336), 2. el-Habîr (812), 3. el-Vâsi‘ (137), 4. el-Hakîm (78), 5. el-Vedûd (20), 6. el-Bâtın (62).

Utârid : 1. el-Fettâh (489), 2. el-Azîm (1020), 3. el-Muîd (124), 4. er-Raûf (286), 5. Mâlikü’l-Mülk (212).

Zuhal : 1. el-Hâfız (1481), 2. el-Halîm (88), 3. el-Vâcid (14), 4. el-Mukaddim (184), 5. el-Muahhir (184), 6. ez-Zâhir (1106), 7. el-Müteâl (551), 8. el-Nâfi‘ (201).] [6]

Gönlüm göğünün yıldızıdır hiç adedi yok,
Her burçta benim bin güneş bin kamerim var.  

Gönlüm göğünün sayısı yok yıldızlarıdır,
Her burçta benim bin güneş bin ayım var.  

Gönül göğünden murad kalptir. Yıldızdan ise hatıra gelen düşüncelerdir.   Hatıra gelenlerin hiç sonu yoktur.  Bin güneş ve bin kamerden maksat o hatıra gelenlerden açılan ilâhî zevklerdir.  

Âlimler ebced hacesi olmak olur âr,
Alçak görünen ebced’e âlî nazarım var.  

Âlimlere ebced hocası olmak ar olur,
Alçak görünen ebced’e âlî nazarım var.  

Âlimler ebced hocası olmağa utanırlar. Hâlbuki Niyâzî-i Mısrî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz diyor: Ebced’e âlî nazarım var,  zirâ Ebced Benî İsrâil zamanında bir Melîk idi,  onun mazharından nice bu kadar âlem nizam ve intizam bulmuş ve o zamanın nebisi tarafından dâvet olunmuş ve onunla nice vak’alar olmuştur.  

Siz beni habs idüp Boğazhisar’a gelince bir hal galebesiyle kitâbları yırtmış atmışum. kuşlukdan vakt ‘asr[7] olınca ‘aklum başuma gelince gördüm. boğazumda yine zencir ayağumda bukağı bu hâlde iken esmâ’-i hurûf ve kavâ’id-i[8] cifrün bazısı feth oldı. El-hamdu lillahi te’âlâ ol günden bu güne gelince yevmen fe-yevmen[9] ziyâde olmakdadur. hattâ ba’zı ıstılâh-ı cifre Allah sübhânehu ve te’âlâ vâzı’-ı evvel kıldı.[10]

Ve dahi ğarâib-i vârîdâtdan olmak üzre menkûldür ki Hazret-i merhum bendelerinden birisi kendi dâiresinden birine iktizâ itmiş iken Hazret-i şeyhden istişfâ güne olub bir macûn terkibi Merhum Hazretleri istişvâb buyurub var imdi bu eczayı mektübetül-esâmîyi sûk u attârândan bitemâmihâ iştira idüb inşâ Allâhu Teâlâ bade’l-istiğmâl âsâr-ı şifâ bedidâr olarak defi keder ve kaf-ı ilel ve men-i eşkâl olur, misilli buyurub ol dahi mütevekkilen “ala’r-rabbül-hakım mubâye’ia-i merkuma semtine şitâbân ve eczâ-yı devayı tedarik niyyeti ile revân oldukda ekserin iştira lâkin birine bir tarîkle zaferyâb olamayub mânend-i kimya ve anka mevcûdül-ism ve madûmü’l-cism kaldıkda yine Hazret-i şeyhe arz-ı hacet ve sebıl-i tekmîl-i istifsar idince anlar dahi şeyi matlubun aded-i ebcedisini hisâb buyurub devâ-yı mezbûra ilhakı kabil kesırü’lvücüd olanlardan adedi aded-i sabıka mutâbık birisini ihtiyar ve madüm-ı merkuma bedel-i şahîh olmak üzre tekmiline işaret ve istimâline (34a) tenbihlerinden sonra ol dahi bir minval meşrü amil olub hulâsatü’l-âmâl olan murâdları dahi bî-kudretihî aze ve celle hasıl olmuşdur. [11]

Yukarıda bahsi geçen konuda birisi şifa için Niyâzî-i Mısrî kaddese’lâhü sırrahu’l azîzden şifa için bir macun istemiş. Niyâzî-i Mısrî Efendi, macun müfredatını yazmış. Ancak birisi atarlarda bulunamamış. O’da “Ebced hesabıyla onun adına uyan başka bir ecza yani bitki veya maddeyi bulup, koyuverin” demiş. Öyle yapmışlar; macunu yiyen iyileşmiştir. Bu mevzudan işaretle maddelerin isimleri ve müsemmaları arasındaki mükemmel birlikteliğe işaret olduğu bunun yüksek bir ilim mertebesinin beyanıdır.

EBCED TABLOSU[12]

[13]

Cefr ve Ebced– Harfler ve Rakamlar Metafiziği  [14] 

Cefr ve ebced, harflerin rakamsal değerleriyle tarih düşürmede kullanılan yönteme adını veren kelimelerdir. Cefr ve ebced, bir söz sanatı olduğu gibi aynı zamanda ilâhî metinleri yorumlamada kendisine başvurulan bir metot olarak görülür. Bu yöntem, farklı milletler tarafından değişik dönemlerde apayrı amaçlar için kullanılmıştır. Müslüman topluluklar tarafından da bu yönteme başvurulmuş ve İslâm kültür zemininde geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Epistemolojisini bâtınî te’vil üzerine kurgulayan mukassıdların kullandıkları cefr ve ebcedharf ve rakam metafiziği bağlamında değerlendirilmelidir. Bunu, bir anlamda harf ve sayı gizemciliği olarak da niteleyebiliriz. İlâhî mesajın muhatabı olan insan, metinleri anlamaya yönelik olarak her dönemde farklı yorum yöntemleri geliştirmiştir. Bu çabanın amacı, ilâhî muradı anlamaya yöneliktir. Yaşamını ilâhî kasıtlara uyarlamak için çaba gösteren insanın, aynı zamanda kutsalı, farklı yorum yöntemleriyle, yaşamına/duruşuna uydurmayı hedeflediği de olmuştur. Bunu, rahat yaşamak, tatmin olmak ve daha farklı sebeplerle yaptığı görülür. İlâhî metni kendi duruşuna uyarlama çabası, dinde ifsad edici bir ameliye olarak kabul edilir. Bu yaklaşımlar farklı fırkalar tarafından yaşanılır/savunulur olmuşsa da asıl tahribatı Kur’an-ı Kerim’in zâhirini hiçe sayarak bâtınî yorumu merkeze alanlar, aşırı yorumlarını asıl kabul edenler oluşturur. İlâhî metinlerin cefr ve ebcede başvurularak yorumlanmasını savunanlar, bunu, bâtınî kasıtları anlama çabası olarak meşru hatta gerekli görmektedirler. Bu yönelimin kutsalın sınırlarını zorlar boyutta; hatta bizatihi ilâhî mesaja aykırı olması dahi onları engelleyememiştir. Zira onlara göre yapılan, değerlerin tabiatı gereğidir dolayısıyla meşru hatta lüzûmludur.

Terim Olarak Cefr ve Ebced   

Arapça bir kelime olan cefr, sözlükte, sütten kesilmiş dört aylık kuzu, oğlak, içi taşla örülmemiş yuvarlak geniş kuyu, hizmetçi çocuk, altı ayını doldurmuş küçük deve, küçük buzağı anlamlarına gelir. Terim olarak cefr/cifr, değişik metotlarla gelecekten haber verdiği iddia edilen ilim veya bu ilmi kapsayan eserleri ifade eden bir terim olarak anılır. Harflere verilen sayı değeri ile geleceğe veya geçen hâdiselere ibarelerden tarih veya isme dair işaretler çıkarma ilmine de cefr denilmektedir.  Ebced kelimesi ise Arab alfabesindeki harflerin kolaylıkla ezberlenebilmesi için harflerin birleştirilmesiyle meydana getirilmiş sekiz manasız kelimenin ilki olan bir terimdir. Ebced, bu sıralamada ilk kelimenin adı olduğu gibi aynı zamanda diğer kelimelerin tümüne de ad olmuştur. Bir başka ifadeyle ebced, eski alfabeye verilen isimdir. Buna, “abcad, ebicad, ebiced, abucad”da denmektedir ancak tutunmuş şekli ‘ebced’dir.  Ebced, Arapça, Eski Sâmî Alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmiştir. Bu dizginin İbrânî ve Süryânî Alfabesindeki harfleri içine aldığı ve dizgide yer alan kelimelerin aynı zamanda birer manaya da geldiği kabul edilir.  Bu formülde yer alan kelimeler şunlardır: ebced, hevvez, huttî, kelemen, sa’fas, karaşet, sehaz, dazağ (zazığlen). Bu kelimelerin gerçekte Arapça köklere dayanmayışı ve bu suretle kelimelerin belli bir anlamının da olmayışı, Arapların bunları başka kavimlerden almış olduklarının açık bir delilidir. Kaynaklar da bu görüşü desteklemektedir zira bu çeşit bir sıralamanın Fenike Alfabesi’nde görüldüğü tespit edilmiştir. Esas itibariyle cefr ve ebced, mahiyet ve sonuç açısından aynı içeriğe sahiptirler. Kelime ve tasnif bakımından farklı değerlendirilmelerine rağmen aslında bu kelimeler için biri birinin nev’îdir de denilebilir. Harflerin sayısal değerleriyle tarih düşürmede kullanılan bu yöntem, aslında söz-harf ve sayı bütünlüğünden doğan bir sanattır. Ancak İlâhî metinlerin yorumu ve gayb haberlerini bildirmek için kullanımı, tarih düşürme metodu ve söz sanatı oluşunu gölgelemiştir. Cefr yöntemini kullananlara cefrî veya ceffâr denilmektedir. 

Cefr ve Ebced Batınî Yorumun Tarihine Toplu Bakış

Ebced’in menşeine dair yapıla gelen rivayet ve yorumlar, konuya dair söylenegelen efsaneleri göstermesi bakımından dikkate şayandır. Ebced diziminde geçen kelimelerin, Şuayb aleyhisselâmın kavminden olan altı kişinin adı, Medyen ülkesinin şahları, ilk altısı altı şeytanın adı, haftanın günlerinin adları, Hz. Âdem aleyhisselâmın yaratılış ve cennetten ayrılış hikayesinin evrelerini gösterdiğine inanıldığı gibi, insanı meydana getiren “anasır-ı erba’a” (dört unsur)’nın da ebcedin karşılığı olduğu kabul edilmektedir. Yine ebced’in ilâhî isimlerin altı anahtarı; ilâhî isimlerin karşılığı olan kelimelerin baş harflerinin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan bir düzen olduğuna da inanılmaktadır. Bir başka inanışta bunun, Tanrı’nın ilâhî kitaplarında yer alan emir ve yasaklarını açıklayan kelimeler olduğu kabul edilir. Yine ebced düzenindeki sekiz anlamsız kelimenin, kimler olduğu bilinmeyen sekiz filozofun adı olduğuna da inanılır. Yunanlıların sayıları zaptetmek için koydukları kelimeler olduğuna dair rivayete rastlandığı gibi, bu sekiz kelimenin Pers hükümdarı Sâbûr’un çocuklarının adları olduğuna da inanılmaktadır. Bu inanışlar tarihte kalmış yaklaşımlardan ibaret değildir. Örneğin René Guénon, ebced’in sayısal değerleriyle alfabedeki harflerin toplamına karşılık gelen sekiz ismin, sekiz meleğin adı olduğunu söylemekte ve benzeri yaklaşımlar gelenek eğilimince geniş kabul görmektedir. Ebced düzenini oluşturan kelimelerin ne olduğuna dair efsanevî rivayetleri daha da uzatmak mümkündür.  “Şia’da beklenen Mehdî inancına uyarlanan cifir girişimi ilk kez Cafer-i Sadık’a ilâhlık atfeden ve İmam Cafer tarafından tekfir edilip kovulan, Gulât-ı Şia’dan Hattabîler tarafından İslâm dünyasına sokulmuştur. Cifir hakkındaki rivayetler Ehl-i Sünnet’çe güvenilir sayılmamaktadır. Çünkü bunların senetleri muteber olmadığı gibi Cafer-i Sadık radiyallâhü anhın yakınlarından olan Malik b. Enes, Süfyan b. Uyeyne gibi âlimler tarafından da benimsenmemiştir. Bu rivayetlerin kaynağı Kuleynî’dir. Kuleynî “El-Kâfi” isimli hadis kitabında bugünkü Kur’an-ı Kerim’in tahrif olduğunu, Cafer’i Sadık’ın Hz. Mûsa aleyhisselâmdan daha bilgili olduğunu iddia edecek kadar tutarsız görüşler benimseyen bir kişidir.”   Günümüz mutedil Şia âlimleri cifiri kullanmamakta, Kur’an-ı Kerim’in şifre kitabı gibi algılamanın yanlış olduğunu vurgulayarak; el-Kâfi’nin şüpheli senetlere dayandığını ve muteber olmadığını söylemektedirler.  Cefr ile ilgili sözlerin İmam Cafer-i Sadık radiyallâhü anha nisbet edilmesi ve cefrin sıhhatiyle ilgili olarak Muhammed Ebu Zehra şunları söylemektedir: “Biz cefr ile ilgili sözlerin İmam-ı Cafer Sadık’a nispetini kabul etmiyoruz. Çünkü cefr, gayb ilmi ile alakalı bir şeydir. Gayb ilmini ise Allah kendi zatına hasretmiştir. İmam Ca’fer’e nisbet edilen cefr ile ilgili rivayetlerin çoğu el-Kuleyni yoluyla gelmektedir. Bu el-Kuleyni, aynı zamanda İmam Cafer’in Kur’an’da eksiklik bulunduğunu söylediğini de rivayet etmiştir. el-Kuleyni’nin Kur’an ile ilgili bu rivayetinin yalan olduğunu, İmam el-Mardi ve öğrencisi et- Tusi gibi Isna-Aşeriyye’nin büyük imamları ortaya koymuş ve İmam Cafer’den bu rivayetin tam aksini nakletmişlerdir. Asılsız bir şeyi böyle bir imama nisbet eden kimsenin hiçbir rivayeti hakikat araştırıcıları nazarında kabul edilmeye layık değildir. Bana göre cefr fikrini, Isna-Aşeriyye mezhebine sokanlar Hattâbîlerdir.”  [15]    

 

Ebced Hesabı

Harflerin rakam değerleriyle tarih düşürme eski dönemlerden beri yapıla gelmiştir. Bunun bir zevk halini alması insanların ilgisini çektiği gibi zamanla adeta tutku halini almış ve bu yöntem nerdeyse akla gelebilecek her alana uygulanmıştır. Yeryüzündeki hemen hemen her alfabedeki harflerin aynı zamanda birer rakam olarak kullanıldığı veya her harfin bir sayıya karşılık olduğu bilinen bir gerçektir. Örneğin Lâtin, Fransız, Yunan, İbrânî ve Süryânî alfabelerinde de bu böyledir. Şu kadarını söylemek gerekir ki, eğer “ebced mefhumu, harflerin rakam karşılığı olarak kullanılmasıdır” şeklinde değerlendirilirse, bu durumda Lâtin, Fransız ve Yunan ebcedlerinden bahsetmek mümkün hatta zorunlu olacaktır. Ne varki farklı alfabelerde harflerin rakam değerleri değiştiği gibi “ebced”in kendi içinde de hesaplama şekilleri vardır ve bunlarda da rakam değerleri değişmektedir. Bunlar, Asıl ebced hesabı (cümel-i sağir), en küçük ebced hesabı (cümel-i asğar), büyük ebced hesabı (cümel-i kebir) ve en büyük ebced hesabı (cümel-i ekber)dir.

‘Tarih düşürme’ ebcedin en yoğun kullanıldığı alandır. Tarih düşürme, padişahların tahta çıkmalarından tanınmış kişilerin mühim mevkilere tayinlerine, doğum tarihlerinden, önemli kabul edilen hemen akla gelebilecek sayısız olayın tarihlerinin belirlenmesine kadar; fetihler, hastalıklar, yangınlar gibi geniş bir alana yayılmaktadır. Bunların yanında ebced, günlük ihtiyaç ve haberleşmeler, isim sembolü olarak, çocuğa isim verilirken, kitap ve makalelerin sayfa nolarında, ay ve sene kayıtlarında, yazı bölümlerinde, madde başlıklarında, resmi devlet kayıtlarında; vak’anüvis kayıtlarında, vakıf kayıtlarında, sayımlar ve envanter hesaplarında, fizik, matematik, mimarlık ve astronomide kullanılmıştır. Yine ebced, cifr ve vefk ilimlerinde, büyü ve muskalarda, burçları öğrenmede, define aramada, Tasavvufî yorumlarda, zikir sayılarının belirlenmesinde, Bâtınî Tefsir’lerde, kadir gecesinin tespitinde kullanılmıştır. Hatta ebced, musikîde, ‘ebced notası’ olarak da kullanılmıştır.  Ebced alfabe düzeninin her harfinin bir rakama tekabül etmesi özelliğinden faydalananlar, bu yöntemi çeşitli sahalarda kullanmışlardır. İşte Cefr ilmi bu yöntemlerden birisidir. Bu hesap yöntemi henüz Kur’an indirilmeden önce de kullanılmaktaydı ve eskiden beri çok yaygın olan bir yazım şeklidir. Arap tarihinde geçen tüm olaylar, harflere rakam değeri verilerek yazılır, böylece her olayın tarihi de kayda geçirilmiş olurdu. Bu tarihler, her kullanılan harfin özel rakam değerlerinin toplanmasıyla elde ediliyordu. Müslümanlar da bu yöntemden farklı alanlarda faydalanmışlardır. Buna göre sembolik şekiller ve harflerin ebced sayı karşılıkları üzerinde yapılan yorumlar, bu sahayla meşgul olanların başvurdukları yollardan biridir. Ebced ile cefr arasında en önemli fark: ebced gerçekleşmiş olanın, cefr ise gerçekleşmesi muhtemel olanın ilmi olarak görülmesindedir. Tasavvufta “fizyognomoni” denilen bilimin bir dalı olarak görülen “Kef ilmi” de “İlmü’l-firâse”ye karşılık gelir ki bununla ilâhî isimler ilminin karşılandığına inanılır. Bununla el, avuç, parmaklar, bilek ve yüz şekillerine farklı anlamlar yüklenilerek sınırsız manalar çıkartılır.  Bunların içerisinde dini tanımlamalardan tutun da müstehcen çıkartımlara kadar hezeyanlar vardır. Bütün bunlar; Tasavvufun, ‘Bâtınî Yorum’ yöntemiyle başvurduğu, metafizik atmosferde yapılan yöntem denemeleridir. Tasavvufî eğilim bunları meşru görür ve sonuçlarını kendi mantık örgüsü içerisinde “kesin teolojik çıkarımlar” olarak da “islâmîdir” diye tesciller. Nitekim bu aşırı yorumların delili kendinden menkul olup sahipleri delil sunmaya dahi gerek görmemişlerdir. Buna karşılık farklı ilim ehli ve disiplinler ise bu yöntemi çoğu kez dikkate dahi almamışlardır. Arap edebiyatında bir söz sanatı olarak kullanılan ebced sistemleri, ilâhî metinlerde geçen ibarelerin harflerine sayısal değerler vermek ve çıkan sayılardan geleceğe ait yorumlar yapmak olarak gelişmiştir. Zaten işin en dikkat çekici yanı da bir edebi sanat ve kolaylık olarak geliştirilen bu metodun tamamen insan ürünü olması, dolayısıyla birden fazla, farklı harf sayısal değer sistemlerin mevcudiyeti ortadayken ilâhî metinlerin yorumunda tescilleyici olarak kullanılmaya kalkışılmasıdır. Allah Teâlâ’nın gaybı Resulullah’a ve O’nun vekili olarak seçtiği evliya sınıfına bildireceğini savunan Şia ve tasavvufî gruplar, cifrin de bunun dolaylı yolu olduğunu iddia etmişlerdir.  Muhyiddin İbn’ül Arabî Futuhat-ı Mekkiye adlı eserinde cefr üzerine müstakil bir bölüm ayırmıştır.

Niyâz-i Mısrî de cefr metoduyla Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan aleyhisselâmın “nübüvvet” sahibi olduklarını isbatlamaktadır.

 

Rakamlar ve Harfler Metafiziği

Rakam ve harflerde gizem aramanın tarihi eski kadîm dönemlere kadar gider. Hindistan’da Caynizm ve Budizm, Çin’de Taoculuk ve Konfüçyanizm gibi Uzakdoğu dinlerinin yanı sıra Mısır, Yakındoğu ve Yunan uygarlıkları ile Yahudi ve Hıristiyan çevrelerde bu inancın çeşitli varyantlarına rastlamak mümkündür. Yahudi, Hıristiyan ve İslâm kültüründe sayılara ve sayıların özelliklerine gösterilen ilginin fikrî temelleri Pisagorcu felsefeye dayanır. Rakamlar ve harfler ile ilgili ilk felsefî telakkilerin, Pitagoros (Pisagor)’la başladığı bilinmektedir. Pisagorcular, âlemin esasının sayı ve sesten ibaret olduğunu söyleyerek düalist bir anlayışı savunmuşlardır. Pisagorcuların asıl düşüncelerinin temeli felsefî olmaktan ziyade matematik, musikî ve astronomi ile ilgilidir. Bir başka ifade ile onlara göre sayıların ilmi, felsefî bilginin esas anahtarı olup; ontolojik düzlemdeki her fenomende içkin olduğuna inanılan bir düzen fikri hâkimdir. Bu fikirden hareketle kutsal metinlerin yorumu, geleceğe yönelik kehanetler, yöntemin kullanımında cazibe merkezi olmuştur. Hermenötik sistemde sayı spekülasyonlarıyla önemli bir yer tutan Philo, Eski Ahit’ten mülhem fikirlerle Pisagorcu geleneği birleştirmiş; böylece, ortaçağın ağılıklı olarak sayı gizemciliğine dayanan İncil yorumlarının temelini attığı bildirilmiştir. Harflerin ve rakamların mukaddes sayılması ve onların ilâhî bir mahiyete haiz oldukları görüşü, felsefî telakkilerden de öte eski kabile kültürlerinde yer aldığına ilişkin pek çok şey söylenmiştir. Özellikle Akad, Samî ve Turan kavimlerinde sayılar, âlemin ve varlıkların yaratılışı ve mukadderatıyla ilgili hususları belirtmekteydi .”  Geleceği keşfetme merakı, İslâm öncesinde yaşayan eski milletlere kadar uzanır. Keldânîler, Asurlular, Babilliler, Mısırlılar ve daha sonra Yahudilerle Hıristiyanlar arasında yaşayan kâhinler, müneccimler ve bazı mistiklerin kâinatın sonu ve devletlerin âkibeti gibi konularda çeşitli haberler verdikleri bilinmektedir. Bunun yanında, Tevrat’ın bâtınî yorumlarında ve Aziz Agustinus gibi Kilise Babalarının yazılarında da çok sayıda cefr örneklerine rastlanır. Yahudi mistik hareketi Kabala’nın temel eseri olan ve Tevrat’ın bâtınî yo- rumunu ihtiva eden Zohar’da da harflerin sırlarına dayanan bir ilimden söz edilir.”   İslâm düşüncesi, tarihi seyri içinde kendine has bir gelişim izleyerek, rakamlar ve harfler metafiziğini bilinenlerin fevkinde çok daha değişik bir üslûpla açıklar. Özellikle harfler, sözlerin ve seslerin sembolik işaretleri olarak görüldüğü tasavvufî yorumların odak ve ağırlık noktasını teşkil eder. Nitekim İslâm tasavvuf anlayışında harflere önem atfedilmesi ve “İlm-i Hurûf”, “Kitabü’l-Hurûf” gibi yüzlerce eserin meydana gelmesini sağlayan âmil, harflerin ve varlıkların meydana gelişine izafe edilen sırrî ve tasavvufî yorumların neticesidir. İslâm Tasavvuf dünyasında “şeyh-i ekber” (en büyük şeyh) unvanıyla tanınan Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-Fütuhât el- Mekkiyye adlı ünlü eserinde konuyla ilgili bir “bab”da, harfleri mertebelere ayırmıştır. Bununla harflerin, yaşlık, kuruluk, sıcaklık ve soğukluk gibi dört temel tabiata işaret ettiğini söyler. Ayrıca harfleri kendi başlarına ayrı bir millet olarak telakki eden İbnü’l-Arabî, “onların içinde kendi cinslerinden nebileri, âlemleri vs. vardır” diyerek her bir harf hakkında derin yorum ve tevillere girişir. Ardından bu tevilleri de ancak ehl-i keşf olanların anlayabileceğini söyleyerek uçları açık bir alan oluşturur. Aşırı yorumlarının Kur’an-ı Kerim’e muhalif olduğunun söylenmesi durumunda ise “sufiler, delil ikame etmekten münezzehtir” söyleyerek yorumlarını savunmuştur. [16]

Arş u semâvatı ulûmun budur el-hak,
Hem dahi zemininde tükenmez güherim var. 

Muhakkak Arş ve gökler ilimleri budur,
Hem dahi yeryüzünde tükenmez cevherim var. 

Bununla bir oldu dem-i Îsâ ile Mısrî,
Gönlüme dahi ne gelirim ne giderim var. 

Mısrî İsâ nefesi ile bununla bir oldu,
Gönlüme dahi ne geliş ne de gidişim var. 

Niyâzî-i Mısrî’nin Hz. İsa aleyhisselâm ile benzeşmeleri sürekli ilâhilerinde gelmesi zamanında hidayete vesile bir gönüle sahip olmasındandır. Genellikle düşmanlarını Deccâle benzetmesi de bu sebepten dolayıdır.

Onun bu şekildeki hallerin meydana gelmesi Allah Teâlâ2nın zâtındaki tecellilerinin şiddetinden dolayı olmasıdır. 

“Gönlüme dahi ne gelirim ne giderim var” demesi ise hakikatte ne İsa aleyhisselâm benimle oldu, gelmesi ve gitmeside bizim devrimizde olmadı, ben İsâ aleyhisselâmın kendisiyim demektir. Onun İsâ aleyhisselâm olması, velayetteki kademine, makamının durumuna işaret eder.

Hz. İsâ aleyhisselâm hakkında Allah Teâlâ buyurdu ki;

“O, İsrailoğullarına bir elçi olacak (ve onlara şöyle diyecek:) Size Rabbinizden bir mucize getirdim: Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izni ile o kuş oluverir. Yine Allah’ın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yeyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz, bunda sizin için bir ibret vardır.” [17]

Bu ayetin işareti ile Niyâzî-i Mısrî’nin de İsevî kerametlere haiz olduğudur.

“Cuma gecesi gecenin yarısından sonra uyutmadılar. Gâh kıyıdan gezdirdiler çanı. Çanı elleri ile çalarlar uyumasın diye. Birazdan uyandım sonra kuvvetli bir mum yakmışlar sabah sandım. İndim sabah olmaya yazdı. Üst dudağımı böbreğe dönmüş buldum.

 Bursa’da dahi ederlerdi va’za zayıf düşsün diye. Velâkin onda yılan yok idi. bir gece uyandım. Cesedim kurumuş ölmüşüm. Ve yine kendimi anladım, (tanıdım) ve evin dört duvarı açılmış sahra olmuş.  Ruhum uçsuz bucaksız bir nur imiş. Benden ayrılmış. Her taraftan çekilip göklere doğru giderken, geri döndü, geldi, beni kuşattı içinde kaldım. Birden uyandım, gözüm açdım ki, cümle ceset ve azâlarım yine hareket eder gördüm. N’olaydı o zaman geri dönmemiş olsaydı. Ve şu kadar rahatta imişim ki tabir olunmazdı.

Bir kere de Uşak’da iken bir top (mermisi) dokundu beni zerrelere çevirdi. Her zerremi dünyaya dağıttı. Ve yine kendimi anlar imişim ve bundan bana bir elem gelmez imiş. Dahi durmayıp dağılıp giderken zerrelerim geri döndüler. Cümlesi bir yere cem’ olunca (toplanınca)  kendimi yine Mısri buldum.

İşte Allah Teâlâ öldürüp öldürüp diriltir bilmem muradı nedir.” [18]   

Ayrıca bedeninin Limni adasında kalması Hıristiyanlara bir lutfu inayetidir.


[1] Ahzâb, 41, 42.

[2] M. Sâdık Vicdânî, Tomar-ı Turuk-ı Aliyye (Halvetiyye Silsilenâmesi), s. 29.

[3] İbn-i İsâ’nun asıl adı İlyas’tır. Ancak babası Necdüddin İsâ’yı Akhisâsî’ye izafeten “İbn-i İsâ” (İsâoğlu) diye tanınmıştır. 902/1496’da Akhisar (Manisa)’da doğmuştur. Akhisar, o sırada livâ olan Saruhan’a bağlı bir kasaba olduğu uçun “Sarûhânî” nisbetiyle anılır. Doğduğu yer ve memleketi olan Akhisar’a nisbet edilerek “Akhisârı” diye de anılır.

[4] (Saruhânî)

[5] Bkz. Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ, A, vr. 42b; C, vr. 30; H, vr. 27b; K, vr. 1a.

[6] (Saruhânî) (YILMAZ)

[7] İkindi vakti

[8] Kaideleri

[9] Günden güne

[10] (MISRÎ, 1223), v. 35b

[11] (İbrahim RAKIM, 1750), v. 34a

[12] Kaynak: Türk-İslâm Kültüründe Ebced Hesabı ve Tarih Düşürme, Doç. Dr. İsmail Yakıt, Ötüken, İstanbul, 1992.

[13] İbn’ül Arabî ’ye göre bu harflerin bazı sayı değeri şu şekildedir.

 “gayn” harfinin sayısal değeri hakkında, bize ve sır ehline göre 900, nur ehline göre ise 1000’dir der.

 “dâd” harfinin sayısal değeri hakkında, bize göre 90, nur ehline göre ise 800’dür der.

 “şın” harfinin sayısal değeri hakkında bize göre 1000, nur ehline göre 300’dür der.

 “yâ” harfinin sayısal değeri hakkında on ikinci felek için 10, yedinci felek için ise 1’dir der.

“lam” harfinin sayısal değeri hakkında on ikinci felek için 30, yedinci felek için ise 3’tür der.

 “ra” harfinin sayısal değeri hakkında on ikinci felek için 200, yedinci felek içinse 2’dir der.

 “sâd” harfinin sayısal değeri hakkında bize göre 60, nur ehline göre 90’dır der.

 “sin”harfinin sayısal değeri hakkında nur ehline göre 60, bize göre ise; büyük ebcette 300, küçükte 3’tür der.

 “zı” harfinin sayısal değeri hakkında nur ehline göre 900, bize göre büyük ebcette 800, küçük ebcette 8’dir der. (ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 208-209

[14] (YAZÇİÇEK, yıl 2 sayı 1 Aralık 2004)

[15] Muhammed Ebu Zehra, İslâm’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Çev.: Abdulkadir

Şener, Hisar Yayınları, İstanbul (Tarihsiz), s. 178-179.

[16] (YAZÇİÇEK, yıl 2 sayı 1 Aralık 2004)

[17] Al-i İmran, 49

[18] (Niyazî-i MISRÎ, 1223), 

Kaynak: https://pirniyazimisri.wordpress.com